İKİZ YASALARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İKİZ YASALARI etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

14 Ocak 2016 Perşembe

İKİZ YASALARI BÖLÜM 3


İKİZ YASALARI  BÖLÜM 3


Yeni Sevr Antlaşmaları: İkiz Sözleşmeler


1999 Helsinki Zirvesi... Türkiye’ye “üye adayı” unvanı veriliyor. Ardından pürtelaş geçirilen üç yıl... 2000 ve 2001 hazırlık ve gelişme dönemlerinden sonra 2002 yılı siyasi kriterler açısından bir operasyonlar yılı oldu. Türkiye, bir yandan Avrupa Birliği’nin (aslında Fransa ve Almanya’nın) emirlerini yerine getirme anlamında “reform hareketleri”ni hızlandırırken, öbür yandan aynı ülkelerden bir “müzakere tarihi” alabilme uğruna yoğun ve adeta “çılgınca” bir faaliyet sürdürdü (Osmanlı da böyle Avrupa’nın dayatmasıyla, “reform” yapa yapa batmıştır).
Helsinki Zirvesi’nde Türkiye “aday üyeler listesi”ne alındıktan sonra ikinci aşama “AB’ye katılım müzakerelerinin başlaması” olacaktı. Ne var ki müzakerelerin başlatılması, Türkiye’nin, Kopenhag ölçütlerini tam olarak yerine getirmesi koşuluna bağlanmıştır.
Buradaki “tam olarak yerine getirme” ifadesine dikkat ediniz. Böyle bir koşul eşyanın tabiatına aykırıdır. Çünkü dünyada hiçbir iş tam olarak yapılamaz. Her işin eksik bir tarafı daima bulunabilir: Türkiye bir “gül” olup Avrupa’nın karşısına çıksa, hiç kuşkunuz olmasın, Gunter Verheugen pis pis sırıtarak “iyi ama, dikenin var” diyecektir.
AB Türkiye’nin “Kopenhag koşullarına uyma” sürecini izlemek gayesiyle şöyle bir süreç uyguluyor:
-“Katılım Ortaklığı Belgesi”yle Türkiye’ye buyruklarını iletiyor.
-Türkiye “Ulusal Program”la taahhütte bulunuyor.
-“Uyum Yasaları” ile taahhütlerini yerine getiriyor.


Atatürk Türkiyesi bitiriliyor


Türkiye Cumhuriyeti tarihinde görülmemiş bir hatalar zinciri, işte bu süreçle başladı. Sonu belirsiz bir AB hayali uğruna, “teslimiyetçi Batıcı-mason” güçlerin itelemesiyle kendini bu mekanizmanın çarkları arasında bulan Türkiye, her şeyinden, bütün birikiminden vazgeçmeye başladı: Artık nesi var nesi yok değiştiriyor, tüm tarihsel değerlerini terk ediyor, önüne ne konulursa hiç düşünmeden, körü körüne kabul ediyor.

Türkiye Cumhuriyeti “Atatürk Türkiyesi” olmaktan çıkartılıyor, giderek artan bir hızla kendine yabancılaştırılıyor; adeta yapay bir yaratığa dönüştürülüyor.
Evet, Türkiye’yi sürükleyen uğursuz güç AB’ye girme uğruna bütün ulusal birikimimizi dağıtıyor, bütün Atatürkçü kazanımlarımızı yok ediyor (Öyle ki bu pespayeliğe Atatürkçülük adına kim destek oluyorsa, gerçekte yalan söylüyor ve Atatürk’e ihanet ediyor).

Soruyorsunuz bunları yapanlara, “Neden böyle yapıyorsunuz? Bu eylemleriniz şanlı bir geçmişi olan, bir Atatürk ve daha nice kahramanlar yetiştirmiş büyük bir ulusa, Türk milletine yakışır mı? Üstelik bu yaptıklarınız bilimsel gerçeklere de uymuyor. Devlet ve toplum yaşamı böyle sürekli değiştirip durmaya gelir mi? Yüz yılların birikimleri böyle bir kalemde silinip atılır mı? Yoksa “değiştirme hastalığı” diye bir hastalık var da, siz buna mı yakalandınız? Takiyyeci şeriatçılardan her ihanet beklenir; ya siz, hani siz Atatürkçüydünüz? Desenize, siz Atatürkçü değilsiniz; siz “teslimiyetçi Batıcı-mason” Atatürkçülersiniz!
Bu iki şerikin yanıtları, ancak bir çocuğun verebileceği bir yanıt: “Avrupa Birliği’ne gireceğiz de ondan! Avrupalıları memnun etmemiz lazım! Onlar da bize harçlık verecek.”

Evet Osmanlı’nın Reşit, Ali, Fuat Paşaları da, Damat Ferit’i de öyle yapıyordu, devleti bu gafiller gibi yönetiyorlardı. Bütün gayretleri halkı değil, Avrupalıyı memnun etmeye yönelikti. Ancak tarih hiçbir hatayı affetmez. Böyle yabancılar tarafından güdüle güdüle, sonunda koskoca bir devleti çökerttiler. Türk halkını da yapayalnız, sersefil ve yoksul bıraktılar. Onların yaptığının aynısını, şimdi de bu “işbirlikçi Batıcı-mason” Atatürkçüler yapıyor. Devlet yine tehlikede, halk yine perişanmış; Batıcı teslimiyetçilerin umurunda mı? Atatürk Anadolu’yu cennete çevirmeyi düşlüyordu, onlarsa cehenneme çevirdiler. Avrupa’nın gönlünü hoş etmeye gelince, takiyyeci şeriatçılarla nasıl da el ele tutuşuyor, nasıl da sarmaş dolaş oluyorlar!

Aceleleri varmış

Şunu da söylemeden geçemeyeceğim: Siz kendi kişisel işlerinizi de böyle abullabut mu yürütüyorsunuz? Şirketlerinizi, evinizi, kişisel hayatınızı? İnsan bir düşünür, kafa yorar, tartışır; bütün eksi ve artıları, sorunun tüm bağlamını hesaba katar; kararını ondan sonra verir. Yalnız büyük sermayenin, TÜSİAD’ın değil, herkesin, köylünün, esnafın, işçinin, gençliğin çıkarlarını gözetir. Bütün bir ulusun geleceği, belirli bir çıkar çevresinin, gelip geçici hükümetlerin, acemi politikacıların keyfine bırakılır mı?

Bakın İngilizler Euro’yu hâlâ kabul etmediler, bütün toplumsal kesimleriyle yıllardır tartışıyorlar. Hâlâ karar veremediler. Neden? Çünkü ulusal bir meziyetleri olarak, hiçbir işlerini aceleye getirmezler. Ama size acele ettirirler, o başka! Çünkü önce kendi ulusal çıkarlarını düşünmeleri, bunun için de başka devletleri güderek sömürmeleri diğer bir ulusal meziyetleridir. Oysa siz tutturmuşsunuz: Acelemiz var! İkide birde elinizde bilmem kaçıncı paket, her defasında aynı laf: Acelemiz var! Alın o acelenizi, başınıza çalın. Bilinmelidir ki hiçbir acele işten hayır gelmez, çünkü acele eden, araştırıp düşünmeden karar verir. O karar da kesinlikle yanlış karardır.

İkiz Sözleşmeler’in yasalaşması

4 Haziran 2003 günü de böyle oldu: “İnsan hakları”na ilişkin iki Birleşmiş Milletler sözleşmesi TBMM’nden alelacele, yangından mal kaçırır gibi geçirildi. AKP ve CHP’nin oylarıyla, bir oldu bittiye getirilerek, adeta kamuoyundan kaçırılarak... Sözde çok sesli televizyonlarımız -Meltem TV ve Ulusal Kanal dışında- bu yasalarla ilgili iki cümlelik bir haber dahi yapmadılar. Olup bitenin üstünü örtmek, kamuoyunu uyutmak istedikleri gün gibi aşikâr.
Peki nedir bu sözleşmeler? Kimi ulusalcı yazarlarımızın şu nitelemeleri ne olduklarını en iyi şekilde anlatıyor: Seksen yılın en büyük komplosu, ikiz ihanet sözleşmeleri, Türkiye’yi parçalama yasaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi varlığına son verme beyanı olan sözleşmeler, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yerleştirilen dinamitler, Türkiye’nin Yugoslavyalaşması sürecini başlatan yasalar, yeni Sevr antlaşmaları, emperyalizmin elindeki en etkili koz ve silah...

Türkiye’nin AB iptilası uğruna, 1995 Gümrük Birliği Antlaşması’ndan sonra, neticelerini hesaba katmadan verdiği en zararlı ödünlerden biri oldu, bu sözleşmelerin kabulü.

Bu tür işler usul usul, “ Salam yöntemi ”yle kotarılıyor:
-Önce bir büyükelçi ülkesi adına imza koyuyor.
-Ardından, bakanlar kurulu onaylıyor.
-En sonra başka bir hükümet Meclis’te yasalaştırıyor.
Türkiye’de de yapılan bu oldu. Süreç yaklaşık üç yılda tamamlandı. Cumhuriyetimizin bir temeli daha, uzun bir zamana yayılarak halka hissettirilmeden ortadan kaldırıldı.
Türkiye insan haklarına ilişkin iki Birleşmiş Milletler Sözleşmesi’ni 15 Ağustos 2000’de imzaladı. Türkiye adına imzayı New York’ta Büyükelçi Volkan Vural koydu. DSP-MHP-ANAP Koalisyon Hükümeti onayladı, ancak Meclis’e sevk edemedi. Bu eksiği de AKP Hükümeti giderdi. Göstermelik ve tutarsız birkaç beyan ve çekince ile, Meclis’ten sinsice geçirdi. Öyle ki birçok milletvekilinin, hatta bakanların, sözleşmelerin içeriğinden ve doğuracağı sonuçlardan habersiz olduğu ileri sürülüyor.
1966’da BM tarafından imzaya açılmış olan sözleşmeler AB’nin tüm üyeleri ve aday ülkeler tarafından kabul edilmişti. Batıcı işbirlikçiler bunu Kopenhag ölçütlerine uyum yolunda önemli bir adım olarak niteliyordu. Çünkü sözleşmelerin kabulü “Kopenhag Kriterleri ve Uyum Raporu”nda yasal öneriler arasında, “AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı”nda orta vadeli hedefler arasında yer aldı.
Ancak sözleşmelerin gözden kaçırılan çok daha korkunç bir yönü daha var; işin asıl püf noktası da burada: İkiz Sözleşmeler’in kabul edildiği 1966 yılında dünya koşulları çok farklıydı. Bu tür antlaşmalar o yıllarda emperyalist Batının zulmü altında inleyen halkların kurtuluşu için gerekliydi. Ancak sonra koşullar değişti. Küreselleşmeci kraliyetçiler bugün 200 civarında olan devlet sayısının 5000’e çıkarılarak bir “dünya kentler federasyonu” kurulmasını hedeflemektedir. Bir hedef varsa, tabii araç da gerekli... Araç olarak İkiz Sözleşmeleri kullanabileceklerini fark ettiler: Bu sözleşmeler kabul ettirilerek ulus devletler halklara, etnik, dilsel ve dinsel topluluklara bölünebilir, yıkılabilirdi.
Sovyetler Birliği’ni dağıttılar, Yugoslavya’yı parçaladılar, sıra şimdi Türkiye’de...


İkiz Sözleşmeler’in mahiyeti

“İkiz Sözleşmeler”den “ Azınlıkların siyasal ve kültürel hakları ile halkların ‘' kendi kaderini belirleme’ (Self-Determinasyon) hakkını tanımayı öngören şu iki sözleşme anlaşılıyor:

-Birleşmiş Milletler Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi
-Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi.
BM sözleşmeleri İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’ni ayrıntılıyor ve tamamlıyor.
34 yıl katılmaktan kaçındığı İkiz Sözleşmeleri AB hayali uğruna imzalaması, teslimiyetçi çevrelerce Türkiye’nin, AB yolunda “önemli bir virajı almış” olduğu şeklinde yorumlanmıştı.

İç hukukun üzerinde yer alan sözleşmeler “tüm halklarla, hükümeti olmayan ya da vesayet altında bulunan halkların kendi geleceğini belirleme hakkını” içeriyor. Ayrıca şu hakları güvence altına alıyor: Yaşama, sağlık hizmetlerinden yararlanma, eğitim, sosyal güvenlik, adil yargılanma, sendika kurma, kültürel hayattan yararlanma, insanca yaşama, ailenin korunması ve çocuk hakları ile düşünce ve ifade özgürlüğü.

Türkiye bakımından sonuçları

Sözleşmelerin kabulü Türkiye bakımından şu olumsuz sonuçları doğurabilecektir:
1)Türkiye “tüm halkların kendi kaderini belirleme hakkını” tanımış oldu. Buna göre Türkiye’de “halk” olduğunu ileri süren herhangi bir topluluğun, Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrılma hakkı kabul edilmiş oluyor. Ayrılmak istemeyenlere ise, kendi statülerini özgürce belirleme hakkı tanınmakta. Bunlar sözleşmelerin şu ilkelerine dayandırılıyor: “Tüm halklar self-determinasyon hakkına sahiptir. Bu hak ile siyasal statülerini ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe belirleyebilirler. Devletler, halkların self-determinasyon hakkının gerçekleşmesi için destek sağlamalıdır.”
Ancak sözleşmede yer alan “halk” kavramı üzerinde, sözleşmeye taraf ülkeler arasında ortak bir tanımlama yapılmış değil. Ancak siz kaygılanmayın, uluslararası merkezler, ABD, Avrupa Birliği’nin iki kabadayısı, Almanya ve Fransa kendi işlerine gelen bir tanımı yakında Türkiye’ye dayatacaklardır. Tabii “Bak karışmam ha, yoksa seni aramıza almayız” diyerek... Bizimkiler de hep aceleleri olduğu için, yine bir “değiştirme fırsatı” (!) bulmanın sarhoşluğuyla, yabancıların yaptığı o tanımı da kafayı hiç çalıştırmadan kabul edeceklerdir.
2) “Kendi kaderini belirleme hakkı” (self-determinasyon ilkesi) uluslararası hukukta “kendi kültürel kimliğini belirleme hakkı” anlamı kazanmış bulunuyor. Bu nedenle, kimi yorumculara göre Türkiye, örneğin “Kürtlerin kültürel haklarını” otomatik olarak tanımış oluyor. Bunun ardından başka talepler de gelecek, kuşkusuz.
3) Türkiye “etnik, dinsel ve dilsel azınlıklar”ın kültürel ve siyasal haklarının tanınması yükümlülüğü altına girmiş olacak. Şu maddeye göre: “Etnik, dinsel ve dilsel azınlıkların bulunduğu ülkelerde, bu azınlıklara mensup bireylerin kendi gruplarındaki diğer üyeler ile birlikte kendi kültürlerini yaşama, kendi dillerini konuşma ve kendi dinsel ibadetlerini gerçekleştirme hakları engellenemez.”
İlk bakışta masumane ve yerinde görünen bu tanımanın, -ulusal çıkarın yerini yerel, etnik ve kültürel çıkarlar çatışması alacağı için- uzun erimde Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü üzerinde çok olumsuz etkiler yapacağını tahmin etmek zor değil. Böyle bir gelişmenin ilk tahrikçisi de -geçmişte olduğu gibi- Batılı para babaları, AB ve ABD olacak. Açın Osmanlı tarihini okuyun, örnekten geçilmiyor.
Ne var ki bu belaları başımıza saranlar ne tarih okur, ne ondan ders alırlar; dolayısıyla çok yakında şu felaketlerle karşı karşıya kalacağız:
-Cumhuriyet düşmanı ve bölücü terörü daha da azgınlaştıracak, üstelik bunlara uluslararası koruma sağlayacak bir hukuki ortam oluşacaktır.
-Ayrılıkçı, bölücü, mezhepçi, tarikatçı faaliyetler meşrulaştırıldığından, bu faaliyetler doğrudan doğruya Türkiye Cumhuriyeti yasalarına dayanılarak yürütülecektir.
-Söz konusu faaliyetleri önlemeye yönelik devlet müdahaleleri yasa dışı sayılacaktır. Yabancı güçler iç işlerimize karışacak, hatta askeri müdahale söz konusu olacaktır.
4) Sözleşmelerde öngörülen kuralların denetimi ve ihlalleri durumunda yaptırım uygulanması için etkin bir mekanizma bulunmuyor. Buna karşılık sözleşmeler AB ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) tarafından referans olarak kabul edilmektedir. Dolayısiyle “etnik, dinsel ve dilsel azınlıklar,” örneğin Kürtler, kültürel haklarının verilmediği gerekçesiyle AİHM’ye kolektif başvuruda bulunabilecek.
-Batı ülkeleri bu sözleşmeleri bahane ederek sözde “Kürt sorunu”nu kurcalayabilir. Benzerlerini kışkırtabilir.
-Olağanüstü hal ilanı zorlaşacak. Çünkü BM Bireysel ve Siyasal Haklar Sözleşmesi olağanüstü hal durumunda temel hak kısıtlamalarına sınırlamalar getiriyor.
Sözleşmeler Türkiye’nin AB sürecinde gerçekleştireceği siyasal ve hukuki reformlar için yol gösterici olacaktır.
Sözleşmelerin uygulanabilmeleri, TBMM tarafından da onaylanmış olmalarına bağlıydı ki bu da sonunda gerçekleşti. Onay “sözleşmelerin, Türkiye’nin sosyal ve hukuki yapısına uygun olmadığı düşünülen maddelerine çekince konarak” yapılmalıydı ki öyle olmadı. Neden? Çünkü bizimkiler yalnız “aceleci,” yalnız “düşüncesiz” değildir. Bizimkiler aynı zamanda “kraldan kralcı”dır. Nasıl olsa bütün verdiklerini, kendi ceplerinden değil, Anadolu insanının kesesinden veriyorlar. Anadolu halkının geleceği kararmış, Batıcı para babalarının, onların uşaklarının umurunda mı?
Hiç mi umut yok? Var!
Evet, teslimiyetçi cephe karşısında, ulusalcı cephenin sesi çoğu zaman bastırılıyor.

Ama ya gerçekler? Hangi gerçek sürekli bastırılabilmiş? 



Nevzat Erdemir

Bu yolun sonu uçurumdur,

Siyasal erki elinde tutanlar kendi deyimleriyle “sistem ile” Cumhuriyet ve onun kurumları çatışma halindedir. Cumhuriyet devriminin rövanşını almaya kalkışan siyasal iktidar devletin ulusu ve ülkesi ile bölünmez tümlüğünü parçalayacak, bölücülük ve gericiliği kurumsal hale getirecek ihanet yasalarını çıkararak yola devam etmektedir.
Devlet içinde teokrasi yanlısı kadrolaşmada sıra yargı erkine gelmiştir. AKP Atatürkçü yargıç, savcı ve müfettişleri hızla tasfiye ve sürgüne tabi tutmakta, kilit noktalara teokrasi yanlılarını yerleştirmekte, bir zamanlar Recep Tayyip Erdoğan’ı yargılayan DGM’nin tüm kadrosu dağıtılarak cezalandırılmakta ve hukuksuzluk doruğu ulaşmaktadır. Yargı erki içindeki şeriatçı kadrolaşma Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu Başkanvekili Fehmi Ulusoy’un gizleme çabalarına karşın çok ciddi ve vahim boyutlara varmıştır. Kurulun bağımsızlığını hukukçuların haklarını korumakta acze düşen Fehmi Ulusoy’un görevinden istifa etmesi gerekir. İrticacı faaliyeti nedeniyle soruşturma geçiren bir kimse Cumhuriyet Başsavcılığı’na atanmış, o soruşturmayı yürüten Atatürkçü Adalet başmüfettişinin ise görevine son verilmiştir. Erken emeklilik yasasının yargı duvarına çarpmasına karşın Adalet Bakanı Cemil Çiçek’in açıklamaları yasaya karşı hile yoluna başvurularak kamu personelinin aşamalı olarak tasfeyi edileceğini göstermektedir. Oysa Anayasa’ya göre yasama ve yürütme organlarıyla idare mahkeme kararlarına uymak zorundadır. Bu organlar ve idare mahkeme kararlarını hiçbir suretle değiştiremez ve bunların yerine getirilmesini geciktiremez (Md.38-son) Anayasa kuralları yasama yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan ve bu arada Sayın Bakanı da bağlayan temel hukuk kurallarıdır. (m11) mahkeme “ Kadıya nasıl mülk olmazsa” bakanlıkta sayın CEMİL Çiçek’e mülk olmayacaktır. Yapılan haksızlıkların, hukuksuzlukların hesabı bir gün elbet yargı önünde verilecektir.
Siyasal iktidar, teokratik amaçlarına ulaşmak için Türkiye’ye karşı düşmanca politika izleyen dış ve iç ihanet odakları birlikte Ordu ve Cumhuriyet’in diğer kurumlarını açıkça hedef almakta, bu kurumlara karşı karalama ve yıldırma kampanyası yürütmektedir.

Toprak bir devletin varlığının temel ve vazgeçilmez öğesi, bağımsızlık ve egemenlik haklarının simgesi olduğu halde;

a) Yabancı yatırımlar yasası ile ülkede yabancıların toprak (arazi ve emlak) edinmesinin önü açılmakta, yani vatan toprakları haraç mezat satışa çıkartılmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin yabancılara toprak satışını iptal eden kararları gün ışığı gibi ortada dururken, yargı karalarını hiçe sayacak, etkisiz kılacak biçimde yeni yasal düzenleme yapılması Anayasa hukuk açısından ağır bir hukuk ihlalidir, “fonksiyon gasbıdır.”

b) 37 yıldır TBMM’nin reddettiği “Siyasi ve Medeni Haklar”a ilişkin uluslararası sözleşme ile Ekonomik ve Sosyal ve Kültürel Haklara ilişkin uluslararası iki sözleşme 4 Haziran 2003 tarihinde Meclis’ten geçirilmiştir. Türkiye’nin bölünüp parçalanmasına, Lozan yerine Sevr’in yaşama geçmesine yolaçabilecek bu düzenlemeler Sayın Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in imzasına sunulma aşamasındadır. Sayın Cumhurbaşkanı’nın bu ihanet yasalarını geri çevireceğine ve bu çirkin oynu bozacağına inanıyoruz. Bunu Sayın Ahmet Necdet Sezer’den talep ediyoruz.
Bütün “halkların kendi tayin hakkının” olduğunu, bu hak vasıtasıyla halkların kendi siyasi statülerini serbestçe belirleyebileceklerini bildiren ve bu sözleşmeler ile her türlü etnik topluluklara, din ve mezhep mensuplarına, tarikatlara, cemaatlere ve yerel gruplara kendi hukukunu tayin hakkı verilmektedir. Başka bir anlatımla, siyasal erki elinde tutanlar demokratik, laik, çağdaş hukuk yerine; Türkiye’yi parçalanmaya götürecek “çok hukukluluk” kaosunun içine sürükleyecek yol haritası izlemektedir. Bu yolun, yol haritasının sonu uçurumdur, uçurum...
Not:Bu yazı sayın Cumhurbaşkanı’nın İkiz Yasaları onaylamasından önce yazılmıştır.




..


İKİZ YASALARI BÖLÜM 2




İKİZ YASALARI  BÖLÜM 2



İkiz ihanet yasaları,



Akp'nin Kürt açılımıyla yeniden ülke gündeminin hassas konuları arasına giren ve bu günlerde CHP ve MHP’nin  hedef tahtasına oturtulan “İkiz İhanet Yasaları”nın altında bu iki parti yöneticilerinin imzalarının bulunduğu yeniden gündeme geldi.
İkiz Sözleşmelerin Ortak 1’nci Maddesi: “Bütün halklar kendi kaderini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler… Bütün halklar… doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir…” MHP Genel Başkanı Dr. Devlet Bahçeli, 19 Mart 2001’de Hükümet üyesi olarak İkiz Sözleşmelerin’ altına imzayı bastı. CHP’de AKP’yle birlikte 4 Haziran 2003’te ikiz ihanet yasalarını Meclis’ten geçirdi. Ancak her iki parti de, yaptıklarını bugün inkâr ediyor.

CHP:  SAKINCASI YOK.

29 Mayıs 2003 tarihinde toplanan Dışişleri Komisyonu’nda, Genelkurmay temsilcileri “Sözleşme hükümlerinin BM’nin amaç ve ilkeleri bağlamında, ulusal birlik ve bütünlüğe aykırı yorumlanamayacağı” şeklinde bir ibare eklenmesini önerdiler. CHP. Genelkurmay temsilcisini destekledi ve Komisyon raporuna muhalefet etti. Ancak, tasarının aynen kabulüne karar verildi. İkiz Sözleşmeler, TBMM Genel Kurulu’nda kanun haline getirilirken ise, AKP ile birlikte oturumda hazır bulunan CHP’liler, “cümleten kabul oyu” verdiler. CHP yöneticileri bir dönem kabul oylarını aklamak için, Komisyon raporuna muhalefet ettiklerini unutarak sözleşmenin bir sakınca getirmediğini öne sürüyorlardı, Kürt açılımının gündemde olduğu bu günlerde CHP yönetimi İkiz Yasaların, ihanet yasası olduklarını yeniden hatırladılar.

Bahçeli; AYNEN KABUL EDİLMEMELİYDİ.

Bölücülüğe ayrı devlet kurma hakkı tanıyan İkiz İhanet Sözleşmesi’ni kabul eden 19 Mart 2001 tarihli Bakanlar Kurulu kararı’nın altında Devlet Bahçeli’nin imzası bulunuyor. (Resmi Gazete, sayı 24352, Mart 2001) Bahçeli’nin inkârını ise, “Devlet Bahçeli’nin Dokuz Sabıkası” kitabının 54. sayfasında şöyle aktarıyor: “… Devlet Bahçeli, ‘İkiz İhanet Sözleşmeleri’ attığı imzanın üzerinden altı yıl geçmiş olmasına güvenerek, ‘AKP’nin Teslimiyet Belgeleri’ adlı kitabında, ‘AKP’nin çıkardığı İkiz Sözleşmeler’den bahsetmekte ve ‘TBMM Dışişleri Komisyonu’nda 29 Mayıs 2003 tarihinde yapılan görüşmelerde; Sözleşme hükümlerinin BM’nin amaç ve ilkeleri bağlamında ulusal birlik ve bütünlüğe aykırı yorumlanamayacağı’ şeklinde yasaya ibare eklenmesi önerisinin reddedilerek Tasarı’nın aynen kabulüne karar verilmesi AKP’nin siyaset ve yönetim anlayışının hedef ve amaçlarını göstermesi bakımından önemlidir’ denmektedir”

 Konu hakkında kapsamlı bir makale yayınlayan Erciyes Üniversitesi İİBF Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Cihan DURA İkiz sözleşmelerle ilgili çarpıcı tespitlerde bulunuyor. İşte Prof. Dr. Cihan Dura’nın ikiz sözleşmelerle ilgili kaleme aldığı bilimsel makale;

A) İKİZ SÖZLEŞMELER

Tarih 4 Haziran 2003¼ İktidarda A.K.P. Hükümeti var.  Hükümet değişmiş, zihniyet yine aynı: “İnsan hakları”na ilişkin iki Birleşmiş Milletler sözleşmesi Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden alelacele, AKP ve CHP’nin oylarıyla yangından mal kaçırır gibi geçiriliyor.
Peki neyin nesidir bu sözleşmeler? Kimi ulusalcı yazarlarımızın şu nitelemeleri,  ne olduklarını en iyi şekilde anlatıyor: Seksen yılın en büyük komplosu, ikiz ihanet sözleşmeleri, Türkiye’yi parçalama yasaları, Türkiye Cumhuriyeti’nin temellerine yerleştirilen dinamitler, yeni Sevr antlaşmaları, emperyalizmin elindeki en etkili koz ve silah... ABD’nin Türkiye’ye Yugoslavya benzeri bir müdahale için hukukî gerekçeler zemini¼
Birleşmiş Milletler tarafından 1966’da imzaya açılmış olan sözleşmeler AB’nin tüm üyeleri ve aday ülkeler tarafından kabul edilmişti. Batıcı işbirlikçiler bunu Kopenhag ölçütlerine uyum yolunda önemli bir adım olarak niteliyordu. Çünkü sözleşmelerin kabulü “Kopenhag Kriterleri ve Uyum Raporu”nda yasal öneriler arasında, “AB Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı”nda orta vadeli hedefler arasında yer almıştı. 
Bu sözleşmelerin gözden dikkatle kaçırılan korkunç bir yönü vardır ki işin püf noktası oradadır. Açıklayalım: İkiz sözleşmelerin kabul edildiği 1966 yılında dünya koşulları çok farklıydı. Bu tür antlaşmalar o yıllarda emperyalist Batı’nın zulmü altında inleyen halkların kurtuluşu için gerekliydi. Ancak sonra koşullar değişti. Bugün bütün dünya ülkeleri Neoliberal küreselleşmenin tehdidi altında. Küreselleşmeci kraliyetçiler, 200 civarında olan devlet sayısının 5000’e çıkarılarak bir “dünya kentler federasyonu” kurulmasını hedeflemektedir. Eğer ortada bir hedef varsa, elbette, onun gerçekleştirilmesinde kullanılacak araç da gerekli... Neo-emperyalist saldırganlar araç olarak ikiz sözleşmeleri kullanabileceklerini fark ettiler: Bu sözleşmeler kabul ettirilerek ulus devletler halklara, etnik, dilsel ve dinsel topluluklara (AB’nin yeni deyişiyle “azınlık”lara) bölünebilir, yıkılabilirdi.

Sovyetler Birliği’ni dağıttılar, Yugoslavya’yı parçaladılar, sıra şimdi Türkiye’de...
“İkiz sözleşmeler”den “azınlıkların siyasal ve kültürel hakları ile halkların ‘kendi kaderini belirleme’ (self-determinasyon) hakkını tanımayı öngören şu iki sözleşme kastediliyor :

            - Birleşmiş Milletler Bireysel (Medenî) ve Siyasal Haklar Sözleşmesi
            - Birleşmiş Milletler Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Sözleşmesi.

Yıllardır katılmaktan kaçındığı ikiz sözleşmeleri AB hayali uğruna imzalaması, teslimiyetçi çevrelerce, Türkiye’nin AB yolunda “önemli bir virajı almış” olduğu şeklinde yorumlanmıştı.
İç hukukun üzerinde yer alan sözleşmeler “tüm halklarla, hükümeti olmayan ya da vesayet altında bulunan halkların kendi geleceğini belirleme hakkını” içeriyor.
Amerikan Bağımsızlık Savaşı ve Fransız Devrimi’nden bu yana gerçekleşen burjuva demokratik devrimler, ulusal kurtuluş savaşları ve sosyalist devrimlerin temel bir ilkesi, “ulusların kendi kaderini belirleme hakkı” idi.  Ne var ki bu ilke 21. yüzyılın başında tersine çevrildi: “Ulus” sözcüğünün yerine “halk” sözcüğü kondu. Uluslara değil halklara vurgu yapıldı (şimdi de “azınlıklar” deniyor!). Hak da “Halkların kendi kaderini belirleme hakkı” örtüsü altında, Emperyalizmin Ezilen Dünya’yı köleleştirme hakkına dönüştürüldü. Böylece bir ulus devlette “birden fazla halk”tan söz etmek, dolayısiyle “birden fazla devlet kurma iradesi”nden söz etmek mümkün hale geldi [ Mehmet Ulusoy, “İkiz Yasalar ve Azınlık Hakları: Halkların Kaderini Tayin Hakkının Gerici Bir İçeriğe Dönüştürülmesi,” Teori, S.179, Aralık 2004 ].

Tabii - Aşağıda göreceğimiz gibi - Avrupa Birliği de bu “Dönüştürme”nin meyvelerini Türkiye’de toplama peşinde.

B) TÜRKİYE ÜZERİNDEKİ SONUÇLAR

1) İkiz Sözleşmeleri uygulamak Avrupa Birliği’nin reisleri, Almanya, İngiltere, Fransa gibi ülkeler için fazla bir sorun yaratmıyor. Çünkü bu ülkelerde yalnız demokratik devrim ve sanayi devrimi değil, “uluslaşma” süreci de tamamlanmış bulunuyor. Dinler, cemaatler, etnik yapılar, kapitalizmin serbest piyasa çarkları arasında ortak bir dil ve kültür oluşumuyla kaynaşıp homojen bir bütün haline geldi. Hiç mi sakınca kalmadı? Bazı sakıncalar söz konusu ise de, getirisi daha fazla olduğu için emperyalist ülkeler onları göze alabiliyorlar. Peki nedir bu getiri? Sömürüyü sürdürmek için dünyanın diğer uluslarını parçalamak! Ezilen Dünya’yı olabildiğince küçük parçalara, kukla devletçiklere, emirliklere, beyliklere bölmek” [Ulusoy, 2004]. Yani kendilerinin geçmişte yaptığını, başka ulusların yapmasını önlüyorlar. Daha ileri bir noktaya çıkmak, yükselmek için kullandıkları “merdiven”i, başkaları kullanmasın diye itip deviriyorlar [“Merdiveni itmek” (Kicking away the ladder) deyimi Alman iktisatçı F. List tarafından oluşturulmuştur. Sanayileşmiş bir ülkenin, zenginliğin doruğuna ulaştığı zaman, başka ulusların kendi eriştiği mertebeye ulaşmasını engellemek için, oraya tırmanmasını sağlayan merdiveni itmesi, kendi uygulamış olduğu politikaları kullanmasını engellemesi anlamına geliyor. [Geniş bilgi için bakınız: C. Dura, Sömürgeleşen Türkiye, İleri Yayınları, 2004, Kesim: 2.2.4 ve 2.2.5]

2) Sözleşmelerin uygulanmasının, Türkiye bakımından şu olumsuz sonuçları doğurabileceği tahmin edilebilir:
Türkiye “tüm halkların kendi kaderini belirleme hakkını” tanımış oluyor. Buna göre Türkiye’de “halk” olduğunu ileri süren herhangi bir topluluğun, Türkiye Cumhuriyeti’nden ayrılma hakkı da kabul edilmiş oluyor. Ayrılmak istemeyenlere ise, kendi statülerini serbestçe belirleme hakkı tanınmakta. Bunlar sözleşmelerin şu ilkelerine dayandırılıyor: “Tüm halklar self-determinasyon hakkına sahiptir. Bu hak ile siyasal statülerini ve ekonomik, sosyal ve kültürel gelişmelerini serbestçe belirleyebilirler. Devletler, halkların self-determinasyon hakkının gerçekleşmesi için destek sağlamalıdır.”
Ancak sözleşmede yer alan “halk” kavramı üzerinde, sözleşmeye taraf ülkeler arasında ortak bir tanımlama henüz yapılmış değil. Ancak siz kaygılanmayın, uluslararası merkezler, ABD, Avrupa Birliği’nin iki kabadayısı, Almanya ve Fransa kendi işlerine gelen bir tanımı yakında Türkiye’ye dayatacaklardır.
3) Batı ülkeleri bu sözleşmeleri bahane ederek “Kürt sorunu”nu kurcalayabilir. Benzerlerini kışkırtabilir.
4) Türkiye “etnik, dinsel ve dilsel azınlıklar”ın kültürel ve siyasal haklarının tanınması yükümlülüğü altına girmiş olacak. Şu maddeye göre: “Etnik, dinsel ve dilsel azınlıkların bulunduğu ülkelerde, bu azınlıklara mensup bireylerin kendi guruplarındaki diğer üyeler ile birlikte kendi kültürlerini yaşama, kendi dillerini konuşma ve kendi dinsel ibadetlerini gerçekleştirme hakları engellenemez.”
İlk bakışta masumane ve yerinde görünen bu tanımanın, -“ulusal çıkar”ın yerini “yerel, etnik ve kültürel çıkarlar çatışması” alacağı için- Türkiye’nin birlik ve bütünlüğü üzerinde çok olumsuz etkiler yapacağını tahmin etmek zor değil. Böyle bir gelişmenin ilk tahrikçisi de –geçmişte olduğu gibi- Batılı para babaları, AB ve ABD olacak. Açın Osmanlı tarihini, okuyun, örnekten geçilmiyor.




..

İKİZ YASALARI BÖLÜM 1


İKİZ YASALARI..,
BÖLÜM 1






İkiz Yasalar Nedir ? Gerçekten Bölünme Yasası Mıdır ?


İkiz yasaları bilmiyorsak Türkiye’de olan biteni anlamakta güçlük çekebiliriz. 2003 sonrası ülkemizde akıl almaz bir cesaretle bölücü söylemler sarf ediliyor. Önceden asker gördüklerinde ödleri kopanlar, ne oldu da birden “bülbül” misali şakımaya başladı.


Bölücü söylemlere dayanamayıp, “Bu ne cesaret? Nereden alıyorlar bu cesareti” diye soruyoruz. İşte cesaretin sebebi:


“ İKİZ YASALAR ”

“ İkiz yasaların ” özelliği, halkların, mezheplerin yani farklı toplumsal kökenlere sahip olanların “kendi kaderini tayin etme” hakkı veriyor. Yani bunu imzalayan devletlerde yaşayan etnik kökenler, dilerse ayrılabilir, kendi kendini yönetebilir.
Daha önce de Türkiye’nin önüne konulmuş, ancak ulus devlete yönelik tehditler oluşturacağı düşüncesiyle onaylanmamıştır.

İkiz yasalar, T.B.M.M.’nin 04/06/2003 tarihli oturumda kabul edildi. Dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından da onaylandı.

“ İkiz yasalar ”, ulus devletimizi tehdit eden yasalardır. Nevruzdaki Diyarbakır rezaletini hatırlayın. Alenen bir suç işlendi orada. Terör ve teröristi öven naralar atıldı. Sizce savcıların sesi neden çıkmadı? Bu suskunluğun bir sebebi olmalı değil mi? “Hukuken” onaylanan bir yasaya kendi yasalarımızca suç olsa bile nasıl dava açabilirler ki?

Bu “ yasa ” binlerce mermiden daha tehlikelidir. Silahla yapılamayanın “hukuk” ve “siyaset” nezdinde yapılması demektir. Bölücü terör örgütünün ısrarla siyasallaştırılmak istenmesinin sebebi budur.


Sözün özü; Türkiye, bölünmeyi Yasa haline getirdi.


Maddeleri okuyacak olursak ne denli tehlikeli ve ihanet kokan bir yasa olduğunu anlamış oluruz. Maddeler şöyle:

1. Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler.

2. Bütün halklar, doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz.

3. Bu sözleşmeye taraf bütün devletler, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir. denmektedir.


Üstelik, bu sözleşmeleri onaylayan TBMM’nin daha sonra bu sözleşmelerin içeriğini değiştirme olanağı da yoktur.

Ayrıca, Anayasanın 15. maddesinde; savaş, seferberlik, sıkıyönetim gibi olağanüstü hallerde dahi bu sözleşmelerde yer alan “hakların” kısıtlanamayacağı öngörülmüştür.

Bu sözleşmelerde yer alan ortak hükümle, BM bünyesinde oluşturulacak komisyon ve komiteler, Türkiye’de denetim yapma ve iç işlerimize doğrudan müdahale etme olanağına kavuşuyorlar.

04/06/2003 tarihli oturumda T.B.M.M.’de 4867 ve 4868 no.lu iki yasa kabul edilmiş ve Sayın Cumhurbaşkanının onayına sunulmuştur. 

İçtüzüğün 52. maddesi uyarınca öncelikle görüşülerek yangından mal kaçırılırcasına çıkartılan bu yasaları, aşağıda belirttiğimiz nedenlerle Türkiye’nin menfaatlerine uygun olmadığını saptıyoruz. 

Bundan 37 yıl önce 1966 yılında kabul edilen ve 1976 yılında yürürlüğe giren bu sözleşmeler, daha önce de Türkiye’nin önüne konulmuş, ancak ulus devlete yönelik tehditler oluşturacağı düşüncesiyle onaylanmamıştır. 
Her iki sözleşmenin 1. maddesi kelimesi kelimesine aynı olup aynen; 

1. Bütün halklar kendi kaderlerini tayin hakkına sahiptir. Bu hak vasıtasıyla halklar kendi siyasal statülerini serbestçe tayin edebilir ve ekonomik, sosyal ve siyasal gelişmelerini serbestçe sürdürebilirler. 

2. Bütün halklar, …….., doğal kaynakları ve zenginlikleri üzerinde kendi yararına serbestçe tasarrufta bulunabilir. Bir halk sahip olduğu maddi kaynaklardan hiçbir koşulda yoksun bırakılamaz. 

3. …… bu sözleşmeye taraf bütün devletler, kendi kaderini tayin hakkının gerçekleştirilmesi için çaba gösterir ve Birleşmiş Milletler şartının hükümlerine uygun olarak bu hakka saygı gösterir. denmektedir. 
İkiz sözleşmeler olarak anılan bu sözleşmelerin bu maddeleri ÇEKİNCESİZ kabul edilmiştir. 

Sözleşmelerin 2. maddeleri ile de devlet bu hakları güvence altına alır. Bu haklara saygı göstermeyi taahhüt eder. 
Devletin saygı göstermeyi taahhüt ettiği bu maddelerde "ayrılmayı" da kapsayacak şekilde "kendi kaderini tayin hakkı tanınan" "uluslar" değil, "halklar"dır. Böylece, ülke bütünlüğünü tehdit eden eylemler "uluslararası güvenceye" kavuşturulmuştur. 

Her iki sözleşmenin 1. maddesinin 2.bendine göre de Türkiye halklara göre ekonomik parçalara bölünecektir. 

Burada söz konusu olan sıradan bir yasama faaliyeti değildir. Anayasa’nın 90. maddesi karşısında, TBMM kararıyla onaylanan bu sözleşmelerin "Türk kanunlarını değiştirici" özellikleri olacak, "iç hukukun bir parçası" kabul edilecek ve diğer yasalardan farklı olarak "Anayasa’ya aykırılıktan dahi ileri sürülemeyecek"tir. 

Nitekim, onaylanan bu sözleşmelerin 2. maddesine göre; "Sözleşmede tanınan hakları kendi mevzuatında veya uygulamasında henüz tanımamış olup da bu sözleşmeye taraf olan devletler, kendi anayasal usullerine ve sözleşmenin hükümlerine uygun olarak, sözleşmede tanınan hakları uygulamaya geçirmek için gerekli olan tedbirleri ve diğer önlemleri almayı taahhüt ederler". 
Üstelik, bu sözleşmeleri onaylayan TBMM’nin daha sonra bu sözleşmelerin içeriğini değiştirme olanağı da yoktur. 

Ayrıca, Anayasanın 15. maddesinde; savaş, seferberlik, sıkıyönetim gibi olağanüstü hallerde dahi bu sözleşmelerde yer alan "hakların" kısıtlanamayacağı öngörülmüştür. 

Bu sözleşmelerde yer alan ortak hükümle, BM bünyesinde oluşturulacak komisyon ve komiteler, Türkiye’de denetim yapma ve iç işlerimize doğrudan müdahale etme olanağına kavuşuyorlar. 

Özetle, onaylanan "İkiz Yasalar", ulus devletimizi ve egemenliğimizi tehdit eden yasalardır. 

VİDEOLARI İZLEYİNİZ..





..