ERGENEKON UN., KARANLIK İSMİ KARA KUTU TUNCAY GÜNEY., BÖLÜM 17
Kenthaber’de yazan Mehmet Özbek’in kaleme aldığı başka bir Tuncay Güney portresini okuyalım: ”Hayat bazen hiç karşılaşmak istemeyen insanları bir araya getirebiliyor. İstemeseniz bile aynı yerde çalışmak zorunda kalıyorsunuz. Eskiler buna hayatın cilvesi derler…
Benim de başımdan böyle bir hadise geçti…
Galiba 1994 veya 1995 yılı idi. Yeniden yayına başlayan, televizyon ve buzdolabı ile medyadaki promosyonu azdıran Mehmet Ali Ilıcak’ın Akşam gazetesinde yazı işleri yönetimi değişmiş, ben de yazı işlerinde çalışmaya başlamıştım..
Bir gün yeni yayın yönetmeni Behiç Kılıç, bir gazetecinin elinde bir iş olduğunu, kendisiyle benim ilgilenmemi istedi…
Behiç Kılıç, ustası Rahmi Turan ekibinden yetişme Günaydın tipi gazetecilikten gelen bir kişiydi.. Onun için fotoğraf ve manşet önemliydi.. Gerisi laf… Derdi de ‘vatan hainleri’ydi. Bir taraftan Kardak krizi, bir taraftan PKK sorunu, bir taraftan da başta ABD olmak üzere AB ve onların yerli işbirlikçilerinin hain oyunları, yayın yönetmeninin en baş derdiydi… Derdin hikayesi, Batı karşısında güçsüz olan Türkiye’nin kimlik arayışından kaynaklanan korku ve telaş duygusuydu.
Devir faili meçhul cinayetlerin azdığı Tansu Çiller, Necmettin Erbakan ve Mesut Yılmaz’ın üçlü koalisyon . Başbakan Tansu Çiller yayın yönetmeni için ‘dişi Asena’, eşi Özer Çiller ise ‘abi’ydi…
O nedenle bir süre sonra papaz olmaya başladık… Neyse… Daha tam papaz olmadan, aynı gazetede çalışan fakat ayağını sürüyen meslektaşımız Ayşe Önal, yönetim değişikliğinden önce Kuzey Irak’a, oradan da Suriye üzerinden Lübnan’a giden bir gazetecinin tekrar işe alınmasına ricacı olmuştu hatırladığım kadarıyla…
Yazı işleri odasına Ayşe Önal getirdi o kişiyi. Temiz yüzlü bir insandı odaya giren.. Temiz, pak, spor giyimli, sanki ana kuzusu sıcaklığından ormana düşmüşlüğünü çehresinde gizleyen soğukkanlılığı bir maske gibiydi. Adı
Tuncay Güney’di…
Hani Hürriyet’ten Saygı Öztürk’ün ‘Ergenekon’un hahamı’ diye haber yaptığı kişi…
Tanıştık… Odadaki boş bir masaya iki iskemle yanaştırdım… Elindeki işi sordum…Daha önceki yönetim tarafından Kuzey Irak’a gönderilmiş, oradan Suriye’ye oradan da Lübnan’a gittiğini anlattı.
Söylediği yerlere daha önce ben de gittiğimden, oradan buradan konuştuk…
Bir süre Samanyolu’nda çalıştığını anlattı...
Yaptığı gezi ile ilgili yazıyı verdi…
Şöyle bir baktım…
Yazısı iyi değildi. İçeriği de sığdı. Dişe dokunur pek bir şey yoktu. Zorlama ile 2-3 günlük bir dizi yapabilirdim.
Yazıdan hatırımda kalan, Barzani'nin mi Talabani'nin mi, -pek ayırt edemiyorum- Turgut Özal’ın eşi Semra Özal’a selam göndermesiydi o günlerden bugüne..
Fotoğrafları istediğimde, oradan buradan alınmış kareleri gösterdi. Örneğin görüştüğünü ve söyleşi yaptığını söylediği Talabani ve Barzani ile çektirilmiş fotoğrafları yoktu. Tuhaftı. Oralara kadar gideceksin, o bölgenin en
önemli liderleriyle konuşacaksın ve fotoğraf çektirmeyeceksin!
Lübnan gezisi ile ilgili fotoğrafları isteğimde ise bir sürelik yanımdan ayrıldı ve çok güzel dia (o zamanlar film olarak dia kullanılıyordu) kareleri getirdi. Gördüğüm gibi tanıdım fotoğrafları… Daha önceki dönemde Akşam’da çalışmış olan benim de iyi arkadaşım olan Sedat Aral’ın Lübnan ve Filistin ile ilgili büyük bir arşivi vardı… Gösterdiği dialar onun o bölgelerde çektikleriydi…
Uyanık Güney, Aral’ın dialarını kendisininki diye yutturmaya çalışmıştı…
Dakika bir gol bir… Ben de, saf saf, bir daha böyle bir şey yapmamasını, yaptığı şeyin emeğe saygısızlık olduğunu anlatmaya çalıştım.. O da kös kös dinledi… Nereden bilirdim adamın nelere bulaştığını…
Güney’in içi boş, zorlamayla doldurmaya çalıştığım yazısı iki veya üç günlük bir dizi oldu sanırım…
Meğer Güney’in dizileştirdiğim gezide neler olmuş neler… Gezi arkadaşları, Aydınlık muhabirleri ve görevlilermiş (acaba JİTEM’ciler mi?)… Güney bu gezi sırasında Veli Küçük’le Barzani’yi tanıştırmak istemiş, Barzani’ye ve Talabani’ye 12 bin, PKK’nın önemli liderlerinden Cemil Bayık’a da 6 bin silah teslim
etmişler… Lübnan’dan da Apo ile Doğu Perinçek’in birlikte çekilmiş o meşhur fotoğrafını PKK’lılardan alıp MİT’e getirmiş… Bunlar, Ergenekon haberlerinin etrafa saçıldığı zamanımızda, Güney’in açıklamaları…
Silahların PKK’ya verilmesi doğruysa tam bir skandal…Ve Güneydoğu’da nelerin döndüğünün nasıl oyunların oynandığının en hazin tarafı…
Fakat o zamanki gezi yazısında bunların dirhemi bile yoktu. Ne bunlar ne de doğru dürüst bir Kuzey Irak, Suriye ve Lübnan analizi…
Tuhaf bir insandı. Gazetenin yazı işleri katındaki ziyaretçi yerinde, bilinen gazeteci camiasının tiplerinden farklı, daha çok İslami dünyanın badem bıyıklı, yüzleri kağıt gibi beyaz gençleriyle gördüm birkaç kez.
Onun yeri istihbarat servisindeydi. Güney’i oradaki arkadaşlara birkaç defa sordum. Pek tanıyan ve huyunu suyunu bilen de yoktu.
Bu arada, Güney, yayın yönetmeni Behiç Kılıç’ın koruyucu kanatlarının altına girdi. Kılıç, bana güvenmediği için Güney’i ve getirdiği haberleri şimdilerde Yeni Çağ gazetesinde yazarlık yapan ve samimi milliyetçi çizgisi ile tanınan Arslan Bulut’a teslim etmiş, beni de bu tuhaf insandan kurtarmıştı.
Kılıç, zaman zaman Güney’i yanına çağırır, o günlerin gündemdeki konusu ilgili olarak, haber başlığı verir ve hadi git hemen haberi yap gel derdi…
O da elinde bir müsvedde ile birkaç saat sonra gazeteye gelir, Akşam’ın manşeti oluşurdu…
Başlık konuları hemen hemen birbirinin kopyası gibiydi:
Vatan hainleri vatanı ABD’ye sattı, ABD ile PKK işbirliği yapıyor veya yerli uşaklar vatanı AB’ye satıyor…
Kısa zamanda Güney’in haber kaynağı da ortaya döküldü… Ben MİT’e gittiğini sanıyordum… Meğer oraya değil de Beyoğlu İstiklal Caddesi’ndeki Doğu Perinçek’in liderliğindeki Aydınlık dergisi veya İşçi Partisi merkezine gidiyor, oradaki ağabeylerinden haberi alıyor ve geliyordu.
Akşam yönetiminin hoşuna gidecek haberler Aydınlık’ta mebzul miktardaydı. Tek ki istenilsin… Artık, Aydınlık’tan Akşam’a açık açık haber servisi başlamıştı…
Haberler hiç çek edilmiyor, esası bozulmadan yazı işlerinde senaryolaştırılıyor du.
Benim için Güney tehlikeli adamdı. Gazeteci hiç değildi.
Çünkü ismen Aydınlık da olsa kaynağı bana göre karanlıktı.
Türkiye medyasının bir sorunu vardır. İstihbarat servisleri ile ilgili doğru dürüst uzman haberci yetiştireceklerine, istihbarat servislerinin gazetelere bilerek yerleştirdikleri görevlilere hep kucak açmışlardır… Bugün bile hemen hemen tüm gazetelere yerleştirilen elemanlar vardır. Yani bir anlamda basın istihbarat servislerinin, dolayısıyla hep devletin kontrolünde olmuştur.
Bu nedenle istihbarat alanında uzmanlaşmış gazetecilerin yapacakları doğru dürüst haberler yerine, önemli zamanlarda okuyucu bu elemanların dezenformasyon (çarpıtma) haberlerine mahkum edilir.
Benim teşhisim Tuncay Güney de onlardan biriydi… Emekli MİT’çi Mehmet Eymür’e göre, çift mesleklilerdendi. Fakat şimdiye kadar gördüklerimden, bildiklerimden veya işittiklerimden farklıydı…
Büyük gazetelerde bu tip elemanlar memur kılıklı veya servise zaman zaman parça başı muhbirlik yapan meslekten kişilerdir. Bazıları ise, bu görevi gazetelerin köşelerinde yazarlık yaparak yerine getirirler… Ellerine önemli dosyalar verilir. Zamanla mesafeyi iyi ayarlayamayıp çizmeyi aşanların başlarına da olmadık işler gelir. Güney ise arka sokaklara düşmüş iyi aile çocuklarının korkaksılığına karşın bir militandı. Üzerinde memur hımbıllığı, yazar kibri yoktu. Gençti, dinamikti ve zekiydi. Bilgi olarak donanımlı mıydı? Onu bilemeyeceğim… Entelektüel bir dünyası olduğunu sanmıyorum… Yani Osmanlıya Arabistan’da kök söktüren bir İngiliz Lawrence gibi değildi. Herhalde, bilmesi gerekenleri biliyordu… Veya öyle yetiştirilmişti…
Bizim gazeteler ortalama veya ortalamanın altı kalitede insanlara kapılarını açtıklarından, basına gazeteci olarak sızması da sorun değildi... Veya devşirilmesine müsait bir yapısı vardı…
Ki bir zamanlar yol arkadaşlığı yaptığı Aydınlık’ın web sitesinde onun kişiliği ile ilgili ortaya dökülmen bilgiler, Güney’i hiçleştirmek, sıradanlaştırmak içinse de önemli… Çorum’un Kargı ilçesinde 1972’de doğmuş.. Babasını küçük yaşta kaybetmiş.. İmam Hatip Okuluna gitmiş.. Orada ağabeyler tarafından keşfedilip, İstanbul’a postalanmış. İstanbul’dayken dini cemaatlerde ırzına geçilmiş. İddiaya göre suç makinesi haline dönüştürülmüş… Hikaye böyle uzayıp gidiyor… Evet.. yine Akşam günlerine dönelim…
Akşam’da ünlendikçe Güney’in eşcinselliğiyle ilgili dedikodular, gazete koridorların da istihbarat servisinin şeytana pabucunu ters giydiren muhabirlerin eğlencesi olmaya başlamıştı. O sıralarda Güney’in Aydınlık’tan getirip, yazı işlerinde senaryolaştırılan haberlerden rahatsız olan ABD’nin İstanbul konsolosluğundan birkaç görevli gazeteyi ziyaret etmişti…
Yani ABD’liler işi ciddiye almışlardı… Çünkü gazete ne kadar gayrı ciddiyse tirajı da o derece yüksekti.. O çılgın buzdolabı ve TV promosyonlarıyla gazete 1.5 milyon satıyordu. Tirajda birinciydi…
Ben o sıralarda gazeteden ayrılmak zorunda kaldım. Bir süre işsiz kaldıktan sonra, yayın hayatına yeni başlayan Radikal’in özel haber servisinin ikinci yöneticisi oldum.
1996 yılıydı. Tirajı yerlerde sürünen Radikal, Susurluk olayını iyi değerlendirerek isminden söz ettirmeye başladı. Susurluk haberlerinin çoğu da Özel Haber Servisi’nin ürünüydü. Servise çarpıtma, yani dezenformasyon haberleri yağıyordu.
Bu konuda hiçbirimiz uzman değildik. Çoğu işin altından, tartışarak, biraz da el yordamıyla çıkıyorduk. Ve tecrübe kazanıyorduk.
Bu arada Tuncay Güney yeniden sahneye çıktı. Bir fotoğrafı Radikal’e yüksek bir fiyatla yedirmeye çalıştı..
Fotoğraf, Susurluk kahramanı Abdullah Çatlı ile Tansu Çiller’in birlikte çektirdiği fotoğraftı. Radikal bu oyuna gelmedi. Çünkü fotoğraf fotomontajdı. Radikal de fotoğrafı ‘asparagas fotoğraf’ olarak tersinden haber yaptı.
Olay ortaya çıktığında Akşam da Tuncay Güney’in işine son verdi… Veya vermek zorunda kaldı.
Bu arada Susurluk haberleri bizim de başımızı yemişti… Servis hemen hemen dağıtıldı.
Arkadaşlarımızla işsiz kaldık…
2000’li yıllardı sanırım… Veya 1999… Gazetelerde Güney’le küçük bir haber ile karşılaştım Taksim’de dolandırıcılıktan gözaltına alınmıştı. İşyeri olarak kullandığı bürosunda JİTEM’ciyim diye iş bitiriyormuş.
İş sarpa sarmış… İşlerini hallettirmek isteyenler, dolandırıldıklarını anlayınca iş polise intikal etmiş…
Bundan 15-20 gün önce, Akşam’dan Güney’i tanıyan bir arkadaşıma sordum o olayı… Meğer Güney yalnız JİTEM’ci sahtekarlığı değil, OMO, piyango sahtekarlığı da yapıyormuş o dönem….
Tuhaf ilişkiler ağı… Fakat Susurluk olayından sonra işsiz kalanların piyasada çek-senet işi yaptığını da unutmayalım. Demek ki, Güney de aynı yolun yolcusu olmuş… Demek ki Güney yaptığı işlerden yeterli parayı kazanamamış…Ne de olsa burası Türkiye.
Ve bilindiği gibi ünlü Ergenekon dosyası Güney’in işyerindeki bilgisayarında ortaya çıktı. İstanbul Emniyet Müdürlüğü Organize Suçlar ve Silah Kaçakçılık Şube Müdürü Adil Serdar Saçan, tarafından sorgulanan ve 11 sayfalık ifade veren Güney, daha sonra serbest bırakılıp, eline de 10 yıllık ABD vizeli pasaport
tutuşturulup ABD’ye postalanır… İlginç değil mi?
Bu arada İstanbul Devlet Güvenlik Savcılığı bilgisayardan çıkan bilgileri yeterli görmez ve olayla ilgili dava bile açmaz… Bu da tuhaf değil mi?
Elde Ergenekon yapılanması ile ilgili dosya var, Güney’in poliste verdiği yazılı ve videolu ifade var…
Fakat ne Güney hakkında ne de Ergenekon yapılanması ile ilgili dava açılıyor.. . Bu daha ilginç değil mi?
Tüm bu ilginçliklerin arkasından, Ergenekon dosyası tesadüfen bilgisayarında çıkan Tuncay Güney, normal vatandaşlara yapılmayan bir uygulama ile, serbest bırakılarak, 2001 yılında ABD’ye gönderiliyor…
Aklıma bir soru takıldı: Acaba Tuncay Güney ABD veya başka devlet servisleri tarafından korunmaya mı alındı.
Yani şunu söylemek istiyorum: Tuncay Güney öldürülmesin diye mi ABD’ye gönderildi…
Poliste işkence gördüğünü söyleyen Güney, her konuştuğunda korktuğunu söylüyor… Ve, nasıl bir görevinin olduğunu devletin bildiğini de sözlerine ekliyor.
Ne karışık.. Ne tuhaf bir dünya…
MİT, JİTEM, Emniyet… Galiba devletin o katlarında büyük bir gürültü var… Acaba niye?
Paylaşılamayan ne?
Bir ilginçlik daha…
Nedense gazeteler, Güney’in palavradan hamamlık ve kişisel cinselliğine ait olan eşcinselliğine ağırlık veriyorlar… Hem de koro halinde…
Güney ne kadar tuhaf bir tip olsa da, ortaya çıkan Ergenekon yapılanması Türkiye’nin demokratik geleceğini tehlikeye sokacak türden bir örgütlenme… İyi
ki Güney gibi sallapati adamlar var ortalıkta… Onun tedbirsizliği olmasaydı o korkunçluklar ortaya çıkmayacaktı… Bazen müsibetlerin de hayrı dokunur insanlığa…
Binlerce insanın fişlenmesi, binlerce insanın öldürüleceği ile ilgili dosyadan sızan korkunç bilgiler nedir?
Belden aşağı eşcinsellik hikayeleriyle Ergenekon dosyasının içi boşaltılmaya çalışılıyor... Bunun için de kamuoyu yaratılmaya çalışılıyor…
Ergenekon’un içine nüfuz etmiş olan Güney’in bilgisayarından çıkan dosyanın içinde neler var? Daha tam bilmiyoruz… Veli Küçük dışında daha başka isimler ortaya çıkacak mı? Onlar kim?…Boğazda oturan hangi iş adamı, hangi bürokrat? Hangi emekli asker?
Ayşe Önal ablasının elinden tutup Akşam’ın yazı işleri odasına getirdiği, abisi Behiç Kılıç’ın tepe tepe kullandığı Güney ciddiye alınmalı ve korunmalı…
Hatta Türkiye’ye getirilmeli ve yargılanmalı, çünkü kendisi de o yapılanma içinde…
Güney’in, kişisel güvenliği için sık sık konuşup, bir yerlere mesaj verme zorunluluğundan da doğan, kendine göre çarpıtmalarından ziyade, basındaki çarpıtmaya dikkat edilmeli...
Ergenekon soruşturmasını sürdüren İstanbul Cumhuriyet Savcısı Zekeriya Öz’ün işi gerçekten çok zor… Arkasındaki vefasız, belkemiksiz siyasi iradeden nasıl güç alacak... Şemdinli savcısının durumu ortada...
Adamı ortada yapayalnız bıraktılar.
Ben yine umutlu olayım ve acaba Ergenekon’un ucu, öldürülüp ortalıktan kaldırılan binlerce faili meçhul cinayetlere de uzanacak mı diye bekleyeyim?
Tuncay Güney haberlerine dikkat…” (Özbek, Nisan 2008)
18 .Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,
***