SÖYLEM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SÖYLEM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Ocak 2017 Cuma

Dinci ve Irkçı Söylem Yerine Sosyal Demokrat Söylem



Dinci ve Irkçı Söylem Yerine Sosyal Demokrat Söylem


Kurultay Konuşması – III Dinci ve Irkçı Söylem Yerine Sosyal Demokrat Söylem


29 Mayıs 2010
Kılıçdaroğlu’nun Kurultay konuşması üzerine doğrudan yazdığım üçüncü ve son yazı bu.
Tabii ilerde de zaman zaman bu konuşmaya atıf yapıp “hesap soracağız”!
“Şu sözleri vermiştin, hadi bakalım, ne yapıyorsun görelim” diyeceğiz.
Ama bu hesabın sorulabilmesi için önce CHP’nin iktidara gelmesi gerek.
Çünkü ne olursa olsun, muhalefette ahkâm kesmek, iktidarda iş yapmaktan kolaydır.
Ben Kılıçdaroğlu’nun vaat ettiklerini yapacak samimiyete ve dürüstlüğe, daha da önemlisi, birikim ve yeteneğe sahip olduğunu düşünüyorum.
Zaten bu nedenle Kurultay konuşmasını çok önemsedim.

***
Bu son yazımda Kılıçdaroğlu’nun siyasete genel yaklaşımını, nasıl bir iktidar vizyonuna sahip olduğunu irdelemeye çalışacağım.
Konuşmanın ana hatlarına, genel yaklaşımına ve konuşma sonrası yapılan eleştirilere baktığımızda, bir genel çizgi çok açık olarak ortaya çıkıyor:
Kılıçdaroğlu, demokrasinin iki büyük düşmanı olan ırkçılığa ve dinciliğe prim vermeyecek…
“Sivil dikta” söylemlerine yol açan antidemokratik uygulamalara, imtiyazlara, lider sultasına son verecek…
Demokrasiyi güçlendirecek; sosyal adalet, sosyal güvenlik ve sosyal devlet ilkelerinin simgelediği gerçek bir sosyal demokrat çizgi izleyecek!

***
Aslında konuşma sonrasında yapılan eleştirilere baktığımızda, yukarda belirttiğim çizgilerin ne denli belirgin olduğu iyice ortaya çıkıyor:
Eleştiriler birkaç noktada toplanıyor; dış politika ve kaynak sorunları vurgulandıktan sonra, özellikle de “Kürt demedi”, “Alevi demedi” ve “Türban sorununa değinmedi” başlıkları ön plana çıkıyordu.
Bence asıl konu “ Kürt, Alevi ve Türban ” gibi üç kırılma eksenini temsil eden sözcükleri telaffuz etmemesidir.

Etnik ve dinsel-mezhepsel ayrışma eksenlerini vurgulamaması dışında, Kılıçdaroğlu, “Türban” konusunda da “merdiven altında üretim yapan başörtülüler” söylemi ile, bir dinsel-siyasal simge niteliği kazanmış olan “Türbanı” bu tuzak kimliğinden kurtarmaya, asıl sahip olduğu sosyo-ekonomik bağlama oturtmaya kararlı olduğunu göstermiştir.
Türkiye’nin karşı karşıya olduğu sorunların nasıl tanımlandığı, onları çözmek için önerilecek yöntemleri de belirler.
Sorunu etnik veya dinsel-mezhepsel çizgide tanımlarsanız, çözüm de demokrasinin evrensel kural ve kurumlarından uzaklaşır, etnik ve dinsel-mezhepsel ayrımcı çizgiye oturur:

Sorunu çözeyim derken birdenbire kendinizi ırkçı ve dinsel-mezhepsel çizgide, sorun sahiplerini “ ötekileştirme ” ve “ yabancılaştırma ” tuzağının kapanına sıkışmış bulursunuz.

Kılıçdaroğlu konuşmasında Türkiye’nin sorunlarını evrensel demokrasi ve sosyal demokrasi çizgisinde çözeceğini ilan ediyor:

Yüzde On barajının indirilmesi…

Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılması…
Dokunulmazlıkların kürsü konuşmaları ile sınırlandırılması…
Siyasi Ahlak Yasası’nın çıkarılması…
Parti içi demokrasinin sağlanması…
Meclis’te, iktidarın harcamaları için “Kesin Hesap Komisyonu” oluşturulması ve bu komisyonun başkanlığını Anamuhalefet Partisi Genel Başkanı’nın yapması…
Kürt ve Alevi sorunu da denilen sorunların genel demokratik standartların yükseltilmesi ile çözüleceğine ilişkin ipuçlarıdır.
Bunlara ek olarak:
İstihdamın arttırılması…
Sosyal güvenlik tedbirleri…
Merdiven altında çalıştırılanların sosyal güvenlik kapsamına alınması ve tabii bu bağlamda “türbanlı” istismarının önlenmesi…
Emeklilerin durumlarının düzeltilmesi…
Sadaka Devletinden Sosyal Devlete geçiş…
Demokrasiyle birlikte Sosyal Devlet ve Hukuk Devleti ilkelerinin güçlendirilmesi yoluyla Sosyal Demokrasinin geliştirilmesine yönelik ipuçlarıdır.

***
Kılıçdaroğlu’nun liderliğindeki CHP bütün bunları gerçekleştirebilir mi?
Bu konuda bir umut oluştuğu muhakkaktır.
Bundan sonraki aşama, CHP’yi iktidara getirip ona bir şans tanımak olacaktır.

***

6 Ocak 2016 Çarşamba

Eylem, Söylem, Propaganda Penceresinden AKP ve Nazizm,



Eylem, Söylem, Propaganda Penceresinden AKP ve Nazizm,





14.08.2012 14:19
Adalet ve Kalkınma Partisi’nin kuruluşundan bu yana gerek partinin mensupları, gerekse partinin kendisi hakkında çok şey yazıldı ve söylendi. Aşağıdaki satırlarda AKP’nin ve idarecilerinin bambaşka bir pencereden yapılmış analizini bulacaksınız. Evet, yazının başlığından da anlayacağınız üzere iktidarın ve Alman Nasyonal Sosyalist (NAZİ) hareketinin eylem ve söylemleri arasındaki şaşırtıcı benzerliklerin sadece bir kısmını ortaya koyacağım.
Öncellikle gözden kaçırılmaması gereken bir nokta hem AKP’nin hem de Nazi Partisi’nin ülkede yaşanan kriz dönemlerinde ortaya çıkması ve bu durumdan maksimum seviyede yararlanması, hatta bunu istismar etmesi. Benzer durumu bugün istisnasız bir şekilde krize giren tüm Avrupa ülkelerinde görüyoruz. Özellikle yanı başımızda, Yunanistan’da her geçen gün etkisini arttıran ırkçı XrisiAvgi(Altın Şafak) Partisi buna çok güzel bir örnek.
Özellikle son dönemde başta Başbakan olmak üzere AKP iktidarı tarafından dillendirilen veana rahmine kadar uzanan müdahaleci, baskıcı söylemler Hitler dönemi Almanya’sıyla birebir örtüşmekte. Benzer şekilde bayraktarlığını yine Erdoğan’ın yaptığı, kadınlara biçilen “üç çocuk” ve annelik vazifesi Nazi döneminde de sözlü, görsel ve yazılı propaganda araçları tarafından üzerinde titizlikle durulan bir konuydu. Hatta Naziler işi insanları damızlık hayvan gibi kullandıkları ari çocuk üretim çiftlikleri kurmaya kadar götürmüşlerdi. (Lebensborn Projesi) 1
Nazi Almanya’sında kadının rolü üzerine 1932 – 1945 yılları arasında yayınlanan derginin kapağı ve “üç çocuk”… 2  (1939) (solda) Bir propaganda posteri: Anne ve Çocuk… (1930’lar) (sağda)
Buna bağlı olarak aşağıdaki posterde göreceğiniz gibi kadın ve çocukların sağlıkları ile direkt olarak ilgilenme alicenaplığını göstermek sadece saygıdeğer başbakanımıza ait bir durum değil. Hitler de kadın (Mutterschutz) ve çocukların korunması (Kinderschutz) konusuna önem vermiş ancak propaganda dâhisi Dr.Goebbels nedense postere “cenin” koruması ibaresini koymayı akıl edememiş…
Gelelim ülkemizde sık sık tartışma konusu olan malum ‘makarna ve kömür’ konusuna. Yukarıda değindiğim üzere tıpkı AKP gibi Naziler de ülkenin içerisinde bulunduğu ekonomik sıkıntıları kendilerine oy olarak tahvil etmek konusunda büyük bir başarı göstermişti.
Kimse aç kalmamalı! Kimse üşümemeli  (1934)
Hiçbir Alman Üşümemeli! Führer size 11,5 MilyonMetreküp kömür verdi, sizde Ona oyunuzu verin! (1936)
Yeme içme konusuna da girmişken Başbakan ve AKP temsilcilerinin zaman zaman toplumun bu alışkanlıklarına yönelik eylem ile söylemlerini hepimiz biliyoruz. “ Alkol Meyveden elde ediliyor, İçki yerine meyve yiyin ” 3 ; “ Okulda kafayı mı bulacaklar? ” 4  gibi sözler ve yakın zamanda alkol satışı yapılan festivallere yönelik baskı ile uygulamalar akla ilk gelenler.  Vatandaşın yediği içtiği üzerinden siyaset yapmakta tıpkı verdiğim diğer örneklerde olduğu gibi Nazilere yabancı bir durum değildi. Nitekim Dr.Goebbels 1939 yılında Völlkischer Beobachter gazetesinde “Kahve İçicileri/Tüketicileri 5  başlıklı bir yazı kaleme almış ve kahve alışkanlığından yola çıkarak ülkenin durumundan memnun olmayanlara kendine özgü tarzıyla dokundurmuştu.
Nazizm ve AKP zihniyeti arasındaki diğer bir ortak payda Erdoğan’ın “ Ucube ” tanımlaması ile özetleyebileceğimiz sanata olan bakış açısı. Tek fark Nazilerin beğenmedikleri eserleri“ Ucube ” veya “ İçine tükürülesi sanat ” olarak değil de “ Dejenere Sanat ” (EntarteteKunst) 6 olarak tanımlaması.
“Dejenere Sanat” sergi kılavuzu (1937)( solda ) – “ Ucube ” Yıkım (2011)(sağda)
Başbakan ve ekibinin takdir edilmesi gereken yönlerinden biri ülke gündemini manipüle etmekteki üstün başarısı. Bunun en güzel örneklerinden biri ‘yerli otomobil’ meselesi. Uzun bir süre sanki Türkiye’nin en önemli konusuymuş gibi işlenip propagandası yapılan projeden bugün bahseden yok. İşin ilginç yanı “yerli otomobil” üretimininNazilerce kullanılan propaganda vasıtalarından biri olması.
Nazi ‘Yerli Otomobil’ propaganda posteri (1935)
Biliyorum ‘' Bu kadar tesadüfe de pes doğrusu’'diyorsunuz ama daha o kadar çok ortak nokta var ki bu konuda akademik bir çalışma yapılsa yeridir. Erdoğan’ın diline sakız olan “ Duble yollar ” bunlardan sadece biri. Führer’in yaptığı bu yollar kendisi ile öylesine özdeşleştirilmişti ki bunlara “Adolf Hitler Yolları” deniliyordu.
1930’larda turistlere yönelik hazırlanan bir poster.(solda) – ‘Adolf Hitler Yolları’ adlı kitap (1935) 7 (sağda)
Öte yandan Nazi eğitim sistemine baktığımız zaman artık yabancısı olmadığımız  “ Kindar Nesil ” yetiştirme projesini görüyoruz. Toplumun her kesimine farklı metotlarla enjekte edilmek istenen ‘kin’ duygusunun eğitim sistemi içerisinde nasıl işlenmesi gerektiği konusunda haftalık Der Stürmer (Saldırıcı) gazetesinde yayınlanan ‘Eğitimde Yahudi Sorunu 8’ ve yine Dr. Goebbels’in Alman halkına nefret etmeyi öğrenmeleri gerektiğini anlatan ‘Almanlar Fazla Adil Olmayın!’ 9 başlıklı yazılar bu konuda verebileceğimiz sayısız örnekten sadece iki tanesi.
Kısaca daha önce belirttiğim üzere bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak benim için en çarpıcı örnek Nazi Partisi ve AKP’nin kullandığı sloganın aynı olması. Biri “ Sen Almanya’sın ” derken diğeri “ Sen Türkiye’sin ” diye sesleniyor kitlelere.
Abartıyor muyum? Resimler aşağıda. Karar sizin…






















K. Murat YILDIZ
twitter.com/kmyildiz

 1- http://tr.wikipedia.org/wiki/Lebensborn
 2- http://de.wikipedia.org/wiki/NS-Frauen-Warte
 3 - http://www.ntvmsnbc.com/id/25116504/
 4- http://www.gercekgundem.com/?p=477309&com=all
 5- http://www.calvin.edu/academic/cas/gpa/goeb22.htm
 6- http://en.wikipedia.org/wiki/Degenerate_art
 7 - http://archive.org/details/Vollbehr-Ernst-Die-Strassen-Adolf-Hitlers
 8- http://www.calvin.edu/academic/cas/gpa/fink.htm
 9- http://www.calvin.edu/academic/cas/gpa/goeb13.htm
https://plus.google.com/+EminTolga%C3%96zdemir/posts/j6VBVLiyPSm
..

22 Kasım 2014 Cumartesi

ÜMMETÇİ-KÜRTÇÜ SÖYLEM BİRLİĞİ !

ÜMMETÇİ-KÜRTÇÜ SÖYLEM BİRLİĞİ !

cazim_gurbuz_slayt
Mehmet Ali Aynî,1908’de yeniden açılan Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın halini anlatırken, şunları yazıyor:
“Bu meclis sanki Babil kulesiydi. Çünkü oraya toplanan milletvekillerinin çoğu birbirini anlamıyordu. Vakıa bu mebuslar Osmanlı Meclis-i Mebusanı’na gelmişlerdi; ama hakikatte bir Osmanlı Milleti yoktu.
Bu meclise Manastır’dan Pançedoref’i, Saroz’dan Hristo Dalçef’i mebus seçerek göndermişlerdi. Fakat bu adamların Hakkâri’den gelen mebus Taha, Medine’den gelen Esseyid Abdülkadir Haşim, Lazkiye’den mebus çıkarılan Dürzî beylerinden Mir Mehmet Arslan ile hiçbir münasebeti olmayacaktı. Çünkü bunların dilleri başka, dinleri başka, emelleri başkaydı. İşte hakikat böyle olduğu halde İttihat ve Terakki Cemiyeti’ndeki idealistler, bütün unsurları –eski Tanzimatçılar gibi- yine Osmanlılık bağı ile bağlamak hülyasında idiler.
Fakat çok geçmeden bu bağın pek çürük olduğunu onlar da anlamışlardı. Serfice mebusu Boşo bir gün müzakere sırasında kendisinin Osmanlılığının Osmanlı Bankası’nın Osmanlılığı kadar olduğunu onların yüzüne bağırmıştı. İttihatçılardan bazıları da bu mecliste bulunan Müslümanları olsun İslamiyet bağı ile toplu bulundurabileceklerini düşünüyorlardı. Fakat bu bağ ile de ne Arapları ne Arnavutları bir noktada birleştirmenin mümkün olamayacağı anlaşılıyordu.
Esasen İstanbul’da daha Meclis-i Mebusan tesis edilmeden evvel Arnavut, Kürt, Arap cemiyetlerinin gösterdikleri faaliyetin şekli ve manası ileriyi görenleri pek ziyade düşündürmüştü. Bunun için çok geçmeden bu mecliste, Rumlar, Ermeniler, Bulgarlar, Sırplar, Ulahlar, Araplar, Arnavutlar ve Kürtler; Yunanilikten, Ermenilikten, Bulgarlıktan, Araplıktan, Arnavutluktan, Kürtlükten bahsetmeye başlamışlardı.
(…) Meclis-i Mebusan’da yalnız bir milletin sesi yükselmiyordu. Orada bulunan Türk mebusları ‘Biz Türk’üz’ demeye cesaret edemiyorlardı. Bundan başka, bu Türk mebuslarının birçoğu medreseden yetişmiş hoca idiler. Onlar aldıkları dini terbiye iktizasından olarak kavmiyetten bahsetmeyi günah sayıyorlardı. Onlar Arap olsun, Arnavut olsun, Kürt olsun; hepsinin Muhammed’in ümmeti olduğuna inanmışlardı. Onların bu itikadı o kadar samimi idi ki, günün birinde kürsüye çıkan Evkaf Nazırı Şemseddin Bey nutkunu Arapça söylemeye başlamıştı.”
Bugünkü halimiz, bugünün meclisi de böyle değil mi? İzmir Milletvekili Birgül Ayman Güler Hanımefendi’nin “Türk Ulusu” ve “Kürt Milliyeti”ne dair dediklerine gösterilen tepki bunun en açık kanıtı değil mi?
Gerici-Bölücü İttifakı”nın “dinci-ümmetçi-gerici” kanadı, artık kendini gizleme ve takiye yapma gereğini duymadan; Türklüğe, Atatürk’e ve Laik Cumhuriyete cepheden saldırmakta, PKK ağzıyla konuşabilmektedir.
İhsan Eliaçık diye bir adam türedi son birkaç yıldır, kitaplar yazdı pek çok, çok sattı bu kitapları, “Bana Dinden Bahset” adıyla TV programları yaptı, birçok televizyon programının da konuğu oldu.
Başını MÜSİAD’ın, Türkiye ve Zaman gazetelerinin çektiği “Liberal İslam”ın ipliği pazara çıktı ya, şimdi birileri “Sosyalist İslam” verelim derdindeler. Eren Erdem ve İhsan Elaçık gibiler işte bu amaçla sahnedeler.
Daha önce birkaç kez çeşitli yayın organlarında yazdım, “Her şeyi İslam’a uydurmaya kalkışırsanız, İslam’ı her şeye uydurmuş olursunuz ve ortada İslam diye bir şey kalmaz” Bunların yaptığı tam da bu…
Karadeniz TV’yi izliyordum geçenlerde. Gençlerin yaptığı bir program… Konuk, Sosyalist İslamcı İhsan Eliaçık… O genç soruyor: “Sayın Eliaçık, ‘Türkiye bölünsün, bölünmeli’ demek neden suç sayılıyor, kınanıyor, dense ne olur ki?” Gülümsüyor Eliaçık, “Çok cesursunuz” diyor önce ve kendisi de cesaretle devam ediyor (mealen aktarıyorum): “Milliyetçiler, ülke sınırlarını kutsarlar, toprağını kutsarlar, bayrağını kutsarlar, bunların bırakın tartışma konusu yapılmasını, bunlar hakkında olumsuz tek bir söze bile tahammül edemezler. Oysa bunların hiçbiri kutsal değildir. Müslümanların yaşadığı yerler İslam mülküdür, buralarda sınır olmaz, bütün sınırları kaldırmak gerek, her halk bu mülkte özgür ve özerk olmalıdır.
Yani ülkemiz sınırlarının cömertçe açılmasını talep eden (o sınırların kanla çizildiğini bilmiyor belli ki) bu çok “Eliaçık” efendi demek istiyor ki: “Sınırlarımızı öteki İslam ülkelerine açarsak, Kürtçülük ve ayrı bir Kürt devleti kurma sevdaları da o saat biter.
İhsan Efendi’yi bırakalım şimdi, İslamcıların ünlü şair ve fikir adamı Sezai Karakoç’un yazdıklarına bakalım. “Bünyan-ı Mersus” (Sağlam Kapı) başlıklı yazısında bu Karakoç, milletin yerine ümmeti ikame ediyor, fakat “ümmet” sözcüğünü hiç kullanmadan yapıyor bunu.
Yazıda “Türk” ve “milliyetçilik” kavramları da hiç kullanılmıyor, “İslam Milleti” diye, Karakoç patentli, bilimsel dayanaktan yoksun, akla ve tarihsel gerçeklere aykırı bir kavram icat ediliyor: İslamcıların bu ağır topu, milletin ve milliyetin sosyolojik, etnolojik, antropolojik, tarihsel hatta dinsel bir olgu ve gerçeklik olduğuna bakmaksızın, “Çok ırklı, çok dilli, çok renkli bir İslam milleti” yaratmak istemektedir.
Bu millet, Hazreti Muhammed’le başlıyor, ondan önce bir Türk milleti yok. Ondan sonrası ise hep var ve tozpembe. Atalarımız, dört halifedir, Emeviler ve Abbasilerdir. Türkiye Cumhuriyeti ise bir hatadan ibarettir, hatadan döndük müydü, o iş tamamdır.
Yazısında “Türk” sözcüğünü kullanmayan, bütün ırkları İslam milletinin içine sokan Karakoç, sıra Türk dışındaki unsurlara geldi mi, işi federasyona kadar götürüyor:
Kürt meselesini kendi başına halledemeyiz, mesele ortadan kalkmaz, haklar versek yine olmaz, meselenin başında parçalanmışlık var. Nedir o, bir federasyon kurulmalı, nasıl bir federasyon? Kürtle, Arapla ve İranlılarla… Osmanlı’dan sonra bu sağlam yapıya kavuşmalı. Bir federasyon kurulmalı, Osmanlı’dan sonra, Araplar, Kürtler, İranlılar, bu federasyonda yer almalı, İran da olmalı bunun içinde. Abbasiler zamanında bir arada idiler, Abbasiler zayıf kaldı, Selçuklular aynı metodu uyguladı.
Şimdi bazıları soruyor “Başbakan milliyetçilikle ve milliyetçilerle neden bu kadar uğraşıyor. APO ile nasıl kolayca masaya oturdu, BDP ile bunlar nasıl anayasa yapacaklar?” diye. Neden olduğu, akıl hocalarından belli değil mi? Alın işte size milliyetsiz İslamcı allamelerden örnekler.
İşte bunlar torba, Başbakan ağız…
Başka ağızlar da var, bunlar da Kürtçü bölücülüğü din ambalajı ile sunmakta pek mahirler. Erbakan’ın dizinin dibinde yetişme iki kişiden söz edeceğim şimdi de. Bunların her ikisi de parti lideriydiler bir zamanlar. Şimdilerde birisi Tayyip’e biat etti, ötekisi de seçime bile giremeyen partisini kapatıp AKP muhalifliğine oynamaya başladı. buyurunuz, işte bunların dedikleri: Abdullatif Şener’e kulak verelim önce: “Bakan olduğum dönemde Diyarbakır’a yaptığım ziyarette, programımda olmamasına rağmen Büyükşehir Belediye Başkanını ziyaret ettim. Kürtçe sizi seviyorum dedim. Kürtçe konuşan ilk bakan ben olmuşumdur. Bu, toplum tarafından olumlu karşılandı.”
Ya öteki? Halkımızın deyimiyle, “Has Başkan”lıktan “Has-tir” Başkanlığa dönen Numan Kurtulmuş’un dedikleri de üç aşağı beş yukarı aynı: “PKK’nın silah bırakması koşuluyla bölgedeki operasyonlar da durmalı. Başta Diyarbakır olmak üzere bölgede görev yapan polis ve asker dışında kalan korucular ile diğer devlete bağlı çalışan unsurlar tasfiye edilmeli. ’Bağışlama süreci’adı altında PKK’nın lider kadro dışındaki maşa olarak kullanılan silahlı üyelerinin topluma kazandırılması sağlanmalı. Bölgede etnik milliyetçilik yapan Kürt grupların yanı sıra İslamcı, muhafazakâr Kürtler de muhatap alınmalı.
Vah ülkem vah!
BDP’yi aratmayan bir yaklaşım ve söylemdeki bu ümmetçi taifeye göre, Türkiye Cumhuriyeti ırk (yani Türklük) ve de dinsizlik esaslarına göre (laikliği kastediyorlar) yapılandırılmıştır. Devlete başkaldırıların da sebebi işte budur. Türklük ve laiklik yerine ümmetçi bir esasa göre devlet yeniden yapılandırılırsa, sorun kalmaz.
Ne ki, bunca mesafe almalarına karşın, hâlâ ham hayaldir bu kafalarının içindekiler. Çünkü milyonlarca Türk’ün rehberi hâlâ Atatürk’tür. O da vermiştir gerekli güvenceyi: “Bu memleket tarihte Türk’tü, halde Türk’tür ve ebediyen Türk kalacaktır”.
Yeter ki biz onun yolundan ayrılmayalım, örgütlü, bilinçli, yöntemli, sabırlı ve özverili bir mücadeleye adayalım kendimizi.
Cazim Gürbüz

http://hepar.org.tr/ummetci-kurtcu-soylem-birligi.aspx