10 Ocak 2016 Pazar

HEDEF: TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ PARÇALAMAK, BÖLÜM 1






 HEDEF: TÜRKİYE CUMHURİYETİ’Nİ PARÇALAMAK, BÖLÜM 1 



 Vural SAVAŞ
 OCAK 2004 - SAYI 65   
Yargıtay Onursal C.Başsavcısı

23 Mayıs 1919 günü, tarihi “Sultanahmet Mitingi”nde, Halide Edip Adıvar şu gerçeği vurguluyordu: “Asırlardan beri, sinsi sinsi devam eden Avrupa’nın istila siyaseti, her zaman Türk toprakları üzerinde, en vicdansız bir şekilde görüntü vermiştir. Ayda ve yıldızlarda, zapt edilecek Müslüman ve Türk toprakları ve milletleri olduğunu haber alsalar, oralara bile “istila orduları” göndermek için, mutlaka bir yol bulacak olan Avrupalı İtilaf Devletleri’nin saldırıya dayanan siyaseti, bazen ihanetlerle ve daima büyük bir haksızlık içinde, Türkiye’ye çevrilmiştir. Sonunda, ‘Hilal’i parçalamak için, ellerine bir uygun ortam geçmiştir...”(1)

 Bugünlerde bu uygun ortam, yeni emperyalizmi tanımayan, “Avrupa Birliği’ne giriş oltası”na yakalandığı için, ulusal duyguları ve bağımsızlık bilinci giderek körleşen halkımızın çoğunluğu, bazı aydınlarımız, yazarlarımız ve sözde bilim adamları tarafından yaratılmıştır.

Şimdilerde ve geçmişte kendilerini Atatürkçü ilan eden politik partiler ve oluşumlar, “Atatürk yaşasaydı, bize oy verirdi, bizim politikamızı benimserdi” biçiminde temelsiz iddialar ortaya atmaları şaşırtıcıdır. Atatürk’ün çok yakını olan Falih Rıfkı Atay, ünlü yapıtı olan Çankaya’da, “Ara sıra: -Atatürk sağ olsa ne yapardı? gibi bir sual duyulur. Ben cevap vereyim mi? Topunuza birden lanet okurdu”der.(2)

 Bu yazımın başlığının, İkinci Cumhuriyetçiler’in etkisinde kalan bazı aydınlarımızca “Sevr Paranoyası” olarak nitelendirileceğini biliyorum.

 Doğru bilgilendirme yapılmadan, doğru düşünceler üretemeyiz. Ben bu yazımda, emperyalist devletlerin gerçek hedefinin Türkiye Cumhuriyeti’ni parçalamak olduğunu ve bu yolda faaliyet gösteren kişi ve kuruluşları belgelemeye çalışacağım.

 Ne güzel söylemiş Behçet Kemal Çağlar:

“Yabancı er görmese de köşeler,

 Meydanda yoksa da Ferid Paşa’lar,

 Yoksa da Boğaz’da kurşun zırhlılar, 

 Uzaklarda sinsi gölgeleri var. “


Önce Metin Aydoğan’a kulak verelim:

 Katolik Kilisesi’nin lideri Papa II. Jean Paul, 25 Eylül 2001’de, Ermenistan’ı “ziyaret” etti. Bu “ziyaret”, iki bin yıllık Hıristiyanlık tarihinde ilk kez yapılıyordu; daha önce hiçbir Katolik lider, Ortodoks Ermenistan’a gitmemişti. Papa II. Jean Paul, Erivan’daki Ermeni “soykırım” anıtına gitti ve burada şu konuşmayı yaptı: “20. yüzyılın başında yüzbinlerce Hıristiyan Ermeni’nin katledilmesi, Katolik Kilisesini dehşete düşürmüştür.” 

Papa II. Jean Paul’un Ermenistan ziyaretinden 28 gün sonra, 18.12.2001’de, bu kez Dünya Ermeni Kiliseleri Lideri Papa II. Karakin ilginç bir açıklama yaptı. Karakin Fransa’ya yaptığı resmi ziyaret sırasında şunları söyledi: “Ermeni soykırımı konusu, Türkiye’de tabu olmaktan çıktı. Artık bu konu rahat bir biçimde tartışılmaktadır. Fransa Parlamentosu’nun Ermeni soykırım yasasını kabul etmesi, bu konuda önemli rol oynamıştır.”

Avrupa Parlamentosu’nun 15 Kasım 2002 günü aldığı karar: “Türk Hükümetini ve TBMM’ni, Türk toplumunun önemli bir kesimini oluşturan Ermeni azınlığa desteğini artırmaya, bu çerçevede modern Türk Devleti’nin kurulmasından önce Ermeni azınlığın uğradığı soykırımı resmen tanımaya davet ediyoruz.”

Federal Alman Meclisi’ne bağlı “Bilim Servisi”nin Ocak 2001’de Alman milletvekilleri için hazırladığı raporda şöyle deniyor: “1915 Ermeni Soykırımı’nda, Alman Nasyonal Sosyalistleri’nin 25 yıl sonra gerçekleştirdikleri toplu yok etme metodları önceden uygulandı... Görünen odur ki Adolf Hitler, Türklerin soykırımı hakkında çok bilgi sahibi olmakla kalmamış, bunu örnek olarak da almış.”

PKK lideri Abdullah Öcalan, La Republica Gazetesi’nde, 23.11.1998 günü yayımlanan Papa II. Jean Paul’a yazdığı mektupta şunları söylüyor:

“ Aziz Peder, Hıristiyanlığa çok yakınım. Sizin şahsınıza ve dininize duyduğum saygı, benim savaşımın ve düşüncelerimin merkezindedir. Suriye’de bulunduğum sırada Suriye Ortodoks Kilisesi’nin Başpiskoposu Yohanna İbrahim Mar Gregorius ile birçok kez görüştüm. Türkiye’deki rejim sadece Kürtleri değil, Ermenileri, Süryanileri ve Rumları da imha etmiştir. Ben, Kürdistan topraklarında yaşayan Hıristiyan azınlıkları da Türk vahşetinden korumak için savaşıyorum. Beni bu savaşta yalnız bırakmayacağınıza eminim.”  

Aşağıda açıklandığı gibi, Papa, Abdullah Öcalan’ı hiçbir zaman yalnız bırakmadı.

Her konuda olduğu gibi Ermeni konusunda da en sağlıklı saptama ve izleme Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından yapılmaktadır. Genelkurmay Başkanlığı’nın internet sitesinde yer alan, “Ermeni Soykırımıyla” ilgili yazıda şu bilgiler yer alıyor:

“...Sözde Ermeni soykırımı konusu, 1973’ ten sonra ‘ Kanlı Ermeni Terörizmi’ne dönüşmüştür. Bu tarihten itibaren Türkiye’ye yönelik faaliyetleri ‘Dört T’ planı çerçevesinde uygulamaya konulmuştur. Bu plan, sözde Ermeni sorununun tüm dünyada tanıtılması (terörizm ile), tanınması (Soykırım kabul aşaması), tazminat alınması (Türkiye’den) ve toprak elde edilmesi (Türkiye’den) aşamalarını içermektedir.” 

Kendilerine “ Batı Ermenistan halkının Rusya Temsilciliği ” diyen örgüt, 20 Kasım 2000 tarihinde, Rus Nevavisimaya gazetesine verdiği ilanda; Türkiye’nin Doğu bölgelerinden “Batı Ermenistan” diye söz ediyor, Sevr Antlaşması’nın bu toprakları Ermenilere bıraktığını ancak Atatürk’ün Lozan’da bunu ortadan kaldırdığını, bu nedenle “Batı Ermenistan” halkının kendi toprakları için mücadele başlattığını açıklıyordu. Mücadelenin yürütülmesi için sürgünde bir “ Batı Ermenistan ” hükümeti ile parlamentonun kurulacağı ve bu iki örgütün amaçlarının şunlar olduğu söyleniyordu: “ Batı Ermenistan Ermenilerinin torunlarına ait yasal hakların, uluslararası kuruluşlarda temsil edilmesini sağlamak ve Türkiye’yi bu konuda müzakereler yapmaya zorlamak; uluslararası örgütlere, Birleşmiş Milletler ve Uluslararası Adalet Divanı’na başvuruda bulunarak, insanlığa karşı işlenmiş soykırım suçu için özel mahkeme kurulmasını sağlamak; Osmanlı İmparatorluğu’nun hukuki varisi olan Türkiye Cumhuriyeti yönetimini, Ermenilerin maddi ve manevi zararlarını tazmin etmeye mecbur etmek; Batı Ermenistan Ermenileri torunlarının, kendi tarihsel yurtlarına güvenlik içinde dönme hakkını elde etmek ” (Ermenilerin Batı Ermenistan dedikleri bölge şu illerimizi kapsamaktadır: Kars, Iğdır, Ardahan, Artvin, Trabzon, Rize, Van, Muş, Bitlis, Gümüşhane, Bayburt, Erzurum ve Erzincan)(3) 

 Lozan’da Ermeni Meselesi’ne İsviçreliler bile karışmak istemişlerdi. İsmet İnönü’nün Lozan görüşmeleri sırasında Ermeni meselesi ile ilgilenen İsviçreli bir profesöre verdiği karşılık, Türkiye’de günümüzde Ermeni ve Kürt sorununu öne çıkaranlara verilmiş bir karşılık olarak da okunabilir: ‘Profesör efendi’ dedim, ‘Haksız bir şey istiyorsunuz. Sizin istediğiniz Türkiye’nin insanları arasında ahengin kurulması değil, bunun bozulmasıdır. Zihniyetiniz vatandaşlar arasında ahenk olmamasını isteyen bir istikamettedir. Fena bir yoldasınız. Başarı kazanamazsınız. Bana memleketin bölünmesini teklif ediyorsunuz. Biz memleketimizi parçalanmaktan kurtarmak için bütün Cihan Harbi boyunca uğraştıktan sonra, dört sene daha uğraşmışızdır. Sizin cemiyetinizin yapacağı mücadele, bizim yendiğimiz devletler ve güçlükler yanında çok ehemmiyetsiz kalır. Çok az gelirsiniz.…(4)

 Lozan da İngiltere’yi temsil eden ve 1919 da “Türklerin İstanbul’dan çıkarılması kaçınılmazdır…” diyen Dışişleri Bakanı Lord Curzon, böylesine ulusalcı tutumu karşısında ülkemizin Başdelegesi İsmet İnönü’ye “Sen bana daha çok müzik kutusunu hatırlatıyorsun. Sen günlerdir aynı şarkıyı bizi bayıltıp hasta edene kadar çalıp duruyorsun: “bağımsızlık, bağımsızlık, bağımsızlık…” demek zorunda kalıyordu.

İnönü o şarkıyı söylerken gücünü, Ulusal Kurtuluş Savaşı ndan, onun komutanı Mustafa  Kemal’den ve Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden alıyordu. Türkiye, başkalarına değil, kendine, yalnızca kendine inanıyor ve güveniyordu… Türkiye varlığını Lozan’ın bağımsızlık türküsüyle sürdürüyor.(5) 

 Yunanistan hükümeti 2002 Şubat’ında NATO ya başvurarak İstanbul Boğazı’nın NATO belgelerinde “Strait of İstanbul…” (İstanbul Boğazı) olarak değil, Rum ismi Bosphorus adıyla geçmesini; Yunanistan’ın bundan böyle içinde İstanbul Boğazı geçen hiçbir NATO belgesini imzalamayacağını bildirdi. İnanılması güç bu istek, biçimsel bir isim değişikliği değil, temelinde bin yıllık Yunan yayılmacılığının yattığı bir anlayışın somut bir ürünüydü. Sırtını AB’ne dayayan ve Türkiye’nin bu tür isteklerin yapılmasına olanak verecek kadar zayıflamış olduğuna inanan Yunanistan, akıl dışı isteğini sözde bırakmadı ve içinde İstanbul Boğazı adı geçen hiçbir belgeyi imzalamayarak NATO yazışmalarını kilitleyen bir bunalıma yol açtı.(6) 

 Yunanistan’ın İmerissia adlı gazetesinde yayımlanan gizli rapora göre, Atina; Gökçeada, Bozcaada ve İskenderun bölgesindeki Rumların her türlü haklarının tanınması konusunu, Türkiye ile diyaloğun genişleme sürecinde gündeme getirme niyetinde. 

 Yunanistan’ın önerilerine göre, özellikle Gökçeada ve Bozcaada’daki Rumlara özerklik tanınması ima edilerek, Fener patriğinin seçiminin serbest bırakılması isteniyor.

 Pakette yer alan kimi önemli talepler şunlar: Gökçeada ve Bozcaada’daki Rumlara azınlık okulu açılması, Gökçeada ve Bozcaada’daki Rumların Yunanistan’la doğrudan bağlantıya girebilmeleri, İskenderun’daki Rum Ortodokslarının tanınması, Patrikhane’nin servetinin tanınması ve korunması, Türkiye’deki Rum vakıflarının ve derneklerinin serbestçe faaliyet göstermeleri, Türkiye’den On İki Adalar’a göç eden Rumların malvarlıklarının ve servetlerinin iade edilmesi.(7)

İsmail Habib Sevük’ün, 1922 yılında, Yenigün Gazetesi’nde, “milliyetin mânâsı” başlıklı bir yazısı yayımlanmış. Bu yazıda şöyle deniyor:

 Bizde milliyet cereyanı (ulusalcılık akımı) başladığı vakit, buna iki sınıf karşı çıktı. Bunun birine düşmanlar, diğerine aldananlar diyebiliriz.

 Venizelos’un en çok istediği şey; bu millette milliyet cereyanının uyanmaması idi. O biliyordu ki, bu his uyanmazsa, onun diğer istedikleri kolayca elde edilecektir. Loid Corc’un dört senedir yılmak bilmez bir gayretle çalıştığı şey, o uyanan milliyet hissini boğmaktı, o inanıyordu ki bu his boğulduktan sonra korktuğu şeylerin hiçbiri artık dirilmeyecektir. Vahidettin’ler ve Damad Paşa’lar da bu milliyet hissinin öldürülmesini kendileri için gerekli görüyorlardı. Onlar da biliyorlardı ki, millet kendi benliğini idrak edince, onların elinde kör bir alet olmayacaktır.…(8) 

 Yıllar sonra Toktamış Ateş’de şöyle bir değerlendirme yapıyordu: “...Vatan duygusu, vatan sevgisi gibi duygular anlamlarını yitirdikleri zaman; o vatanın bağımsızlığı için yapılan savaşım da değerini yitiriyor, bu savaşımı örgütleyen lider ve liderler de sıradan insanlar oluyor... Hatta, bu insanları yüceltmek isteyenler de gülünç duruma düşüyorlar... Vatan duygusundan yoksun olunca, vatanı şeriatçılar yönetse ne olur? O vatanı etnik ayrımcılar arzuladıkları gibi parçalarsa ne olur? Zaten globalleşen dünyada bu türden duygu ve düşüncelere yer yok ki... Bu beyler ve bayanlar, İstanbul’da da yaşayabilirlerdi, Bodrum’da da, Kos Adası’nda’da, Paris’te de, New York’ta da, zaten Türkiye’de turist gibi yaşıyorlardı.”(9)

 Ağustos 1919 tarihinde Şark Vilayetleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti: “Vatanımızda, öteden beri birlikte yaşadığımız müslüman olmayan unsurların, Osmanlı Devleti kanunlarıyla tanınan haklarına tamamiyle uyacağız…” diye beyanname yayınlarken; aynı tarihlerde İzmir Metropoliti Hristomos, Yunan işgal komutanı Zafiru’ya ve emrindeki işgal askerlerine kordon boyunda “Asker evlatlarım, Elen çocukları, bugün ecdat topraklarını yeniden fethetmekle İsa’nın en büyük mucizesini göstermiş oluyorsunuz. Bu uğurda ne kadar Türk kanı döküp içerseniz o kadar sevaba girmiş olacaksınız. Haydi, buyurunuz, bütün azizler sizin arkanızda olacak, atalarınızın toprakları sizleri bekliyor…” diyerek nutuk atıyordu.(10)

 Bu açıklamalardan sonra, Atatürk’ün 13 Ağustos 1923’de TBMM’nin 2. Dönemini açarken söylediklerini daha bilinçle algılayabileceğimizi sanıyorum: “Yunan orduları İzmir rıhtımını kana boyadı. En güzel bayındırlık görmüş yerlerimizi tahribe başladı. Kadın ve çocuklarımız, namus ve iffetimiz ve pek çok yerler, eserler ve anıtlarımız dahil olduğu halde Türk namı altındaki her şeye tecavüz edildi. Her gün Ayasofya’ya haç asmak tehdidiyle en ince hislerimiz incitildi. Esirlere bile yapılmayan bir cebirle asırların şeref birikimini (yükünü) omuzlarında taşıyan subaylarımız, düşman subaylarına saygı duruşu yapmaya mecbur tutuldu. Namusumuzun sembolü olan sancağımız hakaret gördü...…”

Hürriyet’in Stockholm muhabiri Tandoğan Uysal’ın son derecede önemli bir haberi vardı, 2 Ağustos 2003 tarihli gazetede. Haber Sevr (Sevres) üzerıne, daha doğrusu Anadolu’yu Fransız’a, İngiliz’e, İtalyan’a, Yunan’a, Ermeni’ye, Kürt’e peşkeş çeken Sevr Antlaşması’nın 83. yıldönümü üzerine.

 Kürt gazeteci Kurdo Baksi, Sevr Antlaşması’nın 83. yıldönümü dolayısıyla bir toplantı düzenlemiş.

Toplantıda konuşan ve Kürtlere tanınan haklar açısından paralellik kuran sol parti lideri Ulla Hoffman, Avrupa Birliği’nin Kopenhag kriterleri ile Türkiye’ye bir anlamda Sevr’i kabul ettirdiğini söylemesi çılgınca alkışlanıyor. 1920 yılında Sevr Antlaşması’nın Kürtlere verdiği hakları Lozan Antlaşması’nın geri aldığını vurgulayan Ulla Hofman, “Atatürk ve Lozan Antlaşması ile, büyük bir toplum olan Kürtler bir çizgi ile yok edilmişlerdir. Avrupa Birliği eğer Türkiye’yi üyeliğe alacaksa, Lozan Antlaşması’yla yaptığı hatayı düzeltmelidir. Kopenhag kriterleri Sevr Antlaşması’nın yerini tutmalıdır. Sadece kağıt üzerinde değil, gerçek hayatta da bunun yaşama geçirilmesi gerekir. Kürtlerin özgürlükleri için mücadelemizi sürdüreceğiz…” diye konuşuyor.(11)

 Hasan Pulur, konuya bir başka açıdan yaklaşıyor: 

“Biz Sevr deyince, Lozan deyince, nedense bazıları bundan hiç hoşlanmıyor, onlara göre dünya değişti, değişiyor, eskilere saplanıp kalmanın gereği yok... Diyelim, biz onların öğütlerini tutarak Sevr’den hiç söz etmedik, peki ‘onlar’  susacak mı? Kimler mi? Haberi okuyun:

 Sevr Antlaşması’nın 83. yıldönümünde Stockholm’de düzenlenen toplantıda, İsveçli politikacılar, hükümet sözcüleri ve bilim adamları AB ve BM’e çağrıda bulundular:

- Kopenhag kriterleri Sevr Antlaşması demektir. Kürdistan kurulmadan, Türkiye Avrupa Birliği’ne alınmamalıdır.

- Sevr Antlaşması’nın arkasında durmayan Avrupalılar, Kürtlere ihanet etmişlerdir. Bu ihaneti tersine çevirmek istiyorlarsa, bu hata düzeltilmelidir.

Şimdi ne olacak? Hadi biz sustuk, susturdunuz-susmayız, susturamazsınız ya!- bunlara ne diyeceksiniz?

 Anlamamak istemedikleri şudur: Birtakım Avrupalı, Sevr’i hiç unutmadı, Türklerin Kurtuluş Savaşı’nı kazanıp, Lozan’da bağımsız bir devlet kurmalarını hiç hazmedemedi... Bu, onlar için değişmez bir politika oldu, nesilden nesile bunu taşıdılar, biz “Yurtta Sulh, Cihanda sulh” derken, onlar Sevr’i önümüze getirip imzalatacakları günü beklediler…”

Aytunç Altındal, “PKK ve ayrılıkçı Kürt hareketinin kiliselerle ne ilişkisi var?…” sorusuna, “Vatikan ve Tapınak Şövalyeleri… kitabında şu cevabı veriyor: Kiliseler 1965’ten bu yana, Ortadoğu daki Kürtçülük hareketleriyle ve 1983’den sonra da PKK ile çok yakından ilgilenmektedirler. Güney Doğu Anadolu’daki ilk gizli ve örgütlü etnik ve dinsel ayrımcılığı esas alan istihbarat faaliyetlerini 1962’de Barış Gönüllüleri adıyla bölgeye gönderilen çoğunluğu Katolik ve Anglikan Kiliseleri’ne kayıtlı Amerikalı uzmanlar başlatmışlardı.…”

Yazımın bu noktasında, Kıvanç Değirmenli’nin yazdıklarına değinmekte yarar var:

 Bakın Atatürk ne diyor, Bartholomeos’un başında oturduğu Patrikhane hakkında:

“Bir fesat ve hıyanet ocağı olan, ülkede ayrılık ve uyuşmazlık tohumları saçan, Hristiyan hemşehrimizin huzur ve refahı için de uğursuzluk ve felaket simgesi olan Fener Rum Patrikhanesini artık topraklarımızda barındırmayız. Bu tehlikeli örgütü ülkemizde tutmamız için ne gibi vesile ve nedenler ileri sürülebilir?…”

Gördüğünüz gibi Patrikhane’nin ne anlama geldiği konusunda Mustafa Kemal’in kafası net, tarihi okumuş, anlamış ve özümsemiş. Bu noktaya kadar Dışişleri’ndekilerle ayrıştığı bir nokta olduğunu zannetmiyoruz. Atatürk’ün, Dışişleri’ne bugün hakim olduğu anlaşılan ruhla ayrıştığı nokta; cesaret, entelektüel berraklık ve vatana sahip çıkma noktası.

Öyle ki, AB Komisyon Başkanı Prodi’nin Patriği, “Ekümenik ve Yeni Roma’nın Patriği…” sıfatıyla kabul etmesine sesini çıkaramayan kadrolar, utanmadan bir de Patriğe karşı mahcubiyetlerini dile getiriyorlar. Bu gidişle, AB’nin Öcalan’ı “Kürdistan’ın Başbakanı…” olarak kabul ettiği günleri ve daha vahimi, buna ses çıkarmayan kadroları da görürüz.

 Patrikhane’nin tarihinde daha neler yok ki:

- Yunan Ordusu’nun Edirne’yi alıp, Çatalca’ya doğru ilerlemesi üzerine, Rum Petropolit ve papazlarına Yunan askerleri geldikçe karargahlarına gidip kendilerini takdis etmelerini emreden;

- Temmuz 1919’da kapısının üzerine çifte kartallı Bizans bayrağını asan;

- Ermeni Patriği ile birlikte 3 Temmuz 1919’da İngiliz Yüksek Komiserliğine, “Türklerin milli savunma bahanesiyle Hristiyanlara saldıracaklarını…” şikayet eden;

- “Kuduran Türkler ilk darbelerini hep Patrikhane’ye indirdiler. Fakat şimdi muzaffer İtilaf orduları ile Yunanlılar bu eski dünyayı yıkıyorlar…” şeklinde demeçler veren patriklere yuva olan (bkz. Doroteos);

- Anadolu için “baba mirası…” terimini kullanan;

- İtilaf filolarının İstanbul limanına gelişini kutlamak için Rum okullarının müdürlerine okulları üç gün tatil etmelerini emreden;

- İzmir’in işgali üzerine “Yunan ordularının Hristiyanlık adına mukaddes cihad yaptıkları ve Türkiye’deki Rumların Yunan ordusuna katılması için…” resmi bildiri yayınlayan hep aynı patrikhane.

 Ve şimdi Türkiye Cumhuriyeti’nin en üst düzey yetkilileri, Atatürk’ün deyimi ile bu “fesat yuvası”nın haklarını nasıl geri veririz diye kıvranıp durmaktadırlar.

 Siz düşünebiliyor musunuz?

 Washington’da ABD topraklarını geri alma misyonuna sahip bir kurumun var olmasına izin verileceğini ve ABD Dışişleri’nin bu adamı bırakın muhatap almayı, kapı dışarı etmeyeceğini…

         Aklınız hayaliniz alıyor mu? Viyana’da bir halifelik kurumu, AB’den, Osmanlı’nın ve Müslümanların mirasına dair taleplerde bulunacak ve AB’de bu halifenin ihtiyaçlarını bir türlü karşılayamamanın mahcubiyetini duyacak.(13)


 Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlı papazlar, Kurtuluş Savaşı’nın başından sonuna dek Yunan Ordusu’nu desteklediler. Batı ve Orta Anadolu ile Doğu Karadeniz bölgelerindeki hemen tüm Rum ayaklanmalarında aktif olarak yer aldılar. Aynı işi, Doğu ve Güney Doğu Anadolu bölgelerinde Ermeni papazlar yaptı. Rum papazları, İzmir’in işgalinden bir gün sonra bir araya gelerek bir bildiri hazırladılar ve bu bildiriyi 16 Mayıs 1919’da tüm kiliselerde okudular. Bildiride şunlar söyleniyordu: “İstanbul ve civar Rumları, kiliselerde toplanarak anavatan Yunanistan ile birleşme kararını ittifakla kabul etmişlerdir. Türkiye Rumları, 25 yüzyıldır kendilerine ait olan topraklarda, her bakımdan üstün durumdaki barbar Türklerin yönetimi altında olmak istemediklerinden, Türkler ve onların yönetimiyle bağlarını koparma kararı almışlardır. Beş yüz yıldır sürekli bir biçimde Türkler tarafından barbarca imha edilmiş, sürgünlere yollanmış Rum milleti, Dünya Savaşı’nın daha ilk günlerinden itibaren müttefik devletlerin hizmetine girmiş ve bu nedenle de ayrıca zulme uğramıştır. Türkiye Rumları, üzerinde 25 yüzyıllık hakları bulunan topraklarla birlikte anavatanları Yunanistan’a bağlanmayı ve bu uğurda bütün güçleriyle mücadeleye girişeceğini tüm dünyaya bildirir.…”

İstanbul işgal edildikten sonra, Yunan vatandaşı Meletios adında bir papaz, 8 Aralık 1921’de yasalara ve kilise geleneklerine aykırı bir biçimde Fener Rum Patriği yapıldı. Meletios, Sen-Sinod Meclisi adıyla yeni bir örgütlenmeye gitti ve bu örgüt aracılığıyla ülke çapında siyasi çalışmalara girişti. Londra’da “İstanbul Yunanistan’a…” adlı bir kampanya’yı yürüten Patrik Vekili Metropolit Nikola şunları söylüyordu: “Rum Patrikhanesi, Başkan Wilson tarafından milletlerin kendi kaderlerine hakim olmaları prensibine dayanarak, Türk boyunduruğundan kurtulduğunu ve anavatanı Yunanistan’a iltihak ettiğini ilan etmektedir.…”(14)

 Almanya Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher, Almanya’nın önemli gazetelerinden Süddeutsche Zeitung’a 1992 yılında verdiği demeçte; “Biz Yugoslavya’da yeni bir model oluşturduk, Türkler’de Kürtlerle, buna benzer bir model üzerinde anlaşmalıdırlar” diyordu. Aynı gazete, altı yıl sonra 19 Ocak 1998 günü, Wolfgang Koydl imzasıyla yayınladığı başyazıda Türkiye hakkında şunları yazdı: “On yıl içinde, Türklerin komşusu olan üç güçlü politik sistem battı ve sessiz sedasız yok oldu. Bu sistemler, en az Türkler’in kendi Kemalist modelleri kadar dayanıklı inşa edilmiş görünüyorlardı. İran da Şah monarşisi, Sovyetler Birliği’nin Politbüro Komünizmi ve Yugoslavya’daki federatif Balkan deneyimi. Rahatsız edici olan, her üç devlet de Türkiye Cumhuriyeti ile paralellikler gösteriyor. Hepsi de dinsel veya etnik çekişmeler yüzünden yıkıldılar. Üstelik Türkiye’de her ikisi de var: Politik islam ve Güneydoğu’daki Kürtlerin ayaklanması Lenin’in devleti 73 yaşına basmıştı: Güney Slavlarınki 74 yaşındaydı. Atatürk’ün Cumhuriyet’i bu yıl hayli kritik 75. yaşına geldi.… 

400 bin tirajlı Stuttgart gazetesi, Stuttgarter Zeitung yazarı Adrian Zielcke, gazetenin 9 Ocak 1998 günü baskısında Türkiye’ye akıl verip adeta tehdit ediyor: “Türkiye, Kürtlerin azınlık haklarını kabul etmeli ve sorunu politik olarak çözmelidir... Ankara bunu kendisi yapmazsa, Birinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye, Irak ve Suriye arasında paylaştırılan Kürt sorununa çözüm bulmak için uluslararası baskı artacaktır” Baskılar gerçekten artmaktadır. Baskıcı anlayışın en çarpıcı ve kaba örneğini Amerikalı bir milletvekilinin sözlerinde buluyoruz. ABD Temsilciler Meclisi’nde, Şubat 1999’da bir konuşma yapan Californiya eyaleti milletvekili Brad Sherman, şunları söylüyor: “Türk Devleti’nin Kürdistan’a (Güney ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri kastediliyor) gönderdiği güçten daha fazladır. Kürdistan’da, Kosova’dan daha çok insan öldürülüyor. Umuyorum ki ABD, Kürtlerin korunması için daha açık ve daha katı bir tutum izler. Baskıcı rejimlere karşı olan tutumumuz, bu ülkelerin NATO müttefiki olması ya da olmaması ile değiştirilmemelidir. Türkiye’deki Kürtlerin korunması için ABD, askeri güç kullanarak devreye girmelidir.”(15)

 Belçika-Volksunie milletvekili Karel Van Hoorebeke, PKK örgütünün Brüksel sorumlularına şunları söyledi: “Sizin, Kürtleri bağımsızlığa kavuşturacak stratejinizi mantıklı bulmuyorum. Türkiye, ekonomik ve siyasal sorunlarla meşgul. Türkiye’yi silahlı mücadele ile sıkıştırırsanız, direnemez ve Kürdistan bağımsızlık hareketine boyun eğer!”(16)

 Avrupa Birliği İnsan Hakları Komisyonu Başkanı Claudia Roth, Diyarbakır’a gitti ve 23. 11. 2003 günü şunları söyledi:

“Leyla Zana’nın Türkiye Büyükelçisi olarak atanmasını istiyorum... Diyarbakır Belediye Başkanı Feridun Çelik’de çok iyi bir büyükelçi olabilir. Kürt kimliği tanınmalıdır... Kürt güneşi parlıyor. Bu Kürt güneşi ışınlarından birini arkadaşım Leyla Zana’ya göndermek istiyorum.”

Kürdistan Ulusal Meclisi Başkanı Cevher Salem, 2003 yılı Mart ayında şunları söylüyor:

“1991 yılında ABD ve müttefiklerin öncülüğünde Kürdistan kurulmuştur... 1991 yılında Kürdistan kurulduktan sonra, ABD ve Avrupa ülkelerinin himayesi altında kendi parlamentomuzu oluşturduk... Bundan sonra bölgesel tehditlere karşı daha kolay korunmaya başladık.…”

Kurulduğu iddia edilen Kürdistan internet sitesinde bu devletin sınırları, İskenderun’dan Van’a kadar, bütün Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ni ve Doğu Anadolu Bölgesi’nin bir bölümünü kapsayacak şekilde gösterilmektedir.

 Barzani’nin KDP’sinin programında şöyle yazıyor:

“KDP, Türkiye, İran, Suriye ve Rusya’da yaşayan Kürtlerin çabalarını destekler, haklarını savunur ve geleceklerini belirlemeleri için kendi bağlı bulundukları devlete karşı destek verir.”(16)

 Bilkent Üniversitesi Mütevelli Heyeti Başkanı Prof. Dr. ihsan Doğramacı, şunları söylüyor:

“Körfez Savaşı’nın ardından 36’ncı paralelin kuzeyi Saddam’ın elinden alındı. O günden bu yana, Kuzey Irak planlı bir şekilde Kürtleştiriliyor. Harita üzerinde 36’ncı paralel bir hat olarak değil, zikzaklı şekilde çizildi. Kuzeydeki Türkmen nüfusun önemli bir kısmı güneyde, güneydeki Kürt nüfus kuzeyde gösteriliyor... Mesela kuzeyde kalan, halis Türkmen olan Tilafer şehiri, 36’nın güneyinde gibi gösteriliyor. Buna karşılık aslında güneyde olan Kürt kenti Süleymaniye, haritada kuzeye yerleştirildi. Böylece kağıt üzerinde, Kuzey’de Kürt nüfus ağırlığı oluşturuldu. Bu, gizli, harita oyunu, Kuzey’de bağımsız bir Kürt devleti planının alt yapısı niteliğindedir.”(17)

 Emekli Orgeneral Kemal Yavuz, şunları yazdı: Bir süredir KADEK’le dolaylı diyalog kuran ABD, 12 Haziran 2003 günü doğrudan temasa geçti. Kerkük’te görev yapan bir albay başkanlığındaki heyet, Irak’taki KDK bölgesinde yer alan Dalakoga kampına geldi. Burada KADEK’in Başkanlık Konseyi üyeleriyle toplantı düzenledi. Edinilen bilgiye göre, toplantıda şu önerilerde bulunuldu:

 1- Burada silahlı olarak daha fazla barınamazsınız. Tüm silahları bırakın, kendinizi siyasal bir örgüt olarak tanıtmanın altyapısını hazırlayın.

 2- Sizin haklarınızı arayacağınız yer Türkiye. Türkiye’nin böyle bir ortam yaratması için, biz de devreye gireceğiz...

 3- Türkiye’de sizin de reddetmeyeceğiniz partiler olduğunu biliyoruz... Siyaset yapma hakkınızı, en geniş şekilde kullanabilirsiniz. Bunun için gerekirse genel af gündeme gelebilir. 

 4- Haklarınızın daha da genişletilmesi için biz de devrede olacağız...

 5- Bütün bu koşullar oluştuktan sonra, güvenliğinizin, sürekliliği için de devrede olacağız. Koşullara ve gerekliliğe göre, Kürtlerin yoğun olduğu yerlerde güvenli bölgelerin oluşturulması da planlarımız arasındadır.”(18)

İsrafil Kumbasar, “İkinci Adım Meselesi!” başlıklı makalesinde konumuzla ilgili çok önemli hususlara değindiğinden söz konusu makaleyi aşağıya aynen alıyorum:

2 Cİ  BÖLÜMLE  DEVAM EDECEKTİR..,

..


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder