Devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Devlet etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Mayıs 2020 Cumartesi

DEVLET, DEVLET OLMAKTAN ÇIKTI

DEVLET, DEVLET OLMAKTAN ÇIKTI


Devlet Çingene Çadırına Döndü.
Çık işin içinden çıkabilirsen.

10 Kasım 1938, Atatürk' yapılan bir emperyalist darbeydi. 
Geniş bilgi için " Sola açılan haçlı seferi ve cumhuriyet tarihimiz "
 https://keykubat.blogspot.com/  dan okuyunuz.


12 Mayıs 1939 Atatürk'ün " Asla yapmayın" dediği ilk İMF tarzı borçlanma anlaşması olan Ingiltere Türkiye Kredi Anlaşmasını Ismet Inönü imzaladı. Bin yıllık Kutsal Ittifak Haçlı Anlaşması gereğince Abd, Fransa, Almanya ve öteki batılı devletlerce anlaşma tekrar edildi.
Döndük Kanuni sonrası elden çıkan Akdeniz hâkimiyetimiz ile imzaladığımız teslimiyetler çağına.

1943'de Kahire ve Adana Yenice Tren istasyonu vagonunda Churchill tarafindan Ismet paşaya verilen talimatların, 1946'da Abd'nin süper güç olarak çıkması üzerine önce eğitim baltalandı, Ismet Inönü +Menderes+C.Bayar arasında,CHP'nin iktidara oynamayacağına dair Pembe Köşk Muvazaasi (Şikesi) anlaşması imzalandı.

1946'da Şeriat devleti hazırlıkları başladı,  1947'de Nato müracaatı yapıldı.

1950'de anlaşma sonucu Amerikancı DP iktidar edildi. Kırımçak  Tatar Yahudisi, 
asker kaçağı A.Menderes bütün devlet yapısını tasfiye etti, kendine bağladı.

1952'de Amerikan emperyalizmine karşı savaşan, 1890'da ilk Turancılık 
derneklerini kurmuş, sosyalist Kore Tunguz Türklerini öldürsün diye Amerikan 
orduları komutasında savaşmaları için taburlar dolusu Türk çocukları, 
Kore topraklarına Türkleri öldürmeye gönderildi.


1956'da, Adnan Menderes'in ülkemizi kalkındıracağından korkan Rockefeller, 
Abd senatosuna Turkiye'ye nakdi yardımın kesilip, ayni yardım yapılmasını 
önerdi.
Menderesin hayalleri güme gitti.

1958'e kadar başvurular sonuçsuz kaldı, sadece Almanya'ya verilen 178 milyon nakdi askeri yardım bize yönlendirildi.

Menderesin projelerinin yatması demek olan bu yardım, onu SSCB ye yöneltti.

1961 yazına randevu verildi.

Bunu ihanet sayan Abd, sekiz yıl harp akademisinde eğitip yolladığı Kıbrıs Ermenisi Alpaslan Türkeş' e darbe yaptırdı.
Darbe ücretini Türkeş tankları Abd elçiliğine dayayarak istedi.
A.Menderes Sscb' den aldığı randevu tarihinde idam edildi.
Geçiçi darbe hükümeti kuruldu.
Menderes ile diyanetin teslim edildiği Bitlis Yezidi Süryani Saidi Kürdi öldü.
Müslümanları Hıristiyanlaştırma projesi Nurculuk başsız kaldı.

1962-65 tek başına Ismet Inönü hükümeti kuruldu.
1962'de Nato, Turkiyeyi SSCB tehdidine karşı savunulacak 1.derece ülke olmaktan çıkardı.
Ismet paşanın itirazları kaale alınmadı.
Ismet paşa, Abdi Ipekci'ye Üsler Raporu hazırlattı.


Abd Kıbrısta Türk soykırımı başlattı.
Ismet paşa, üniversitelerde anti Amerikancı Sol örgütleri destekledi.
1964 Johnson mektubu krizi başladı.
1965 de Inönü Koalisyona mecbur edildi.

1967 de Çoban Sülü iktidar edildi.
Mhp kuruldu.
Işıkçı F.Gulen Nurculuğun başına getirildi.
Orduya Nurcular dolduruldu.


1967'den beri Feto siyaseti belirlemeye başladı. 
Antiemperyalist solu destekleyen Ismet Inönü günah çıkaramadan CHP den 
1971 muhtırası ile alındı, Abd Eğittiği B. Ecevit'i yerine getirdi. 

1974'de aslen Hataylı  Hristiyan aileden gelen N.Erbakan ile, Merzifonlu Ermeni aileden gelen B.Ecevit koalisyonu kuruldu. Türkiye Abd isteğiyle Kıbrıs ve Sag-Sol çatışmaları batağına itildi.

Bütün sağ partiler Feto Nurcu/Işıkçılarin ordu, siyaset, basın, bürokrasideki memurları  tarafından yönetildi. 
Abd, Almanya olayları körükleyecek ajanlarını gönderdi. 


Perincek'in 1967 de Almanyada eğitimini tamamlayıp gelip TIP i bölmesiyle sol, Kürt Soluna kaydırıldı. Böylece 1970-80 arası sağcıların prim yapması sağlandı. 
Binlerce insanımızı kaybettik.

Olaylara müdahele edin denilen Nato ordusu TSK,"şartlar olgunlaşmadı" dedi, günde 20'den fazla gencimiz öldürüldü. 
Bunları başlatanlar ordu ve istihbaratçılar oldu.

Şartlar olgunlaştı, 12 Eylül 1980 geçesi saat 00;00 da ordu darbe yaptı, olaylar bıçak gibi kesildi.

Devlet iki üç Gregoryen Ermeni devşirmesi, Feto, Evren ve Özal'a teslim edildi. 
1983de sivil idareye geçildi. Darbeden 5 ay önce Suriyeye kaçırılan Urfa Ermenisi Apoya PKK 1984de kurduruldu. Devlet hoşgörüsü ile büyütüldü. Silâh baronları ve yerli memurları zengin oldu. 
50 bin insanımızı kaybettik.


2002 sonrası Akp ile, Islam dünyasının Haçlı işgalinde kullanılmak için PKK ordu haline getirildi, Babil Talmuduna bağlı Yahudi Barzaniler, Talabaniler devlet sahibi edildi. Talabani gruptan "Ben enternasyonslistim" dedi ayrıldı, Irak vatanseverlerine katıldı.
Araplar tezgahı uyanır da, onlar da batı ile benzer proje yapar, Türkiye işgal edilirse bizi kazırlar korkusu ile, Feto proje sahibi olarak suçlu olan edildi ve tasfiyesine gidildi.
Bütün Araplar, Yahudiler, Aramiler, Erdoğan'in Anadolu Yunan ve Israil idaresinde Bizans kuracağını biliyordu zaten. Osmanlı ve Bop çöktü.

Darbe, Erdoğan'in iktidarını korumak için Abd, AB'den Almanya, Fransa, Ingiltere destekli yapıldı.
Tayyip Erdoğan 18 yılda yoruldu, bir kaç kez, "devri sabık yaratılmazsa" çekilebileceğini ima etti. Ancak dışarıdaki işlenilen suçlar ürküttü.

Erdoğan aşırı prestij kaybetti, istese de gidemiyor. Bu yüzden darbelere ihtiyacı var. Orada kalması da devletin sonu ve iç savaş olacak. 
Verdikleri sözleri, ikili anlaşmaları var. 

Geçmişte Akp kapatma davalarında yeterli deliller zaten verildi. Ama, devletin Nato işgalinden korkulduğu için iktidarda kalması istenildi. Sanki onu tayin eden Abd+Ab+Derin Nato değilmiş gibi.

Bütün ihanet projeleri ordu imzalıdır ama ordu mensuplarının da dünya siyasetinin durum tespitini yapamadıklarını gördük.

ABD, kendi ülkesinde bile siyasetçiyi de ordu komutanını da en salağından seçer.
 

Bizde de en salak askerden genelkurmay başkanı, en salak vatandaştan cumhurbaşkanı seçtiği gibi. Bir de bunları o devletin tarih boyunca vatan haini olanlarından seçer.
 

Nereden mı biliyorum?
1989'dan 1990 Haziranına kadar 4 kez bana da teklif ettiler de ondan.



Devleti yönetenler de Şiva dini mezhebi Sabilik temelli dinlere inanan Çingeneler veya o kültlere bağlılar tarafından yönetildiği için doğal olarak çingene çadırına döndü.

Birbirine düşmanlık beslediği için, emperyalizme hizmet eden işbirlikçi dini ve etnik ihanet örgütü olmak yerine;
Bastığı toprağa, ülkesine, bağımsızlığına, özgürlüğüne sahip çıkan Tek Millet olsak kötü mü olur?
Takdir sizindir.


Alaeddin Yavuz

13 Ekim 2017 Cuma

EMİNAĞAOĞLU SANDIĞI SİLDİ


EMİNAĞAOĞLU SANDIĞI SİLDİ 

18 Mart 2009 08:17 

' Sandık Ne Derse o olur '  Yok böyle bir şey! 

Eminağaoğlu: "Hukukun üstünlüğü, yasama ve yürütmenin üstündedir. Onlar da hukukun üstünlüğüne uymak zorundalar. Bir hukuk devletinde yasamanın fonksiyonu farklıdır. Yürütmenin farklıdır, yargının farklıdır. Ve hepsinin ortak paydası hukukun üstünlüğüdür. Ancak şu algı yanlış. Millet iradesi eşittir yasama, sandık ne derse o olur. Hayır. Hayır böyle bir şey yok." 

YARSAV Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu'yla Zaman Gazetesi'nden Nuriye Akman'ın yaptığı çok ilginç röportaj: 

-Özel yaşamınızda mükemelliyetçi, hataları tolere edemeyen biri misiniz? 

-Özellikle Yarsav'dan sonra eşimin yükünü daha çok arttırdığıma inanıyorum. Çünkü Yarsav ve görevim bütün zamanımı kaplamış durumda. Her şeye koşturmak için çabalarım. 

Hataları tolere etmesini bilirim.ama doğruyu yakalamak anlamında ayrıntıları da elde etmek isterim. 

-Dışarıya çatık kaşlı, sert mizaçlı bir resim veriyorsunuz. Sizi böyle yapan şey nedir? 

-Şu an karşı karşıyayız. Şu anki mizacımı o resimlerle bağdaştırabiliyor musunuz? 

-Şu anda gayet sakin görünüyorsunuz. 

-Ben her zaman böyleyim. Ama haberlerde hep belirli resimlerim kullanılıyor. 

-Fotomontaj mı yapılıyor? 

-Hayır, o resimler de bana ait. Tabii açıklama yaptığınız konular her zaman gülümseyerek konuşulmayacak konular. Ama ben çatık kaşlı bir insan değilim. 

-Ama kabul edin, mesajlarınızı öfkeyle dile getiriyorsunuz. 

-Onu bir kararlılık ve inanç olarak söyleyebilirsiniz. Kesin doğrularla kamuoyunun önüne çıkarım. Hukuksal yönden hiçbir yanlışla kamuoyunun önüne çıkmam. O doğrulara olan inancımın bir ifadesidir. O fotoğrafların öncesinde ve sonrasında yine sakinlik vardır. Ama bir konuşmanın bütünlüğü içerisinde yansıtılmazsa, sadece bir kareyi alırsanız onu bulabilirsiniz. 

Gerek aile yapımda, gerek arkadaş çevremde, gerek çocuklarıma karşı son derece sinirleri alınmış bir insanım. Gerçi onlar beni sinirlendirmek içinde bir şey yapmazlar. 

-Yarsav sizin başkanı olduğunuz ilk dernek mi? 

-Hukuksal olarak kurucu üyesi ve başkanı olduğum ilk sivil örgüt. Öğrenci derneklerine hep sempati duymuşumdur. Ama bir öğrenci derneği üyesi olmadım. 

-Hiç tutuklandınız mı? 

-Hayır. 

-Soruşturma geçirdiniz mi? 

-Şu dönemde geçiriyorum. 

-Gerekçe? 

-Kendi hakkınızdaki soruşturmanın içeriğini bilme hakkınız var. Ama Bakanlık, her türlü başvuruma rağmen bildirmiyor. Ben bir tesadüf eseri hakkımdaki incelemeden haberdar oldum. Ki aradan sekiz ay geçmişti. Konuyu söylemiyorlar. Birleşmiş Milletler yargı bağımsızlığı temel şartında hakkında disiplin incelemesi ve soruşturması başlatılan kişi isterse, bunları bildirmek zorundadır diye hüküm vardır. Adalet Bakanlığı hakkımda tek yanlı bir şeyler üretiyor. Bu örgütlenme özgürlüğüne bir baskıdır. Benim üzerime Demokles'in kılıcı gibi tutulan bir incelemedir. Bir yanlışlığım varsa elbette ben dokunulmaz bir insan değilim. Ama bunlar nafile çabalardır. Türkiye'de gerçekten sivilleşmeye, örgütlenmeye, hukukun üstünlüğüne alışamamanın bir yansımasıdır. 

-İki şapkanız var. Yargıtay Cumhuriyet Savcılığı ve Yarsav başkanlığı. Fakat şimdi dernek başkanlığınız savcılığınızın önüne geçti. 

-Doğal olarak. 

-İkincil işin, esas işin önüne geçmesinin neresi doğal? 

-Ben isim olarak öne geçmek istemem. Benim kamusal görevim itibariyle açıklama yapma konusu başsavcımıza aittir. O görevlerim orayla ilgilidir. Ama ilk kez Türkiye'de yargıç ve savcıların sivil meslek örgütünü kuruyorsunuz. Yargı sorunlara boğulmuş durumda. Ve bugün Türkiye'de yargının en rahat olduğu dönem 1961 anayasasının 71, 12 Mart'a kadar olan dönemi. 12 Mart'ta geri gitmişiz. 12 Eylül'de biraz daha geri gitmişiz. Bugün 12 Eylül'ün de gerisine düşmüş durumdayız. Bu sorunlar yumağında, tüm sorunlarla mücadele etmek anlamında ister istemez öne çıkıyorsunuz. Ama tüm bu mücadele Yarsav adı altında yapılan bir mücadeledir. Yoksa benim kişisel bir mücadelem değildir. Yarsav'ın öne çıkmasını isterim. 

-Ama bir yandan da savcılık yapıyorsunuz. Dernek başkanlığının asıl görevinizi zedeleyici bir yanı yok mu? 

-Hayır, asla. 

-Her konuda görüş bildiriyorsunuz. Sonuçta benzer konular sizin önünüze dava olarak gelecek. Dolayısıyla aldığınız kararlara gölge düşecek. Soru işaretleri olacak. Bundan çekinmiyor musunuz? 

-Türkiye yargıda sivilleşmenin ne olduğunu kavrayabilmiş değil. Bunu kavradığında bu eleştiriler ortadan kalkacaktır. Bakınız en yakın örnekler, İtalya, Fransa, Almanya daha birçok örnek verebilirim. O ülkelerdeki yargı örgütlerinin açıklamalarına bakın, dersiniz ki Yarsav niye bunlar kadar sert değil. 

-Artık bundan da daha sert nasıl olunursa! 

-Ben en son size Fransa'daki yargı örgütünün açıklamasını vereyim. Dersiniz ki Yarsav'ın açıklamaları niye böyle vurucu değil. Bizim Yarsav olarak amaçlarımız, hukukun üstünlüğü, etkinliği, egemenliği, insan hakları, yargının bağımsızlığı, yargıç ve savcıların sorunları. Buna yönelik her konuda açıklama yaparız. 

-Yarsav 501 üye ile kuruldu. Bugün 1250 üyesi var. Toplam 11 bin hakim ve savcı olduğuna göre camiada kimse sizi fazla takmıyor mı? 

-Bu Türkiye'nin sivilleşmeden ne kadar uzak olduğunu, AB söylemleriyle getirilen düzenlemelerin içselleştirilemediğini, gerçekten etkin kullanılamadığı bir ortamın yaratılmadığını, takiyye yapıldığını, gösteren bir tablodur. 

-Herkes size üye değil diye neden AB söylemi takiyye olsun? 

-Biz kurulduğumuz zaman yaklaşık 7 binin üzerinde yargıç, savcı vardı. 501 kurucu üye ile kurulduk ki bu kadar bir sayı ile kurulan bir dernek göremezsiniz. Ve kuruluş sürecinde Adalet Bakanlığı müsteşarı dahil olmak üzere herkese gittik. Kim kurucu üye olmak istiyorsa herkesin imzasını aldık. Hiç ayrım yapmadık. Ve 501'e geldiğinde de gidip Ankara valiliğine verdik. Bugün yargıç, savcı sayısı 11 bine yaklaşmış durumda. Biz neden 1250 üyede kaldık. Yarsav'ın yargıç adayından yüksek mahkeme başkanına kadar her görevden üyesi var. Ama şimdi Avrupa'daki yargı örgütü başkanları ile konuşuyoruz. Adalet bakanlıkları orada yargının meslek örgütleriyle düzenli toplantılar yapıyor, onlardan düzenli raporlar alıyor. Ve o raporlarla yargının sorunları çözülmeye çalışılıyor. Türkiye'de adalet bakanlığı bizi muhatap almamak adına her şeyi yapıyor. Ve çok uzunca bir süre bizim Yarsav olarak yazdığımız yazılar, Adalet Bakanlığı'ndan Ömer Faruk Eminağaoğlu diye yanıtlanmıştır. 

-Yarsav adını kullanmak istemediler yani. 

-Daha ilgincini söyleyeyim, Adalet Bakanlığı resmi çeviri yaparken, 2006 AB ilerleme raporuna Yarsav girmiştir. Yarsav ibaresi çeviriden çıkartılmıştır. Dışişleri'nin sayfasında vardır. Adalet Bakanlığı'nda dört yüze yakın yargıç çalışır. Bir tane üye yoktur. Neden? Adalet Bakanlığı'nda çalışan yargıçlar güvenceli değildir. Yine hiçbir askeri yargıç Yarsav'a üye değildir. Adalet Bakanlığı ve bakanlığın bağlı olduğu hükümet, Yarsav'a bir darbe anlayışı ile yaklaşmıştır. Bu anlayış yargıç ve savcılarda bir tedirginlik yaratmıştır. 

-Suçu Adalet Bakanlığı'na atacağınıza neden kendinizde aramıyorsunuz? Sizin derneğiniz ya da şahsınız güven vermemiş olamaz mı yani? 

-Bunu kabul etmiyorum. AB'ne yargıda örgütlenme serbest diye yazı yazan şu anki siyasi irade, bu yazıların tam aksini yapmıştır. 

-Meslektaşlarınızdan 1250 kişiyi ikna ettiniz. Ama diğerleri ikna olmadılar. Bu kadar basit! 

-Hiç kimseyi ikna etmedik. O katılım herkesin kendi iradesiyledir. Mesleğin her yerinden üye varken, Adalet Bakanlığı'ndan dört yüz yargıç ve savcının dört yüzü de mi Yarsav'a karşı? 

Tamam, Adalet Bakanlığı'nda tam bir homojen yapı yok. Ancak şu anki siyasi iradenin Yarsav'a yaklaşımı, onların üye olmasını engelliyor. Türkiye'de en güvencesiz bürokratlar Adalet Bakanlığı'nda çalışan bürokratlaştırılan yargıç ve savcılardır. Üçlü kararname ile gelirler, bakan git derse giderler. 

-Bu durumda size üye olan 1250 kişi cesur, diğerleri korkak mı oluyor? 

-Söylediğim gibi bu bir serbest ve sivil irade. Yarsav'a üye olan herkes belli bir siyasi düşüncede olan insanlar değil. Her düşünceden Yarsav üyesi vardır. Ama yargıç ve savcılar siyasi düşünceleri ile öne çıkan insanlar değildir. Kuruluş aşamasında Adalet Bakanlığı müsteşarına imza için gittiğimizde, cesaret isteyen bir adım ama tarih sizi yargılayacaktır demişti. Bu bir cesaret değil, hak kullanımıdır. Hakların kullanımı cesaret durumuna gelmişse, vay hukuk devletinin haline. 

-Yargıçlar ve savcılar siyasi düşünceleri ile öne çıkmaz diyorsunuz ama biz sizin siyasi görüşünüzü biliyoruz. 

-Hayır, bilmiyorsunuz. Fakat siyasi iradenin Yarsav'a olan tutumu nedeniyle siyasi iradeye yönelik yapmak zorunda olduğunuz çalışma ve açıklamalar, Türkiye'deki algı sorunu nedeniyle Yarsav bir hükümet karşıtı konuma oturtulmuş durumda. 

-Bu çatışmada, bu algıda sizin hiç mi payınız yok? 

-Hayır efendim. Bunu kesinlikle kabul etmiyorum. Çatışmayı çıkaran, siz kurulduğunuzda hemen karşınıza bir kapatma yasası çıkaran bir siyasi irade olursa bu çatışmayı kim çıkarır? 

-Rica ederim, sizin üslubunuz da kuşatıcı, birleştirici değil ki. Aksine ayrımcı ve bölücü bir resim veriyorsunuz. 

-Tam aksine bakın biz Adalet Bakanlığında çalışan yargıç ve savcılar güvenceli olsun, gerekçesiz bir şekilde görevden alınmasınlar, şu şu konularda ilke kararı alın diye HSYK'ya başvuru yaptık. Adalet Bakanlığı olumlu olarak bir şey ortaya koysun biz sonuna kadar destek olmaya hazırız. Fakat tüm başvurularımız sonuçsuz kalıyor. 

-Ama siz meslektaşlarınızın yaşam koşullarının daha iyi olması için çalışan bir örgüt resmi vermiyorsunuz ki. Politize olmaktan çekinmeyi bırakalım, özellikle bu konuda çaba sarf ediyormuş gibi bir görüntü var. Cumhurbaşkanından Diyanet İşleri Başkanına, TBMM üyelerinden kendi meslektaşlarınıza kadar kavga etmediğiniz kimse kalmadı. 

-Hukukun üstünlüğünü hazmedemeyen, karşı olan herkese karşı söyleyecek sözümüz vardır. Bu kişilerin kim olduğu, ne olduğu bizim için hiç önemli değildir. Biz cumhurbaşkanı ile, başbakanla, Diyanet İşleri başkanıyla, Adalet Bakanıyla kavga etmiyoruz. Biz ya o kurumların bazı açıklamaları, eylemleri vardır ya da bizim hukuk adına yaptığımız açıklama ve eylemler o kurumların yaptığı iş ve işlemlerin hukuksallık boyutunun fotoğraflarını çekmiş ve hoşlarına gitmemiş olabilir. Türkiye'de herkes Yarsav'ı olumlu karşılamak zorunda değil. Yarsav her türlü eleştiriye açıktır. Yarsav'ın söylemleri bir takım kurumlarla kavga etmek için değil, topluma hukuksal fotoğrafı göstermek içindir. Bu o kurumların beklentileri ile örtüşmeyebilir. 

-Başkalarının algısını önemsemeyen bu tutumunuz kendi üyelerinize de zarar vermiyor mu? Mesela Danıştay'daki birçok üyenizin yürütmenin işlemleri ile ilgili davalar önlerine geldiğinde verdikleri kararları şüpheli hale getirmiş olmuyor musunuz? 

-Ne ilgisi var? Bakın Yarsav'ı kurduğumuz zaman 501 kurucu üye ile Ankara Valiliği'nden bir yazı aldık. Şöyle diyor, 493 kurucu üyenizi değiştirin. Kimleri değiştirmeyin? Sekiz tane emekli kurucu üyeniz kalsın. Diyor ki Ankara Valiliği, yargı bağımsızlığını savunamazsınız. 

-Aynen böyle bir ifade mi var? Yargı bağımsızlığını savunamazsınız diye. 

-Tabii ki. Bu, devletin egemenlik hakkı ile ilgili bir konudur. Egemenlik hakkına tecavüz ediyorsunuz diyor. Biz resmi bir kurum değiliz. Yargı bağımsızlığını gerçekleştirecek kurum değiliz. Çaba gösterecek bir örgütüz. Yapamazsınız diyor. Sekiz tane emekliye bırakın, onlar da yargı bağımsızlığını savunmasın diyor. Yarsav ne yapacak bu siyasi anlayışa göre. Araba kampanyası mı? Yargıda sivil örgüt kuruyorsanız elbette bu örgütün üyeleri yargıçlar ve savcılar olacak. Görevdekiler de olacak, emekliler de olacak. Ama bakın Yarsav yönetim kurulu on üç kişidir. Ve o on üç kişi hiçbir Yarsav davasına katılamaz. 

-Yönetim kurulunun Yarsav davalarına bakamaması tamam. Ama eleştirdiğiniz idarenin eylemleri ile ilgili önüne karar geldiğinde bakabilmek, hoş bir manzara mı? 

-Yarsav'ın açtığı bir davaya, Yarsav'ın yaptığı bir suç duyurusuna bakan, yönetim kurulunda olmayan yani davaya bakabilen yargıç ve savcı arkadaşlarımız, hayır sizin bu davanızı reddediyoruz. Sizin bu suç duyurunuza takipsizlik veriyoruz demişlerdir. Hukuksal doğru neyse odur. Yargıçlar hukukun üstünlüğünü içselleştirmiş insanlardır. Yasalar ne diyorsa bu böyle yapılır. Diğer ülkelerdeki yapılar nedir diye hiç incelemeye girmeden ezberden eleştiriliyor Yarsav. Kanada'ya bakın. Kanada'da yargı örgütü dava açıyor, aynı şeyler devam ediyor. Türkiye de buna alışacak. 

-Sizce bu ülkeyi hakimler ve savcılar yönetse daha mutlu bir ülkede mi yaşardık? 

-Ülkede mutlu bir ortam olması, olmaması olayın siyasi boyutu. Ama biz Yarsav olarak hukukun üstünlüğü geliştirilsin, yeterlidir diyoruz. 

-Hukukun üstünlüğü derken yargının, yasama ve yürütmeye karşı üstünlüğünü savunuyor gibisiniz. 

-Hukukun üstünlüğü, yasama ve yürütmenin üstündedir. Onlar da hukukun üstünlüğüne uymak zorundalar. Bir hukuk devletinde yasamanın fonksiyonu farklıdır. Yürütmenin farklıdır, yargının farklıdır. Ve hepsinin ortak paydası hukukun üstünlüğüdür. Ancak şu algı yanlış. Millet iradesi eşittir yasama, sandık ne derse o olur. Hayır. Hayır böyle bir şey yok. 

-Sandık eşittir millet iradesi, o da eşittir yasama tabii. Neresi yanlış bunun? 

-Egemenlik anlamında söylüyorum. 

-Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir. Size göre değil midir? 

-Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, doğru. Bu da eşittir yasama, yanlış. Bu eşittir yasama, yürütme, yargı, anayasadaki yetkili diğer organlardır. Türkiye'nin sorunu bu. Yasama ben her şeyim derse sorun olur. Çünkü anayasa ne diyor, egemenlik milletindir. Millet egemenliğini anayasanın koyduğu esaslara göre yetkili organlar eliyle kullanır. Yasama bunu sandıkta milletten alır. Yargı da yine milletten alır. Yargı da millet adına karar veriyor. Yargı da egemenlik yetkisi kullanıyor. Yargı yasamaya tabii değil. Ama sonuçta yargı çoğulcu demokraside ve hukuk devletinde öne çıkar. Nerede öne çıkar? Yargı bir vesayet makamı olarak öne çıkmaz. Hukukun üstünlüğü için denetim yapar, yasamayı da denetler Anayasa mahkemesi. Yürütmeyi de denetler, idari yargı. Halkın bu organları seçimlerle denetimi ayrı bir şey. 

-Peki Anayasa Mahkemesi, kendini yasamanın yerine koyarak, yeni kanun koyuculuk yaparsa ne olacak? Türkiye'de asıl sorun bu değil mi? 

-Anayasa Mahkemesi, bir yasayı iptal ederken ya da iptal başvurusunu reddederken, neden o sonuca vardığının gerekçesini göstermek durumundadır. Bu gerekçede, aynen mahkeme kararının sonucu gibi herkesi bağlar. Bu durum, yasa koyucunun yerine geçerek yeni bir yasa yapma anlamını taşımaz. Yasama organı yeni yasa yaparken o gerekçeleri gözetmek zorundadır. Gözetmezse konu tekrar Anayasa Mahkemesi'ne gider. Bir hukuk devletinde Anayasa Mahkemesi, kararını verirken "olmazları" gerekçeleriyle ortaya koyar. Yoksa bu olmamış şöyle yasa çıkar demez, diyemez. Derse yasa koyucunun yerine geçmiş olur. 

Sayın Başbakan peki anayasa mahkemesini kim denetleyecek dedi. Hiç kimse denetlemeyecek. Anayasa mahkemesini kim denetleyecek derseniz, hukuk devletine nokta koyarsınız. Anayasa mahkemesi hukuksal denetim yapar, anayasal denetim yapar. Onu kim denetleyebilir. Uluslararası başvuru yollarınız vardır. Gidersiniz insan hakları mahkemesine. 

-Ama Anayasa Mahkemesi'nin iç hukukta denetlenememesi, onu pervasızlığa itmiyor mu? 

-Hayır efendim Hukuk devletinde yargıyı yine yargı denetler. Mahkeme karar verir, yargısal denetimini yine yüksek mahkeme yapar. Anayasa Mahkemesi tek dereceli organ. Yani karar veriyor ve kesin. Anayasa mahkemesi veya diğer mahkemeler iki dereceli çalışsa, yani bir dairesi karar verse, genel kurulunda itiraz edilse, öyle bir ortam olsa yargıyı yasama, yürütme denetleyemez. Böyle bir şey olmaz. Bunu tartışırsak o zaman biz birkaç yüzyıl geriye gideriz. 

-Yargı darbeleri de ülkemizi geri bırakıyor. Madem bu kadar hassassınız neden Sabih Kanadoğlu şapkasından 367 numarasını çıkardığında itiraz etmediniz? 

-İşte bu tartışmalar anayasa kararlarındaki hukuksal boyut okunmadığı, gözetilmediği için çıkıyor. 

Bugün 367'yi eleştirenler acaba kaç tanesi, o kararı okumuştur? Yargı kararlarına siyasi irade yön veremez. Yargı yargıya bırakılmalıdır. 

Türkiye'deki sorun yargının yargıya bırakılmaması sorunudur.


***

21 Nisan 2015 Salı

Komutanın İsyanı: “ Devlet Bir Yamyam Gibi Kendi Evlâtlarını Yedi ”



Komutanın İsyanı: “ Devlet Bir Yamyam Gibi Kendi Evlâtlarını Yedi ”



Komutanın İsyanı: “Devlet Bir Yamyam Gibi Kendi Evlâtlarını Yedi”


Dişini sıksa belki birkaç yıl sonra Deniz Kuvvetleri Komutanı olacaktı. Ancak Yargıtay’ın Balyoz kararlarını onamasına tepki için 2 gün sonra istifasını verip, sine-i millete döndü.  

İktidar ve TSK başta olmak üzere ne kimse ona, “Niye istifa ettin?”  diye sordu, ne de o bugüne kadar bir açıklama yaptı. Sadece 8 Mart’ta Ankara’daki Sessiz Çığlık eyleminde yaptığı konuşmadaki şu sözleriyle tarihe önemli bir not düştü: 

“Ne askerler vardır üzerinde üniforma yoktur, ne üniformalar vardır içinde asker yoktur.”

Deniz Kuvvetleri Komutanlığı Kurmay Başkanıyken istifa eden emekli Koramiral Atilla Kezek’ten söz ediyorum. İlk kez konuştu ve “kumpas”  sürecinin önemli adreslerine çok ince mesajlar gönderdi.  

“Devlet bir yamyam gibi, canlı canlı kendi evlatlarını yedi”  benzetmesini yapan Kezek, “Allah TSK’yı içteki düşmanlardan korusun. O kendini ve ülkemizi dıştaki düşmanlardan zaten korur” dedi. 

İşte 1976 yılında teğmen olarak katıldığı Cumhuriyet Donanmasının birçok gemisinde komutanlık yapan 37 yıllık bir denizcinin ağzından, “Bu günlere neden ve nasıl gelindiğinin”  hikâyesi:

                -Balyoz Kararlarında “Pazarlık” mı Yapıldı?-

Soru : Bu “kumpas”  sürecine sadece Deniz Kuvvetleri’nden tepki geldi. Dikkat çekici istifalar oldu. Siz de onlardan birisiniz, neden istifa ettiniz?

Kezek : İstifamın birkaç nedeni var. Birincisi; Balyoz diye birşey yok, hiç olmadı. Birileri tarafından imâl edildi. İmâl edilirken yapılmış olan yüzlerce maddi hataya rağmen, hukuk  bunları hiç dikkate almadı. Mahkeme, silah arkadaşlarımızı hukuksuz bir şekilde mahkûm etti. 9 Ekim 2013 tarihinde de Yargıtay önemli bir bölümünün (237 kişi) cezalarını onadı. Yani devlet bir yamyam gibi canlı canlı kendi evlatlarını yedi. Suçsuz olduklarına adım gibi emin olduğum silah arkadaşlarımın uğramış olduğu hukuk katliamına kişisel tepki gösterdim. Onların çıkartmış olduğu üniformayı bundan sonra taşıyamayacağımı hissettim. Bu kişisel bir karardı. Saygı duyulmasını bekledim ve istifam saygı ile karşılandı ki, TSK’nın üst kademelerinden kimse istifamın nedenini bile sormadı.  

İkinci neden; 1986-89 yılları arasında görev yaptığım Deniz Harp Okulu’nda yetiştirdiğim, çoğu kurmay subay olarak Yarbay, Albay rütbelerine gelmiş, ülke savunması için kritik görevlerde bulunan öğrencilerimin önemli bir bölümünün Balyoz davasında hüküm giymesiydi. Onlara asker olmanın, silah arkadaşlığının erdemlerini öğreten komutanları olarak mevcut durumda göreve devam edemezdim. Yerim onların yanı olmalıydı. Her şeyden vazgeçebilirdim, ama silah arkadaşlarımdan asla.

İstifamın üçüncü nedeni ise faturanın ağırlıklı olarak Deniz Kuvvetlerine kesilmiş olmasıdır. Şunu tekrar ifade etmek istiyorum, ‘Balyoz’ diye birşey yoktur. Bu davaya bulaştırılan Karacı, Denizci, Havacı, Jandarma ve Sahil Güvenlik personeli, tüm silah arkadaşlarım suçsuzdur ve ‘kumpas’ın kurbanıdır. Bundan hiç şüphem yok. Ancak hiçbir Denizci’nin katılmadığı 1. Ordu Semineri’nden başka somut hiçbir bahane sunulamayan Balyoz davasında Cumhuriyet Donanmasının savaş gücünü oluşturan yüksek teknoloji ürünü güdümlü mermili fırkateyn, hücumbot ve denizaltıların kurmay yarbay ve kurmay albay komutanları, kurmay albay komodorları, amiral rütbelerindeki görev grup komutanları, filo komutanlarıyla üs, boğaz, bölge komutanları ve seçkin personelimizi yetiştiren askeri okul komutanları tutuklanmıştır. 

Ben sonunda adaletin tecelli edeceğini beklerken, 9 Ekim 2013 tarihinde 237 silah arkadaşımın cezası onandı. Bu 237 kişinin yüzde 57’si yani 134’ü yıllardır çok iyi tanıdığım, Cumhuriyet Donanmasının çok iyi yetişmiş yüksek karakterli, Atatürkçü komutanlardır. Yargıtay kararları ile muvazzaf yani görevde bulunan tüm Kara Kuvvetleri personeli beraat ederken (ki bu arkadaşlarımın da hepsinin ‘kumpas’ mağduru ve analarının ak sütü gibi tertemiz olduğunu adım gibi biliyorum) Denizci ve Havacı arkadaşlarımın hemen hemen tamamının cezalarının onanması bende değişik hisler uyandırdı. Bu his sanki bir pazarlık varmış hissidir. Ancak ben yine de yargının asla kimseyle pazarlık yapmayacağına ve Silahlı Kuvvetlerimizini de personeli arasında ayırım yapmayacağına inanıyorum. Fakat bu pazarlık hissinden kendimi kurtaramadım. Çünkü bu durum TSK için en büyük tehlikedir. Ümid ederim ki, ben yanlış hislere kapılmışımdır. Ne diyelim ki!.. Allah Silahlı Kuvvetlerimizi içteki düşmanlardan korusun. O zaten kendini ve ülkemizi dış düşmanlardan korur. 

                       -Hedef TSK’yken Ses Çıkmadı-

Soru : Bu gidişattan TSK’nın da sorumlu olduğu söyleniyor. Sizce nerede yanlış yapıldı?

Kezek : 2004-2005 yıllarından itibaren internet üzerinden elektronik posta yoluyla ve imzasız ihbar mektuplarıyla TSK personeline ve ailelerine yönelik karalama ve itibarsızlaştırma kampanyası başladı. Bu ihbarlar, birçok davayı başlatarak bu günlere gelmesine neden oldu. Başbakan Danışmanı’nın ‘kumpas’ olarak ifade ettiği bugünkü davaların başlamasına neden olan elektronik postalardan bir tanesinin bile kaynağı o zaman tespit edilse, ‘kumpas’ın doğru olduğu daha o zaman anlaşılabilirdi. Maalesef halen gereği yapılmadı.

Son günlerde internet sitelerinde kişilerin mahremiyetine ve ülke güvenliğine yönelik olduğu ifade edilen yayınlar çıkması nedeniyle yasaklar ve kapatma tedbirleri uygulanıyor. Ancak bu saldırılar yıllarca TSK’da görevli birçok üst düzey personelin kendilerine, ailelelerine ve çocuklarına da yapılmıştı. Ama hiç kimse onların haklarına sahip çıkmadı. İnternet yoluyla yapılan saldırılar yeni değil. Bugün hedef siyaset ve siyasetçiler olduğu için kıyamet kopartılıyor. 

Bir doğrunun yanına 10 yalan ilave edilerek hazırlanan ihbar mektupları ve elektronik postalar TSK personelinin psikolojisi üzerinde büyük tahribat yaptı. Ayrıca bunların bir kısmının kurumunun tarafından dikkate alınarak soruşturma açılma safhasına getirilmesi ise üstün astına, astın üstüne/komutanına olan güven duygularına ve personelin moral motivasyonuna çok zarar verdi. Bu zararın büyüklüğünü Yüce Türk Milleti’ne zaman gösterecektir. Umarım ülkemizin birlik ve bütünlüğüne yönelik ağır bir fatura ile karşılaşmayız. 

                   -Denizde Rotamızı Değiştirmek İsteyenler Var-

Soru : Sözde darbe davaları en büyük darbeyi Deniz Kuvvetleri’ne vurdu. Neden burası hedef yapıldı?  

Kezek : Evet geçmişteki davalara bir bakalım; Poyrazköy, Kafes, İstanbul Casusluk, Amirallere Suikast davaları sadece Deniz Kuvvetleri personelini hedef alan davalar. Balyoz davası tüm TSK’yı ilgilendirmekle birlikte sonuçta Deniz Kuvvetlerimizin en büyük hasarı aldığı dava. İzmir Casusluk diye bilinen davalarda da TSK’nın her kuvvetinden ve Deniz kuvvetlerimizden çok sayıda personel var. Özet olarak bildiğimiz tüm davalarda Deniz Kuvveleri personeli yerini almış durumda. Neden Deniz Kuvvetleri; Bunun birkaç sebebi var.  

Birincisi Deniz Kuvvetlerimiz 1970’li yıllardan itibaren tüm enerjisini eğitimli insan gücüne sahip olmaya harcadı. 2000’li yıllarda da milli gemi, milli sonar, milli torpido ve daha birçok milli proje ile doğru yolda olduğunu tüm dünyaya kanıtladı. Milenyumun başlarından itibaren Deniz Kuvvetlerimizin yeni rotası, emperyalizmin pazarlarına uğramadan milli sanayiinin limanlarına gidiyordu. Bu durum herhalde birilerini rahatsız etti. Peşpeşe gelen  davalarla, bu millileşme ve teknolojik bağımsızlık değiştirilmeye çalışıldı. Bu taarruz oldukça etkili oldu. Bir taraftan Deniz Kuvvetlerinin toplam amiral sayısının yarısı olan 25 amiral tutuklanırken, kurmay albayların da kritik görevlerde bulunanlarından yüzde 80’i ya bir davaya bulaştırıldı ya da tutuklandı. Diğer taraftan aynı davalarla son yıllarda Deniz Kuvvetlerimizin milli projelerini gerçekleştirmiş değerli mühendislerimiz tutuklanınca olayın farkına varıp, sıranın kendilerine geleceğinden çekinen birçok yetişmiş mühendisimiz de istifa ederek, hedef olmaktan kendilerini kurtardı. Bu şekilde Deniz Kuvvetlerimizin geleceğe yönelik projelerine darbe vurulmaya çalışıldı. Bunların etkilerini gelecekte göreceğiz. Ümit ederim tahribat büyük olmaz. 

Soru : Denizde rotamızı değiştirmek isteyenler kimler?

Kezek : Deniz Kuvvetleri, vizyonu büyük olan bir ülkenin dış politikasının en önemli enstrümanıdır. Üç tarafı denizlerle çevrili Türkiye’nin 7 ülke ile karadan sınırı var. Denizi kıyısı olan tüm dünya ülkeleriyle ise denizden sınırımız var. Bu durum Deniz Kuvvetlerimize anavatanımızı uzaktan savunma imkanı sağlar. Yani ülkemiz için tehdidi daha başlangıçta, sınırılarımıza gelmeden kaynağında vurabilir. Deniz ticaretimiz ile deniz alâkâ ve menfaatlerimizi dünyanın tüm denizlerinde koruyabiliriz. Buna en iyi örnek ABD’dir. Vatandaşları anavatanlarında rahat rahat uyurken Pasifik Okyanusu, Atlas Okyanusu, Atlantik, Akdeniz, Basra Körfezi, Hint Okyanusu’ndaki ABD Deniz Kuvvetleri savunmayı uzaktan yapmakla kalmayıp, ulusal çıkarlarını dünyanın dört bir tarafından korumaya muktedirdir. Bugün dünyanın gelişmiş ülkeleri benzer imkanlara sahip olup bu imkan ve kaabiliyetlerini daha da geliştirmek üzere gayret ve para harcamaktadırlar. 

Denizciler ufkun ötesine bakar. Biz gördüğümüz yerle ilgilenmeyiz, ufkun ötesiyle ilgileniriz. Peki 650 bin kişilik TSK’da onda bir oranına bile ulaşamayan insan gücü ve 10 orgenerale karşılık 1 oramirali bulunan Deniz Kuvvetlerimizin esas hedef olmasının esas sebebi ne mi olabilir?

Acaba; Emperyalizmin Karadeniz iştahını kesmesi mi? Doğu Akdeniz’deki ulusal çıkarlarımızı koruması nedeniyle 2009 AB İlerleme Raporunda ismehn şikayet konusu olması mı? Kendi torpidosu, sonarı, gemisini kendi mühendisleri ve milli sanayi imkanlarıyla yapması mı? Osmanlı’dan 500 yıl sonra Hint Okyanusu, Kızıldeniz ve Arap  devriminde Türk Bayrağını göstererek, ulusal çıkarlarımızı ve deniz ticaretimizi koruması mı? Yoksa 2040’lı yıllarda çok önemli bir deniz kuvveti haline geleceğini öngören George Friedman’ın ‘Gelecek 100 Yıl’ isimli kitabı mı bilemiyorum. Moda deyimiyle takdir Yüce Türk Milleti’nindir. 

Soru: Deniz Kuvvetleri’ne vurulan darbenin bilançosunu çıkardınız mı?

Kezek : Elbette. Tabloya baktığımızda savaşacak adamlarımızın seçildiğini, bunların önceden özel olarak belirlendiğini görüyorsunuz. Bu davalarda aslında 3 bin 500 civarında personelin adı geçiyordu, 1857’si denizciydi. Deniz Kuvvetleri TSK’nın 10’da 1’i olan bir kuvvet, ama davalarda yüzde 50’si bu kuvvetten çıkıyor. Hedefin ne olduğu bu matematikten de anlaşılıyor. 
                                      
Soru : Üniformanız üzerinizdeyken çok kez Silivri’ye duruşmaları izlemeye gittiniz. Üniformayı çıkardıktan sonra da hapisteki arkadaşlarınızı ve ailelerini hiç yalnız bırakmadınız, ziyaret ettiniz. Onlara ne söylemek istersiniz?

Kezek : ‘Kumpas’ mağduru silah arkadaşlarıma şöyle sesleniyorum; Sizler Mustafa Kemal’in askerlerisiniz. Üniformalarımızdan ayrıldık diye üzülmeyin. Mustafa Kemal de üniformasını çıkarmıştı. Unutmayın ki, Ne askerler vardır üzerinde üniforma yoktur. Ne üniformalar vardır içinde asker yoktur.

Soru : Denizciler ufkun ötesine bakar dediniz. Ufkun ötesinde ne görüyorsunuz? 

Kezek : Tekrar ifade etmek istiyorum; Allah Silahlı Kuvvetlerimizi içteki düşmanlardan korusun. O zaten kendini ve ülkemizi dış düşmanlardan korur. 

Söylenecek tek şey var; Amin... Amin... Amin...

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler
Müyesser YILDIZ
29 Mart 2014 

http://www.cemresetay.com/2014/03/komutann-isyan-devlet-bir-yamyam-gibi.html

.