Annan Planı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Annan Planı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

10 Aralık 2018 Pazartesi

Kıbrıs’ta Garantörlüğün Kaldırılması Müzakereleri Başlıyor

Kıbrıs’ta Garantörlüğün Kaldırılması Müzakereleri Başlıyor

18.09.2018




     Kıbrıs’ta müzakereler bir kez daha başlarsa Güvenlik ve Garantiler başlığından başlar. “İlerleme” açıklaması da ancak Türkiye’nin bu başlıkta pazarlığı kabul etmesi, dahası “tek başına müdahale hakkından” vazgeçmesi durumunda yapılır. Çünkü Mehmet Ali Talat’ın müzakereleri devraldığı dönemden bu yana Rum tarafı ve Yunanistan, toprak,mülkiyet, haritalar, yönetim başlıklarında istedikleri her şeyi neredeyse aldılar. Güvenlik ve Garantiler başlığı da bugün değil Annan Planı döneminde pazarlığa açılmıştı. Çünkü diğer tüm konularda hakem müdahalesiyle de olsa uzlaşı sağlanmıştı, son nokta olan Güvenlik konusuna da sıra gelmişti. Bu çerçevede anlaşmanın işleyişinin izlenmesi niyetiyle  asker sayısının kademeli olarak azaltılarak 650’ye indirilmesi, Garantörlük Hakkı’nın devamına gerek olup olmadığına ise belli aralıklara yapılacak konferanslarda karar verilmesi hükümleri kayıt altına alınmıştı. Annan Planı reddedildiğinde Türk tarafı, bu anlaşmadaki “Her şey hakkında uzlaşı sağlanana dek hiçbir konuda uzlaşı sağlanmış sayılamaz” hükmün işlemesini bekledi. Ama bu olmadı. Aksine Türk tarafının kabul ettiği her türlü esneklik, mecburiyeti haline geldi; Rum tarafı ise daha önce kabul ettiklerini yeniden kabul etmek için yeni tavizler ve geri adımlar istedi. Rum tarafı, açık bir şekilde Annan Planı’ndaki kazanımlarını arttırmak ve kayıp olarak gördükleri eksikleri gidermek için müzakere yaptı. Türk tarafı ise müzakereleri yürütmeye mecbur tarafmış gibi davranarak, Rumları masada tutabilmek adına ince detaylar ve ana konularda Rumların tüm istediklerini karşıladı. Bugün gelinen noktada Güvenlik ve Garantiler meselesi, müzakerelerin ön şartı halini aldı. Birkaç güne iyi niyet göstergesi olarak Maraş’ın müzakere öncesi iadesi de gündeme gelirse şaşırmamalı.
Kıbrıs’ta Müzakerelerin yeniden başlatılmasının hazırlıkları bir süredir devam ediyor. Kamuoyları yoklanıyor. KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı, 30 Nisan 2018’de belge niteliği taşımayan Guterres’in önerilerini zemin alan bir girişimi desteklediğini açıklamıştı. Müzakereleri niye yeniden başlatma gereği duyduğu ayrı bir konu. KKTC Cumhurbaşkanı Akıncı’nın stratejik zemin yapmak istediği belge, Ada’da kalacak asker sayısını belirlemeyi sonraya bırakıyor ama tek taraflı müdahale hakkına artık gerek kalmadığını söylüyor. Akıncı, bu açıklamayı, KKTC Hükümetinin ve Meclisi’nin bilgisi dışında yapmıştı, tepki gördü. Türkiye Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Hami Aksoy da bunu reddetmiş,  “Rum tarafında esaslı bir zihniyet değişikliği olmadığı sürece biz aynı oyunu oynamaya niyetli değiliz. Rumların zihniyetiyle bir federal çözüme ulaşılamaz. Artık yeni bir yol denenmesi gerektiğini düşünüyoruz.” demişti. Akıncı’nın açıklaması, Çavuşoğlu’nun iki ayrı devlet modelinden bahsetmesi ve bunun Kıbrıs Türklerinde heyecan yaratması üzerine gelmişti. Nitekim, Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’nun 21 Nisan 2018’de Akıncı ve siyasi parti liderleriyle gerçekleştirdiği toplantıda “konfederasyon ya da iki ayrı devlet modeli üzerinde durulması önerisi”nde bulunduğu basına sızmıştı. Yani yeni bir yol denenmesi girişimi Akıncı’nın Gutarres Belgesi önerisi ile baltalanmıştı.
Dün de (17 Eylül 2018) Yunanistan Dışişleri Bakanı Kocias, müzakerelerin yeniden başlayacağını ve masada Güvenlik ve Garantiler konusunun olduğunu, bunu BM Genel Sekreteri’nin de İsviçre’deki müzakerelerde kabul ettiğini ve bu nedenle öncekine nazaran çok daha iyi bir pozisyondan başlayacaklarını söyledi. Kastettiği yine Guterres’in önerileriydi. Bahsettiğimiz öneri ise 30 Haziran 2017’de BM Genel Sekreteri Guterres’in taraflara verdiği ödevleri içeren gayri resmi, “non-paper” idi. Yani yeni bir müzakerenin çerçevesi olabilir diye kaleme alınmış bir belge söz konusu değil. Ama bu hamleler sonuç getirecektir. Eylül sonunda BM Genel Sekreteri Guterres liderlerle buluşacak ve muhtemelen müzakerelerin devamı kararını açıklayacak.

Etkin ve fiili garantörlük bütündür, bölünemez

Yunanistan ve Kıbrıs Rum Kesimi’nin zaten müzakerelerden muradı Türkiye’nin etkin ve fiili Garantörlüğünü ortadan kaldıran ya da işlemez kılan bir plana ulaşmak. Çünkü diğer her türlü ayrıntı Türkiye’nin etkisinin olmadığı bir ortamda kolayca çözülebilir, keza toprak, mülkiyet, yönetim başlıkları da Rum tarafının isteklerine uygun bir çerçevede şekillendi. Güvenlik ve Garantiler başlığı, Garanti ve İttifak Anlaşmaları ile ilgili. Garanti ve İttifak Anlaşmaları birbirinin ayrılmaz parçasıdır. Kağıt üzerinde kalmış, hukuken var olan ancak harekete geçme kabiliyeti tanımayan bir sistem güvence oluşturamaz. İttifak Anlaşması Ada’da asker bulundurma hakkı tanır ve Garantörlüğün fiili bir Garantörlük olmasını sağlar. Garanti Anlaşması’nda yer alan “tek yanlı müdahale hakkı” da Garantörlüğün etkin bir güvence sağlamasının teminatıdır. Rum tarafının bu husustaki talebi Garanti ve İttifak Anlaşması’nın iptalidir ancak gerçekte elde etmeyi umduğu Ada’da asker kalmaması ve “tek taraflı müdahale hakkı”na ilişkin düzenlemenin ortadan kaldırılmasıdır. Dolayısıyla kağıt üzerinde kalacak bir Garanti Anlaşması’na itiraz etmeyecektir.
Son müzakere sürecinde Türk tarafının üç önerisi gündeme gelmişti:
1-Türkiye’nin sadece Türklerin yaşadığı yerlerde geçerli olacak Garantörlük Hakkı’nın olması,
2- Garantörlük yerine Türkiye, Yunanistan, İngiltere’den oluşan çok uluslu gücün konuşlanması,
3- Garantörlük Hakkı’nın süreli olarak (15 yıl) devamının yeni planda yer alması.
Bunlara ek olarak Yunan Tae Nea gazetesi de Türkiye’nin Ada’da İngiltere gibi bir askeri üs kurmak istediğini yazmıştı.
Türk tarafı bu önerileri, anlaşmada gereken ilerlemenin sağlanamadığının farkında olmasına rağmen Rum tarafının masada kalmasını sağlamak için getirmiş olmalı. Bunların hiç biri Garanti ve İttifak Anlaşması’nın ikamesi değildir, olamaz. Uluslararası anlaşma olması nedeniyle uluslararası hukuk güvencesinde olan Garanti ve İttifak Anlaşmaları üzerinde oynanmasını bir kez kabul ettiğinde Türkiye, bu güvenceyi kaybedecektir. Bilinmelidir ki Türkiye’nin bu hakkı ve haklı pozisyonu, Kıbrıslı Türklerin (ve Rumların da) güvenliği bakımından olduğu kadar doğrudan Doğu Akdeniz dengeleri bakımından da önemlidir. Bu dengeler başta Türkiye’nin güvenliği ve aynı zamanda ekonomik çıkarları ve en önemlisi de deniz egemenlik haklarıyla ilgilidir. Diğer Garantör ülkelerin çekilmesi de dahil olmak üzere hiçbir baskı ya da pazarlık Türkiye istemediği/kabul etmediği müddetçe Türkiye’nin 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmaları’ndan doğan haklarında bir değişiklik yaratmayacaktır.

Olası yanıltma yöntemleri

 Müzakerelerin yeniden başlatılacağı anlaşılıyor. Bu süreçte 1960 Garanti ve İttifak Anlaşmalarının sağladığı etkin (müdahale hakkı) ve fiilî (sürekli askeri birlik konuşlandırma yetkisi) hak ve yetkileri tartışmaya açacak her türlü girişime dikkat kesilmek gerekir. İçerikte yapılacak her türlü değişim, ilk anlaşmanın güvence niteliğini kaybetmesine sebep olacaktır. Kıbrıslı Türklerin garanti ve güvenlik şemsiyesinin işlevsizleşmesi kadar kısa sürede Kıbrıs’ın Türkiye için tehdit ve tehlike üreten bir merkez halini alması da kaçınılmazdır. Girit’in önce Türksüzleştirildiği ve ardından S-300 füzelerine ev sahibi yapıldığı unutulmamalıdır.
Öte yandan örneğin süreli Garantörlük Hakkı ve kademeli asker çekme gibi  hususların bir kısmı Annan Planı’nda da vardı zaten yanılgısına düşülmemeli. Çünkü kötü bir anlaşmaydı ama verilen tavizlerin bir karşılığı vardı. Sonraki süreçte, özellikle Akıncı döneminde Türk tarafının göreceli edinimleri kaybedildi. Akıncı, en son harita ve Güzelyurt’u karşılığında hiçbir şey alamadan vererek Türk halkının kaybını katmerlendirdi.
Bir diğer yanılgı da zamanlamayla ilgilidir. Sıranın Güvenlik ve Garantiler başlığına gelebilmesi için kalıcı, sürdürülebilir ve adil bir anlaşma sağlanmış olması gerekir. Crans Montana sürecindeki son haliyle plan kalıcı, sürdürülebilir ve adil değildi. Garantörlük Hakkı zaten böyle dönemler için gereklidir. Türkiye, ortaya çıkacak yeni devletin bağımsızlığını, toprak bütünlüğünü, güvenliğini, federal anayasa düzenini, iki kesimliliği (anlaşmada zaten ortadan kaldırılmıştır), federe devletlerin kurucu ortak statüsünü (varlığı tartışmalıdır) garanti etmeyi sürdürmek zorundadır. Adil ve kalıcı bir barış planının oluşması durumunda ise askerin kademeli geri çekilişi ve 1960 İttifak Anlaşması’nda öngörülen Türkiye için 650, Yunanistan için 950 seviyesine indirilmesi düzenlenebilir. Garantörlüğün sulandırılması ya da kaldırılması, kalıcı ve adil bir planın oluşturulmasına da engel olacaktır. Rumlar diğer aksaklıkları konuşmaya yanaşmayacaktır.
Kaldı ki Türk tarafı müzakerelere muhtaç ve sürecin ezik tarafı rolünden de sıyrılmalıdır. Rum tarafında gerçekten de hiçbir değişiklik esaslı bir zihniyet değişimi olmamıştır. Kıbrıs Rum tarafından güven arttırıcı önlemler alması istenmelidir. Bunların başında Rum parlamentosunda 1967’de kabul edilen Enosis kararının ve Akritas Planı’nın aynı parlamentoda kınanması, EOKA A ve EOKA B’nin Ada’da yarattığı kaos ortamı ve gerçekleştirdiği tüm katliamlar için Rum ve Türk halklarından özür dilemesi,  mağdurlara veya yakınlarına –örneğin- daha önce Ortega Raporu ile tespit edilmiş esaslar üzerinden gerekli tazminatları ödemesi ve hayatta olan sorumlularına dönük bir yargılama faaliyeti başlatması istenmelidir.
Bugün kurulacak bir masa, Türkiye ve Kıbrıs Türkü için düne göre daha fazla zarar doğuracaktır. Türkiye’nin enerjisinin çok fazla bölündüğü, müttefik ilişkilerinin iç yüzünün ortaya serildiği, AB’nin açıkça taraf olduğu, ABD’nin Yunanistan’ı Doğu Akdeniz’in jandarması ilan ettiği bir ortamda masanın kurulmasına izin verilmesi söz konusu olamaz. Crans Montana Zirvesi çöktüğü zaman Türkiye Dışişleri Bakanı’nın bundan böyle BM parametrelerini zemin kabul etmeyecekleri açıklaması haklı, hukuka uygun, onurlu ve yerinde bir tavırdı, bu yaklaşımın korunması gerekir.

13 Şubat 2018 Salı

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 4

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 4


Türk Milliyetçiliği ve Kıbrıs,
Tanıl Bora | (Sayı : 77 - Eylül 1995)




BİR KİMLİK İNKÂRI OLARAK AYNILAŞTIRMA

Kıbrıs meselesi, bir “millî dava” olarak yaklaşık 50 yıldır Türk milliyetçiliğinin temel kalıpları için levazımat sağlıyor. Bu meselenin ‘millî kamuoyunda’ ele alınışındaki belki en çarpıcı özellik ise, “Kıbrıs’ın elden gitmesi” tehlikesine karşı milleti teyakkuzda tutan o kesif hamasetin berisindeki derin bilgisizlik ve ilgisizlik olsa gerek. Kastettiğim, sorunun siyasî, tarihî, diplomatik, stratejik vb. yönlerine ilişkin veri ve düşünce birikiminin ve dolaşımının yetersizliğinden öte bir şey (sözü edilen yönlerden bilgisizlik ve ‘düşüncesizlik’ zaten her konuda mevcut): Kıbrıslı Türk kimliğine, daha isabetli bir yazımla Kıbrıslıtürk1 kimliğine ilişkin kayıtsızlık... Yaşın’ın Kıbrıslıtürk edebiyatında saptadığı kendini önemsememe halinin kaynağı, önemsenmemedir - yani Türkiye’nin Kıbrıs’ı, Kıbrıslılık halini önemsememesi. Kıbrıslıtürk kimliği, Türkiye Türklüğüyle aynılaştırılmıştır. Kafkasya, Orta Asya ve Balkan Türkleri gibi başka soydaşlara bu ölçüde ‘reva’ görülmeyen aynılık, resmî Kıbrıslıtürk milliyetçiliğince de onaylanır: Denktaş 1993 Mayıs’ında TBMM’de yaptığı konuşmada “mensubu bulunmakla iftihar ettiğimiz Yüce Türk Ulusu” ifadesini kullanmıştı. Türklüğü bir etnik üst kimlik olarak anarken devletsel yapılar niteliğindeki Türk ulusları arasında olsa olsa ‘akrabalığı’ vurgulayan Orta Asyalı “soydaşların” başvurmadığı bu ifade biçimi; Kıbrıslıtürkleri gerek anlam gerekse retorik itibarıyla Türkiye Türklüğünün şubesi olarak konumlandırıyor... Bu özdeşleşme, milliyetçi tarihüstücülüğün bakış açısından, Türkiye ile Kıbrıslıtürkler arasındaki soy, tarih, coğrafya bağlarının fevkalâdeliğine atıfla kanıtlanmaya çalışılır gerçi; oysa ancak siyasî sebeplerle açıklanabilir ve milliyetçi ideoloji tarafından kurulan bir aynılıktır.

Aynılaştırmanın sonucu, Kıbrıslıtürk kimliğinin özgüllüğünün, Türk milliyetçiliği ideolojisi içinde bir ‘yerel’ farklılık olarak bile (örneğin Kürtlerin özgün bir ‘lehçe topluluğu’ veya ‘boy’ olarak tasvirindeki gibi!) tanınmamasıdır. Türk milliyetçiliği Kıbrıslıtürk kimliğinin özgünlüklerini folklorik düzeyde bile ele almaz, ayırdetmez, merak etmez. Kıbrıslıtürk kimliğinin ikidilliliğinden, ikikültürlülüğünden, ‘aradalığından’ doğabilecek bireşimler nafile hale gelir; dahası bunların dışavurumu Türklükten uzaklaşma ve hıyanet olarak damgalanır. (Bu baskının, ‘aradalıktan’ kaçma eğilimini fiziken adadan kaçmaya varacak ölçüde körüklediğini biliyoruz.) Kıbrıslıtürk kimliğinin özgünlüklerine nüfuz etmemesi, edememesi, Türk milliyetçiliğinin ‘buluğa ermemişliğinin’ bir göstergesidir. Türk milliyetçiliği, romantik dönemini ikmal ederek ‘incelmiş’, kendi içinde çoğulcu bir milliyetçilik anlayışına uzaktır. Onun içindir ki, bırakalım Kıbrıs’ı ve etnik kimlikleri, ‘masum’ yerel ve bölgesel kimlik dışavurumları bile Türkiye’de resmî-millî ideoloji tarafından kuşkuyla karşılanır, “bölücülük”le kodlanır. Kamu hizmetlerindeki yöre kayırmacılığında, ilçelerin il olma mücadelelerinin dramatikleşmesinde veya örneğin bazı köylerini il olan Yalova’ya ‘kaptıran’ Karamürsel’in belediye başkanının ‘davasını’ meşrûlaştırmak için “Karamürsel’in toprak bütünlüğü” kalıbına başvurmasında; millî kimliğe sadakatte hiçbir kusuru olmayan yerel-bölgesel kimliklerin kendini ifade etmesinin dahi bastırılagelmesiyle birikmiş basıncı görebiliriz.

Türk milliyetçiliğinin ‘ontolojist’2 basmakalıpçılığında Kıbrıs’ın “yavruvatan” olarak kalıplandığını herkes bilir. Anavatan-yavruvatan metaforunun anlamı açıktır: Kıbrıs Türkiye’nin himayesi ve velâyeti altındadır. Türkiyeli Türk-Kıbrıslıtürk kimliğinin aynılaştırılması tam da bu noktada yaralıdır, zira soydaşlar eşit değildir. Kıbrıslıtürklüğün eşit ve reşit sayılmayan konumu, Türkiye’den başka bir devletçe tanınmayan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne (KKTC) uygulanan resmî protokolün parodivâri görüntüsünün örtemediği hamilik ve velâyet ilişkisinde kendini gösterir. KKTC, milliyetçi hamasette güyâ “17. Türk Devleti”dir; ama hava raporları ve millî bayramlar gibi pek çok gündelik ritüel, oranın aslında özel statülü bir il olduğunu herkese gösterir. Türkiye’deki bir özel televizyon kanalında dönemin KKTC Başbakanı Derviş Eroğlu’yla söyleşen gazetecilerin “kaba, küçümseyici, azarlar gibi” davranabilmesi, bu protokolün parodik niteliğinin hatırlanması, hatırlatılmasıdır (yüze vurulması) aslında. Türk milliyetçilerinin parodiyi ciddiye aldırmaya dönük tepkisi ise, bir Türk devletleri silsilesinin metropolü olma hayaline yaslanır - hiç değilse Türkofil bir ‘uluslar topluluğu’ hayali: “Mesela İspanyolca konuşulan ülkelerin anavatanları olarak nitelenebilen İspanya’da üç-buçuk gazeteci yine mesela bırakın Arjantin, Kolombiya, Bolivya, Şili’yi, ama bir Nikaragua Başbakanına bile (abç.) böyle davranamazdı.(...) KKTC ve diğer Türk Devletlerinin yetkililerine lâyık oldukları hürmeti göstermezsek, diğer devletlerden bunu nasıl talep edebiliriz?”3 Türk milliyetçiliği açısından KKTC, bir toprak ve egemenlik kazanımını temsil edişiyle, irredenta hayalinin ele gelir bir cisimleşmesi olarak hürmete değerdir. Ne var ki Orta Asya Türki cumhuriyetlerinin bağımsızlaşmasından ve Türkiye ile bu cumhuriyetler arasındaki ilişkinin gelişmesinden sonra, KKTC’nin ‘Türk uluslar topluluğu’ içindeki simgesel ve protokoler konumu çok gerilerdedir. (KKTC’nin Azerbaycan ve Orta Asya Türki cumhuriyetlerince tanınmadığını unutmamalı!) KKTC, ‘yeni-Turancı’ bir Türk uluslar topluluğu perspektifinde özgül şahsiyeti en az ‘takılan’ azadır, böylelikle de özgül Türki kimlikleri Türkiye-merkezli bir yekpâre Türklük kimliğine indirgeme tasarımının en sağlam nümunesi...4

Kıbrıslıtürkleri Türkiyeli Türklerle aynılaştırmanın paradoksunu teşkil eden bu eşitlik ve reşitlik açığı, her milliyetçiliğin anavatanı ile dıştaki azınlık toplulukları arasındaki ilişkiye özgü dengesizliğin sonucudur. Anavatan dışındaki millî azınlık, merkez-çevre ilişkisindeki konumundan ötürü taşradır, ayrıca yabancı -hattâ düşman- etnilerle komşuluğundan ötürü kültürel yönden -meraklısı açısından, kan yönünden de- ‘karışma’, melezleşme tehlikesine tâbi sayılır. Millî harareti yükseltmedeki emsalsiz işlevinden ötürü dıştaki azınlığın soyut kimliğine büyük değer bahşeden araçsalcı milliyetçilik zihniyeti, onun somut şahsiyetini pek önemsemez, örtük olarak ise küçümsemekten, horlamaktan geri durmaz. Anavatan milliyetçiliğini -özellikle onun radikal kolunu- benimseyen dış azınlık mensuplarının şovenizmde en ileri gitmeleri (azınlık oldukları toplumdaki çoğunluk milliyetçiliğinin baskısına gösterdikleri reaksiyon yanında), bu özgül ağırlığı düşük soydaşlık statüsünden kurtulma kaygısından da kaynaklanır.5

KIBRIS’IN MİLLÎ DAVALAR REPERTUVARINDAKİ GECİKMİŞLİĞİ - VE BUNU TELAFİ TELAŞI


Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs’ı ele alışındaki indirgemecilik ve araçsalcılık, her anavatan milliyetçiliğinin dıştaki azınlık şubelerine bakışındaki ortalama dozu aşan bir düzeye ulaşıyor. Bunun ilk sebebi, Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs’ı mesele edinmesindeki gecikme ve peydahlanan ilginin yapaylığıdır. Kıbrıs, en geç I. Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren, resmî Türk milliyetçiliğinin menzili dışında kaldı. Misak-ı Millî sınırlarına dahil olmadığı gibi, Millî Mücadele’yle ilişiği de çok sınırlıydı. Osmanlı vatanseverliğinin vâdesinin Osmanlı ‘anakarasına’ göre daha uzun sürdüğü Kıbrıs’ta, Müslüman topluluğu kendini yeni Türk ulus-devletiyle özdeşleştirmekten de ‘geri kaldı’; böylelikle uzun süre “çoğunluğu olmayan azınlık”6 konumuna itildi. Türk milliyetçiliğinin ‘gönlünde’ de, ne Balkanlar gibi büyük acılarla yiten bir yurt, ne Musul-Kerkük gibi Anadolu’yla iktisadî ve toplumsal ilişkileri süren ve üstelik Lozan’ın son aşamalarına dek ihtilâflı bir toprak olan, ne de Orta Asya gibi ‘vaadedilmiş ülke’ hayallerini süsleyen Kıbrıs’ın yeri vardı.7 Türk milliyetçiliği sadece resmî yüzüyle değil, radikal ve ırkçı kanatlarıyla da Kıbrıs meselesine uzak kaldı. Türkçü literatürde Kıbrıs ancak dünya Türklüğünün tam dökümü verilirken anılıp geçmiş, asla Balkan, Kerkük hele Kafkasya ve Orta Asya “Türklüğü” gibi önemsenmemiştir. Nihal Atsız’ın külliyatında Kıbrıs sadece 1974 harekâtı vesilesiyle konu edilecektir. Üstelik çok bariz bir araçsalcı mantıkla: Onyıllar sonra girilen bir savaşın “milleti canlandırmasındaki” faydasıyla; Kerkük gibi ‘esas’ millî davaları hatırlatmasıyla; bir dış dava olarak içerdeki karışıklığı yatıştırmaktaki yararıyla...8 Kıbrıs’ın “millî dava” haline getirildiği 1950’lerde, Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs’ı ihmali, özeleştiriye konu olmuştur. Türkiye Kıbrıs’la ilgilenmezken Yunanlıların orada sistematik biçimde millî şuuru geliştirmiş olmasına imrenilmiş; milliyetçi kültür politikası lüzumunu imparatorluk devrine teşmil eden -ancak Türk milliyetçiliğinin oluşumunun gecikmesine yerinme anlamı taşıyabilecek- anakronik hayıflanmalar yapılmıştır: “Vaktiyle uzun vadeli düşünse idik, bugün Kıbrıs’ta Türk ırkı, Türk dili ve kültürü azınlıkta olmazdı.”9

2. Dünya Savaşı sonrasında Kıbrıs’ta Yunanistan’la birleşmeyi hedefleyen fraksiyonun ağır bastığı Kıbrıslırum milliyetçiliğinin öncülüğünde İngiltere yönetimine karşı bağımsızlık hareketi başladığında da, Türkiye Kıbrıs’a ilgisizliğini epey bir müddet sürdürdü. DP kurucusu Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü’nün 1950’de sarfettiği “bizim için Kıbrıs meselesi diye bir mesele yoktur” sözü meşhurdur. Buna mukabil 1950-55 döneminde Kıbrıs meselesi, ‘sivil’ milliyetçi hareketin ana mesaisini oluşturdu. Nüvesini 1944 tasfiyesinin yaralarını saran Türkçü kadroların oluşturduğu, Kıbrıs’la ilgili çeşitli milliyetçi dernekler kuruldu (Kıbrısı Koruma Cemiyeti, Kıbrıs Türk Kültür ve Yardım Cemiyeti, Kıbrıs Okullarından Yetişenler Cemiyeti). Bu derneklerin söyleminde Yunan düşmanlığını dahi ikincilleştirebilen anti-komünizm baskındı; Kıbrıs’ta “Rum vatandaşların büyük bir ekseriyeti maattessüf komünist olduğu” ve nihai gayenin Kıbrıs’ın Rusya’ya kazandırılması olduğu savunuluyordu.10 Bu komplocu tefehhüm, Türkçü milliyetçiliğin Kıbrıs gerçeğine yabancılığına ve demagojik ezberciliğine delâlettir. Az sonra, Millî Mücadele’yi, Sakarya Savaşını hatırlatan sloganlarla cengâver bir hamaset edebiyatı eşliğinde Yunan düşmanlığı öne çıktı. Hatay örneğine atıfla Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağlanmasını hayal edenler de oldu. Zaten milliyetçi hareketin Kıbrıs’a ilişkin tezi, “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” ‘dayılanmasından’ ibaretti. DP iktidarı “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” şiarını lâfzen benimsemekle birlikte 1950’lerin ortasına kadar Kıbrıs’a somut bir ilgi göstermediği gibi milliyetçi hareketin kampanyasını da gemlemeye çalıştı. Ağustos 1950’de kurulan Kıbrısı Koruma Cemiyeti 4 Kasım 1950 tarihli hükümet kararıyla kapatıldı.11 1954’ün 9 Eylül’ünde İzmir’in kurtuluşu törenleri, Kıbrıs’la ilgili tahriklere meydan vermeme maksadıyla iptal edildi.12

1950’lerin ortasında, Türkçü-milliyetçi hareketin Kıbrıs seferberliğiyle devletin Kıbrıs politikası yakınlaştı; Kıbrıs’a ilişkin resmî söylem milliyetçi hareketin şoven söylemiyle bütünleşti. Kıbrıs’ın böylelikle “millî dava” mertebesine yükselmesi tam anlamıyla bir ‘ithal ürünü’dür. Zira Türkiye’nin Kıbrıs’la enerjik bir biçimde ilgilenmesi, bağımsızlaşma yolundaki adada “sömürgeci emperyalist” kisvesinden kurtulmaya çalışan İngiltere’nin Türkiye’yi uluslararası müzakere sürecine katarak sorumluluğu paylaşmasıyla başladı.13 Kıbrıs’a ilişkin bir hazırlığı ve politikası olmayan Türkiye’nin “adanın iadesini” talep edince, Türkçü-milliyetçi hareketin hiçbir somut siyasal tasarıma dayanmayan “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” ezberi, resmî politika hüviyetine bürünmüş oldu. 1957’ye kadar izi sürülen “Kıbrıs Türktür Türk Kalacaktır” sloganı, hayalciliği anlaşılınca ve uluslararası müzakerelerde somut çözüm seçenekleri belirince yerini “Ya Taksim Ya Ölüm” sloganına bıraktı. Kıbrıs’ın Türk ve Yunan cemaatleri arasında bölünmesini savunan Taksim Tezi, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını öngören Enosis’in ‘kontrası’ idi. 1959’da Yunanistan hükümeti Enosis’ten uzaklaşıp iki toplumlu cumhuriyet modeli üzerinde mutabakat sağlanınca Taksim Tezi bırakıldı. (1967’deki bunalımda Başbakan Demirel Yunanistan’ın sunduğu taksim seçeneğini reddedecekti.)

’50’lerin ikinci yarısında Yunan ve Kıbrıslırum politikasına reaksiyonla belirlenen hükümet politikasının ‘kamuoyu çalışmasını’ yürütme şansını yakalayan Türkçü-milliyetçi hareket, ’50’lerin ilk yarısındaki ‘uç’ görüntüsünden sıyrılıp yaygınlaştı, meşrûlaştı. Resmî teşvik gören popüler “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” ve “Ya Taksim Ya Ölüm” kampanyalarında Türkçü-milliyetçi kadrolar önde gelen roller oynadılar. Kıbrıs kampanyaları, devletin “millî davalar” için ‘sivil’ seferberliği teşvik edip örgütlemeye ve kamuoyunun “millî dava” etrafında kenetlenmesini sağlamaya dönük faşizan pratiğinde önemli bir eşiktir. Bu kampanyalar, kapitalist modernleşmede önemli mesafeler katetmekte olan ülkede millî kamuoyu yaratmaya dönük seferberlik mekanizmalarının modernleşmesine, popülerleşmesine ve kitleselleşmesine büyük katkı sağlayan tatbikatlar işlevini gördüler. O dönemde yayımına başlayan Hürriyet’in, kitlesel popüler basın usullerini Türkiye’ye yerleştiren tecrübe de, bu gazetenin şoven Kıbrıs kampanyasıydı.14 1950’lerin ikinci yarısındaki Kıbrıs’a ilişkin neşriyat patlaması, bu kampanya vesilesiyle demagoji ve hakaret yüklü hamasi milliyetçilik üslûbunun ‘gelişmesine’ tanıklık eder - aynı zamanda da bu gelişmenin motorudur.15

Hakaret ve aşağılamayla yüklü faşizan bir düşmanlaştırma stratejisine dayalı bu milliyetçilik üslûbunun baş mağduru tabiî ki Türkiye’deki Rum cemaati oldu. Kıbrıslırum cemaatindeki bağımsızlıkçılık-ilhakçılık ayrımını görmezden gelen “Enosis” ezberiyle birlikte sıfatsız kullanılan “Rum/Yunan” isminin küfürleştirilmesi; 2. Dünya Savaşı dönemi ve arefesinde atılan azınlık karşıtı ırkçılık tohumlarını yeşertti.16 Körüklenen Rum düşmanlığının yol açtığı -ve resmî provokasyonun boyutunun ‘ortamı hazırlamak’tan ibaret kalmadığına dair güçlü emareler bulunan- 6-7 Eylül 1955 olayları, asırlardır bu topraklarda yaşayan Türkiyeli Rumların sürgün edilmesine dönük ilk hamle oldu.17 Kısacası, Kıbrıs meselesi 1923-1950 döneminde altın çağını yaşayan Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin bozulmasında temel âmil olurken;18 Türk milliyetçiliği, resmî yani Kemalist yüzüyle de, bu vesileyi ırkçı ve şoven bir Rum/Yunan düşmanlığı söylemini serpiltmek için değerlendirmekte tereddüt göstermemiştir.

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN KIBRIS TEZLERİ - KIBRIS MESELESİNİN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN ZİHNİYET KALIPLARININ OLUŞUMUNA KATKISI


Türk milliyetçiliği Kıbrıs’a ilişkin tezlerini 1950’lerin ikinci yarısında ikmal etti. Bu tezlerin odağında, elbette, “Kıbrıs Türktür” şiarı ve onun ispatları yer almaktaydı. “Kıbrıs adası bizim Anadolu’nun denize fırlamış bir parçası” idi; “hem maddi, hem manevi bir parçası”.19 “Kıbrıs’ı Anadolu’dan gözlerimizle görüyor” olmamızı Kıbrıs’ın “bizim” olduğuna dair yeterli karine sayan milliyetçi ajitatör Osman Yüksel Serdengeçti, Kıbrıs coğrafyasından hurufi tefsirler çıkarıyordu: “Jeologlara göre, Kıbrıs Anadolu’dan ayrılmış bir parçadır. Bu ilmi bir hakikattir. Haritaya bakılsın: Kıbrıs âdeta bir ucuyla, parmağıyla İskenderun körfezini göstermektedir. Bu haliyle yeşil ada, sanki ‘ben oradan ayrıldım. Ben orayı istiyorum’ demektedir.”20 Coğrafya ve jeolojiye başvuran bu ‘maddi’ kanıtlar, adadaki Osmanlı ve Türk varlığının kıdemiyle pekiştiriliyordu. Irkçı bir milliyetçilik görüşüne sahip olan tarihçi İsmail Hakkı Danişmend, 353 senelik Osmanlı hâkimiyetine ilâveten, Osmanlı’nın hukuki vârisi olduğu ilk İslâm hilâfetinin adada 255 sene sürmüş egemenliğini de Kıbrıs’ın Türk-İslâm kıdemine ekliyordu.21 Kıbrıs’ın Osmanlı tarafından fethinin “50 bin Türk canına malolması”, bu kıdemi -hâlâ hesabı tutulan- kan bedeli hakkıyla pekiştiriyordu.22 Danişmend, “antropoloji bakımından” da Kıbrıslı Rumların Yunanlılıkla alâkasının olmadığı, bunların ırken karışmış bulunduğu; buna karşılık ada Türklerinin, Anadolu’dan nakledildikleri için, “ırk, din, dil, mezhep, coğrafya ve tarih birliği bakımından Türkiye Türklüğünden ayrılmasına imkân olmadığı” iddiasındaydı. İsmail Hakkı Danişmend’in has bir örneği olduğu coğrafi ve ırki organizmacılık, kolayca, “Kıbrıs’ın Anadolusuz ve Anadolu’nun da Kıbrıssız yaşayamayacağı”nı vaz’eden alarmizme varıyordu:

Kıbrıs, “(başkasının eline geçmesi halinde) çok tehlikeli ve hayati bir sevk-ül-ceyş (strateji) üssü” idi. ‘Aslında’ Anadolu’nun kopmaz bir parçası saydığı adayı ‘Anadolu için’ bir üsse indirgeyerek dışlaştıran23 bu alarmizm, Kıbrıs’la ilgili bir misyon duygusunu, yükümlen(dir)ici bir söylemi beraberinde getirmekteydi. Özellikle 1964’te Enosisçi şiddetin tırmanması karşısında Kıbrıs Türk cemaati önderliğinin canhırâş yardım çağrıları, bu yükümlen(dir)me söylemini güçlendirdi. Millî yükümlülük bilinci, Kıbrıslıtürklerin anavatana muhtaçlığını ve hasretliğini işlenerek yükseltilmeye çalışıldı: “Girne yolunu -sırf- dağ yamaçlarından veya limandan, Toroslar’ı seyretmek için -vakitli vakitsiz- katedenler bilirim... Bakarlar, bakarlar, bakarlar... ve dönerlerdi!”24 Kıbrıslıtürklerin Türkiye’ye mecburiyetini ve muhtaçlığını işleyen patetik edebiyat, Türk milliyetçiliğinin pseudo-mistik (güyâ-mistik, kaba mistik) bir kalıbının önemli ve popüler vesilelerinden olmuştur: Türkiye’nin geniş bir coğrafi kendisine muhtaç olanlar sayesinde, kendisine rağmen ‘büyük’ bir güç olduğuna, yönetenlerinin duyarsızlığına rağmen ezeli-ebedi davalarından kaçamadığına dair mistikleştirmenin... (Bu pseudo-mistik şimdilerde revaç ve bol vesile buluyor!) Kıbrıs’ın coğrafya ve nüfus açısından ‘minyonluğu’, böylece pompalanan büyüklenmeyi desteklemeye yarayan bir motiftir; en nihayetinde ‘istesek yutacağımız’ bir adacıktır burası: “Akdeniz kıyılarından 25 milyon Türk kolunu şöyle bir uzatsa, Kıbrıs yeşil bir çınar yaprağı gibi avuçlarımızın içine düşer!”25

Kıbrıs meselesi, Türk milliyetçiliğinin şizofrenik Batı algısının iyice ‘bulanmasında’ da önemli pay sahibidir. Özellikle 1963/64 ve 1967 kıyımlarında uluslararası politikaya yön veren Batılı büyük güçlerin tutumu, hele bu kıyımlar üzerine Türkiye’de yükselen askerî müdahale ateşinin ABD tarafından söndürülmesi (ünlü Johnson Mektubunun azarlayıcı edası), Türk milliyetçiliğinin Batı karşısındaki kuşkucu ve komplocu evhâmına gıda oldu. ABD ve İngiltere’nin Kıbrıs’ta Türklere yapılan zulme hoşgörü gösterdiği, hattâ gizli onay verdiği; zaten Kıbrıslı rum nüfusunun fazlalığının da (ki Kıbrıs meselesinde Yunan tezinin en kuvvetli dayanağıydı) yıllar boyunca Rumları kayıran İngiliz idaresinden kaynaklandığı yorumları yapıldı. Batı dünyasının (veya Haçlılığın) Türklüğün belini kırmaya dönük her teşebbüsün gizli destekçisi olduğu inanışı, cumhuriyetin kuruluşundan beri ilk kez yaygın biçimde Kıbrıs vesilesiyle belirdi. 1974 “Kıbrıs Barış Harekâtı” sonrasında Batılı büyük güçlerle başlayan sonu gelmez diplomatik çekişme, Türk milliyetçiliğinin -sadece radikal milliyetçiliğin değil resmî milliyetçiliğin- Batı’ya bakan gözüne kalıcı bir diken saplamıştır. Batı karşısında 1974 Kıbrıs Harekâtı’nın meşrûluğunu savunmada geliştirilen son kontratak, harekâttan “adada etnik temizliği önleyen” bir iş olarak sözedilerek, Bosna’daki etnik temizliğe seyirci kalan Batı’ya nispet yapılmasıdır!26

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN KIBRIS’A NÜFUZU


1940’lar Kıbrıslırum milliyetçiliğinin yükselişi karşısında Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinin palazlanması, Türkiyeli Türk milliyetçiliğinin adaya nüfuzuna zemin hazırladı. 1950’lerin sonuna gelindiğinde Türk milliyetçiliğinin Kıbrıslıtürk milliyetçiliği üzerindeki fiilî ve ideolojik denetimi belirgindi. Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinin Türkiye’ye odaklanmış ve Kıbrıs’ı ‘anlamını’ Türkiye için taşıdığı stratejik öneme indirgeyen perspektifi, bir Kıbrıslı Türk milliyetçisinin şu anlatımında açıkça görünür: “... daha bu nesil (Türk bayrağı önünde ‘Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır’ andı içen nesil) üniversite tahsiline yeni başlamıştı ki, kendisine ‘Yanlış bir parola peşindesiniz; bundan böyle ya Taksim ya Ölüm diyeceksiniz’ dendi. Bunun neticesi olarak üniversite yıllarında Kıbrıs davasına daha gerçekçi bir gözle bakmaya başladık. Ve anladık ki Kıbrıs, 120 bin kişilik Kıbrıs Türk’ünün bir menfaat davası değil, tam aksine Türkiye Cumhuriyeti’nin bir güvenlik davasıdır. Türkiye’nin batısındaki komşusu tarafından denizden ve havadan nasıl rahatsız edildiğini o dönemde öğrendik. Kıbrıs’ta kurulacak bir Yunan hakimiyetinin, Türkiye’nin güneyinde de aynı rahatsızlığı doğuracağı aşikârdı. İşte o zaman, Kıbrıs’ın Türkiye için ne denli önem taşıdığını idrak ettik. Kıbrıs’ın bölünmesi ile Kuzey Kıbrıs’ta kurulacak bir Türk hakimiyeti bu maksada hizmet edebilecek miydi? ‘Evet’ deniyordu yanıt olarak. Biz de ‘Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır’ ideolojisini gönlümüze gömüp üzerine ‘Ya Taksim ya Ölüm’ parolasını oturttuk.” 1974 Askeri Harekâtının yorumunda, Kıbrıs’ın Türkiye uğruna feda olmasına amâdelik, doruğa çıkar: “Öldük ama böldük. Artık Türkiye’nin güney sahilleri güvence altında olacaktır.”27 Anavatanın çıkarlarına ve iradesine mutlak teslimiyeti ‘emreden’ Türk milliyetçiliğinin nüfuzu, bir millî hattâ yerel kimlik olarak Kıbrıslıtürk kimliğinin olgunlaşmasını önlemiştir. Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinin, Türk milliyetçiliğinin ırkçı ve faşizan kanadının yoğun etkisine marûz kalması, bu rüşd engelini daha da yükseltti. (1950’lerin başından itibaren Türkiye’de milliyetçi hareket içinde etkin bir isim olan Kıbrıslı Derviş Manizade, radikal Türk milliyetçiliği ile Kıbrıslıtürk milliyetçiliği arasındaki bağlantıyı simgeleyen bir figürdür.) Özellikle 1974 Harekâtı arefesinde, Kıbrıslıtürk milliyetçileri arasında ırkçı-Türkçü milliyetçiliğin nüfuzu barizdi. 1970’lerin başında Kıbrıslıtürk cemaatine dönük yarı-resmî propaganda broşürleri basan yayınevi “Ergenekon” adını taşıyor; Ergenekon yayınlarında “Ana Hedef-Ana Dava-Ülkü” silsilesi içinde anavatana bağlanma zarureti (yani ‘kontr-Enosis’) işleniyordu.28 Kıbrıslırum tedhişçiliğine karşı savunma için örgütlenen ama kendi milliyetçilik çizgisine getirmeyi hedeflediği Kıbrıslıtürk cemaatini de ‘yeterince’ yıldıran Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT), bu ırkçı-Türkçü akımın aleti işlevini gördü.29 1974’den sonra, Türkiye-merkezci bakışın siyasi hâkimiyetini sürdürmesine mukabil, ırkçı-Türkçü yaklaşımın Kıbrıslıtürk milliyetçiliği üzerindeki tesirinin 1970’lerin ilk yarısındaki düzeyine göre gerilediği söylenebilir.30 Türkiye’nin mütehakkim nüfuzuna ve Anadolu’dan gelen kimi göçmen topluluklarının “kurtarıcı”nın efendilik hakkını temsile yönelmesine tepkiyle; müstakil bir Kıbrıslıtürk kimliğini hattâ belki bir Kıbrıs ulusçuluğunu geliştirmeye dönük bir çabanın emareleri de mevcut.31

“HATAY MODELİ”-“VER KURTUL” İKİLEMİ


1992’de Kıbrıs’la ilgili uluslararası müzakerelerin yeniden başlatılışından beri, adada gevşek bir federasyon veya konfederasyon formülü ile Rum ve Türk devletçiklerini kesin olarak ayrıştıracak bir çözümsüzlük arasındaki salınım yine şiddetlendi. Buna koşut olarak, Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs’la ilgili çözüm önerileri, “Hatay Modeli” ile “‘ver kurtul’culuk” arasında salınıyor.

KKTC’nin Türkiye’ye ilhakını nişanlayan “Hatay Modeli”, esasen MHP çizgisindeki Türkçü milliyetçiliğin özlemi - beri yandan “Kıbrıs Fatihi” Ecevit de hin-i hâcette (“uluslararası topluluk”un/Batı’nın KKTC’yi tanımamakta devam edip Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin AT’ye entegrasyonunun gerçekleşmesi halinde) Hatay Modelinin izlenmesinden yana. Bu ilhakçı kampanyaya, MHP basınında ve kimi zaman onunla uyum halinde “ulusal basında” da, Denktaş’ın, çapı ve misyonu Kıbrıs’ı aşan bir Türk büyüğü olarak yüceltilmesi eşlik ediyor. Ülkücü basın Türkeş-Elçibey-Denktaş silsilesini “Türklüğün yaşayan üç büyük lideri” sayıyor. Kıbrıs’ın bu liderler hiyerarşisindeki mevkiinin ve bir türlü ‘müstakil ülke’ sayılamayışının güzel bir örneği, MHP yöneticisi Ferruh Sezgin’in Denktaş’ı “gönlünde yatan Türkiye Dışişleri Bakanı” ilân etmesidir!32

Türk milliyetçiliğinin liberal kanadının33 “‘ver kurtul’culuğu” ise, BM’nin Kıbrıs’ta federasyonu ihyaya dönük arayışını destekleme eğilimini temsil ediyor. Bu tutumun “ver kurtul” şiarıyla özetlenmesi, liberal milliyetçiliğin Kıbrıs’ı Türkiye üzerinde ekonomik ve diplomatik bir yük olarak algılanmasından kaynaklanıyor: Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili velilik ve himaye görevlerinden sıyrılması halinde, hem adaya yapılan sübvansiyonun getirdiği önemli bir iktisadî yükten kurtulacağı, hem de başta ABD olmak üzere Batı ile ilişkilerinde ciddi bir pürüzü bertaraf edeceği hesaplanıyor. Liberal milliyetçiliğin kimi sözcüleri Denktaş’ın Kıbrıslıtürk halkının iradesini temsil etmediğine dair eleştirilere yer veriyorlarsa bile; “ver kurtul” çizgisi de Kıbrıs’ı ve Kıbrıslıları hakkında hesap yaptığı bir “faktör” olarak değerlendirişiyle, Türkçü milliyetçilikle aynı velayetçilik zeminini ve ‘efendi’ edasını paylaşıyor.34 Türkçü milliyetçilik Kıbrıslıtürk kimliğini nasıl görmezden gelerek dışlıyorsa, liberal milliyetçilik söylemi de bu kimliği ona atfettiği kültürel özelliklere dayanarak horluyor. Sabah yazarı Necati Doğru’nun geçtiğimiz Haziran sonundaki Girne orman yangınından sonra, “bol para alıp yan gelip yatan, ormanlar yanarken bira içen” Kıbrıslıtürkleri kara-şakayla “kesilen yardımları tekrar elde etmek için ormanları mı yaktılar?” sorgusuna çekmesi gibi... (İşin ‘hoş’ tarafı, Kıbrıslıtürkler arasında, kendilerine atfedilen bu “gevşeklik, mayışıklık” vb. hususiyetleri, Türkiyelilerin nasiplenmediği Akdenizli kimliğinin tezahürü olarak gizli bir gururla ve ‘inadına’ benimseme eğiliminin gözlenebilmesidir. Bu eğilim, bir tür Kıbrıs ulusçuluğu oluşumunun tuğlaları arasına katılıyor.)

Kıbrıs meselesi, yine zaman zaman “millî” feverana konu edilmesine rağmen nicedir popüler bir seferberliğe yol açmıyor, sahici bir kitlesel heyecan uyandırmıyor. Hem bu meselenin bıktırıcı ölçüde sünmesi hararetini söndürdü; hem de ’90’larda Türk milliyetçiliğinin hegemonyacı tasavvurlarını besleyecek yeni ve zengin “millî dava” çeşitlerinin belirmesi Kıbrıs’ı ‘ilginç’ olmaktan çıkarttı. Milliyetçi gündemde Kıbrıs, kendi sorunsalından ziyade, kimi kıyaslar ve tekabüliyetler açısından -ayrıca tabiî temel ideolojik kalıpları yeniden üretmek açısından- oynadığı araç rolüyle yer tutuyor. Örneğin, liberal ve ‘emperyal’ bir milliyetçi çizgiyi savunan Cengiz Çandar’ın, “Kıbrıs’taki Türk pozisyonunun Bosna’daki Sırp pozisyonuna benzediğini” hatırlatarak Bosna’da daha tutarlı olmak için Kıbrıs’ta daha esnek olunmasını ve etnik temelli devlet formülüne takılınmamasını istemesi gibi... Veya tersine, Bosna-Hersek’te ve Yugoslavya’daki iç savaşın, çok-milletli federatif çözümlerin imkânsızlığına, dolayısıyla Kıbrıs’ta Türk ve Rum toplumlarının birarada yaşayamayacağına kanıt gösterilmesi gibi...35 Bu sefer de bir başka örneğin Kıbrıs’taki “pozisyon” için araçsallaştırıldığını görüyoruz. Ama unutmamalı: çokmilletli devlet yapısının imkânsızlığına dair çıkarım Kürt meselesine de teşmil ediliyor; Kıbrıs’ta ikimilletli federatif çözüm ihtimaline, Kürt meselesiyle ilgili benzeri fikirleri ‘gıcıklayacağı’ için de set çekiliyor.

Kıbrıslıtürk/Kıbrıslırum kimliklerinin ‘melezliğinden’ ve Kıbrıs’ın siyasî kaderinin hep iki arada bir derede kalışından gelen ‘grilikler’in güçlü bir ifade bulması, Türk ve Yunan milliyetçiliklerinin siyah-beyaz dünya algısını renklendirecek bir kuvvet olabilir. Dahası, milliyetçiliğin renklenmesiyle değil aşılmasıyla sonuçlanacak bir kuvvete kaynaklık edebilir. O halde naif bir dilek ve temenniyle bitirelim: Kıbrıs’tan Türkiye’ye böyle bir dış müdahale umalım...

[1] Kıbrıslı Türk kimliğini, bu topluluğu soyut bir “Türklüğe” indirgemeyip özgül varlığını ayırdetmek için “Kıbrıslıtürk” şeklinde yazma tercihini, okuduğunuz yazının da başlıca ilham kaynaklarından olan, Mehmet Yaşın’ın şu çalışmasından aldım: “3 Kuşak, 3 Kimlik, 3 Vatan Arasında Bir Türk Azınlık Şiiri: Kıbrıslıtürk Şiiri”, Kıbrıslıtürk Şiiri Antolojisi içinde, Yapı Kredi, İstanbul 1994, s.19-67.
[2] Ontolojik verileri/değerleri doğrudan doğruya ideolojiye dönüştüren ‘hamlığı’ kastediyorum (Süleyman Seyfi Öğün, Türkiye’de Cemaatçi Milliyetçilik ve Nurettin Topçu, Dergâh, İstanbul 1992, s.19).
[3] Hüseyin Mümtaz, Türk Yurdu, Mart 1993, s.36.
[4] Ülkücü basında, Kıbrıs’ın Orta Asya Türk Cumhuriyetleri için de “bir emsal, bir ölçüt ve bir gösterge durumuna geldiği” işlenmiştir (Ortadoğu, 25.9.1993).
[5] Örneğin Nazizmin birçok öncüsü dış-Almandır (bizzat Hitler, Eichmann, Kaltenbrunner Avusturyalı, Alfred Rosenberg Baltıklı). Bunların ‘yurtlarıyla’ ilgileri ise, o memleketlerin “anavatana” bağlanmasını kovalamaktan öte bir duyarlılık içermez... Alpaslan Türkeş’in Kıbrıs’la ilişkisi de fazlasıyla mesafeli bir ilişkidir. Biyografisi aktarılırken Türkeş’in Kıbrıs doğumluluğu unutturulmaya çalışılır; kendisinin aslen Kıbrıslı olmayıp Afşar Türklerinden Kayserili köklü bir aileden geldiği ısrarla vurgulanır... Türkeş’in Kıbrıs’a ilgisini yoğunlaştırması, 1963’deki Enosisçi saldırılardan sonra Türkiye’de adaya askerî müdahale talebinin yükseldiği dönemle sınırlıdır. Türkeş ve arkadaşları, kendi anlatımlarına göre, Aralık 1963 olayları sonrasında hükümetten Kıbrıs’ta vazife istemişler; ayrıca Türkeş “ilham ve telkini ile” İngiltere’deki Kıbrıslıların 750 kişilik gönüllü birliği kurmasına öncülük etmiş; ancak hükümet Türkeş’in Kıbrıs’a gitme yönündeki bütün teşebbüslerini önlemiştir. (4.4.l965 tarihli CKMP bildirisi; Nureddin Pakyürek, Millî Meseleler ve Türkeş, İstanbul 1976, s.97 vd.)
[6] Mehmet Yaşın, a,g.y., s.34.
[7] Belki pek hafif bir gönül titremesi vardı: 1943’de Batı İttifakının Türkiye’yi savaşa sokma çabaları sırasındaki pazarlıklarda İnönü hükümeti, Ege adalarının bir kısmı ve Suriye sınırında bazı düzenlemeler yanında, bazı Alman kaynaklarına göre Kıbrıs’ı da talep etmişti. (Cemil Koçak, Türkiye’de Millî Şef Dönemi (1938-1945), Yurt Yayınları, Ankara 1986, s.271.)
[8] Makaleler-1, Baysan, İstanbul 1992, s.28. Ülkücü basının ajitatörlerinden Necdet Sevinç de Kıbrıs harekâtını “Türkün 1699’dan beri ilk huruç harekâtı” oluşuyla önemser (Ortadoğu, 21.10.1991).
[9] Turhan Feyzioğlu, Forum 27.4.1954, aktaran Mehmet Arif Demirer, Türk’ün Onur Sorunu-Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti içinde, Turhan Kitabevi Yayınları, Ankara 1993, s.96.
[10] Kıbrısı Koruma Cemiyeti’nin Beyannamesinden, İlhan Darendelioğlu, Türkiye’de Milliyetçilik Hareketleri, Toker Yayınları, İstanbul 1968, s.215 vd.
[11] Tanrıdağ, 5.1.1951.
[12] Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980) (çeviren: Ahmet Fethi), Hil, İstanbul 1994, s.490.
[13] Gerçi Lozan Andlaşması’nın 16. maddesi, ortaya çıkacak ilhak, bağımsızlık ya da başka yönetim biçimleri üzerinde Türkiye’ye söz hakkı tanıyan eski Osmanlı toprakları arasında Kıbrıs’ı da sayıyordu. Ancak Türkiye’nin Kıbrıs sorununa müdahil olması bu hukuki imkâna değil müttefiki İngiltere’nin teşvikine dayandı. (Wolf Wagner, “Die türkischen Cyprioten”, Handbuch der europaeischen Regionalbewegungen (ed. J.Blaschke) içinde, Syndikat, Frankfurt a.M. 1980, s.77-85.) Türkiye’nin Kıbrıs meselesine ‘ite-kaka’ bulaştırılışının, 1950’lerin Kıbrıslıtürk cemaati önderi Faiz Kaymak’ın anlatımına dayanan öyküsü için bkz.: Arif Hasan Tahsin, Aynı Yolu Yürüyenler Farklı Yerlere Varamazlar, 2. cilt, Söz, Lefkoşa 1989, s.508-529. Türkiye’nin Kıbrıs meselesine dahlinin diplomatik elit açısından tasviri için: Semih Günver, Fatin Rüştü Zorlu’nun Öyküsü, Bilgi, Ankara 1985, s.63-71, 81-96. Kıbrıs’ın siyasî tarihi ve Türkiye’nin Kıbrıs politikası hakkında kaynaklar: Resmî milliyetçiliğin sosyaldemokratik ve soğukkanlı bir açılımını yansıtan, kapsamlı bir çalışma: Şükrü Sina Gürel, Kıbrıs Tarihi 1878-1960, Kolonyalizm, Ulusçuluk ve Uluslararası Politika (2 cilt), Kaynak, İstanbul 1984-85, ayrıca aynı yazarın Türk-Yunan İlişkileri (1821-1993), Ümit, Ankara 1993, s.53-65, 85-97 ve 111-124. Kıbrıs’ın yakın dönem siyasi tarihini sosyalist açıdan ele alan bir broşür: Karolos Zahariadis-Yusuf Alp, Kıbrıs, Birikim, İstanbul 1979.
[14] Hürriyet’e ilişkin monografilerde, “Kıbrıs sorununu Türkiye’nin başına Hürriyet’in çıkarttığı” yolundaki suçlamalar, örtülü bir gururla anılır. Abartıya kaçılacaksa, tersi belki daha doğrudur: Hürriyet’i Türkiye’nin başına Kıbrıs sorunu çıkartmıştır. Hürriyet’in kitle gazetesi çizgisini tutturmasında, 1952’de Fuad Köprülü’nün “Türkiye’nin Kıbrıs diye bir meselesi yoktur” sözü üzerine attığı “Gaflet!” sürmanşetinden itibaren Kıbrıs meselesine ateşli angajmanının rolü büyüktür. (Bkz.: Necati Zincirkıran, Hürriyet ve Simavi İmparatorluğu, Sabah Kitapları, İstanbul 1994, s.23-30, 43-46, 58-70, 83-89.)
[15] 1957-63 döneminde yayımlanan 30 kitap ve kitapçığın çoğunun paylaştığı başlık stili, öğreticidir: “Türk Kıbrıs”, “Türk Kıbrıs’a Dokunma”, “Millî Ada Kıbrıs”, “50 bin Türk şehidinin yatağı Kıbrıs”, “Kıbrıs bizimdir”, “Yeşil Kıbrıs Bizimdir ve Ebedi Türk Kalacaktır”, “Kıbrıs Türktür ve Türk Kalacaktır. Onu Ölünceye Kadar Müdafaa Etmeğe And İçtik”, “Kızıl Makaryos çekil Kıbrıstan”, “Kara cübbeli Kızıl Papaz Makarios’a Mektup” (2, diğeri “Açık Mektup”), “Yunan palikaryasına açık mektup”, “Kıbrıs’a Destan” (3), “Selâm Sana Kıbrısım”, “Hakkıdır tarihin Kıbrıs’ın millî destanı”, “Kıbrıs’a Seferim Var”, “Kıbrıs Duyguları”, “Kıbrıs’a Sesleniş”, “Kıbrıs ve hezeyanlarım”. (Kıbrıs Bibliyografyası, Türk Kültürü, Şubat 1964, s.68-96)
[16] Tanıl Bora, “Türkiye’de Milliyetçilik ve Azınlıklar”, Birikim, Mart-Nisan 1995 (71/72), s.34-49.
[17] Sonraki hamlenin Kıbrıs’la bağıntısı çok daha açıktır. İstanbul Rumlarının 1964’de sürgün edilmesi, doğrudan doğruya Kıbrıs’taki Enosisçi harekete karşı misilleme amaçlıdır. Bkz. Hülya Demir-Rıdvan Akar, İstanbul’un Son Sürgünleri, İletişim, İstanbul 1994.
[18] Andreas D. Mavroyannis, “Kıbrıs Sorununun Türk-Yunan İlişkilerine Etkisi”, Türk-Yunan Uyuşmazlığı (der. Semih Vaner) içinde, Metis, İstanbul 1989, s.127-151.
[19] İsmail Hâmi Danişmend, Türklük Meseleleri, İstanbul Kitabevi, İstanbul 1985, s.291.
[20] (1957) Bu Millet Neden Ağlar, Milli Ülkü Yayınevi, Konya 1986, s.82.
[21] İsmail Hakkı Danişmend, a.g.e., s.295 vd.
[22] Fikret Alasya, “Kıbrıs’taki Son Trajedi”, Türk Kültürü, Şubat 1964, s.7.
[23] Adayı dışlaştırma ve stratejik üs olarak değerlendirme eğilimi, tam da Kıbrıs ilgisinin doruğuna vardığı 1974 “Kıbrıs Barış Harekâtları” döneminde, milliyetçi basının satıraralarında görülebilir: “Birçok aziz canları ve 10 milyarımızı götüren iki harekâtta, Kıbrıs’ın ancak üçte bir, kuru gövdesi ele geçmiş.(...) Ada’da ele geçirdiğimiz anamızın ak sütü kadar helâl yerler...” (abç., Ahmet Kabaklı, Bizim Alkibiades, Toker Yayınları, İstanbul 1977, s.262-3.)
[24] (27.10.1964) Arif Nihat Asya, Onlar Bu Dilden Anlar, Didakta Yayınları, Ankara 1970, s.81.
[25] Osman Yüksel Serdengeçti, a.g.e., s.83.
[26] Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 20.7.1995. Gerek askerî çözümlerin yaptığı “temizlik”leri, gerekse toplulukların etnik kimliklerine göre kesin biçimde ayrıştırılmasının da bir “etnik temizlik” olduğunu görmezden gelen bu tez; Batı’nın adaletsizliği ve ataleti karşısında “bizim” haksever cevvaliyetimizi yüceltişiyle, Türk milliyetçiliğinin Batı kompleksini altetme cehdindeki sınır tanımaz yaratıcılığın güzel bir örneğidir.
[27] Mehmet Arif Demirer, a.g.e., s.84 vd. Tersi yönde bir etki de hesaba katılmalıdır. Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinin Türkiye’yi Kıbrıs’ı ‘sahiplenmeye’ dönük cehdi hakkında bkz. Arif Hasan Tahsin, Geçmişi Bilmeden Geleceğe Bakmak, Işık Kıtabevi, Lefkoşa 1993, s.39-40
[28] Akritas Planı, Ergenekon Yayını, Lefkoşa 1972, s.3 vd.
[29] ”Cemaat aleyhinde kötü neticeler doğurabilecek faaliyetler gösteren şahıs veya şahısları doğru yola getirmek için her türlü çarelere başvurmak”tan sözeden TMT Tüzüğü; kendi cemaatine dönük baskıyı ancak “ülkü”ye ulaşıldığı gün tatil edeceğini ikrar ediyordu: “Teşkilat adada şanlı Türk Bayrağı dalgalandığı gün derhal feshedilecek ve o tarihten itibaren hiçbir kimse üzerinde baskı kullanılmayacaktır.” (Soyalp Tamçelik, “TMT’nin Bilinmeyen Bazı Yönleri”, Türk Yurdu, Temmuz 1993, s.28-31)
[30] Bugün Kıbrıs’ta ‘örgün’ bir ülkücü örgütlenme var. Çatısındaki Milliyetçi Adalet Partisi (MAP) kendisini “federasyona, tavize ve Rum’la işbirliğine karşı en önemli sigorta” olarak sunuyor. MAP çevresinde Milliyetçi Düşünce Derneği ile Azerbaycan ve Orta Asya Türki cumhuriyetlerle ilişkileri geliştirmeye dönük Türk Birliği Kültür Merkezi (Türk-Bir) faaliyet gösteriyorlar. “KKTC Ülkü Ocakları” da kurulmuş bulunuyor. Ancak bu örgüt silsilesinin toplumsal ve siyasal etkisi marjinal kalıyor.
[31] Mehmet Yaşın, a.g.e., s.58-9, 62; ayrıca Sevda Alankuş-Kural’ın Birikim’in bu sayısındaki yazısı.
[32] Ortadoğu, 29.8.1994. Şu da var: Ülkücü basın BM çerçevesindeki Kıbrıs müzakerelerinin 1992 yazındaki turunda Denktaş’ı Türk tezini yeterince dişli savunamadığı için eleştirmiş ve daha has milliyetçi saydığı Derviş Eroğlu’na meyletmişti. Ancak daha sonra, KKTC’de hemen her seçimden önce gündeme gelen, “Amerika’nın Denktaş’ı harcamaya çalıştığı” ‘tespiti’ üzerine “büyük lidere” yeniden sahip çıktılar.
[33] Liberal milliyetçilik ve sair Türk milliyetçiliği söylemleri -veya Türk milliyetçiliğinin sektörleri- hakkında önerdiğim tasnif için bkz. Milliyetçiliğin Kara Baharı, Birikim Yay., İstanbul 1995, s.95-131.
[34] Türkiye’nin Kıbrıs’a velâyetçi müdahalesinin, kültürel ve ideolojik düzeyin ötesinde, siyasal boyutu hakkında bkz.: Mehmet Hasgüler, “TC’den Kıbrıs’a Dış Müdahaleler”, Birikim, Temmuz 1995 (75), s.73-80.
[35] Bkz. Tanıl Bora, Bosna-Hersek: Yeni Dünya Düzeni’nin Av Sahası, Birikim Yayınları, İstanbul 1994, s.278-281.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/2772/turk-milliyetciligi-ve-kibris#.WoLbdCXFIdU


5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 1


 BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 1



ABD-İNGİLTERE-RUSYA GİRDABINDA KIBRIS, İSMAİL KÖSE,

GENELDE AKDENİZ HAVZASI, ÖZELDE KIBRIS ADASI ÜZERİNDEKİ  ÇIKAR ÇATIŞMALARININ VE GÜVENLİK KAYGILARININ FOTOĞRAFI
ÇEKİLMEK İSTENİRSE, UÇ BÜYÜK AKTÖRDEN HİÇ BİRİNİN, ADANIN TEK
BİR DEVLET TARAFINDAN YÖNETİLMESİNE TARAFTAR OLMAYACAĞI GÖRÜLÜR


Bilindiği gibi dünya politikasındaki değişimler, hele ki çıkarları yoğunlaşıyor ya da çatışıyorsa, Çoğunlukla büyük aktörlere bağımlı olarak gelişir ve şekillenir. Stratejistler tarafından Doğu Akdeniz'de yüzen bir savaş gemisi olarak tanımla nan Kıbrıs adası nın  havzası, bu havzaya komşu bölgelerle beraber göz önünde bulundurulduğun da ancak anlaşılabilir.
Adanın, büyük güçlerin stratejik planlarındaki konumunu belirleyen ' Savaş gemisi ' tanımlaması, bu stratejilerin çatışması kadar uyumunu da belirtmekte dir.
Bu havzaya komşu bölgelerle beraber göz önünde bulundurulduğunda ancak anlaşılabilir.
Adanın, büyük güçlerin stratejik planlarındaki konumunu belirleyen 'Savaş gemisi' tanımlaması, bu stratejilerin Çatışması kadar uyumunu da belirtmekte dir. Bu tanımlama, uluslararası ilişkilerde realist perspektiften Resim Çizmemizi kolaylaştırmaktadır.

Bunun için önce şu sorulan cevaplamalıyız:

Savaş gemisi nerede durmakta, bulunduğu coğrafyadan hangi bölgeleri etkilemekte veya tehdit etmekte? Güney Anadolu, Güneybatı Asya ve Kuzey Afrika bölgelerine komşu Doğu Akdeniz havzasına zengin enerji kaynaklarına sahip Körfez Bölgesi ile Kafkasya ve hinterlandı eklendiğinde ortaya çıkan coğrafi tablo, adanın jeo stratejik güç dağılım ve jeo ekonomik kaynak paylaşımında bulunduğu yere işaret etmektedir.
Coğrafya, bir bölgenin kaderini şekillendiren en önemli etkenlerden biridir. Soğuk Savaş döneminde özellikle İngiltere'nin, Ortadoğu'ya yönelik politikaları ve iki süper gücün bölgeye müdahil olma istekleri, zaman zaman Kıbrıs üzerinden gerçekleşmiştir. ikinci Dünya Savaşı sonrasında artan dekolonizasyon hareketlerine paralel olarak Rum ve Yunanlılar, ada için self-determinasyon talebinde bulunmuşlardı. İngiltere'nin, Süveyş Kanal’ına ve Ortadogu'ya yönelik siyasi angajmanları için askeri üs durumunda olan ada, vazgeçilmez önemdeydi. Soğuk Savaşın başladığı yıllarda İngiltere için diğer önemli korku, adada nüfusun Çoğunluğunu oluşturan Rumların, Rusya ile olan yakın dini bağlar dolayısıyla Ruslara adada askeri üs vermeleriydi. Zamanın İngiltere Dışişleri Bakanları Ernest Bevin ve Anthony Eden'in, Rumların self determinasyon taleplerinin Enosis anlamına geldiğini belirtmeleri ve bu talepleri reddetmeleri, İngiltere'nin, etkileri bugüne yansıyan Doğu Akdeniz stratejisi hakkında İp uçları vermektedir. İngiltere'nin korkusu, Yunan/Rum-Rus Ortodoks din kardeşliğinin siyasi platformda olası bir ittifaka dönüşmesi ve sonucunda Rusya'nın, Avro-Avrasya ana kıtasının birleştiği Doğu Akdeniz'de üs kazanarak İngiliz çıkarlarına darbe vurmasıdır. Bu gibi nedenlerle adanın sadece Rum egemenliğine girmesine karşı olan İngiltere, 1955'te Ankara'nın soruna müdahil olmasına karşı çıkmamış , Türk-Yunan-İngiliz diplomatlarının katıldığı müzakereler sonucu self-determinasyon kararı, siyasal olarak eşit kabul edilen iki topluma bırakılmıştır.
1963'te başlayan Kanlı Noel ile fiilen yıkılan 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti'ni yeniden tesis etmek için adaya müdahale etmek isteyen Ankara, Soğuk Savaş Şartları içinde büyük güçlerin stratejilerine uygun hareket etmek zorunda kalmıştı. İngiltere'nin dünya politikalarında giderek zayıflayan konumunu güçlendirmek için seçtiği en önemli iki strateji, ABD ile yakınlaşmak ve Avrupa bütünleşme sürecine dahil olmaktır. Doğu Akdeniz'deki çıkarları nı, 1956 Süveyş Krizi'nden sonra ABD Çıkarlarıyla birleştirmek zorunda olduğunu anlayan Londra, Avrupa içinde ABD'nin kolu vazifesini üstlenmiştir. 1973 petrol krizi, bölgenin Avrupa açısından Önemini ortaya koymuştur. Soğuk Savaş sonrası dönemde Önem kazanan enerji güvenliği ve ekonomik kaynakların dünya pazarlarına güvenli şekilde ulaştırılması gibi konular, adanın konumunun yeniden yorumlanması na yol açmıştır. Kıbrıs'ın Kafkaslar, Orta Asya ve Ortadoğu petrol ve doğal gaz gibi enerji kaynakları nın  dünya pazarlarına en ucuz ve kısa yoldan nakliyesinde söz konusu bölgelerin kapısı durumunda olması, Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD'nin adaya olan ilgisini artırmıştır. Lobilerin ABD dış politikasındaki etkinliği yadsınamaz bir gerçektir. Bu nedenle ABD'nin bölge politikaları, içte ve dışta ağırlık sahibi lobilerden oldukça etkilenmektedir. Diğer taraftan ABD'nin küresel stratejik çıkarlarının hayatiyet kazandığı zaman ve noktalarda lobilerin gücü, bu çıkarlarla birleştiği oranda etkisini göstermektedir.

ABD'deki güçlü Yunan lobisi, ABD'nin adaya yönelik politikalarında belirgin bir rol oynamıştır: Örneğin 1974 Barış Harekatı sonrasında Yunan lobisi, Washington'un Türkiye'ye silah ambargosu uygulaması  için harekete geçmiş ve bunda başarılı olmuştur. ABD, Rusya'nın dünya enerji piyasasındaki etkisini azaltmak ve kırmak, gerek Kafkasya gerekse Orta Asya üzerindeki gücünü sınırlamak, iran'ı çevrelemek için, Kafkaslar ve Orta Asya doğal gaz ve petrollerinin
Güney Anadolu'ya boru hatlarıyla bağlanmasını desteklemiştir. ABD'nin bölgedeki çıkarlan ile Türkiye'nin çıkarları zaman içinde birleşmiş ve uzun zaman sürüncemede kalan Bakü-Ceyhan petrol boru hattı projesi böylelikle hayata geçmiştir. Bakü-Ceyhan boru hattının, ABD'den yeterli destek bulamayıp sürüncemede kalmasının nedenlerinden biri de, hattın Ermenistan'ı bypass etmiş olmasının ABD'deki Ermeni lobisinde rahatsızlık uyandırmasıdır. Sonuçta bazı uluslararası gelişmeler, ABD'yi bölgede yeni arayışlara sürükledi: 

Rusya'nın giderek dünya enerji piyasalarında ağırlığını hissettirmeye başlaması; Güney Kıbrıs Rum Yönetimi'nin tüm ada adına AB'ye tam üye olmasının kesinleşmesi; 11 Eylül saldırıları; Ortadoğu barış sürecindeki savaş ve Saddam Hüseyin'i yönetimden indirmek için ABD'nin Irak'ı işgal etmesi. Kıbrıs bu noktada, önemli jeostratejik konumu ile uluslararası gündeme oturdu. 2002'de, ABD destekli Birleşmiş Milletler plan gündeme geldi. BM Genel Sekreteri Kofi Annan'ın adıyla anılan plan, bir anlamda Soğuk Savaşın yapılmamış antlaşmasıydı.

Bilindiği gibi Soğuk Savaş'ın sona erdiği ilan edildikten sonra herhangi bir antlaşma imzalanmamış  ortaya çıkan sorunlar ateşkeslerle soğutulma yoluna gidilmişti. Bu anlamda Soğuk Savaş sonrası dönemin ilk antlaşması, Annan Planı yoluyla Kıbrıs'ta yapılacaktı. BM temelinde çözüme kavuşturulması düşünülen sorunun geleceği AB'ye endeksleniyordu. 

Annan Planı'nın ortaya konduğu konjonktür göz önüne alındığında, plan adada inisiyatifin ve söz hakkının sadece Avrupa Birliği'ne geçmesine ABD'nin verdiği tepkidir. Plan, bir bakıma adada İnisiyatifin bir kısmının BM üzerinden ABD'ye transfer etme çabasıdır. Plan, aynı zamanda ABD'ye,  Ortadoğu 'nun kapısı ve enerji kaynaklarının dağıtımında stratejik konuma sahip bu ' Savaş Gemisinin' kumanda ulaşımda yer almanın yolunu açtı. Bu nedenle, 24 Nisan 2004'te yapılan referandum sonrasında, Yeşil Hat KKTC/AB sınırı olduğu kadar ABDI AB sınırı olarak da görüldü. Peki, Rusya bu resimde nerede duruyor?  

Rusya ile GKRY arasındaki kültürel bağların her an siyasi platforma taşınabildiği ve stratejik zaman aralıklarında ortaya çıkan hemen her karar alma sürecinde Rusya'nın GKRY'nin yanında yer aldığı görülmüştür. Rusya, Annan Planının referanduma sunulmadan önce, BM Güvenlik Konseyi'nde planın uygulamasının Konsey'in güvencesinde olmasıyla ilgili karar tasarısı Rumların isteği doğrultusunda veto etmiştir. Burada hatırlanması gereken önemli bir nokta da, hem İngiltere ve ABD hem de  Rusya'nın veto hakkına sahip BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi ülkeler olduğu dur.

Bugün İngiltere, ABD'nin Avrupa içindeki kolu gibi hareket etmekte ve adada artan Avrupa etkisinden rahatsızlık duymaktadır.

Bölge üzerindeki stratejik çıkarların diğer Avrupa ülkeleri ile paylaşmak zorunda kalmaktansa, çıkarların daha çok örtüştüğü Türkiye ve ABD ile işbirliğine gitmektedir. Güney Kıbrıs Rumlar ise AB'ye Yunanistan üzerinden, BM'ye Rusya üzerinden yaklaşmaktadırlar. İngiltere bölgeye, Adada bulunan iki Askeri Üssünü ( Dikelya ve Aktoria) koruma penceresinden bakmaktadır. Rusya, dini / kültürel açıdan yakın olduğu Rumların yanında yer alarak bölgeye müdahil olmanın yollarını aramaktadır.

ABD'nin pozisyonu, belki de İçlerinde en karışık olanıdır. Bölgede ki küresel çıkarlarıyla zaman zaman çatışan Yunan/Rum çıkarlarını koruyan ABD İçindeki güçlü Yunan lobisinin sistemdeki nispi ağılığına göre söylem geliştiren Washington, BM gibi küresel araçlar yoluyla da bölgede etkinliğini artırma çabasındadır.

Genelde Akdeniz havzası, özelde Kıbrıs Adası Üzerindeki çıkar çatışmalarının ve güvenlik kaygılanın fotoğraf ı çekilmek istenirse, Üç büyük aktörden hiçbirinin, adanın tek bir devlet tarafından yönetilmesine taraftar olmayacağı görülür. Taksim, bir anlamda tercih edilebilir bir durum dur. Çünkü tek elden yönetilen  Kıbrıs'ın herhangi bir devlet tarafından kontrol edilebilmesi ki bu Soğuk Savaş yıllarında ABD ve SSCB arasında Kıbrıs üzerinde med-cezire neden olmuştur  ihtimali oldukça fazladır
   
Bu Nedenlerle, Adadaki Mevcut bölünmüşlüğün Uygun korunması şu anda büyük aktörlerin işine gelmektedir. 


Kıbrıs Çözümsüzlüğü,

Murat Belge
27 Şubat 2017

Bir Süredir Kıbrıs’taki gelişmeler burada “çözüm” bekleyenlere umut veriyordu. “Kıbrıs’ta barışa hiç bu kadar yaklaşılmamıştı” deniyordu.

“Kıbrıs uzmanı” falan kesinlikle değilim. Zaten yıllardır bu konuda söylenenleri, yapılanları izlemek, insanı, hayatta başka hiçbir şeyle uğraşamayacak kadar meşgul edebilir. Kıbrıs’ı iyi bilen biri başka herhangi bir konuyu öğrenecek vakit bulamayabilir.

Ama sıradan bir “sağduyu” çerçevesinde son verilere bakan biri, gelinen noktanın Türkiye açısından, Annan Planı’nın da ötesine geçen avantajlar içerdiğini görebilirdi.

Ben de böyle görüyordum ama umutlanmıyordum. Umutlanmamamın nedeni doğrudan doğruya buradaki iktidar. Bu iktidar şimdiye kadar bu kategorilere giren hiçbir sorunda bir şey çözmüş değil.

Ama bu iktidar şimdi iyiden iyiye “gerilim politikası”nı angaje olmuş durumda. Baş sorun “Başkanlık sistemi”ne geçiş, dolayısıyla “referandum”, dolayısıyla “Evet/Hayır” oranları. Ulusal ya da uluslararası, varolan bütün sorunlar bu temel sorunun gölgesinde, oradan beklenen sonuca yapacağı olumlu ya da olumsuz (olacağı düşünülen) etkiye göre hesaba katılıyor. Bu iktidarın gerilime ihtiyacı var.

“Kıbrıs çözümsüzlüğü” diye adlandırabileceğimiz bu kördüğümde Rum tarafının sabıkaları da sözkonusu elbette. Bunların arasında, Annan Planı’na “hayır” demek de hatırı sayılır bir yer tutuyor. Böyle olunca, “çözümü zorlaştıran” rolünü hevesle üstlenmemek, akla yakın bir politikaydı ve Türkiye de böyle davranmaya karar vermiş gibi görünüyordu. Ama dizginleri büsbütün boşlamak da olmayacağı için asıl stratejik konularda bir “direnç hattı” kurmanın yararı olacağı belliydi. “Garantör” konumundan vazgeçmemek ve adadan askerî varlığını çekmeye yanaşmak bu hattın belli başlı ögeleriydi.
Türkiye, daha doğrusu milliyetçi-yayılmacı bir zihniyetle hareket etme konusunda kararlı Türkiye 1974 müdahalesinde kazanacağı avantajı kazandı ve bunu koruyor. Adada askerî güç bulundurmak “garantörlük” statüsünün türevi. Böyle bir işleve sahip olmak da, bu ada halkının kendi sorununu kendisinin çözemeyeceğini varsaymaktan geçiyor. Onun için, bu perspektiften bakanlara göre en iyi çözüm çözümsüzlük – ya da “Samson darbesi” ile başlamış “geçici” durumun fiilen “kalıcı durum” olması. Askerî güç, bu “geçici durum” gereği, “geçici” olarak orada, kâğıt üstünde. Kâğıt üstünde öyle olabilir, ama “adanın üstünde” bu geçicilik bir kalıcılık olarak kalmalı.
Olay böyle çalkalanır ve müzakere masasında mesafe alınır gibi görünürken Rum tarafı –gene– yapacağını yaptı! Bu “Enosis Bayramı” için herhangi bir anlaşılır gerekçe düşünemiyorum. Kıbrıs’ta birlik sağlamak yolunda adım atılırken (yani, genel kanı, “Kıbrıs’ın birliği”nin gerçekleştirildiği yolunda biçimlenmişken), çözümsüzlük etkenlerinin en belli başlı olanlarından birini bu şekilde gündeme getirmenin mantığını göremiyorum. Bunu becerdikten sonra da kapıyı vurup çıkma gibi “gösterişler” yapmanın basiretini de anlayamıyorum.
Kıbrıs Rumları’nın baş destekçisi doğal olarak Yunanistan’dır. Ancak, Annan Planı’nı reddetmeleri bu ülkenin bazı aydınlarının ve politikacılarının da sabrını zorlamıştı. Şimdi bu Enosis hikâyesi de ortalığa bir duman çöktürdü. Geri kalan dünya açısından pek önemsenmeyecek bir ayrıntı gibi görünebilir ama sorunu yakından bilenler simgenin anlamlarını daha iyi tartabilirler. “Kıbrıs’ta çözüm” rüyası böylece belirsiz bir tarihe ertelenmiş oldu sanıyorum.

http://www.birikimdergisi.com/haftalik/8187/kibris-cozumsuzlugu#.WoLcISXFIdU

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

30 Ekim 2016 Pazar

BİR MİLLİ DAVA, NASIL KAYBEDİLİR..



BİR MİLLİ DAVA,  NASIL KAYBEDİLİR..



Bir Milli Dava  nasıl kaybedilir?
Ali Özsoy 
YÖN 

16.10.2006

Milli Davalar hainler yüzünden değil, hatalı önderlik yüzünden kaybedilir
KKTC’de AKP’nin müdahalesiyle, CTP-DP koalisyonu bozuldu. UBP’den istifa eden 4 milletvekili bir hülle partisi kurdu ve 3 bakanlık alarak CTP hükümetine katıldı.
Tayyip Erdoğan’ın adamı olarak tanınan KKTC müftüsü Ahmet Yünlüer’in bu operasyondaki rolü alenen ortaya çıktı. AKP talimatıyla bu işleri üstlendiğini saklamayan müftü Rauf Denktaş’ı ve Kıbrıs Türklerini dinsizlikle suçlayarak Ankara’daki hükümete “canının feda” olduğunu açıkça belirtti.
ABD ve AB paralarıyla seçim kampanyası yürütürken, “Türkiye işimize burnunu sokmasın” diyen M. Ali Talat ise AKP müdahalesini savunarak “AKP bir şekilde müdahale etmişse etmiştir, etmemişse etmemiştir.” diyerek, Denktaş’ın ifadesiyle KKTC’de yaşanan son sivil darbede oynadığı rolü gizlemedi.
Rauf Denktaş ve oğlu Serdar Denktaş’ın gelişmelerden sonra yaptıkları açıklamalar çok önemli gerçekleri ortaya çıkarıyordu. Ancak bu açıklamalar tıpkı DSP-MHP-ANAP iktidarının yıkılmasından sonra bazı DSP’li ve MHP’li isimlerin feryatları kadar etkili oldu.
Siyasette her şey bittikten sonra bazı gerçekleri dile getirmenin hiçbir anlamı yoktur. Eğer siyasi komplolar ve emperyalistlerin müdahaleleri zaten bu denli açıksa ve biliniyorsa, zamanında eyleme geçmek ve doğruları dile getirmek tek yoldur. Hele “Anadolu halkını arkasına aldığını” söyleyen bir milli çizginin tek şansı, gerçekleri halka anlatarak, Türk halkının tepkisini örgütleyerek direnmektir.

ABD ve AB’ye karşı Türk halkıyla direneceklerini açıkça ilan eden Denktaş’ın en büyük hatası, bu ilan-ı harbe rağmen ABD ve AB’nin tamamen güdümüne girmiş KKTC ve Türkiye’deki siyasi yapıyla köprüleri tamamen yakmaması olmuştur. Serdar Denktaş’ın Talat hükümetindeki etkisiz bakanlığı pahasına ve “akıllıca strateji” uygulamak adına bugünlere gelindi.

Kuşkusuz “ulusal güçler” adı verilen ve şöyle ya da böyle Kıbrıs’ta Milli Dava’yı savunma niyetini ilan eden çevreler açısından, Serdar Denktaş’ın Talat hükümetindeki varlığı oldukça uzun bir hatalar listesinin en son maddesiydi.
Ama bu en son maddeyle birlikte Denktaş’ların Kıbrıs siyasetinden tamamen tasfiye edilmesi süreci tamamlanmış oldu.

Kıbrıs’ta yaşanan olaylar tek bir gerçeği açıkça ortaya çıkarıyor. Bazı milli çevreler hâlâ feryat figan AKP’ye, Talat’a ve onları destekleyen dış güçlere bağırıp çağırıyor. Ama bu öfke çok anlamsız kalmaktadır. Çünkü Milli Dava’yı zaten kabul etmeyen ve ona karşı çalışacağını ilan eden güçleri, Milli Dava’ya ihanet etmekle suçlamak saflığı aşan bir siyasi bilincin göstergesi olmaktadır.
AKP, M. Ali Talat veya Batı emperyalizmini suçlamak, kendi görevlerini yapmayan veya yapmaları gerekenin tam tersini yapan “ulusal güçlerin” hatalarını kapatmadığı gibi, gelecekte de aynı tür hataların tekrarlanacağını işaret etmektedir. Milli Davalar zaten ona karşı olan iç ve dış güçlere karşı savunulur.
Dava eğer kaybedilirse bunun sorumluluğu düşmanlarda değil, Milli Dava’yı hakkıyla savunamayan milli güçlerindir. Artık sorumluyu tespit etmenin vakti gelmiştir.
TSK’nın komuta kademesinden, en küçüğünden en büyüğüne millici siyasi odakların hepsi sorumludur. En ılımlısından en dik duranına, Özkök’ünden Denktaş’ına kadar geniş bir yelpaze aslında “milli strateji” adı altında teslimiyeti farklı derecelerde onaylamıştır. Ve tüm olanaklarımız bir kenara itilerek, düşmanının adım adım bugünlere gelmesine neden olunmuştur.
Kuzey Kıbrıs’a Rumlar değil ABD el koyacak
Yaşananlar olayları, Denktaş’lar ve Türkiye’deki milli çevreler AB’nin Türk limanlarını Rumlara açma dayatmasına ve Finlandiya çözümü adı altında getirilen yeni “çözüm paketine” bağladılar.
Oysa bu bakış açısı bile adada yaşananların hâlâ bazı milli çevreler tarafından yanlış değerlendirildiğini gösteriyor. Finlandiya çözümü denen paket aslında adadaki AB egemenliğini değil, ABD egemeniğini kesinleştirecek bir sürecin parçasıdır.
Annan Planı’nın oylandığı seçimlerden sonra adada fiilen AB ve ABD arasında siyasi bir taksim yaşandı. Adanın güney kesimi AB’nin, kuzey ise ABD’nin siyasi etki alanlarına teslim edildi.
Talat’ı AKP’nin adamı olarak nitelendirmek siyasi miyopluktur. Çünkü hem AKP hem de Talat iktidarını ABD kurdu ve ayakta tutuyor. Hatta Talat, Tayyip Erdoğan’dan daha çok ABD’nin adamı. Talat da Tayyip Erdoğan da Kıbrıs’ta ABD stratejisini uyguluyorlar. Maraş’ın ve Magosa limanının BM denetimi adı altında Rumlara verilmesi ve böylelikle KKTC üzerindeki izolasyonun sınırlı ölçüde kalkması da zaten AB’den çok ABD’nin işine yarıyor.
Bu gelişmeyle birlikte AKP iktidarı limanlarını belki Rum kesimine açabilir ama bunun seçimlere kadar olamayacağını zaten AB bile kabul ediyor. Büyük bir dayatma ve acele yok. Bugün esas yaşanan M. Ali Talat hükümetini dünyaya tanıtma sürecidir. Ve bunu Türkiye değil, ABD üstlenmiştir.
Çünkü M. Ali Talat’ın dile getirdiği gibi, “Kıbrıs Türk Devleti” artık “Türkiye’nin mezesi değildir.” İslam Konferansı’ndaki gelişmeler, Pakistan’ın M. Ali Talat’ı ilk defa resmi sıfatıyla ağırlaması, ABD’nin Kuzey Kıbrıs’ı kendine tamamen bağladıktan ve tam anlamıyla “kendi mezesi” haline getirdikten sonra buradaki kukla yönetimi dünyaya tanıtacağının işaretidir.
Bu aşamada Kuzey Kıbrıs için AB tehlikesinden hâlâ bahsedenler, hatta işi AB izolasyonları kaldırsın davasına indirgeyenler aslında adadaki Türkiye’ye yönelik gerçek tehlikeyi gizlemektedirler. Bu tehlike ABD ordusunun Türkiye’yi ve Ortadoğu’yu kuşatmak için Kuzey Kıbrıs’ı işgal etmesi tehlikesidir.
Kıbrıs’taki ABD ve AB arasındaki siyasi taksim, hızla askeri taksime doğru ilerliyor. Kıbrıs Rum Kesimi Fransız Ordusuna güneyde üs verme kararı aldı. Yine AB ordusunun en önemli Akdeniz üssü Güney Kıbrıs olacak.
Tayyip Erdoğan’dan daha çok Washington’a gidebilen M. Ali Talat döneminde ABD askeri yetkilileri, “sivil havacılık denetimi” adı altında sık sık Ercan havaalanını teftiş ettiler. “Annan Planı reddedildi ama parça parça uygulayabiliriz” diyen M. Ali Talat’ın kastettiği parçaların başında Türk Ordusu’nun adadaki varlığının kademeli olarak ortadan kaldırılması geliyor.
Kuzey Kıbrıs’taki mülk davaları konusunda Tony Blair’in avukat eşiyle ortaklık kuran Talat yönetimi, ilk defa bir Avrupa mahkemesinde Rumların aleyhine karar çıkartabildi.
Talat, Kuzey Kıbrıs topraklarını korumaya karar verdi. Çünkü bu topraklar ABD için de artık gerekli. Maraş ve Magosa’da taviz konusunda bile AKP’den daha temkinli davranan Talat yönetiminin iplerinin ne AKP ne de AB’nin elinde olmadığı artık açıkça görülmelidir. Talat Kuzey Kıbrıs’ta ABD’nin atadığı “cumhurbaşkanı”dır. Kuzey Kıbrıs’ta Türk askeri şimdilik vardır. Ama orada Türkiye’nin devlet olarak siyasi etkisi kalmamıştır.
Bu gerçekler görülmeden Kıbrıs konusunda milli bir politika yürütülemez. En sert TSK açıklamasından, en millici halk eylemine kadar artık Milli Dava’ya bağlılık açısından turnusol kağıdı, AB karşıtlığı değil, ABD tehlikesine vurgudur.
Güney’e AB, Kuzey’e ABD ordusu girmek üzeredir. Her iki ordunun hedefi Türkiye olacaktır. K. Irak’ta ve Güneydoğumuzda yaşananlar iki misli bir şekilde Kıbrıs’ta yaşanacaktır. Öncelikle Türkiye’ye yönelik bu askeri tehlike vurgulanmalıdır. Sahte millicilik çizgisi artık “onurlu AB üyeliği” sloganının arkasına sığınamıyor. Her türlü demeçte AB karşıtlığına rastlayabiliyoruz. Ama kimse ABD’den bahsetmiyor.
Oysa bölünme tehlikesi ve Kıbrıs’ta Türk milletine biçilen felaketler siyasi dayatmalarla değil, ancak askeri bir müdahaleyle tam olarak gerçekleşebilir. Bunu yapacak ise ABD ordusudur. Zıpır çıkışlar yapan bir iki AB temsilcisine haddini bildirmek bu açıdan çok stratejik öneme sahip değildir. Artık Türk halkı bu tür çıkışlardan tatmin olmuyor.
“Stratejik akıl” en büyük alıklık haline geldi
Açıkçası hem Kıbrıs, hem de diğer Milli Davalar açısından Türkiye’nin önündeki seçenekler 4 yıl öncesine göre çok daha azalmıştır. Şartlar daha da ağırlaşmıştır. Atılacak adımlar daha radikal olmak zorundadır.
Bunun yegâne nedeni 4 yıl boyunca milli güçlerin yanlış direnme stratejisidir ya da stratejisizliğidir. AKP’yi suçlamak anlamsızdır çünkü AKP zaten üzerine düşeni yapmıştır.
Hatalar silsilesini uzun süre ulusal güçlerin ağzının içine baktığı, ancak konuştuktan sonrada tüm safları dağıtan eski Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün iki ifadesiyle özetleyebiliriz: “stratejik akıl” ve “hislerle değil akılla karar vermek.”
Stratejiye ve akıllı davranmaya vurgu yapan bu bakış açısı Annan Planı’nı bile son dakikada desteklemiş ve Kıbrıs’taki referandumda milli güçleri sırtından hançerleyerek dağıtmıştı.
Esas olarak bakıldığında, Milli Dava’yı savunanlar asla tam olarak direniş çizgisini benimsemediler. Eğer TÜRKSOLU’nun eski sayıları takip edilirse bu konulardaki uyarıların hepsinin doğru çıktığı görülecektir. Çok geriye gitmeden kısaca milli denen güçlerin yaptıkları tüm “akıllıca” eylemlerle nasıl AKP, ABD ve AB’nin değirmenine su taşıdıklarını özetleyelim.
2002 Kasımında AKP iktidara gelince ilk icraatları Rauf Denktaş’a zorla Annan Planı’nı imzalatmaya çalışmak oldu. Başaramadılar ve büyük tepki gördüler. AKP’nin misyonu ilk günden belli olmuştu.
Ama CHP ve TSK’nın o zamanki önderliği, AKP’yi kazanmak adına Tayyip Erdoğan’ın yasaları çiğneyerek ve seçim hileleriyle TBMM’ye gelip başbakan olmasına göz yumdular.
Kıbrıs’ta milli direnişin bel kemiği hep Türk Ordusu olmuştur. Ancak AB’den tepki çekmemek ve AB’ye koz vermemek adına, MGK’nın tasfiye edilmesine göz yumuldu. TSK’nın halkı bilgilendirerek taviz politikalarına karşı çıkmasına ve AKP iktidarını da bağlayıcı kararlar almasına olanak sağlayacak yasal platform böylelikle ortadan kalktı. AB’nin eline “akıllıca” koz verilmemiş oldu.
Milli Dava konusunda asla taviz vermeyeceğini ve Annan Planı’nı değil oylatmak, görüşme masasına bile getirtmeyeceğini söyleyen Rauf Denktaş gerek Hilmi Özkök’ün gerekse çeşitli “milli güçlerin” telkinleriyle bunun tam tersi bir politika uygular konuma düştü. Annan Planı’ndan önceki son genel seçimi bir Milli Davay’a destek referandumu olarak ilan eden Rauf Denktaş, Serdar Denktaş’ın UBP’ye karşı ayrı bir baş çekmesini engellemedi. Denktaş çevresi UBP yenilgisi durumunda DP’yi bir sigorta olarak değerlendirdi.

“ Sigorta ” denen Serdar Denktaş, “ hain ” denen M. Ali Talat ile koalisyon kurdu. M. Ali Talat’ın daha ılımlı ve devletçi olmaya başladığı propagandaları desteklendi. Oysa M. Ali Talat çoktan Rauf Denktaş yerine uluslararası görüşmelere gitmeye başlamıştı.

Bu aşamada bile hatadan dönülebilirdi. Cumhurbaşkanı olarak Rauf Denktaş New York’a Annan Planı müzakereleri için asla gitmeyeceğini deklere etti. Ancak “ Tecrit olmayalım ”, “stratejik” davranalım ifadeleriyle Denktaş MGK’da ikna edildi.
Hem Hilmi Özkök hem de Tayyip Erdoğan, anlaşma olmazsa Annan Planı için referandumun KKTC’nin iradesine rağmen yapılmasına karşı çıkacaklarının sözünü verdiler. Resmi MGK tutanaklarına bu söz geçti.
Denktaş New York’a giderek, Annan’a KKTC’nin iradesini teslim etti. Annan anlaşma olmamasına rağmen referandum ilan etti. MGK’daki söz unutuldu. Rauf Denktaş ise Cumhurbaşkanı olarak yasadışı seçimi engelleyecek yasal yetkiye ve olanaklara sahip olmasına rağmen referandumda hayır oyu için kampanya başlatmaya karar verdi. “Sigorta” konumundaki oğlu ise partisini ve seçmenleri serbest bıraktı. UBP “hayır” cephesinde yalnız kaldı.
En sonunda Hilmi Özkök, adanın “güneyinde hayır, kuzeyinde evet en hayırlı kombinasyondur” diyerek seçimlerden bir hafta önce TSK’nın adadan tasfiye sürecine TSK’nın en üst düzey komutanının da karşı çıkmadığını duyurmuş oldu. Böylelikle adanın güneyini AB, kuzeyini ise ABD’ye taksim eden “en hayırlı kombinasyon” gerçekleşti.
Bu aşamadan sonra Annan Planı’na karşı çıkan Türk kesimindeki %35’lik hayır oyunun tek bir anlamı vardır. Bunca olumsuz koşula, bunca stratejik hataya, bunca ihanete rağmen Türk halkının büyük bir yüzdesi tamamen ideolojik bir milliyetçilik tavrıyla sürece karşı çıkabilmiştir. Devletin sorumlu kademelerindeki tüm isimlerin hatalı hatta ihanete varan tavırlarına rağmen Türk halkının Rauf Denktaş ve Milli Dava’ya desteğinin ne derecede büyük olduğu ortaya çıktı.
Halkın duyarsız olduğu, bu yüzden tecrit olmamak için stratejik hareket etmek gerektiğini savunanlar yenilginin gerçek sorumlularıdır. Bunlar Amerikancı ve AB’ci güçlerin her aşamada neredeyse tamamen istediği adımları atmıştır.
Rauf Denktaş’ın, Serdar Denktaş kanalıyla M. Ali Talat gibi bir Türkiye düşmanını “kontrol etmek” bahanesiyle, meşrulaştırması ve ona muhalefetsiz bir gül bahçesi sunması son büyük hataydı.
“Onurlu AB üyeliği” masalını anlatan DSP-MHP-ANAP iktidarının ne denli onursuzca yıkıldığı ve Türkiye’yi de onursuz tavizlere sürüklediği ortadadır. Bugün ise “stratejik akıl” adı altında, Kıbrıs’ta ABD yardımıyla tutunma hayali besleyenlerin içine düştükleri durumunu görüyoruz.
“Kanla aldık, kön dökmeden vermeyiz” diyebilmek
“Kurmaylık” ve “stratejik akıl” her halde her aşamada düşmandan medet ummak, düşmanın ılımlaşacağını, onunla ortaklık kurulursa temel hedeflerini bırakacağını hayal etmek değildir.
Oysa Türkiye’deki “milli güçler” denen çevrelerin en temel propagandaları bu hatalı düşünceler üzerine kuruldu, Önce “AB’ye onurlu üyelik” dendi. Sonra “Tayyip Erdoğan başbakan olursa ılımlaşır” masalları anlatıldı. “Merak etmeyin Ordu bir konuşacak pir konuşacak” diye halk uyutuldu. En sonunda aslında ABD’nin M. Ali Talat eliyle KKTC’yi koruyacağı hayali yutturuldu. ABD güdümünde, Serdar Denktaş “sigortalı” koalisyonlar desteklendi.
Artık “millici” yanılsamaların gerçeklik karşısında tamamen tuzla buz olduğunu görüyoruz. Teskin edici hikâyeler sona erdi.
Devlet başkanıyken elindeki silahlı güçle, devlet mekanizmasıyla Milli Dava’yı savunamayanlar ise, şimdi artık gazete köşelerinden en sert açıklamaları yapabilirler. AKP ve M. Ali Talat ile hiçbir zaman köprüleri atmaya cesaret edemeyenlerin, bugün onlar tüm bağları koparınca öfke ve şaşkınlık nöbetlerine girmeleri ise anlamsız.
TÜRKSOLU, Annan Planı’nın referandumundan hemen önce; “Kanla aldık, kan dökmeden vermeyiz” sloganını atmıştı. Bunun tek anlamı devleti yıkacak seçimi yasal olarak ve fiilen engellemekti. “Bu seçim devleti yıkacak” diyen Rauf Denktaş doğru saptamaları yanlış eylemlerle devam ettirmekte ısrarlı oldu. Ve bugün yaşanan son sivil darbeden sonra ilk defa “KKTC’nin kanla kurulduğunu, teslim olmayacaklarını” söyledi ve TMT geçmişini hatırlattı.
Geç olsun ama güç olmasın demek istiyoruz. Ama hem geç hem de güç olacak anlaşılan. Keşke KKTC Anayasasına göre adadaki Silahlı Kuvvetler’in başkomutanıyken bu cümlelerin gereği yerine getirilseydi. Anadolu’daki Türk halkının Denktaş’ın arkasında olduğu kesin. Cumhurbaşkanı Denktaş, en kritik günlerde on binlerce gönüllüyle hem AKP hem de Hilmi Özkök’e rağmen Milli Dava’yı rahatlıkla savunabilirdi. Ama köşe yazarlarına verilen destekle, Cumhurbaşkanlarına verilen destek arasında fark vardır. Geciken çağrılar Türk halkının kulağına gitmez.
“Milli strateji” belirleyeceklere Kıbrıs musibeti belki ders olur. Korkunun ecele faydası yoktur.



..