KANLI NOEL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KANLI NOEL etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Şubat 2018 Salı

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 6


BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 6





YAVRU VATAN KIBRIS (3)


Yolumuz, Kaş yönünden Antalya’ya doğru.


Bölgenin doğası öyle güzel ki bu mevsimde, anlatmaya dilin dönmez. Yol kıyısından hemen yükselen iki yönlü tepelerin yamaçları, dağlar yeşile kesmiş. Aralarda kayalar, gösterişli, dik, yatık yüzlü, açıklı koyulu renkli, üstü kır çiçekli türlü büyüklükte taşlar... Buraların yeşilliğinin nedeni bu kayalar olmalı. Suyu tutuyor, doğayı kurutmuyor lar... Çam ağaçları git git bitmiyor. Yer yer bodur ağaçlar, aralarda gösterişli çam ağaçları biçim biçim... Bazı yerlerde başka orman ağaçları da karışıyor çamlara. Yaprak döken ağaçlardaki bahar yeşilliği baş döndürüyor. Dağların yamaçları geven çiçekleriyle öbek öbek sarıya boyanmış. Yol kıyıları sarı, mor, beyaz kır çiçekleriyle bezeli. Kayaların aralarındaki çayırların yeşili, renk değiştirmiş, değişik tonlara bürünmüş ama daha solmamış... Gök, masmavi. Deniz, gökyüzünün rengiyle boyalı, dik kıyılar, alçak kıyılar, kumsallar...

Yollarda, çayırlardan araba yoluna yer yer inen, yavrulamış keçiler, koyunlar... Yamaçlara yayılmışlar. Hava ılık, güneşli... Cenneti tanımlasalar, daha güzelini nasıl anlatacaklar? Bu güzel ülke, dünyanın en güzel ülkesi, her yöresi birbirinden güzel bu ülke bizim!.. Yüce önderimiz, şehitlerimiz, gazilerimiz, yurtsever atalarımız sayesinde bizim...

Sonra doğa görüntüsü yer yer kesiliyor, küçük büyük yerleşimlerin içersinden geçiyorsun...

“O da ne? Burası neresi? Bu güzel kente yakışmayan çirkin yapıları kim yapmış? Yapıların üstündeki, işyerlerinin tepesindeki bu yazılar da ne? Hangi dilden? Burası bizim değil mi yoksa?” diyorsun ister istemez, İngilizce tabelalar furyası başlayınca, betona kesmiş yerleşimlere girince...

Karayolları bile dilini şaşırmış: “Karayolları Asfalt Deparmant Şefliği.” Bu levhayı kıyıya dikmişler. Bölüm yerine Deparmant yazılınca daha bir sükseli oluyor demek.

Yol boyunca, göze takılan, gözünü acıtan yapı adları: “Mavi Kumsal Recidence”, Crovne Plaza”, “Harrington Park”, “Kristal Beach Hotel”, “ Otel Carpie Diem”... Antalya, kentiçi anayolu şu günlerde çok perişan. Orası burası kazılı, kapalı yerlerinden dönülen, araba yolundan başka herşeye benzeyen eşilmiş iki yönlü caddeler... Aralarda beton, hurda, taş yığıntıları... Eski yolun, yol ortası palmiyeleri, çiçeklikleri dümdüz edilmiş.

Havaalanı yoluna sapınca taksiciye, “İç hatlara!” diyoruz önce. Sonra soruyoruz: “Kıbrıs, iç hatlar mı?” Değilmiş. Dış hatlar.”

Pegasus Hava Yolları. Uçakta, bu havayolunun dergisi koltuk arkasında. Turistik yazılar konmuş. Dünyanın gezdikleri, beğendikleri yerlerinden söz ediyor bazı sosyetikler. Ülkemiz anlatılacağına, Türk elleri tanıtılacağına, elin yerleri, öv öv bitirilemiyor dergide. Örneğin, St. Petersburg. Böyle, kendini birşey sanan ünlüce birini, her yönüyle büyülemişmiş... Ah, biri de Tayland’daki bir adadan söz ediyor. “Ko Chang” adası onun için bir rüyaymış... Tarihi yerler, eski binalar göreceksen, önce bir, Türk Kıbrıs’a gitmelisin, doğanın en güzeliyse Türkiye’de, Kıbrıs’ta desenize...

“Komşunun gizli – saklı cennetlerindeyiz” diye başlık atıyor Pegasus, kaç sayfa süren uzun tanıtma yazısına. Kendi eliyle, kendi dergisinde Yunan’ın reklamını yapıyor. Adalarını ballandırarak anlatıyor. “ Yunan sahilleri; masmavi denizinde yüzebileceğiniz, kültürü, tarihiyle tanışabileceğiniz nefis yerler...” imiş. Tanrım sizi ne etsin! Yunan seni böyle anlatır mı? Paraya boğsan onu, kendi ülkesinin çıkarından vazgeçer mi? Hem öfkeleniyor, hem utanıyorsun bu yapılandan. Kimse de bu durumu kınamamış ki, bu dergi her koltuğun arkasında durmuş çıktığından bu güne dek. Dergiler okunmaktan lime lime olmuşlar...

Havaalanına gelirken gördüğüm güzellikleri, buraların, diğer yörelerimizin yaylalarını, köylerini, eşsiz doğasını, tertemiz denizimizi, bu yurdu ayakta tutan güzel insanlarımızı düşünüyorum... Ülkemizden daha güzel bir düşsel cennet var mı ki, bazı kendini bilmezler, cebi kolay kazanılan parayla dolanlar, ülkemiz insanının cebini doldurduğu ünlü- ünsüz paralılar, vatan düşmanları böyle konuşabiliyorlar... Sonra hem Türk şirketiyim diyeceksin kendine, hem de aman Yunan’ı gezin, oralar gibisi yok diye kafa ütüleyeceksin, paranızı oralara akıtın diyeceksin yolcularına. Bu da paranın çirkin yüzü olmalı. Paranın dini imanı olmadığının kanıtı olmalı. Yayılmacı varsıl ülkeler için değil bu sözüm, onlar yüz yıllık, bin yıllık planlar yapar, kuşaklara aynı emeli aktarırlar... Paranın yüzü sıcaktır derler ama yine de aynı şeyi bir Yunan’ın ülkesine yapacağını düşünemem. Onlar yapmazlar!

Bu yazıları okur, üstünde düşünürken, yalnızca Antalya bu kadar güzel... Kıbrıs nasıldır acaba? denildiği gibi çok mu güzel diye geçiriyorum içimden 45 dakikalık kısacık yolculukta...

Uçaktan iniyor, yürüyerek üç beş adımda içeriye, havaalanına giriyoruz. Nüfus cüzdanıyla (yeni adıyla kimlik kartıyla) polis kontrolünden geçmek ne güzel! Yabancılar diğer masalara yöneliyorlar. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vatandaşlarıyla biz Türkler aynı sıradayız.

Bir iki adım sonrası da bir salondayız. Bavullarımızı bekleme yeri. İlk darbeyi burada alıyoruz. Şaşkınım. Demek Osmanlıcılık hastalığı ta buraya kadar heryeri sarmış... Karşımızda kocaman bir pano. Başında Osmanlı tuğrası. Boydan boya solgun renkli eski saray resimleri, “Kıbrıs’ta Osmanlı Sarayları” yazısı, bir reklam olmalı bu ilan, kocaman resimli – yazılı levha.

Tamam, Kıbrıs tarihinde Osmanlı Devleti’nin yeri var, bıraktığı eserleri var. Ama 1878’de Kıbrıs’ı para karşılığı İngiliz’e bırakan, bir daha Kıbrıs’ta sözü geçmeyen Osmanlı Devleti değil mi? 1918’den sonra da yıkılıp giden, tarihten silinen de aynı Osmanlı Devleti... Kıbrıs, Türklerin vatanıysa hâlâ, bu, Kıbrıs Türklerinin yiğitliği, vatanlarına bağlılıkları, liderleri Fazıl Küçük’ün, Rauf Denktaş’ın üstün nitelikleri, büyük devlet adamı olmalarının yanında, en çok da Türkiye Cumhuriyeti sayesinde değil mi?...

Yunan, hava alanına eski Yunan kırallığının reklam panosunu asar mı hiç, bir düşünsenize. Yoksa, Yunanistan’ın reklamını mı yapar, Kıbrıs’a Yunan dediklerine göre, bıkıp usanmadan...

Anavatanı, Osmanlıcılar, Türklük düşmanı devlet yıkıcılar yönetirken başka ne bekleyebilirsiniz? Her yıl çıkarılan Meclis Takvimi, bu yıl Atatürk yerine Abdülmecit resmiyle çıkmışsa, Cumhuriyetin bayramları çoktandır kutlatılmıyorsa, yani anavatan soğuk almış, hapşırıyorsa, yavru vatan ne yapsın? “Zaman” yazarı Nevval Sevindik, “Osmanlı için Kıbrıs çok önemliydi, Kıbrıs’ı kaybeden Anadolu’yu kaybederdi, bunu çok iyi bilen Osmanlı yönetimi...” diye başlayan bir tümce kurmuş, “Kıbrıs Elden Gidiyor” adlı bir yazısında (Mart 2016). Bu kafa, herkesi aptal, bir kendilerini akıllı sanıyor. Osmanlı buranın önemini kavrasaydı, İngiliz’e kiralar mıydı, Rumları koruyarak, şımartarak, azdırarak bugünleri hazırlar mıydı Nevval Hanım?

Neyse, Kıbrıslı bir yaş yaşamış kadının, Kıbrıs’a okumak için giden bir kızımızla valiz beklemedeki ağız dalaşını, önümden çekil diye kıza laf atmasını, anlaşılmaz, tuhaf gerginliği izledikten sonra, bavulunu alıp çıkıyorsun, yine seni, çıkış kapısının arkasına asılmış kocaman boyutlu Osmanlı tuğrası karşılıyor... Of of çekerken, dışardasın, bir araca binip Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yollarına düşüyorsun...

Yağmur yağıyor. Yolu özlemle gözlenen Mayıs yağmuruymuş bu yağmur... Kuraklığı, Gazi Mağusa’daki su sorununu dinliyoruz yolda giderken...

Uzayıp giden düz yollar. Yanlarda tarlalar... Tek tük ağaçlıklar... Buğdaylar çoktan biçilmiş. Dendiğine göre başağa duramamış buğday bu yıl, yağmursuz geçen mevsim nedeniyle kurumuşlar, saman olarak biçilmişler, balyalanmışlar...

Gazi Mağusa, iki bölüm. Eski ve yeni Mağusa. Eskisinin tarihi milattan çok önceleri başlıyor. Özellikle buralar Haçlıların, Haçlı seferlerindeki konaklama, bekleyip dinlenme yerleriymiş. Venediklilerden kalma kaleleri, surları, yapıları... Bir kısmı çok eskiden camiye çevrilmiş kiliseleri... Cami adları da, sanki Osmanlı bunları yaptırmış, Rumların dinlerini geliştirmesine izin veren, ortadoksluğu burada geliştiren, Rum’u palazlandıran Osmanlı değilmiş gibi, paşa adlı, padişah adlı. Bir katedralin şimdiki adı, Lala Mustafa Paşa Camisi. Girne’de yine katedralden çevrilme Selimiye Camisi, şu an müze gibi kullanılıyor, rehberler eşliğinde geziliyor. Kentte gezerken, tarihi kalıntılar, her adım başı önünüze çıkıyor. Yapılaşmaya buralarda izin verilmediği için olmalı, tarih burada gözünün önünde hiç değişmeden yaşıyor, doğal dokusuyla gözüküyor, önü yanı betonlaşmayla kapatılmamış, gözden yitip gitmemiş...

Dün gece, bayram öncesi haberlerde, Ankara’da, tarihi Atatürk Köşkü yıkıldı” deniliyordu. Atatürk Orman Çiftliği’ndeki tarihi köşkü yıkmışlar. Bizim haberimiz, hep yıkımlardan sonra, iş olup bitince oluyor nedense, orman çiftliğindeki Atatürk mirası çiftlik ağaçlarının onbinlercesinin, Türkiye’nin yönetiminin değiştirilmesi amacıyla oraya dikilecek kaçak saray için kesildiğini de böyle iş işten geçince duyurmuşlardı.

İşte ülkemiz, işte yavru vatanımız Kıbrıs. Eskiyi korumayan, tarihinin değerini bilmeyenin geleceği olabilir mi?

Yeni Mağusa’yı, üniversitesi geliştirmiş. Öğrenciler yeni bölgelere canlılık getirmişler. Kıbrıs, burada bir üniversite adası görünümünde. Her Türk kentinde üniversite kurulmuş. Geniş topraklara yapılarını dizmişler. Öğrencilere sayısız olanaklar sunulmuş... En güzeli, buraya gelen yabancıların anadilleri gibi Türkçe öğrenmesi. Konuştuğumuz, bize yardımcı olan, koyu tenli, Arap’a benzeyen bir genci, konuşmasına bakarak neredeyse Türk sanacağız. Libya’dan dört yıl önce buraya okumaya gelmiş. Nasıl böyle güzel konuşuyorsunuz dediğimizde, kızıyor, dört yıldır buradayım diyor...

İster istemez aklımıza, ülkemizde doğan büyüyen, askerlik yapan, ilkokuldan başlayarak okullarında okuyan bazı kansızların, mahkemelerde tercüman istemeleri, başka dilleri varmış gibi Türkçe bilmez numaralarına yatmaları, bunları destekleyen aydın bozuntuları, içimize yuvalanmış dış destekli, Türk karşıtı bölücü sürüsü geliyor... İçimiz buruluyor...

Buranın denizi, Girne tarafında yer yer yüksek kıyılı. Gazi Mağusa’nın kıyısı, alabildiğine uzanan kumluklar, yavaş yavaş kıyıdan uzaklaştıkça derinleşen deniz... Denizin bölünmüş kıyısından kapalı Maraş bölgesini görebiliyorsun. Aynı güzellikteki kıyılar sürüyor ötelere doğru. Sahilde üstü bombalarla delik deşik yüksek otel binaları. Terk edilmiş, onarılması engellenmiş. Bekletiliyormuş bu yerler, yerleşime, oturuma kapalılar, Kıbrıs Barış Harekatı ile kurtarılan bu yerlerin Türklerden geri alınması düşüncesi, belli, capcanlı. Buraların resmini çekmek bile yasakmış, önlerine tabela koyup duyurmuşlar. Göstermelik yeşil ağlı örtülerle, önü kapatılan, girilmesi yasaklanan, içi boş bekletilen yerler belirtiliyor. Hemen bunların yanı, yeni binalar, Kıbrıs Türklerinin yaşam alanları...

Girne kalesi, Girne limanı, bütün günü alacak bir gezme yeri. Limanda denizfenerine kadar yürüdüm iki yönlü çevreye bakınarak... O kadar gösterişli ki bu eski liman, aşağıdaki, uzayıp giden taştan örülü eski duvarlarından güçlükle bakılabilen, yüksek kıyılı, yurdumuza bakan dalgalı coşkun denizi, içteki durgun denizinden başlayan kalesi... İnsanın başı dönüyor, sanki dünyanın bilinmez bir yerindesin, eskilere zaman yolculuğu ederek, evrende yitip gitmişsin duygusuna kapılıyorsun...

Lefkoşa’da gezilecek bir yer olmaktan çıkarılıp odaları dükkana dönüştürülen “Büyük Han”, Osmanlı - Türk mimarisiymiş. En çok, yiyip içme üzerine çay bahçesi gibi düzenlenmiş alt ve üst kattaki oda oda bölümleri. Hediyelik eşya da satılıyor kiminde. İnsanı bugünden alıp geçmişe götüren bir yer, taşları saran çiçekleriyle, şadırvanıyla, süslemeleriyle, güler yüzlü ev sahipleriyle gerçekten iç huzuru duyulacak, dinlenilecek bir yer... Bedesten, yine kiliseden çevrilme AB fonu ile bakımı yaptırılan, şu an içinde heykel çalışmaları yapılan, üstü kapalı, önü yanı açık bir alan. Venedik sütunu, dikili bir taş, meydanda, Atatürk anıtı aynı zamanda. En üstte Atatürk’ün güzel bir resmi asılı.

Hemen yakınında, yolda, taştan bir fıskiye, küçük havuzlu, kenarları taştan, ağaçlı bir yer var, çok eskiden kalma. Kenarına oturup dinleniyorsun, gelene geçene bakıyorsun... Yolun karşısında Mevlana müzesi, biraz yukarda Dr. Fazıl Küçük Müze evi.

Kıbrıs’ın atası Rauf Denktaş’ın mezarını, Fazıl Küçük evini, Girne Şehitliğini anlatmayı sonraya bırakayım.

Kıbrıs’ta gezilecek görülecek yerler o kadar çok ki, ne kadar gezseniz hep bir eksik kalıyor...

Feza Tiryaki, 18 Mayıs 2016 (sürecek)

***



YAVRU VATAN KIBRIS (4)



Kıbrıs’ı, gördüklerimi, düşündüklerimi kendi bakış açımdan, üç bölümde yazdım. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Öyle.

İlk bölümde yerini, konumunu, önemini, ikincisinde tarihini, üçüncüsünde gördüklerimi. Şimdi ise eski – yeni karışık konulardan söz edeceğim.

Bir kadın magazin yazarı (Sözcü) oraya gitmiş, en son, oradaki otelleri, lokantaları, yediği yemekleri, masasına getirilen meze çeşitlerini, eğlence yerlerini yazmış. Kıbrıs gazeteleri de bundan memnun olmuşlar, yazıyı gazetelerine almışlar...

Ahmet Takan (Yeniçağ), altı ay önce, “Hasta yatağında KKTC'yi satması için sıkıştırılan Rauf Denktaş kahrından öldü.” yazmıştı. Metin Aydoğan, “Girit'in Yoluna Giren Kıbrıs” yazısında, Kıbrıs pazarlıklarını, böyle giderse Kıbrıs’ın Girit gibi yitirilebileceğini anlatmış...

Dün, Kıbrıs’tan iki haber yazılıydı gazetelerimizde. Biri, popçu Serdar Ortaç’ın bu Cumartesi günü orada bir otelin kumarhanesinde iki kollu makine ile kumar oynaması, yabancı adlı o çok ünlü (!) manken karısının telefonuyla oyunu durdurması, bu haber kimi neden ilgilendiriyorsa; bir de Linet adlı bir şarkıcının - ne tür şarkı söyler, bilmiyorum- verdiği konsere gösterilen ilgi...

Bu Pazar, Güney Kıbrıs’ta seçim vardı. Pazartesi seçim sonucundan şöyle söz edildi basınımızda, tek satırla:

“Kıbrıs’ta kritik sonuç: EOKA hortladı.”


Yunanistan’daki “Altın Şafak” partisinin Kıbrıs’taki kolu ELAM’ı anımsatıyorlar bu başlıkla. ELAM (Milli Halk Partisi) oyunu artırmış Kıbrıs’ta, Güney Kıbrıs Rum meclisine girmiş. ELAM partisi böylece, eskinin Türk düşmanı EOKA’sının yerini almış, bu örgüt (ELAM), Türklere karşı saldırılarıyla, dediği, ‘Helen toprağında öleceksiniz.” sloganı ile tanınıyormuş.

Bu saldırganların Kıbrıs’a yakıştırdıkları “Helen toprağı” sözleri de yalan, uydurma. Kıbrıs, tarihte hiçbir zaman Yunan adası olmamış, Yunanlılarca yönetilmemiş ki, “ Helen adası” olsun... Ama Türkler tarafından bu ada bütünüyle yönetilmiş, Venediklilerden alınırken, elli bin ile yetmiş bin arasında şehit verilmiş, Kıbrıs çok uzun süre Türk adası olmuştur...

Bir de şunu unutmamak yararlı. Yunan büyük ülküsü (Megali İdea), yani Kıbrıs’ın, bölgedeki tüm adaların, Anadolu’nun Yunan’a bağlanması, Türk ülkesinin Türklerden alınması isteği günümüzde de yaşamaktadır, bu ülkü Yunan okul kitaplarında aynı canlılıkla sürdürülmektedir. Bunu Almanya’daki Yunan sınıflarında, ders kitaplarında, sınıf duvarlarına astıkları onlarca haritada gözlerimle gördüm. Gurbetçi Yunan ailelerin bu ülküye nasıl bağlı olduklarını, nasıl çocuk yetiştirdiklerini de gözlemlerimle biliyorum...

Bizdeki iç düşmanlarımız gibi, onların öğretmenleri de, her fırsatta, “Atatürk olmasaydı ne iyi olurdu, bunu hiç düşündünüz mü, ne bu Atatürk Atatürk, her dersiniz Atatürk, derlerdi...

Son yıllarda, Kıbrıs’tan pek söz eden, Kıbrıs’ın geleceğiyle ilgilenen yok gibi ülkemizde. Kendi derdimize düşmüşüz anlaşılan. Akdeniz’deki adalarımızın onlarcasının sessizce Yunan’a devredilmesine, onca yayına karşı ses çıkarılmıyorsa, yeni atanan (seçimle (!) gelmeyen) iktidar başbakanı Binali Yıldırım’ın bile yenice, Yunan işgalindeki Türk adası Koyun adasına pasaportla giderek, yatındaki Türk bayrağını saklayarak orayı Yunan’a verdiklerini dünya önünde onaylamasına, geçen hafta duyurulan Atatürk Orman Çiftliği’ndeki 1930’lu yıllardan kalma tarihi Atatürk Köşkü’nün yıktırılmasına kimse ses vermiyor, ayağa kalkılmıyorsa, dün akşam duyurulan PKK terör örgütünün yol keserek, bombalayarak biri “Binbaşı” altı şehidimizi, son yirmi günde ellinin üzerinde şehit verişimizi kimse dert etmiyorsa, evlatlarımız bölünme – başkanlık adına pkk terör örgütünce kurban ediliyorsa, iktidarın oynadığı çirkin başkanlık oyununun seyriyle uğraşılıyor, anayasa dışı uygulamalara toplumca susuluyorsa, Kıbrıs davası nedir ki?

Ne diyor yeni başbakanı iktidarın, değişmez AKP başkanına:

“Yolun yolumuz, davan davamız...”


İktidarın davası Atatürk Cumhuriyetiyle. Kıbrıs diye bir davalarının olmadığını Rauf Denktaş daha yaşarken, sağlıklıyken, görevdeyken, Talat’la telefonlaştıklarında açıkça dedilerdi. Talat da susarak, kem küm ederek, ağzından anlaşılmaz bir şeyler yuvarlayarak bu denilenleri onaylamıştı:

“Şey noktasında bence bir numarayla (Rauf Denktaş) fazla dalaşma.”

“Denktaş’la bu yeni diplomatik atak sürecini (yes be annem) sürdüremeyiz.”

“ Talat Bey, size bir şey söyliyeyim mi, artık "O" bitmiştir! Şu anda "O" muhatap olmaktan bile çıkmıştır."

“Dünyada “O” bütün itibar kaybına girdi. Yani O’nu (Rauf Denktaş) kaale almayacağız.”

*
Konuya başlarken çok heyecanlıydım. Gördüklerim, yavru vatanın güzelliği, doğasının Antalya’nın dağı taşıyla, denizinin deniziyle olan benzerliği, oradaki yaşamın bize eski yılları anımsatması, oraların, son 14 yılda neredeyse tüm kurumlarıyla, yaşam anlayışıyla, eğitimi, yargısı, yönetimiyle tümden yitirdiğimiz Atatürk Türkiye’sine, yani eski çağdaş Türkiye’mize benzemesi, geçmişe dönmek, çağdaş bir yaşamı yeniden bir küçük kentte duyumsamak, caddelerinin cıvıl cıvıl, insanlarının mutlu olması, terörden uzak bir yaşama şahit olmak, eski evlerinin çoğu yerde bir iki katlı kalarak, yıkılmayarak, açgözlülere teslim edilmeyerek eski durumlarını korumaları çok çok güzeldi...

Bu arada bizdeki o yozlaşma döneminde (Menderes) ortaya çıkan, altmışlı yetmişli yıllarda giderek her yana yayılan, her yanı ısırgan otu gibi saran “Karadenizli Müteahhit” anlayışı apartmanların, çirkin yapılaşmanın buralara kadar ulaştığını söylemeliyim. Hani güzelim evlerimizi yıkıp apartmanlara soktulardı ya Türk insanını, şu anda gökdelenlerle tabutluklara tıkıyorlar Türk köylüsünü, işçisini, memurunu, kendileri de (AKP iktidarı) villalardan, saraylardan başka yerde oturmuyorlar ya, Kıbrıs başka mı olacaktı? Gazi Mağusa’yı iyi sarmış bu tür yeni binalar. İngilizler ise Girne’de, diğer yerlerde dağ eteklerinde kendilerine villalardan kurulu mahalleler kurmuşlar, saltanatlarını sürdürüyorlar...

Eskiden kalmış, şu an oturulan tek katlı, iki katlı küçük Türk evleri ise nasıl da güzel. Bahçe içinde, yeşillikler, çiçeklikler arasında... İnsanı en az kırk yıl geriye götürüyorlar...

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Türk parası geçiyor. Bu ne güzel bir duygu şaşarsınız. AKP iktidarının henüz değiştirmeyi başaramadığı Atatürk resimli paralarımız oranın da parası. Bir lira bile orada para bunu biliyor musunuz? Bir saatlik otobüs yolculuğuna on lira ödüyorsunuz. Üç liraya dolmuş yolculuğu yapılıyor. Taksiler ucuz. Porselen, cam eşya Türkiye’den kaç kat ucuz... Kıbrıs peyniri orada üretilen sütlerden yapılıyor, hem çok lezzetli, hem de çok daha ucuz. İçkiden söz etmeyeyim, sağlığa zararlı bir ürün alt tarafı ama tutkunlarına gel de anlatın. Bizdeki keyfi vergiler, içeni adeta cezalandırıcı dinci anlayışın zamları, orada olmadığından mı bilmem, ederleri dünya fiyatlarıyla uyumlu, yani Türkiye’den en az üç kat ucuz.

Bir de doğayı bozan taş ocakcılar oralara da uzanmışlar. Adım başı taşocağı açılmış o canım dağların bağrına... Yavaş yavaş kıyıyorlar bozulunca yerine konulamayacak güzelliklere, tıpkı bizdeki gibi, taş ocağı eliyle doğa kırımına girişmiş bazı şirketler...

*
Yazı, sıkıcı olmasın, uzun uzun buraları anlatayım, yavru vatanla özleminizi gidereyim diye başlarken bölümlere ayırmıştım, her bölüm hem bağımsız hem de birbirleriyle ilgili olsun diye özenmiştim. Sonra gösterilen duyarsızlık yazma isteğimi aldı götürdü. Bu bölüme geldim dayandım.

Başladığım işi bitirmeliydim.


Kaç gündür yazamıyordum. Özellikle Rauf Denktaş konusu cesaretimi kırıyordu. O büyük devlet adamını anlatamamaktan korkuyordum. Rauf Raif Denktaş’ın, Dr. Fazıl Küçük’ün kim olduğunu, Kıbrıs için önemini bir kısa yazıyla nasıl anlatmalı? diyordum.

Söz yine uzadı, bu değerli Türk büyüklerinden, Girne’deki Dr. Fazıl Küçük müzesinden, Gönyeli’deki anıtlı parkın ortasındaki Rauf Denktaş gömütünden, bu gömütün insanı sarsan özelliğinden söz etmeme yer kalmadı.

En son 2012’de, sonsuzluğa göçüşünde bir yazımda anmıştım ihanet yorgunu Denktaş’ı, Kıbrıs Türk’ünün büyük önderini. Bu yazının sunumunu, alta, diğer ilgili sunumlarla birlikte yazıya ekleyeceğim.

Girne Şehitliği, çok etkileyici. Yeri, Girne’ye giderken yol kıyısında, yurdumuza bakan Kıbrıs denizinin üst başında, çok yüksekte. Aşağısı, denize tepeden inen, kayalıklı, yer yer ağaçlık dik bir yamaç. Deniz, yer, gök ilk bakışta şehitliğin mezar taşlarıyla birleşiyor. İçin şehitlerimiz için yanarken, bir yandan da onur duyuyorsun, yaş yaşayamayan, canlarını vatanlarına adayan Kıbrıslı soydaşlarınla, mücahitlerle, yavru vatana hiç düşünmeden canını bağışlayan, Kuzey Kıbrıs topraklarını işgalden, Kıbrıs Türk’ünü kırımdan kurtaran yüce gönüllü Türk askerleriyle... Komutanlarıyla...

Şehitliği dolaşırken ağlayan yaşlı adamlar gördüm. Oraları bir düzenle gezen gruplar gördüm. Mezarlara selam duran gençler gördüm. Silahı omuzunda oraları bekleyen askerlerimizi gördüm... Şehitliğin anı defterine yazılar yazan, sonra yazdıklarını gözyaşlarıyla okuyan gezginler gördüm... Şehitlik müzesi kapalıydı, şehitlikteki açık alanda sergilenen 1974 harekatındaki tankları, kamyonetleri, askeri araçları gördüm... Paslanmış, çürümeye yüz tutmuştular.

Anı defterinde en son yazılmış anı şuydu:


“Sizleri çok anlamlı bir günde, Anneler Günü’nde ziyaret ettik. Onların hakkı size helal olsun, ruhlarınız şadolsun...”

Anneler günü saçmalığını, hep anlatılan o Amerikalı bir kız öyküsünü, bu öyküyü ticarete çeviren anlayışı sevmeyen biri olarak, deftere aceleyle yazdıklarım, aklımda kaldığı kadarıyla:

“ Sizler, Türk ulusu, Türk vatanı, bağımsızlığımız için canınızı verdiniz.
Gelecekte, ülkemizin eski günlerine dönmesi, bağımsızlığından ödün vermemesi, bu günleri atlatması dileğiyle...” yazdıktan sonra altına:

“ Ya İstiklal, Ya Ölüm!.. Gazi Mustafa Kemal Atatürk", özsözünü ekledim.

Yüce önderimizin, Kurtuluş Savaşı’na başlarken Sivas Kongresi’nde gençlere söylediği bu söz, Kıbrıs davasında da, “Ya istiklal, ya ölüm!” diyerek canlarını yavru vatan Kıbrıs’a feda eden şehit gençlerimize nasıl da uyuyor...

Doğayı bozmadan, tüm görkemiyle koruyarak anıtlarıyla buluşturmak, geçmişi unutturmamanın en etkili yolu.

Kıbrıs, anıtlar yurdu. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, gezerek, görerek geçmişi anımsama ülkesi. Her karış toprağı şehit kanlarıyla sulanmış bir yavru vatan...

Bu söz de, Türk’ün atası, yüce önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, günün şartları nedeniyle, zorunlu olarak, Lozan Barış Antlaşması’nın 16, 20 ve 21’nci maddeleriyle İngiliz egemenliğine bırakılan Kıbrıs adasına ilişkin söylediği çok önemli bir sözüdür:

“Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece Anadolu’nun ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada ve orada yaşayan Türkler bizim için çok önemlidir.”

Feza Tiryaki, 24 Mayıs 2016 

http://www.guncelmeydan.com/…/koca-cinar-rauf-denktas-t3031… (Rauf Denktaş’ı anma)
http://www.ilk-kursun.com/…/koca-cinar-rauf-denktasin-anis…/ (Rauf Denktaş’ı anma)
http://www.dha.com.tr/vanda-sehit-olan- ... espese-iki… (Son şehitlerimizin uğurlanışı)
http://www.sozcu.com.tr/…/gundem/vanda-hain-tuzak-4-sehit-…/ (Son şehitlerimiz)
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/turk- ... na-pasapor…
https://www.youtube.com/watch?time_cont ... V0A-glcgV0 (Kıbrıs kaseti)
(Resimdeki plaj: Gazi Mağusa)

Feza Tiryaki


7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 5



BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 5




MHP’li Halaçoğlu: Yavru Vatan Kıbrıs Elden Gitmektedir!


"Türkiye’nin Resmi Toprakları olan 18 Ada işgal edildi"

 Hülya Karabağlı

 HABER
 Hülya Karabağlı
12 Ocak 2017 21:20

MHP Kayseri Milletvekili Yusuf Halaçoğlu, Gaziantep Bağımsız Milletvekili Ümit Özdağ ile Meclis'te düzenlediği basın toplantısında, Kıbrıs görüşmelerini gündeme taşıdı. Prof. Halaçoğlu, son siyasi gelişmeler yaşanırken "yavru vatan Kıbrıs'ın elden gittiğini" söyledi ve “Türkiye’nin sigortası niteliğinde olan ve Türkiye’nin Akdeniz’e kapısı durumunda olan yavru vatan Kıbrıs elden gitmektedir” dedi.

Toprak konusunda Annan Planı'nın da gerisine düşüldüğünü belirten Halaçoğlu, Kıbrıs'ta Türklere ayrılan toprağın fiili olarak yüzde 25'e düşeceğini anlattı. Türkiye'nin garantörlük hakkına dikkat çeken Halaçoğlu, "Aksi takdirde yeni bir Girit Adası benzeriyle karşı karşıya geleceğimiz kesindir." değerlendirmesinde bulundu.

Bağımsız Gaziantep milletvekili Ümit Özdağ, "Türkiye'nin, Türk milletinin ve Kıbrıs Türklüğünün menfaatlerini ihlal eden rezil anlaşma kabul edilir ve şehit kanlarıyla sulanmış topraklar Rum emperyalizmine terk edilir, KKTC yıkılır ve Kıbrıs ikinci Girit olma sürecine girerse ki girecek, o zaman orada bu sonucun ortaya çıkması için şehit olan Türk askerlerinin ve mücahitlerimizin neden şehit olduklarının sorgulanması gerekir” dedi.

 Özdağ: Bu anlaşma kabul edilirse ailemizin şehidini Gaziantep’e geri getireceğiz 

Özdağ, halasının oğlu Asteğmen Nafi Kıvanç'ın da Kıbrıs'ta şehit düştüğünü ve buradaki Boğaz Şehitliği'nde yattığını anlattı ve “Aile ile görüştüm ve bu anlaşma kabul edilirse şehidimizi adadan Gaziantep'e geri getireceğiz. Böyle rezil bir anlaşmaya imza atan bir yönetimin olduğu yerde şehidimizi bırakmayacağız" dedi.

"Türkiye’nin resmi toprakları olan 18 ada İşgal edildi"
Prof. Halaçoğlu ve Özdağ’ın basın toplantısı şöyle:

Bütün bunlar olurken, Türkiye’nin sigortası niteliğinde olan ve Türkiye’nin Akdeniz’e kapısı durumunda olan yavru vatan Kıbrıs elden gitmektedir. Bilindiği üzere Erdoğan Hükümetleri döneminde, hem Misâk-ı Millî sınırları içinde, hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde olup Türkiye’nin resmi toprakları olan 18 ada, Yunanistan tarafından işgal edilmiştir ve hükümetçe buna maalesef bir tepki gösterilmemiştir. Nitekim bu Türk adalarından biri Aydın İli sınırları içinde yer alan Marathi Adası’dır. Eski Başbakan ve halen AKP Milletvekili olan Davutoğlu’nun, bu yılın Ağustos ayı başında, Ege Denizi’nde tatile çıktığı ve bu Marathi Adası’nı ziyaret ettiği basında yer almıştır. Bu ziyaret, maalesef işgali meşrulaştırmıştır.

Halbuki Cumhuriyetimizin kuruluşu sırasında Milletler Cemiyeti'ne tescil ettirilen Aydın Marathi Adası, Yunan işgali altında olan 18. Türk adasıdır. Marathi Adası'nın Türkiye'ye ait olduğu hem 25 Ocak 1933 tarihli T.C. Resmi Gazete'de belirtilmiş hem de 1943 tarihli İngiliz ve 1951 tarihli Amerikan haritalarında gösterilmiştir. Buradan AKP milletvekillerine sesleniyorum. Siz bir kişiye sınırsız yönetim hakkı tanırken, mensubu bulunduğunuz partinin hükümeti, vatan toprağını terk ederek vatana ihanet suçu işlemektedir ve siz buna sessiz kaldığınızdan aynı suça iştirak etmiş olmaktasınız. Elbette ilelebet iktidarda kalmayacaksınız. Dolayısıyla unutmayın ki, bu konu öylece kapanmayacaktır. Sizi bir tarihçi olarak ikaz ediyorum. Hiç şüpheniz olmasın ki bu tür hesaplar kapanmadan tarih sayfaları da hiçbir zaman kapanmamıştır ve bu olaylar tarih sayfalarına geçmiştir.

Başta Ümit Özdağ ve İsmail Ok milletvekillerimiz olmak üzere 21 Aralık 2016’da bir heyetle Kıbrıs’la ilgili doğrudan bilgi edinmek maksadıyla Kıbrıs’ı ziyaret ettik. Ziyaretimizde eski Cumhurbaşkanı Sn. Dervişoğlu, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Başbakanı Sn. Hüseyin Özgürgün, Meclis Üyeleri, Kıbrıs Türkiye Büyükelçisi Sn. Derya Kanbay, Maliye Bakanı Sn. Serdar Denktaş ve nihayet KKTC Cumhurbaşkanı Sn. Akıncı ile görüşmelerde bulunduk. Cumhurbaşkanı Sn. Akıncı dışında bütün yetkililer Sn. Akıncı’nın kendi başına bir görüşme gerçekleştirdiğini ve kimseyle görüşmeden Rumlarla müzakereleri yürüttüğünü belirttiler. Sn. Akıncı ise yaptığı görüşmelerle ilgili bilgi aktardı.

Kıbrıs görüşmelerinde şu hususlar ön plana çıkmaktadır. 1- Toprak meselesi 2- Yönetim 3- Nüfus 4- Garantörlük meselesi Toprak konusunda maalesef Annan planı gerisine düşüldüğü görülmektedir. Kıbrıs Türklüğü şu an bedelini kan ile ödeyerek Ada topraklarının yüzde 36’sını elinde tutmaktadır. Ancak Rum tarafı Ada’nın yüzde 75’ine ve kıyı şeridinin de yüzde 60’ına sahip olmak istemektedir. Bilindiği üzere 1992’de “Gali Fikirler Dizisi” diye adlandırılan ve BM Genel Sekreteri ButroButros Gali başkanlığında yapılan müzakere sürecinde KKTC kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ancak bir paket anlaşma çerçevesinde olmak üzere toprak düzenlemesinde yüzde 29’a inmeyi kabul etmişti. Paket anlaşma gerçekleşmediği halde o günden sonra Rum tarafı hep pazarlığa yüzde 29’dan başlamak istemiştir. Halbuki tüm konularda anlaşmaya varılmadan hiçbir konuda anlaşılmamış sayılması Kıbrıs müzakerelerinin ana prensibi idi. Şimdi Anastasiadis da pazarlığa yüzde 29’dan başlamakta ve Türk tarafını yüzde 25’e inmeye razı etmeye çalışmaktadır.

Halbuki Güneyde kalan Türk ve Türk Vakıf mallarının da dahil olacağı bir mal paylaşımının ve sınır belirlemesinin gerekli olduğu kesindir. Zira Kıbrıs adasının 3/1’i Türk vakıf arazisidir. Nitekim Sömürge İdaresi ile ortak Cumhuriyet Yönetimi’nin hâkim olduğu 1878-1974 döneminde, vakıf emlâkin önemli bir kısmı, vakıf kurallarına aykırı bir şekilde, Sömürge İdaresi, Merkezî Hükümet, Yerel Yönetimler, Kıbrıs Rum Kilisesi ve Kıbrıs Rum halkı tarafından gasp edilmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla 100 yılı aşkın bu gaspın bedeli milyarlarca dolara ulaşmaktadır.

Yapılmış olan kısmî tespitlere göre; Lala Mustafa Paşa ve Abdullah Paşa Vakıflarına ait gasp edilmiş arazi 76.650 dönüm olarak belirlenmiş olup, bunun 35.743 dönümü kentsel; 40.907 dönümü ise kırsal arazi niteliğindedir. Her iki vakıfın toplam arazisi 90 bin dönüm civarındadır ve vakıflar “Mülhak” vakıf olarak kurulmuştur. Bilindiği gibi Mülhak vakıflar satılamaz, devredilemez, hibe edilemez ve zaman as¸ımından etkilenmez.

İkinci konu Dönüşümlü Başkanlık meselesidir. Bilindiği üzere Dönüşümlü Başkanlık Annan Planı’nda Rum heyetince kabul edilmişti. Şimdi yeniden müzakere konusu haline getirilmesi ve kabul ettirilmesi bir başarı olarak gösterilmemeli ve bundan taviz verilmemelidir. Aslında burada asıl önemli olan husus, Türklerin temsiliyetinin 1960’ın gerisine düşmemesi ve yönetimde yer alacak Türk temsilcilerin yönetime etki edebilme gücüdür. Bunu da belirleyen pek çok faktör vardır. Bunlardan biri oy kullanımıdır. Eğer Rumlar Kuzey’e yoğun şekilde yerleşim amacıyla geçecekse, seçimlere katılımları meselesinin ayrıntılarıyla düzenlenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde Türk temsilcilerin seçilmesinde, Rum oylarının belirleyeceği bir demografik yapı oluşabilir ve bu da Türk temsilcinin Türkleri temsil etmesini doğrudan olumsuz etkiler.

 Garantörlük Hakkı ile bir kez oynadığınız takdirde, o artık bir uluslararası anlaşmadan kaynaklı bir hak olmaktan ve asli görevini yerine getirmekten çıkar. Bu sebeple eğer anlaşmada garantörlük kurumu bir şekilde sınırlandırılır ise yeni anlaşmada İngiltere ve Yunanistan yer almayacaktır ve bu daGarantörlük hakkının uluslararası niteliğini ortadan kaldıracaktır. İkincisi sınırlandırılmış bir hak, gerçek bir Garantörlük Hakkı’nın yerini tutacak olsaydı Rumlar bunun için ısrar etmezlerdi. Bunun kesinlikle kabul edilmemesi ve garantörlüğün asli şekliyle devam ettirilmesi gerekir. Aksi takdirde yeni bir Girit adası benzeriyle karşı karşıya geleceğimiz kesindir.

Bu sebeple Garantörlük meselesinin Beşli Konferans’ta masaya konulacak olması durumunda Türkiye üzerinde çoklu bir baskı kurulacaktır. Bu konuda önlemler derhal alınmalı, Türkiye’nin bu husustaki kararlığı tekrar gerçek bir samimiyetle ve ciddiyetle dile getirilmeli ve bu sözün de arkasında durulmalıdır.

Bütün bu tespitlerimizi paylaşmak ve gerekli önlemlerin alınması konusunda bilgi vermek düşüncesiyle Türkiye Cumhurbaşkanı Sn. Erdoğan’dan Kıbrıs konusunda bilgi vermek üzere 27 Aralık 2016’da bir randevu talebinde bulundum. Ancak bu randevu verilmedi. Bir milletvekili ve bu konularda çalışmaları olan bir bilim adamı olarak Türk Milleti’ne karşı görevimi yerine getirmek arzusunda bulundum. Bundan sonra Kıbrıs’la ilgili gelişmelerden sorumlu olmadığımı özellikle belirtmek istiyorum.

http://t24.com.tr/haber/mhpli-halacoglu-yavru-vatan-kibris-elden-gitmektedir,382771



***




YAVRU VATAN KIBRIS (1)

Feza Tiryaki,

Şunu iyice anladım: “Bir yeri görmeden orayı anlatamazsın.” Anlatacakların bilimsel olsa bile gerçeği tam yansıtmaz, gözlem öğesi, duygu öğesi, izlenimler eksiktir.

Kıbrıs’ı, gittim, gördüm, üç dört gün de olsa orada yaşadım. Kıbrıs’ın havasını soludum, şehitlikleri dolaştım. Kıbrıs’ta, o çok görkemli Atatürk anıtlarını, çağdaş, bağımsız yaşamı, eski çağdaş, güçlü Türkiye’mizin varlığını gözlemledim. Kıbrıs yakın tarihinin iki önemli adı Fazıl Küçük’ün evini (müze); Rauf Denktaş’ın mezarını ziyaret ettim. Kalelerini, tarih ötesinden gelen kalıntılarını, eşsiz güzellikteki kumsallarını, Osmanlı dönemi tarihi eserlerini gördüm. “Kıbrıs Türkü”nün güzelliğine, günlük yaşamına tanık oldum. Buranın neden çok önemli bir yer olduğunu, neden yayılmacı ülkelerin burayı paylaşamadığını, Türk’ün elinden neden alınmak istendiğini görerek, yaşayarak anladım.

“Kıbrıs, Yavru Vatan.” 1960’lı yıllarda katılan adıdır bu ad oranın.

Kıbrıs Adası, Akdeniz’de, bölgede, yurdumuza en yakındır. Ülkemizden, aynı kıyıdan kopmuş bir toprak parçası olduğunu anlamak için Kıbrıs’ın, kitaplar devirmek gerekmez, gözünle görürsün haritaya baktığında. Kıbrıs, ucu ok gibi uzanan yeşil ada, sokulur kıyılarımıza... Yayılmacı Yunan’ın çığırtkanlığı, yayılmacıbaşı, sömürgeciler kralı İngiliz’in ve yandaşlarının numaraları, burayı sahiplenmeleri kimseyi aldatmasın! Adanın, güneyimize olan uzaklığı, altmış beş kilometre nerede, Yunanistan’a olan bin kilometre nerede... İngiliz’in buradaki rolünü sorarsanız, bunun yanıtını veremezler, Akdeniz burada, İngiltere adlı ada ülkesi binlerce kilometre ötede, bambaşka bir yerde. Amerika dünyanın öte ucunda. Birbirlerini yiyip duran Arap ülkelerinden en yakındakine bile en az üç yüz kilometre uzaktır burası.

Akdenizin üçüncü büyük adası; göz görüyor, ada, Antalya’nın doğal uzantısı, aynı bitki örtüsüyle kaplı, aynı görünüşlü dağlı, aynı taşlı kayalı Kıbrıs. Buradaki Türk Cumhuriyeti: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti.

Beşbarmak dağlarına kazılı iki bayrak, gerçekmiş. Hep resimlerde görürdüm. Beyaz üstüne yanda iki kırmızı çizgili, kırmızı aylı yıldızlı Kuzey Kıbrıs bayrağı ile Türk bayrağı nasıl da yakışıyor birbirine. Ne yazık ki dağa kazılı Türk bayrağı bakımsızlıktan epey silinmiş, belirsizlenmiş, Kuzey Kıbrıs Türk bayrağı yalnız kalmış orada. Bunun dışında her yanda iki bayrak birlikte asılı. Camilerin iki minaresi arasına mutlaka iki bayrağımız asılı. Şehitliklerde öyle. Akla gelen gelmeyen her yerde iki bayrağımız yanyana dalgalanıyor Kıbrıs göklerinde...

Ziraat Bankası orada T. C. simgesiyle, eskisi gibi. Her yerin adı Türk adı, Türkçe. Herkes Türkçe konuşuyor, orada yaşayan, bir işte çalışan zenciler bile, duyunca kulağına inanamıyorsun, bülbül gibi Türkçe konuşuyorlar. Üniversite öğrencileri, buraya okumak için nereden, hangi ülkeden gelmiş olurlarsa olsunlar sen ben gibiler, dilleri Türkçe şakıyor. İşyeri adları Türkçe. Orayı görünce bizim büyük kentlerimizdeki İngilizce yer adlarından, tabelalardan utanıyorsun. Yerleşim yerleri, köyler birbirinden güzel Türkçe adlarla söyleniyor:

Türkmenköy, Zümrütköy, Beyarmudu, Köprülü, İncirli, Turunçlu, Nergisli, Çayönü, Karakum, Değirmenlik, Göreli, Anıttepe, Hamitköy, Haspolat, Kaymaklı, Tatlısu, Yeni İskele, Yeni Erenköy, Yamaçköy, Gönendere, Adaçay, Güngör, Altınova, Çayönü, Ergenekon, Görneç, Gelincik, Taşlıca, Kumyalı...

“Ne güzel adlar oy bizim adlar”, demez de ne dersiniz bu adlara?

“Akçiçek, Pınarbaşı, Kırklar, Göçen, Ulukışla, Arıdamı, Karşıyaka, Alsancak, Ötüken, İnönü...”

Ya sokak adları? Bizdeki, son yılların modası, ad takma yerine numaralama, ad takmaya üşenilen, adı önemsemeyen çirkin anlayış Kıbrıs’ta yok. Her sokağa anlamlı bir ad konmuş:

Örneğin Gazi Mağusa’da,“Kurtuluş, Sakarya, Atatürk adlı caddeler, sokaklar var. İsmet İnönü, Eşref Bitlis, Mehmet Akif, Ziya Gökalp, Kenan Evren Paşa, Şehit Gazeteci Hasan Tahsin, Ecevit adları da burada caddelere sokaklara ad olmuş. Tarihi günler de ad: “20 Temmuz Sokağı” gibi. Atatürk’ün adı, her yerde. “Atatürk Meydanı, Atatürk Caddesi, Mustafa Kemal Bulvarı, Gazi Mustafa Kemal Bulvarı gibi değişik yerlerin ortak adı, Atatürk.

Adanın başka özelliklerini, adaya takılan Akdeniz’in uçak gemisi takma adını, adanın değerli konumunu, Türkiye’nin güvenliğindeki yerini bir yana bırakın, adları bu kadar Türk olan Türk toprağı, bu çok değerli Türk yurdu, ulusça, yöneticilerce nasıl bağra basılmaz, üvey evlat muamelesi görür; üstelik, Yunan’ı kollayan Birleşmiş Milletlerle pazarlığa oturulur, halk oylamasında baskıyla Yunan’a, dolayısıyla İngiliz’e verilmeye kalkışılır, anlamak çok zor...

Bu güzel yurdu, yavru vatanı gözleri görmeyen gezginlerimize ne demeli? Elin Yunan adalarına, yok ta Maldivlere, İtalyalara giderler, elin hiçbir özelliği olmayan, sıradan adalarında, sahillerinde gezmeyi bir iş sanırlar, bununla övünürler, oralara para akıtırlar da, bu cennet köşe akıllarına gelmez.

Mersin’den gemiyle iki - üç saat, arabalı gemiyle (feribot) altı – sekiz saat, Antalya’dan uçakla kırk beş dakika uzaklıkta bu adamız. Uçağa binmenle inmen bir oluyor. Biletler, uzun yol otobüs fiyatları kadar. Gidin, gezin, Türk Kıbrıs’ı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni, Türk’ün yavru vatanını görün, oralarda para harcayın, her harcadığınız para, Yavru Vatan’ın ekonomisini canlandırsın, hayatsuyu olsun, orayı güçlendirsin...

Yavru Vatan’ın bağımsızlığını korumasına, egemenliğine bir katkınız olsun.
Şehit kanları boşa gitmesin...
Feza Tiryaki, 
14 Mayıs 2016


YAVRU VATAN KIBRIS (2)


Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti. 1983’te kurulan devletin adı. Simgesi, KKTC. Ulusu Türk, dili Türkçe.

Başkenti Lefkoşa. Diğer kentleri: Girne, Gazi Mağusa. İki uçtaki Güzelyurt ve İskele de önemli merkezler. Nüfus, 286 bin. Ülkenin yüzölçümü, 3 bin 355 kilometrekare.

En akıl almaz yanı ise işin, bu güzel devleti, zorunluluktan kurulan, toprakları şehit kanlarıyla sulanan bu Türk devletini, Türklerin yavru vatanını, şu güne kadar, Türkiye dışında hiçbir devletin tanımaması. Türk birliği çığlıkları atanlar, aynı millet iki devlet diye Azerbaycan’ı tanıtanlar, Arap hayranlıkları tavana vuranlar, Asya ülkeleriyle, parlayan Çin’le işbirliği etmeli, onlar bizim dostumuz diye haykıranlar ne diyor bu düşman safında olmaya, Türk’ün yalnız bırakılmasına, gerçekten merak konusudur...

Önce, bu devleti kimseler tanımadı. Daha sonraları da, bu AKP döneminde, bizimkiler (Türkiye'yi yönetenler), Kıbrıs’ı tanımak isteyen devletlere (Pakistan, Rusya... ), ”Bizim böyle bir isteğimiz yok, dediler, bu da bir iç yarasıdır.

Kıbrıs’ın tarihini kısaca yinelersek, bu konuya duyarsız kalanlara, tarihsel gerçekleri anımsatırsak, durumu belki daha iyi görebiliriz.

Tarih öncesi, ilkçağlar:

Adanın varlığı, yaklaşık yirmi milyon yıl önce Anadolu’dan kopmasıyla başlar. On bin yıl öncesi, ilkçağlardaki durumu, buraya ilk yerleşenler, bölgenin diğer yerleşim yerleri gibidir. Kültürler birbirini etkilemiş, gelen, savaşan, giden hiç eksik olmamıştır. Sonra, Roma, Bizans, Venedikliler... En sonunda da Türklerin kesin egemenliği. (1571)

Osmanlı (Türk) egemenliği dönemi:

Osmanlı devletinin yönetimi gereği, oluşan serbest ortamda, Katolik Venediklilerin etkinliğini yitirmesiyle, burada Ortodosk Rum kültürünün gelişmesine izin verilmiş. Adaya Karaman’dan Türkler yerleştirilmiş. Çok sayıda Türkmen buraya göçmüş... Türklerin, adayı Venedik egemenliğinden almalarında, yani adayı fetihlerinde on binlerce Yeniçeri askeri can vermiş, adaya ilk Türk kanı bu dönemde akıtılmıştır.

“Doksanüç Harbi”nde ( 1878 Osmanlı - Rus savaşı) adanın egemenliği yeniden el değiştirmiş, ada Osmanlılarca İngilizlere kiralanmış. Böylece mülkiyeti Osmanlı’nın (Türklerin), yönetimi İngilizlerin olan bir yer oluşmuş. Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizler (1914), Osmanlı Devleti Almanya ile birlik olup savaşa girince, burayı kendilerine bağladıklarını ilan etmişler, ada İngiliz’e geçmiş. Biliyorsunuz, Osmanlı’nın tarihe gömülmesiyle, Sevr’i imzalayarak yayılmacı ülkelerin işgaline uğramasıyla bile Türkler yenilemedi. Yurdu işgal edilen Türk ulusu, Mustafa Kemal Paşa önderliğinde savaştı, düşmanına boyun eğmedi. Türk ordusu, arkasında İngiliz’in olduğu Yunan’ı yendi, denize döktü. Türk halkı, işgalci İngiliz’i, Fransız’ı, İtalyan’ı kovdu... Üç yılı aşkın süren Türk Kurtuluş Savaşıyla Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Cumhuriyetin tapusunun alındığı Lozan antlaşmasında da (Temmuz 1923) günün şartları gereği zorunlu olarak bu durum (adadaki İngiliz egemenliği) onaylanmış.

Adadaki İngiliz işgali:


Adadaki İngiliz işgali, 1960 yılına kadar sürmüştür.


1931 yılında İngilizlerle ada halkının ilk çatışmaları başlamış. Rumlar, adayı Yunanis’tan’a bağlamaya kalkışmışlar. Önce İngiltere güdümlü ‘Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu (KATAK) kurulmuş. Ardından, 1944 yılında Dr. Fazıl Küçük, adada Türkleri biraraya getiren Kıbrıs Milli Türk Halk Partisini kurmuş. 1953 yılında da Rumlar “EOKA” örgütünü (Türkleri düşman ilan eden) kurmuşlar. Buna karşı, adadaki Türk halkı kendini korumak amaçlı, Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatını (TMT) kurarak (1956), bu teşkilatta birleşmişler. Rumların yayılmacı, soykırımcı amaçlarını bu sayede bir süre engellemişler.

Önceleri, adanın Türk nüfusu Rumlarla aynıymış, hatta, daha da çokmuş, sonra bu oran baskıyla, kırımla üçte bire düşmüş.

Bu süreçte, ada için, Türkler, “taksim” demişler, bağımsızlık istemişler; Rumlar, Yunanistan’la birleşmeyi savunmuşlar.

Daha sonra İngiltere’nin önerisiyle adada yönetimin, adadaki Türk ve Rum halkıyla birlikte, İngiltere, Yunanistan, Türkiye tarafından ortaklaşa olması tartışılmış, taraflar arasında görüşmeler başlatılmış (1958).

1959’da da, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması kararlaştırılmış, Zürih ve Londra anlaşmalarıyla da kuruluş duyurulmuştur.

Rum Papaz Makaryos (Makarios) adı da, 50’lili yıllarda duyulmaya başlamış, bu kişi (Kıbrıs Rum Ortadoks lideri), Kıbrıs adası için, “Enosis”ten başka söz etmemiş, 1955’te kurulan Yunan terör örgütü EOKA ile birlikte çalışmıştır.

1956’da İngiliz yönetimi Makaryos’u kışkırtıcı diye adadan sürüyor. İlk kez Birleşmiş Milletlerde Türkiye, “Taksim” sözünü ağza alıyor. Türkiye’nin her yanında “Ya taksim, ya ölüm” söylemleri yayılıyor. O günleri yaşayanlar anımsarlar, daha önceleri her yerde, “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır!”deniliyordu.

NATO kuruluşu, 1957’de Kıbrıs’ta arabuluculuk ediyor. Makaryos geri dönüyor.


Kıbrıs Cumhuriyeti dönemi:


Kıbrıs Cumhuriyeti iki dilli kuruluyor. Türkçe – Rumca. Yönetimin yüzde yetmişi Rumlardan, yüzde otuzu Türklerden olacak ama kurulacak orduda bu oran yüzde altmış (Rum), yüzde kırk (Türk) olacak.

Sonra anlaşmazlıklar başlıyor. Makaryos, Türkleri eşit ortaklıktan azınlık durumuna düşürmek için Anayasa değişiklik önergesi hazırlıyor. Türkiye ve Kıbrıs Türkleri bunu kabul etmeyince, Rumlar, Türklere soykırım uyguluyorlar.

Türkleri, yok etmenin, sindirmenin, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamanın adı, “Akridas” planı.

1963 yılında terör örgütü EOKA saldırıya geçiyor. O zamanlar, Türkler adanın her yanında oturuyorlar. Camiler, okullar bombalanıyor, evlere kanlı baskınlar yapılıyor, Türkler öldürülüyor...

Kanlı Noel, Türklere yapılan soykırımlar...


O günlerin sonucu: Beş yüz soydaşımız ölüyor, yüz doksan sekiz soydaşımız kayıp...

Yüz üç Türk köyü, halkıyla, kırıma, yıkıma, soykırıma uğruyor...

Aralık 1963’te, Türk savaş uçaklarının Türkiyeden kalkıp, buralarda (Lefkoşa) uyarı uçuşları yapması Rumları ateşkese zorluyor. İngiltere’nin arabuluculuğunda Lefkoşa’ya, “Yeşil Hat” çiziliyor, Türk ve Rum kesimleri ayrılıyor.

Kıbrıs Cumhuriyeti böylece bir kaç yıl içinde yıkılıyor.

Kıbrıs’ta 1964- 1974 dönemi:


Bu dönem, zulüm dönemidir. Türklere edilmedik eziyet, yapılmadık kötülük yoktur. Ekonomik baskı da cabası.

Yapılan işkence, ekonomik baskı, Türkleri gıdasız, yardımsız bırakma, keyfi tutuklama, Türklere, ulaşım, haberleşme kısıtlaması yetmemiş; Makaryos, 1 Ocak 1964 tarihinde, 1960 anlaşmalarının kendilerince geçersiz olduğunu duyurmuştur.

Bundan iki ay sonra, Güvenlik Konseyi, taraf tutarak, saldırgandan yana olarak, yıkılan Kıbrıs Cumhuriyeti yerine “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi” adını alan Rum tarafını, “Kıbrıs Hükümeti” olarak tanımış, onları Kıbrıs’ın temsilcisi olarak saymış, desteklemiştir.

1964 yılı Kıbrıs tarihinde çok önemlidir. “Johnson mektubu” bu dönemin ibretlik olayıdır. O zamanın Amerikan başkanı Kıbrıs’a garantör devlet olarak karışmak isteyen dönemin Başbakanı İnönü’yü bir mektupla (Haziran 1964) korkutmuş, ne acıdır, bir mektup Türk devletinin elini kolunu bağlamıştır.

Bu mektubun hemen ardından da olaylar, saldırılar şiddetini artırır, Rum ve Yunan birlikleri ( 5 Ağustos) hava saldırısıyla Erenköy Türk bölgesini bombalar. Soydaşlarımız şehit edilir...

Bu durumda Türk Silahlı Kuvvetleri ( 8 Ağustos) karşı harekat olarak buraya uçarlar, Rumların yapacakları soykırımları bir parça önlerler. Bu harekatta Rumlarca uçağı düşürülen Pilot Yüzbaşı Cengiz Topel’in başına gelenler insanlık için utançtır. Esir aldıkları Türk pilotunu, Rumlar, işkence ederek, organlarını sırasıyla keserek ağır ağır öldürmüşlerdir.

Şehitliklerimizde bu günlerin şehitleri, yirmili yaşlardaki askerlerimiz sıra sıra yatıyor, komutanları başlarında... Elli yaşına erişmemiş. Askerlerin doğum tarihleri 1944, 43, 42, ölümleri hep 1964...

Rumlar, o dönemde, adaya asker, silah yığmışlar, Türkleri adanın küçük bir bölümüne sıkıştırıp, yüzde doksan yedisini işgal etmişler, adanın Kıbrıs’a bağlanmasını istemişlerdir. Makaryos bunun için Kıbrıs Cumhuriyetini yıktıklarını, asıl amaçlarının bu olduğunu Kasım 1964’te açıklamalarıyla dünyaya duyurmuştur.

1967’deki Geçitkale, Boğaziçi köylerine yapılan Rum saldırısı, kırımlar, Türklere edilen işkenceler nasıl unutulur?

Yine de, Türkiye Kıbrıs’a müdahale edememiş, yine ABD araya girip Türkiye’yi oyalamıştır. Bu arada Rumların saldırılarından, işkencelerinden yılan Türklerin büyük çoğunluğu, yerinden yurdundan göç etmiştir...

Kıbrıs Barış Harekatı:


1974 tarihinde, Yunan subayları darbe yapıyorlar. EOKA’cılar adayı Yunanistan’a bağlamak için harekete geçiyorlar. Makaryos İngilizlere sığınıyor. Amaçları "Enosis" olan Rum ve Yunan saldırganlar toplu kıyımlara girişiyorlar. Öldürülen Türkler, Atlılar, Muratağa, Sandallar, Topçuköy, Geçitkale toplu mezarlarına gömülüyor...

Türkiye bu kez müdahale ediyor. Başbakan Ecevit, kararlı. 1960 anlaşması uyarınca, garantör devlet olarak, 20 Temmuz 1974’te adaya asker çıkarıyoruz. Ecevit, biz savaş için değil barış için oradayız, Rumlara da barış getiriyoruz, diyor. Rumlara değil, cuntaya karşı yapılmış bir harekattır bu, diyor.

Kıbrıs Türk Yönetimi Başkanı Rauf Denktaş da, aynı sözlerle halka seslenip, sözlerine şunu ekliyor: “Huzur içersinde evinizde bekleyin. Bugünleri bize gösteren Tanrı’ya dua edin.”

Sonra, sonuç alınamayan Cenevre görüşmeleri. 15- 16 Ağustos’ta İkinci Barış Harekatı.

KKTC nasıl kuruldu?

13 Şubat 1975’te Rauf Denktaş başkanlığında, “Kıbrıs Türk Federe Devleti” (KTFD) kuruldu. Cenevre görüşmelerinde Birleşmiş Milletlerin aldığı karara uyularak. İlerde birleşecek Kıbrıs’ın Türk tarafı olarak.

Sonra, bitmez tükenmez görüşmeler dönemi başlıyor. Denktaş Makaryos arasında ilk toplantı. Sonra sonuçsuz tam 227 toplantı.

Görüşmelerin üçüncüsünde kabul edilen “Nüfus Değişim Anlaşması” ile iki bölgelilik resmiyet kazanmış, güneyde kalan Türkler kuzeye, kuzeydeki Rumlar güneye göçmüştür. Güneyde 120 Türk, kuzeyde ise 1400 Rum bırakılmıştır.

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, “Kıbrıs Hükümeti “olarak tanındığı, kollandığı, amaçları da, anlaşmak olmadığı için, bu görüşmelerde parmağını oynatmıyor, hep oyalıyor... Türklerle eşitlik, ortaklık istenmiyor. Birleşmiş Milletler, Türk tarafı için sert kararlar alıyor, baskı uyguluyor. Rumları yeniden kuzeye geçirmek istiyorlar.

Sonunda 15 Kasım 1983 yılında, "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti"ni, Türk tarafı ilan ediyor, kurulan devletin bağımsızlık bildirgesini de, Kıbrıs Türkü’nün atası, büyük devlet adamı Rauf Denktaş okuyor.

Yeniden toplantılar, görüşmeler, Birleşmiş Milletler tuzakları, yeniden Rumların değişmeyen aynı istekleri... Böyle böyle iş Annan planına kadar gelip dayanıyor. Çok tartışılan, Türk kesiminin kötülüğüne olan bu plan, halk oylamasına sunuluyor (2004). Türkiye’deki, AKP iktidarı, planın kabulü için ada Türklerine baskı uyguluyor. O zamanın parlayan adı Mehmet Ali Talat’la ortak hareket ediyor, Annan planına karşı olan Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı devre dışı bırakıyorlar. Kıbrıslı Rumların plana hayır oyu vermeleri, Kıbrıs’ın eninde sonunda kendilerinin olacağına güvenmeleri, plana yüzde 64 evet oyu veren Türkleri şimdilik kurtarıyor.

Sonra yeni pazarlıklar, yeni tavizler...


Kıbrıs’ın atası, Kıbrıslı Türklerin otuz iki yıl Cumhurbaşkanlığını yapan Denktaş’ın ölümü (2012).

Yunanistan’ın sosyalist başbakanı Çipras’ın bile, 13 Şubat 2015’te, “Adaya, Kuzey Kıbrıs’a tekrar Yunan bayrağı dikeceğiz!” demesi... Bunca yıl, Rumların hiç değişmediğini, sabırla sonuca gittiklerini görüyoruz. Türk tarafının yeni başkanı Mustafa Akıncı’yla birlikte, AKP iktidarının nelere evet dediğini, gizlenen, açıklanmayan son anlaşmaları bilmiyoruz.

Güney Kıbrıs, şu an Avrupa Birliğinde, uluslararası anlaşmalara aykırı olarak. Akdeniz’de denizimizi işgal ediyor. Hava – deniz sahalarımız kısıtlanıyor, azaltılıyor.

Yüzde ona yakın bir toprak yeniden Rumlara verilecekmiş Kıbrıs’ta. Kapalı kapılar ardında tartışılan konu buymuş. Maraş’ta, Yahudiler için koloni kurulacakmış. İngilizler için de öyle. Türk tarafına altmış dört bin, yeni verilecek yerlere yüz bin Rum yerleştirilecekmiş. Türkler, yurtsuz sayılacak, evleri, yurtları için kira ödeyeceklermiş.

Adadaki Türk – Rum nüfus oranı üçte birdir. Bu oranın dörtte bire düşürülmesi öngörülüyormuş son görüşmelere göre. Kısaca, Türk nüfusu daha da azaltılacak.

Maraş’taki vakıf varlıklarımız da ayrı bir sorun. Türk vakıf malları sahtecilikle ele geçiriliyor.

Türkiye’den boruyla getirilen suyla oluşturulan, DSİ’nin yaptırdığı baraj gölü, “Geçitkaya Barajı” Güney Kıbrıs’a verilmek isteniyormuş. Kim bunu istiyor? Konuşabilen emekli askerler açıkladılar: AKP iktidarının başı. Susuzluk çekilen Kıbrıs’taki bu su, denildiğine göre, adayı, güvenliği için çok önemseyen, kısa tarihi boyunca, burayı konaklama yeri (konakçı) olarak kullanan, Rumlarla işbirliği içinde olan İsrail’e akıtılacak.

Adadaki Türk askerinin sayısının, sinsice azaltılmasına ne diyeceğiz? Terhis edilen askerin yerine yenisi gönderilmiyormuş. Bu nedenle, iki karakol kapatılmış.

Yunan Savunma Bakanı, Başbakanı günümüzde de açıkça,“Enosis” diyor. Kıbrıs, Yunan diyor.

Türkiye ne diyor? Neden Yavru Vatan Kıbrıs’ı gözden çıkarıyor, davayı benimsemiyor, çıkarlarımızı düşünmüyor bizim yöneticilerimiz?

Ege’de kayalıklarımız, adalarımız Yunan’a bir bir geçiyor...

Yunan başbakanı Çipras, daha geçenlerde (Mart, 2016), PKK terör örgütünü destekleyen, eli kanlı bölücülerle arası iyi olan, dünyaya ve bize “Enosis” mesajları vermekten utanmayan bu kişi, işgalci atalarının denize döküldüğü İzmir’de, iktidarın o günkü başbakanı tarafından çiçeklerle karşılandı...

En az 75 bin şehit vermişiz Kıbrıs’ta... Kanlarımızla sulamışız yavru vatanın topraklarını... Ata topraklarını...

Tarih hepsini yazacak...

Feza Tiryaki

15 Mayıs 2016 

6 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 4

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 4


Türk Milliyetçiliği ve Kıbrıs,
Tanıl Bora | (Sayı : 77 - Eylül 1995)




BİR KİMLİK İNKÂRI OLARAK AYNILAŞTIRMA

Kıbrıs meselesi, bir “millî dava” olarak yaklaşık 50 yıldır Türk milliyetçiliğinin temel kalıpları için levazımat sağlıyor. Bu meselenin ‘millî kamuoyunda’ ele alınışındaki belki en çarpıcı özellik ise, “Kıbrıs’ın elden gitmesi” tehlikesine karşı milleti teyakkuzda tutan o kesif hamasetin berisindeki derin bilgisizlik ve ilgisizlik olsa gerek. Kastettiğim, sorunun siyasî, tarihî, diplomatik, stratejik vb. yönlerine ilişkin veri ve düşünce birikiminin ve dolaşımının yetersizliğinden öte bir şey (sözü edilen yönlerden bilgisizlik ve ‘düşüncesizlik’ zaten her konuda mevcut): Kıbrıslı Türk kimliğine, daha isabetli bir yazımla Kıbrıslıtürk1 kimliğine ilişkin kayıtsızlık... Yaşın’ın Kıbrıslıtürk edebiyatında saptadığı kendini önemsememe halinin kaynağı, önemsenmemedir - yani Türkiye’nin Kıbrıs’ı, Kıbrıslılık halini önemsememesi. Kıbrıslıtürk kimliği, Türkiye Türklüğüyle aynılaştırılmıştır. Kafkasya, Orta Asya ve Balkan Türkleri gibi başka soydaşlara bu ölçüde ‘reva’ görülmeyen aynılık, resmî Kıbrıslıtürk milliyetçiliğince de onaylanır: Denktaş 1993 Mayıs’ında TBMM’de yaptığı konuşmada “mensubu bulunmakla iftihar ettiğimiz Yüce Türk Ulusu” ifadesini kullanmıştı. Türklüğü bir etnik üst kimlik olarak anarken devletsel yapılar niteliğindeki Türk ulusları arasında olsa olsa ‘akrabalığı’ vurgulayan Orta Asyalı “soydaşların” başvurmadığı bu ifade biçimi; Kıbrıslıtürkleri gerek anlam gerekse retorik itibarıyla Türkiye Türklüğünün şubesi olarak konumlandırıyor... Bu özdeşleşme, milliyetçi tarihüstücülüğün bakış açısından, Türkiye ile Kıbrıslıtürkler arasındaki soy, tarih, coğrafya bağlarının fevkalâdeliğine atıfla kanıtlanmaya çalışılır gerçi; oysa ancak siyasî sebeplerle açıklanabilir ve milliyetçi ideoloji tarafından kurulan bir aynılıktır.

Aynılaştırmanın sonucu, Kıbrıslıtürk kimliğinin özgüllüğünün, Türk milliyetçiliği ideolojisi içinde bir ‘yerel’ farklılık olarak bile (örneğin Kürtlerin özgün bir ‘lehçe topluluğu’ veya ‘boy’ olarak tasvirindeki gibi!) tanınmamasıdır. Türk milliyetçiliği Kıbrıslıtürk kimliğinin özgünlüklerini folklorik düzeyde bile ele almaz, ayırdetmez, merak etmez. Kıbrıslıtürk kimliğinin ikidilliliğinden, ikikültürlülüğünden, ‘aradalığından’ doğabilecek bireşimler nafile hale gelir; dahası bunların dışavurumu Türklükten uzaklaşma ve hıyanet olarak damgalanır. (Bu baskının, ‘aradalıktan’ kaçma eğilimini fiziken adadan kaçmaya varacak ölçüde körüklediğini biliyoruz.) Kıbrıslıtürk kimliğinin özgünlüklerine nüfuz etmemesi, edememesi, Türk milliyetçiliğinin ‘buluğa ermemişliğinin’ bir göstergesidir. Türk milliyetçiliği, romantik dönemini ikmal ederek ‘incelmiş’, kendi içinde çoğulcu bir milliyetçilik anlayışına uzaktır. Onun içindir ki, bırakalım Kıbrıs’ı ve etnik kimlikleri, ‘masum’ yerel ve bölgesel kimlik dışavurumları bile Türkiye’de resmî-millî ideoloji tarafından kuşkuyla karşılanır, “bölücülük”le kodlanır. Kamu hizmetlerindeki yöre kayırmacılığında, ilçelerin il olma mücadelelerinin dramatikleşmesinde veya örneğin bazı köylerini il olan Yalova’ya ‘kaptıran’ Karamürsel’in belediye başkanının ‘davasını’ meşrûlaştırmak için “Karamürsel’in toprak bütünlüğü” kalıbına başvurmasında; millî kimliğe sadakatte hiçbir kusuru olmayan yerel-bölgesel kimliklerin kendini ifade etmesinin dahi bastırılagelmesiyle birikmiş basıncı görebiliriz.

Türk milliyetçiliğinin ‘ontolojist’2 basmakalıpçılığında Kıbrıs’ın “yavruvatan” olarak kalıplandığını herkes bilir. Anavatan-yavruvatan metaforunun anlamı açıktır: Kıbrıs Türkiye’nin himayesi ve velâyeti altındadır. Türkiyeli Türk-Kıbrıslıtürk kimliğinin aynılaştırılması tam da bu noktada yaralıdır, zira soydaşlar eşit değildir. Kıbrıslıtürklüğün eşit ve reşit sayılmayan konumu, Türkiye’den başka bir devletçe tanınmayan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne (KKTC) uygulanan resmî protokolün parodivâri görüntüsünün örtemediği hamilik ve velâyet ilişkisinde kendini gösterir. KKTC, milliyetçi hamasette güyâ “17. Türk Devleti”dir; ama hava raporları ve millî bayramlar gibi pek çok gündelik ritüel, oranın aslında özel statülü bir il olduğunu herkese gösterir. Türkiye’deki bir özel televizyon kanalında dönemin KKTC Başbakanı Derviş Eroğlu’yla söyleşen gazetecilerin “kaba, küçümseyici, azarlar gibi” davranabilmesi, bu protokolün parodik niteliğinin hatırlanması, hatırlatılmasıdır (yüze vurulması) aslında. Türk milliyetçilerinin parodiyi ciddiye aldırmaya dönük tepkisi ise, bir Türk devletleri silsilesinin metropolü olma hayaline yaslanır - hiç değilse Türkofil bir ‘uluslar topluluğu’ hayali: “Mesela İspanyolca konuşulan ülkelerin anavatanları olarak nitelenebilen İspanya’da üç-buçuk gazeteci yine mesela bırakın Arjantin, Kolombiya, Bolivya, Şili’yi, ama bir Nikaragua Başbakanına bile (abç.) böyle davranamazdı.(...) KKTC ve diğer Türk Devletlerinin yetkililerine lâyık oldukları hürmeti göstermezsek, diğer devletlerden bunu nasıl talep edebiliriz?”3 Türk milliyetçiliği açısından KKTC, bir toprak ve egemenlik kazanımını temsil edişiyle, irredenta hayalinin ele gelir bir cisimleşmesi olarak hürmete değerdir. Ne var ki Orta Asya Türki cumhuriyetlerinin bağımsızlaşmasından ve Türkiye ile bu cumhuriyetler arasındaki ilişkinin gelişmesinden sonra, KKTC’nin ‘Türk uluslar topluluğu’ içindeki simgesel ve protokoler konumu çok gerilerdedir. (KKTC’nin Azerbaycan ve Orta Asya Türki cumhuriyetlerince tanınmadığını unutmamalı!) KKTC, ‘yeni-Turancı’ bir Türk uluslar topluluğu perspektifinde özgül şahsiyeti en az ‘takılan’ azadır, böylelikle de özgül Türki kimlikleri Türkiye-merkezli bir yekpâre Türklük kimliğine indirgeme tasarımının en sağlam nümunesi...4

Kıbrıslıtürkleri Türkiyeli Türklerle aynılaştırmanın paradoksunu teşkil eden bu eşitlik ve reşitlik açığı, her milliyetçiliğin anavatanı ile dıştaki azınlık toplulukları arasındaki ilişkiye özgü dengesizliğin sonucudur. Anavatan dışındaki millî azınlık, merkez-çevre ilişkisindeki konumundan ötürü taşradır, ayrıca yabancı -hattâ düşman- etnilerle komşuluğundan ötürü kültürel yönden -meraklısı açısından, kan yönünden de- ‘karışma’, melezleşme tehlikesine tâbi sayılır. Millî harareti yükseltmedeki emsalsiz işlevinden ötürü dıştaki azınlığın soyut kimliğine büyük değer bahşeden araçsalcı milliyetçilik zihniyeti, onun somut şahsiyetini pek önemsemez, örtük olarak ise küçümsemekten, horlamaktan geri durmaz. Anavatan milliyetçiliğini -özellikle onun radikal kolunu- benimseyen dış azınlık mensuplarının şovenizmde en ileri gitmeleri (azınlık oldukları toplumdaki çoğunluk milliyetçiliğinin baskısına gösterdikleri reaksiyon yanında), bu özgül ağırlığı düşük soydaşlık statüsünden kurtulma kaygısından da kaynaklanır.5

KIBRIS’IN MİLLÎ DAVALAR REPERTUVARINDAKİ GECİKMİŞLİĞİ - VE BUNU TELAFİ TELAŞI


Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs’ı ele alışındaki indirgemecilik ve araçsalcılık, her anavatan milliyetçiliğinin dıştaki azınlık şubelerine bakışındaki ortalama dozu aşan bir düzeye ulaşıyor. Bunun ilk sebebi, Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs’ı mesele edinmesindeki gecikme ve peydahlanan ilginin yapaylığıdır. Kıbrıs, en geç I. Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren, resmî Türk milliyetçiliğinin menzili dışında kaldı. Misak-ı Millî sınırlarına dahil olmadığı gibi, Millî Mücadele’yle ilişiği de çok sınırlıydı. Osmanlı vatanseverliğinin vâdesinin Osmanlı ‘anakarasına’ göre daha uzun sürdüğü Kıbrıs’ta, Müslüman topluluğu kendini yeni Türk ulus-devletiyle özdeşleştirmekten de ‘geri kaldı’; böylelikle uzun süre “çoğunluğu olmayan azınlık”6 konumuna itildi. Türk milliyetçiliğinin ‘gönlünde’ de, ne Balkanlar gibi büyük acılarla yiten bir yurt, ne Musul-Kerkük gibi Anadolu’yla iktisadî ve toplumsal ilişkileri süren ve üstelik Lozan’ın son aşamalarına dek ihtilâflı bir toprak olan, ne de Orta Asya gibi ‘vaadedilmiş ülke’ hayallerini süsleyen Kıbrıs’ın yeri vardı.7 Türk milliyetçiliği sadece resmî yüzüyle değil, radikal ve ırkçı kanatlarıyla da Kıbrıs meselesine uzak kaldı. Türkçü literatürde Kıbrıs ancak dünya Türklüğünün tam dökümü verilirken anılıp geçmiş, asla Balkan, Kerkük hele Kafkasya ve Orta Asya “Türklüğü” gibi önemsenmemiştir. Nihal Atsız’ın külliyatında Kıbrıs sadece 1974 harekâtı vesilesiyle konu edilecektir. Üstelik çok bariz bir araçsalcı mantıkla: Onyıllar sonra girilen bir savaşın “milleti canlandırmasındaki” faydasıyla; Kerkük gibi ‘esas’ millî davaları hatırlatmasıyla; bir dış dava olarak içerdeki karışıklığı yatıştırmaktaki yararıyla...8 Kıbrıs’ın “millî dava” haline getirildiği 1950’lerde, Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs’ı ihmali, özeleştiriye konu olmuştur. Türkiye Kıbrıs’la ilgilenmezken Yunanlıların orada sistematik biçimde millî şuuru geliştirmiş olmasına imrenilmiş; milliyetçi kültür politikası lüzumunu imparatorluk devrine teşmil eden -ancak Türk milliyetçiliğinin oluşumunun gecikmesine yerinme anlamı taşıyabilecek- anakronik hayıflanmalar yapılmıştır: “Vaktiyle uzun vadeli düşünse idik, bugün Kıbrıs’ta Türk ırkı, Türk dili ve kültürü azınlıkta olmazdı.”9

2. Dünya Savaşı sonrasında Kıbrıs’ta Yunanistan’la birleşmeyi hedefleyen fraksiyonun ağır bastığı Kıbrıslırum milliyetçiliğinin öncülüğünde İngiltere yönetimine karşı bağımsızlık hareketi başladığında da, Türkiye Kıbrıs’a ilgisizliğini epey bir müddet sürdürdü. DP kurucusu Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü’nün 1950’de sarfettiği “bizim için Kıbrıs meselesi diye bir mesele yoktur” sözü meşhurdur. Buna mukabil 1950-55 döneminde Kıbrıs meselesi, ‘sivil’ milliyetçi hareketin ana mesaisini oluşturdu. Nüvesini 1944 tasfiyesinin yaralarını saran Türkçü kadroların oluşturduğu, Kıbrıs’la ilgili çeşitli milliyetçi dernekler kuruldu (Kıbrısı Koruma Cemiyeti, Kıbrıs Türk Kültür ve Yardım Cemiyeti, Kıbrıs Okullarından Yetişenler Cemiyeti). Bu derneklerin söyleminde Yunan düşmanlığını dahi ikincilleştirebilen anti-komünizm baskındı; Kıbrıs’ta “Rum vatandaşların büyük bir ekseriyeti maattessüf komünist olduğu” ve nihai gayenin Kıbrıs’ın Rusya’ya kazandırılması olduğu savunuluyordu.10 Bu komplocu tefehhüm, Türkçü milliyetçiliğin Kıbrıs gerçeğine yabancılığına ve demagojik ezberciliğine delâlettir. Az sonra, Millî Mücadele’yi, Sakarya Savaşını hatırlatan sloganlarla cengâver bir hamaset edebiyatı eşliğinde Yunan düşmanlığı öne çıktı. Hatay örneğine atıfla Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağlanmasını hayal edenler de oldu. Zaten milliyetçi hareketin Kıbrıs’a ilişkin tezi, “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” ‘dayılanmasından’ ibaretti. DP iktidarı “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” şiarını lâfzen benimsemekle birlikte 1950’lerin ortasına kadar Kıbrıs’a somut bir ilgi göstermediği gibi milliyetçi hareketin kampanyasını da gemlemeye çalıştı. Ağustos 1950’de kurulan Kıbrısı Koruma Cemiyeti 4 Kasım 1950 tarihli hükümet kararıyla kapatıldı.11 1954’ün 9 Eylül’ünde İzmir’in kurtuluşu törenleri, Kıbrıs’la ilgili tahriklere meydan vermeme maksadıyla iptal edildi.12

1950’lerin ortasında, Türkçü-milliyetçi hareketin Kıbrıs seferberliğiyle devletin Kıbrıs politikası yakınlaştı; Kıbrıs’a ilişkin resmî söylem milliyetçi hareketin şoven söylemiyle bütünleşti. Kıbrıs’ın böylelikle “millî dava” mertebesine yükselmesi tam anlamıyla bir ‘ithal ürünü’dür. Zira Türkiye’nin Kıbrıs’la enerjik bir biçimde ilgilenmesi, bağımsızlaşma yolundaki adada “sömürgeci emperyalist” kisvesinden kurtulmaya çalışan İngiltere’nin Türkiye’yi uluslararası müzakere sürecine katarak sorumluluğu paylaşmasıyla başladı.13 Kıbrıs’a ilişkin bir hazırlığı ve politikası olmayan Türkiye’nin “adanın iadesini” talep edince, Türkçü-milliyetçi hareketin hiçbir somut siyasal tasarıma dayanmayan “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” ezberi, resmî politika hüviyetine bürünmüş oldu. 1957’ye kadar izi sürülen “Kıbrıs Türktür Türk Kalacaktır” sloganı, hayalciliği anlaşılınca ve uluslararası müzakerelerde somut çözüm seçenekleri belirince yerini “Ya Taksim Ya Ölüm” sloganına bıraktı. Kıbrıs’ın Türk ve Yunan cemaatleri arasında bölünmesini savunan Taksim Tezi, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını öngören Enosis’in ‘kontrası’ idi. 1959’da Yunanistan hükümeti Enosis’ten uzaklaşıp iki toplumlu cumhuriyet modeli üzerinde mutabakat sağlanınca Taksim Tezi bırakıldı. (1967’deki bunalımda Başbakan Demirel Yunanistan’ın sunduğu taksim seçeneğini reddedecekti.)

’50’lerin ikinci yarısında Yunan ve Kıbrıslırum politikasına reaksiyonla belirlenen hükümet politikasının ‘kamuoyu çalışmasını’ yürütme şansını yakalayan Türkçü-milliyetçi hareket, ’50’lerin ilk yarısındaki ‘uç’ görüntüsünden sıyrılıp yaygınlaştı, meşrûlaştı. Resmî teşvik gören popüler “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” ve “Ya Taksim Ya Ölüm” kampanyalarında Türkçü-milliyetçi kadrolar önde gelen roller oynadılar. Kıbrıs kampanyaları, devletin “millî davalar” için ‘sivil’ seferberliği teşvik edip örgütlemeye ve kamuoyunun “millî dava” etrafında kenetlenmesini sağlamaya dönük faşizan pratiğinde önemli bir eşiktir. Bu kampanyalar, kapitalist modernleşmede önemli mesafeler katetmekte olan ülkede millî kamuoyu yaratmaya dönük seferberlik mekanizmalarının modernleşmesine, popülerleşmesine ve kitleselleşmesine büyük katkı sağlayan tatbikatlar işlevini gördüler. O dönemde yayımına başlayan Hürriyet’in, kitlesel popüler basın usullerini Türkiye’ye yerleştiren tecrübe de, bu gazetenin şoven Kıbrıs kampanyasıydı.14 1950’lerin ikinci yarısındaki Kıbrıs’a ilişkin neşriyat patlaması, bu kampanya vesilesiyle demagoji ve hakaret yüklü hamasi milliyetçilik üslûbunun ‘gelişmesine’ tanıklık eder - aynı zamanda da bu gelişmenin motorudur.15

Hakaret ve aşağılamayla yüklü faşizan bir düşmanlaştırma stratejisine dayalı bu milliyetçilik üslûbunun baş mağduru tabiî ki Türkiye’deki Rum cemaati oldu. Kıbrıslırum cemaatindeki bağımsızlıkçılık-ilhakçılık ayrımını görmezden gelen “Enosis” ezberiyle birlikte sıfatsız kullanılan “Rum/Yunan” isminin küfürleştirilmesi; 2. Dünya Savaşı dönemi ve arefesinde atılan azınlık karşıtı ırkçılık tohumlarını yeşertti.16 Körüklenen Rum düşmanlığının yol açtığı -ve resmî provokasyonun boyutunun ‘ortamı hazırlamak’tan ibaret kalmadığına dair güçlü emareler bulunan- 6-7 Eylül 1955 olayları, asırlardır bu topraklarda yaşayan Türkiyeli Rumların sürgün edilmesine dönük ilk hamle oldu.17 Kısacası, Kıbrıs meselesi 1923-1950 döneminde altın çağını yaşayan Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin bozulmasında temel âmil olurken;18 Türk milliyetçiliği, resmî yani Kemalist yüzüyle de, bu vesileyi ırkçı ve şoven bir Rum/Yunan düşmanlığı söylemini serpiltmek için değerlendirmekte tereddüt göstermemiştir.

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN KIBRIS TEZLERİ - KIBRIS MESELESİNİN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN ZİHNİYET KALIPLARININ OLUŞUMUNA KATKISI


Türk milliyetçiliği Kıbrıs’a ilişkin tezlerini 1950’lerin ikinci yarısında ikmal etti. Bu tezlerin odağında, elbette, “Kıbrıs Türktür” şiarı ve onun ispatları yer almaktaydı. “Kıbrıs adası bizim Anadolu’nun denize fırlamış bir parçası” idi; “hem maddi, hem manevi bir parçası”.19 “Kıbrıs’ı Anadolu’dan gözlerimizle görüyor” olmamızı Kıbrıs’ın “bizim” olduğuna dair yeterli karine sayan milliyetçi ajitatör Osman Yüksel Serdengeçti, Kıbrıs coğrafyasından hurufi tefsirler çıkarıyordu: “Jeologlara göre, Kıbrıs Anadolu’dan ayrılmış bir parçadır. Bu ilmi bir hakikattir. Haritaya bakılsın: Kıbrıs âdeta bir ucuyla, parmağıyla İskenderun körfezini göstermektedir. Bu haliyle yeşil ada, sanki ‘ben oradan ayrıldım. Ben orayı istiyorum’ demektedir.”20 Coğrafya ve jeolojiye başvuran bu ‘maddi’ kanıtlar, adadaki Osmanlı ve Türk varlığının kıdemiyle pekiştiriliyordu. Irkçı bir milliyetçilik görüşüne sahip olan tarihçi İsmail Hakkı Danişmend, 353 senelik Osmanlı hâkimiyetine ilâveten, Osmanlı’nın hukuki vârisi olduğu ilk İslâm hilâfetinin adada 255 sene sürmüş egemenliğini de Kıbrıs’ın Türk-İslâm kıdemine ekliyordu.21 Kıbrıs’ın Osmanlı tarafından fethinin “50 bin Türk canına malolması”, bu kıdemi -hâlâ hesabı tutulan- kan bedeli hakkıyla pekiştiriyordu.22 Danişmend, “antropoloji bakımından” da Kıbrıslı Rumların Yunanlılıkla alâkasının olmadığı, bunların ırken karışmış bulunduğu; buna karşılık ada Türklerinin, Anadolu’dan nakledildikleri için, “ırk, din, dil, mezhep, coğrafya ve tarih birliği bakımından Türkiye Türklüğünden ayrılmasına imkân olmadığı” iddiasındaydı. İsmail Hakkı Danişmend’in has bir örneği olduğu coğrafi ve ırki organizmacılık, kolayca, “Kıbrıs’ın Anadolusuz ve Anadolu’nun da Kıbrıssız yaşayamayacağı”nı vaz’eden alarmizme varıyordu:

Kıbrıs, “(başkasının eline geçmesi halinde) çok tehlikeli ve hayati bir sevk-ül-ceyş (strateji) üssü” idi. ‘Aslında’ Anadolu’nun kopmaz bir parçası saydığı adayı ‘Anadolu için’ bir üsse indirgeyerek dışlaştıran23 bu alarmizm, Kıbrıs’la ilgili bir misyon duygusunu, yükümlen(dir)ici bir söylemi beraberinde getirmekteydi. Özellikle 1964’te Enosisçi şiddetin tırmanması karşısında Kıbrıs Türk cemaati önderliğinin canhırâş yardım çağrıları, bu yükümlen(dir)me söylemini güçlendirdi. Millî yükümlülük bilinci, Kıbrıslıtürklerin anavatana muhtaçlığını ve hasretliğini işlenerek yükseltilmeye çalışıldı: “Girne yolunu -sırf- dağ yamaçlarından veya limandan, Toroslar’ı seyretmek için -vakitli vakitsiz- katedenler bilirim... Bakarlar, bakarlar, bakarlar... ve dönerlerdi!”24 Kıbrıslıtürklerin Türkiye’ye mecburiyetini ve muhtaçlığını işleyen patetik edebiyat, Türk milliyetçiliğinin pseudo-mistik (güyâ-mistik, kaba mistik) bir kalıbının önemli ve popüler vesilelerinden olmuştur: Türkiye’nin geniş bir coğrafi kendisine muhtaç olanlar sayesinde, kendisine rağmen ‘büyük’ bir güç olduğuna, yönetenlerinin duyarsızlığına rağmen ezeli-ebedi davalarından kaçamadığına dair mistikleştirmenin... (Bu pseudo-mistik şimdilerde revaç ve bol vesile buluyor!) Kıbrıs’ın coğrafya ve nüfus açısından ‘minyonluğu’, böylece pompalanan büyüklenmeyi desteklemeye yarayan bir motiftir; en nihayetinde ‘istesek yutacağımız’ bir adacıktır burası: “Akdeniz kıyılarından 25 milyon Türk kolunu şöyle bir uzatsa, Kıbrıs yeşil bir çınar yaprağı gibi avuçlarımızın içine düşer!”25

Kıbrıs meselesi, Türk milliyetçiliğinin şizofrenik Batı algısının iyice ‘bulanmasında’ da önemli pay sahibidir. Özellikle 1963/64 ve 1967 kıyımlarında uluslararası politikaya yön veren Batılı büyük güçlerin tutumu, hele bu kıyımlar üzerine Türkiye’de yükselen askerî müdahale ateşinin ABD tarafından söndürülmesi (ünlü Johnson Mektubunun azarlayıcı edası), Türk milliyetçiliğinin Batı karşısındaki kuşkucu ve komplocu evhâmına gıda oldu. ABD ve İngiltere’nin Kıbrıs’ta Türklere yapılan zulme hoşgörü gösterdiği, hattâ gizli onay verdiği; zaten Kıbrıslı rum nüfusunun fazlalığının da (ki Kıbrıs meselesinde Yunan tezinin en kuvvetli dayanağıydı) yıllar boyunca Rumları kayıran İngiliz idaresinden kaynaklandığı yorumları yapıldı. Batı dünyasının (veya Haçlılığın) Türklüğün belini kırmaya dönük her teşebbüsün gizli destekçisi olduğu inanışı, cumhuriyetin kuruluşundan beri ilk kez yaygın biçimde Kıbrıs vesilesiyle belirdi. 1974 “Kıbrıs Barış Harekâtı” sonrasında Batılı büyük güçlerle başlayan sonu gelmez diplomatik çekişme, Türk milliyetçiliğinin -sadece radikal milliyetçiliğin değil resmî milliyetçiliğin- Batı’ya bakan gözüne kalıcı bir diken saplamıştır. Batı karşısında 1974 Kıbrıs Harekâtı’nın meşrûluğunu savunmada geliştirilen son kontratak, harekâttan “adada etnik temizliği önleyen” bir iş olarak sözedilerek, Bosna’daki etnik temizliğe seyirci kalan Batı’ya nispet yapılmasıdır!26

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN KIBRIS’A NÜFUZU


1940’lar Kıbrıslırum milliyetçiliğinin yükselişi karşısında Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinin palazlanması, Türkiyeli Türk milliyetçiliğinin adaya nüfuzuna zemin hazırladı. 1950’lerin sonuna gelindiğinde Türk milliyetçiliğinin Kıbrıslıtürk milliyetçiliği üzerindeki fiilî ve ideolojik denetimi belirgindi. Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinin Türkiye’ye odaklanmış ve Kıbrıs’ı ‘anlamını’ Türkiye için taşıdığı stratejik öneme indirgeyen perspektifi, bir Kıbrıslı Türk milliyetçisinin şu anlatımında açıkça görünür: “... daha bu nesil (Türk bayrağı önünde ‘Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır’ andı içen nesil) üniversite tahsiline yeni başlamıştı ki, kendisine ‘Yanlış bir parola peşindesiniz; bundan böyle ya Taksim ya Ölüm diyeceksiniz’ dendi. Bunun neticesi olarak üniversite yıllarında Kıbrıs davasına daha gerçekçi bir gözle bakmaya başladık. Ve anladık ki Kıbrıs, 120 bin kişilik Kıbrıs Türk’ünün bir menfaat davası değil, tam aksine Türkiye Cumhuriyeti’nin bir güvenlik davasıdır. Türkiye’nin batısındaki komşusu tarafından denizden ve havadan nasıl rahatsız edildiğini o dönemde öğrendik. Kıbrıs’ta kurulacak bir Yunan hakimiyetinin, Türkiye’nin güneyinde de aynı rahatsızlığı doğuracağı aşikârdı. İşte o zaman, Kıbrıs’ın Türkiye için ne denli önem taşıdığını idrak ettik. Kıbrıs’ın bölünmesi ile Kuzey Kıbrıs’ta kurulacak bir Türk hakimiyeti bu maksada hizmet edebilecek miydi? ‘Evet’ deniyordu yanıt olarak. Biz de ‘Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır’ ideolojisini gönlümüze gömüp üzerine ‘Ya Taksim ya Ölüm’ parolasını oturttuk.” 1974 Askeri Harekâtının yorumunda, Kıbrıs’ın Türkiye uğruna feda olmasına amâdelik, doruğa çıkar: “Öldük ama böldük. Artık Türkiye’nin güney sahilleri güvence altında olacaktır.”27 Anavatanın çıkarlarına ve iradesine mutlak teslimiyeti ‘emreden’ Türk milliyetçiliğinin nüfuzu, bir millî hattâ yerel kimlik olarak Kıbrıslıtürk kimliğinin olgunlaşmasını önlemiştir. Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinin, Türk milliyetçiliğinin ırkçı ve faşizan kanadının yoğun etkisine marûz kalması, bu rüşd engelini daha da yükseltti. (1950’lerin başından itibaren Türkiye’de milliyetçi hareket içinde etkin bir isim olan Kıbrıslı Derviş Manizade, radikal Türk milliyetçiliği ile Kıbrıslıtürk milliyetçiliği arasındaki bağlantıyı simgeleyen bir figürdür.) Özellikle 1974 Harekâtı arefesinde, Kıbrıslıtürk milliyetçileri arasında ırkçı-Türkçü milliyetçiliğin nüfuzu barizdi. 1970’lerin başında Kıbrıslıtürk cemaatine dönük yarı-resmî propaganda broşürleri basan yayınevi “Ergenekon” adını taşıyor; Ergenekon yayınlarında “Ana Hedef-Ana Dava-Ülkü” silsilesi içinde anavatana bağlanma zarureti (yani ‘kontr-Enosis’) işleniyordu.28 Kıbrıslırum tedhişçiliğine karşı savunma için örgütlenen ama kendi milliyetçilik çizgisine getirmeyi hedeflediği Kıbrıslıtürk cemaatini de ‘yeterince’ yıldıran Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT), bu ırkçı-Türkçü akımın aleti işlevini gördü.29 1974’den sonra, Türkiye-merkezci bakışın siyasi hâkimiyetini sürdürmesine mukabil, ırkçı-Türkçü yaklaşımın Kıbrıslıtürk milliyetçiliği üzerindeki tesirinin 1970’lerin ilk yarısındaki düzeyine göre gerilediği söylenebilir.30 Türkiye’nin mütehakkim nüfuzuna ve Anadolu’dan gelen kimi göçmen topluluklarının “kurtarıcı”nın efendilik hakkını temsile yönelmesine tepkiyle; müstakil bir Kıbrıslıtürk kimliğini hattâ belki bir Kıbrıs ulusçuluğunu geliştirmeye dönük bir çabanın emareleri de mevcut.31

“HATAY MODELİ”-“VER KURTUL” İKİLEMİ


1992’de Kıbrıs’la ilgili uluslararası müzakerelerin yeniden başlatılışından beri, adada gevşek bir federasyon veya konfederasyon formülü ile Rum ve Türk devletçiklerini kesin olarak ayrıştıracak bir çözümsüzlük arasındaki salınım yine şiddetlendi. Buna koşut olarak, Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs’la ilgili çözüm önerileri, “Hatay Modeli” ile “‘ver kurtul’culuk” arasında salınıyor.

KKTC’nin Türkiye’ye ilhakını nişanlayan “Hatay Modeli”, esasen MHP çizgisindeki Türkçü milliyetçiliğin özlemi - beri yandan “Kıbrıs Fatihi” Ecevit de hin-i hâcette (“uluslararası topluluk”un/Batı’nın KKTC’yi tanımamakta devam edip Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin AT’ye entegrasyonunun gerçekleşmesi halinde) Hatay Modelinin izlenmesinden yana. Bu ilhakçı kampanyaya, MHP basınında ve kimi zaman onunla uyum halinde “ulusal basında” da, Denktaş’ın, çapı ve misyonu Kıbrıs’ı aşan bir Türk büyüğü olarak yüceltilmesi eşlik ediyor. Ülkücü basın Türkeş-Elçibey-Denktaş silsilesini “Türklüğün yaşayan üç büyük lideri” sayıyor. Kıbrıs’ın bu liderler hiyerarşisindeki mevkiinin ve bir türlü ‘müstakil ülke’ sayılamayışının güzel bir örneği, MHP yöneticisi Ferruh Sezgin’in Denktaş’ı “gönlünde yatan Türkiye Dışişleri Bakanı” ilân etmesidir!32

Türk milliyetçiliğinin liberal kanadının33 “‘ver kurtul’culuğu” ise, BM’nin Kıbrıs’ta federasyonu ihyaya dönük arayışını destekleme eğilimini temsil ediyor. Bu tutumun “ver kurtul” şiarıyla özetlenmesi, liberal milliyetçiliğin Kıbrıs’ı Türkiye üzerinde ekonomik ve diplomatik bir yük olarak algılanmasından kaynaklanıyor: Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili velilik ve himaye görevlerinden sıyrılması halinde, hem adaya yapılan sübvansiyonun getirdiği önemli bir iktisadî yükten kurtulacağı, hem de başta ABD olmak üzere Batı ile ilişkilerinde ciddi bir pürüzü bertaraf edeceği hesaplanıyor. Liberal milliyetçiliğin kimi sözcüleri Denktaş’ın Kıbrıslıtürk halkının iradesini temsil etmediğine dair eleştirilere yer veriyorlarsa bile; “ver kurtul” çizgisi de Kıbrıs’ı ve Kıbrıslıları hakkında hesap yaptığı bir “faktör” olarak değerlendirişiyle, Türkçü milliyetçilikle aynı velayetçilik zeminini ve ‘efendi’ edasını paylaşıyor.34 Türkçü milliyetçilik Kıbrıslıtürk kimliğini nasıl görmezden gelerek dışlıyorsa, liberal milliyetçilik söylemi de bu kimliği ona atfettiği kültürel özelliklere dayanarak horluyor. Sabah yazarı Necati Doğru’nun geçtiğimiz Haziran sonundaki Girne orman yangınından sonra, “bol para alıp yan gelip yatan, ormanlar yanarken bira içen” Kıbrıslıtürkleri kara-şakayla “kesilen yardımları tekrar elde etmek için ormanları mı yaktılar?” sorgusuna çekmesi gibi... (İşin ‘hoş’ tarafı, Kıbrıslıtürkler arasında, kendilerine atfedilen bu “gevşeklik, mayışıklık” vb. hususiyetleri, Türkiyelilerin nasiplenmediği Akdenizli kimliğinin tezahürü olarak gizli bir gururla ve ‘inadına’ benimseme eğiliminin gözlenebilmesidir. Bu eğilim, bir tür Kıbrıs ulusçuluğu oluşumunun tuğlaları arasına katılıyor.)

Kıbrıs meselesi, yine zaman zaman “millî” feverana konu edilmesine rağmen nicedir popüler bir seferberliğe yol açmıyor, sahici bir kitlesel heyecan uyandırmıyor. Hem bu meselenin bıktırıcı ölçüde sünmesi hararetini söndürdü; hem de ’90’larda Türk milliyetçiliğinin hegemonyacı tasavvurlarını besleyecek yeni ve zengin “millî dava” çeşitlerinin belirmesi Kıbrıs’ı ‘ilginç’ olmaktan çıkarttı. Milliyetçi gündemde Kıbrıs, kendi sorunsalından ziyade, kimi kıyaslar ve tekabüliyetler açısından -ayrıca tabiî temel ideolojik kalıpları yeniden üretmek açısından- oynadığı araç rolüyle yer tutuyor. Örneğin, liberal ve ‘emperyal’ bir milliyetçi çizgiyi savunan Cengiz Çandar’ın, “Kıbrıs’taki Türk pozisyonunun Bosna’daki Sırp pozisyonuna benzediğini” hatırlatarak Bosna’da daha tutarlı olmak için Kıbrıs’ta daha esnek olunmasını ve etnik temelli devlet formülüne takılınmamasını istemesi gibi... Veya tersine, Bosna-Hersek’te ve Yugoslavya’daki iç savaşın, çok-milletli federatif çözümlerin imkânsızlığına, dolayısıyla Kıbrıs’ta Türk ve Rum toplumlarının birarada yaşayamayacağına kanıt gösterilmesi gibi...35 Bu sefer de bir başka örneğin Kıbrıs’taki “pozisyon” için araçsallaştırıldığını görüyoruz. Ama unutmamalı: çokmilletli devlet yapısının imkânsızlığına dair çıkarım Kürt meselesine de teşmil ediliyor; Kıbrıs’ta ikimilletli federatif çözüm ihtimaline, Kürt meselesiyle ilgili benzeri fikirleri ‘gıcıklayacağı’ için de set çekiliyor.

Kıbrıslıtürk/Kıbrıslırum kimliklerinin ‘melezliğinden’ ve Kıbrıs’ın siyasî kaderinin hep iki arada bir derede kalışından gelen ‘grilikler’in güçlü bir ifade bulması, Türk ve Yunan milliyetçiliklerinin siyah-beyaz dünya algısını renklendirecek bir kuvvet olabilir. Dahası, milliyetçiliğin renklenmesiyle değil aşılmasıyla sonuçlanacak bir kuvvete kaynaklık edebilir. O halde naif bir dilek ve temenniyle bitirelim: Kıbrıs’tan Türkiye’ye böyle bir dış müdahale umalım...

[1] Kıbrıslı Türk kimliğini, bu topluluğu soyut bir “Türklüğe” indirgemeyip özgül varlığını ayırdetmek için “Kıbrıslıtürk” şeklinde yazma tercihini, okuduğunuz yazının da başlıca ilham kaynaklarından olan, Mehmet Yaşın’ın şu çalışmasından aldım: “3 Kuşak, 3 Kimlik, 3 Vatan Arasında Bir Türk Azınlık Şiiri: Kıbrıslıtürk Şiiri”, Kıbrıslıtürk Şiiri Antolojisi içinde, Yapı Kredi, İstanbul 1994, s.19-67.
[2] Ontolojik verileri/değerleri doğrudan doğruya ideolojiye dönüştüren ‘hamlığı’ kastediyorum (Süleyman Seyfi Öğün, Türkiye’de Cemaatçi Milliyetçilik ve Nurettin Topçu, Dergâh, İstanbul 1992, s.19).
[3] Hüseyin Mümtaz, Türk Yurdu, Mart 1993, s.36.
[4] Ülkücü basında, Kıbrıs’ın Orta Asya Türk Cumhuriyetleri için de “bir emsal, bir ölçüt ve bir gösterge durumuna geldiği” işlenmiştir (Ortadoğu, 25.9.1993).
[5] Örneğin Nazizmin birçok öncüsü dış-Almandır (bizzat Hitler, Eichmann, Kaltenbrunner Avusturyalı, Alfred Rosenberg Baltıklı). Bunların ‘yurtlarıyla’ ilgileri ise, o memleketlerin “anavatana” bağlanmasını kovalamaktan öte bir duyarlılık içermez... Alpaslan Türkeş’in Kıbrıs’la ilişkisi de fazlasıyla mesafeli bir ilişkidir. Biyografisi aktarılırken Türkeş’in Kıbrıs doğumluluğu unutturulmaya çalışılır; kendisinin aslen Kıbrıslı olmayıp Afşar Türklerinden Kayserili köklü bir aileden geldiği ısrarla vurgulanır... Türkeş’in Kıbrıs’a ilgisini yoğunlaştırması, 1963’deki Enosisçi saldırılardan sonra Türkiye’de adaya askerî müdahale talebinin yükseldiği dönemle sınırlıdır. Türkeş ve arkadaşları, kendi anlatımlarına göre, Aralık 1963 olayları sonrasında hükümetten Kıbrıs’ta vazife istemişler; ayrıca Türkeş “ilham ve telkini ile” İngiltere’deki Kıbrıslıların 750 kişilik gönüllü birliği kurmasına öncülük etmiş; ancak hükümet Türkeş’in Kıbrıs’a gitme yönündeki bütün teşebbüslerini önlemiştir. (4.4.l965 tarihli CKMP bildirisi; Nureddin Pakyürek, Millî Meseleler ve Türkeş, İstanbul 1976, s.97 vd.)
[6] Mehmet Yaşın, a,g.y., s.34.
[7] Belki pek hafif bir gönül titremesi vardı: 1943’de Batı İttifakının Türkiye’yi savaşa sokma çabaları sırasındaki pazarlıklarda İnönü hükümeti, Ege adalarının bir kısmı ve Suriye sınırında bazı düzenlemeler yanında, bazı Alman kaynaklarına göre Kıbrıs’ı da talep etmişti. (Cemil Koçak, Türkiye’de Millî Şef Dönemi (1938-1945), Yurt Yayınları, Ankara 1986, s.271.)
[8] Makaleler-1, Baysan, İstanbul 1992, s.28. Ülkücü basının ajitatörlerinden Necdet Sevinç de Kıbrıs harekâtını “Türkün 1699’dan beri ilk huruç harekâtı” oluşuyla önemser (Ortadoğu, 21.10.1991).
[9] Turhan Feyzioğlu, Forum 27.4.1954, aktaran Mehmet Arif Demirer, Türk’ün Onur Sorunu-Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti içinde, Turhan Kitabevi Yayınları, Ankara 1993, s.96.
[10] Kıbrısı Koruma Cemiyeti’nin Beyannamesinden, İlhan Darendelioğlu, Türkiye’de Milliyetçilik Hareketleri, Toker Yayınları, İstanbul 1968, s.215 vd.
[11] Tanrıdağ, 5.1.1951.
[12] Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980) (çeviren: Ahmet Fethi), Hil, İstanbul 1994, s.490.
[13] Gerçi Lozan Andlaşması’nın 16. maddesi, ortaya çıkacak ilhak, bağımsızlık ya da başka yönetim biçimleri üzerinde Türkiye’ye söz hakkı tanıyan eski Osmanlı toprakları arasında Kıbrıs’ı da sayıyordu. Ancak Türkiye’nin Kıbrıs sorununa müdahil olması bu hukuki imkâna değil müttefiki İngiltere’nin teşvikine dayandı. (Wolf Wagner, “Die türkischen Cyprioten”, Handbuch der europaeischen Regionalbewegungen (ed. J.Blaschke) içinde, Syndikat, Frankfurt a.M. 1980, s.77-85.) Türkiye’nin Kıbrıs meselesine ‘ite-kaka’ bulaştırılışının, 1950’lerin Kıbrıslıtürk cemaati önderi Faiz Kaymak’ın anlatımına dayanan öyküsü için bkz.: Arif Hasan Tahsin, Aynı Yolu Yürüyenler Farklı Yerlere Varamazlar, 2. cilt, Söz, Lefkoşa 1989, s.508-529. Türkiye’nin Kıbrıs meselesine dahlinin diplomatik elit açısından tasviri için: Semih Günver, Fatin Rüştü Zorlu’nun Öyküsü, Bilgi, Ankara 1985, s.63-71, 81-96. Kıbrıs’ın siyasî tarihi ve Türkiye’nin Kıbrıs politikası hakkında kaynaklar: Resmî milliyetçiliğin sosyaldemokratik ve soğukkanlı bir açılımını yansıtan, kapsamlı bir çalışma: Şükrü Sina Gürel, Kıbrıs Tarihi 1878-1960, Kolonyalizm, Ulusçuluk ve Uluslararası Politika (2 cilt), Kaynak, İstanbul 1984-85, ayrıca aynı yazarın Türk-Yunan İlişkileri (1821-1993), Ümit, Ankara 1993, s.53-65, 85-97 ve 111-124. Kıbrıs’ın yakın dönem siyasi tarihini sosyalist açıdan ele alan bir broşür: Karolos Zahariadis-Yusuf Alp, Kıbrıs, Birikim, İstanbul 1979.
[14] Hürriyet’e ilişkin monografilerde, “Kıbrıs sorununu Türkiye’nin başına Hürriyet’in çıkarttığı” yolundaki suçlamalar, örtülü bir gururla anılır. Abartıya kaçılacaksa, tersi belki daha doğrudur: Hürriyet’i Türkiye’nin başına Kıbrıs sorunu çıkartmıştır. Hürriyet’in kitle gazetesi çizgisini tutturmasında, 1952’de Fuad Köprülü’nün “Türkiye’nin Kıbrıs diye bir meselesi yoktur” sözü üzerine attığı “Gaflet!” sürmanşetinden itibaren Kıbrıs meselesine ateşli angajmanının rolü büyüktür. (Bkz.: Necati Zincirkıran, Hürriyet ve Simavi İmparatorluğu, Sabah Kitapları, İstanbul 1994, s.23-30, 43-46, 58-70, 83-89.)
[15] 1957-63 döneminde yayımlanan 30 kitap ve kitapçığın çoğunun paylaştığı başlık stili, öğreticidir: “Türk Kıbrıs”, “Türk Kıbrıs’a Dokunma”, “Millî Ada Kıbrıs”, “50 bin Türk şehidinin yatağı Kıbrıs”, “Kıbrıs bizimdir”, “Yeşil Kıbrıs Bizimdir ve Ebedi Türk Kalacaktır”, “Kıbrıs Türktür ve Türk Kalacaktır. Onu Ölünceye Kadar Müdafaa Etmeğe And İçtik”, “Kızıl Makaryos çekil Kıbrıstan”, “Kara cübbeli Kızıl Papaz Makarios’a Mektup” (2, diğeri “Açık Mektup”), “Yunan palikaryasına açık mektup”, “Kıbrıs’a Destan” (3), “Selâm Sana Kıbrısım”, “Hakkıdır tarihin Kıbrıs’ın millî destanı”, “Kıbrıs’a Seferim Var”, “Kıbrıs Duyguları”, “Kıbrıs’a Sesleniş”, “Kıbrıs ve hezeyanlarım”. (Kıbrıs Bibliyografyası, Türk Kültürü, Şubat 1964, s.68-96)
[16] Tanıl Bora, “Türkiye’de Milliyetçilik ve Azınlıklar”, Birikim, Mart-Nisan 1995 (71/72), s.34-49.
[17] Sonraki hamlenin Kıbrıs’la bağıntısı çok daha açıktır. İstanbul Rumlarının 1964’de sürgün edilmesi, doğrudan doğruya Kıbrıs’taki Enosisçi harekete karşı misilleme amaçlıdır. Bkz. Hülya Demir-Rıdvan Akar, İstanbul’un Son Sürgünleri, İletişim, İstanbul 1994.
[18] Andreas D. Mavroyannis, “Kıbrıs Sorununun Türk-Yunan İlişkilerine Etkisi”, Türk-Yunan Uyuşmazlığı (der. Semih Vaner) içinde, Metis, İstanbul 1989, s.127-151.
[19] İsmail Hâmi Danişmend, Türklük Meseleleri, İstanbul Kitabevi, İstanbul 1985, s.291.
[20] (1957) Bu Millet Neden Ağlar, Milli Ülkü Yayınevi, Konya 1986, s.82.
[21] İsmail Hakkı Danişmend, a.g.e., s.295 vd.
[22] Fikret Alasya, “Kıbrıs’taki Son Trajedi”, Türk Kültürü, Şubat 1964, s.7.
[23] Adayı dışlaştırma ve stratejik üs olarak değerlendirme eğilimi, tam da Kıbrıs ilgisinin doruğuna vardığı 1974 “Kıbrıs Barış Harekâtları” döneminde, milliyetçi basının satıraralarında görülebilir: “Birçok aziz canları ve 10 milyarımızı götüren iki harekâtta, Kıbrıs’ın ancak üçte bir, kuru gövdesi ele geçmiş.(...) Ada’da ele geçirdiğimiz anamızın ak sütü kadar helâl yerler...” (abç., Ahmet Kabaklı, Bizim Alkibiades, Toker Yayınları, İstanbul 1977, s.262-3.)
[24] (27.10.1964) Arif Nihat Asya, Onlar Bu Dilden Anlar, Didakta Yayınları, Ankara 1970, s.81.
[25] Osman Yüksel Serdengeçti, a.g.e., s.83.
[26] Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 20.7.1995. Gerek askerî çözümlerin yaptığı “temizlik”leri, gerekse toplulukların etnik kimliklerine göre kesin biçimde ayrıştırılmasının da bir “etnik temizlik” olduğunu görmezden gelen bu tez; Batı’nın adaletsizliği ve ataleti karşısında “bizim” haksever cevvaliyetimizi yüceltişiyle, Türk milliyetçiliğinin Batı kompleksini altetme cehdindeki sınır tanımaz yaratıcılığın güzel bir örneğidir.
[27] Mehmet Arif Demirer, a.g.e., s.84 vd. Tersi yönde bir etki de hesaba katılmalıdır. Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinin Türkiye’yi Kıbrıs’ı ‘sahiplenmeye’ dönük cehdi hakkında bkz. Arif Hasan Tahsin, Geçmişi Bilmeden Geleceğe Bakmak, Işık Kıtabevi, Lefkoşa 1993, s.39-40
[28] Akritas Planı, Ergenekon Yayını, Lefkoşa 1972, s.3 vd.
[29] ”Cemaat aleyhinde kötü neticeler doğurabilecek faaliyetler gösteren şahıs veya şahısları doğru yola getirmek için her türlü çarelere başvurmak”tan sözeden TMT Tüzüğü; kendi cemaatine dönük baskıyı ancak “ülkü”ye ulaşıldığı gün tatil edeceğini ikrar ediyordu: “Teşkilat adada şanlı Türk Bayrağı dalgalandığı gün derhal feshedilecek ve o tarihten itibaren hiçbir kimse üzerinde baskı kullanılmayacaktır.” (Soyalp Tamçelik, “TMT’nin Bilinmeyen Bazı Yönleri”, Türk Yurdu, Temmuz 1993, s.28-31)
[30] Bugün Kıbrıs’ta ‘örgün’ bir ülkücü örgütlenme var. Çatısındaki Milliyetçi Adalet Partisi (MAP) kendisini “federasyona, tavize ve Rum’la işbirliğine karşı en önemli sigorta” olarak sunuyor. MAP çevresinde Milliyetçi Düşünce Derneği ile Azerbaycan ve Orta Asya Türki cumhuriyetlerle ilişkileri geliştirmeye dönük Türk Birliği Kültür Merkezi (Türk-Bir) faaliyet gösteriyorlar. “KKTC Ülkü Ocakları” da kurulmuş bulunuyor. Ancak bu örgüt silsilesinin toplumsal ve siyasal etkisi marjinal kalıyor.
[31] Mehmet Yaşın, a.g.e., s.58-9, 62; ayrıca Sevda Alankuş-Kural’ın Birikim’in bu sayısındaki yazısı.
[32] Ortadoğu, 29.8.1994. Şu da var: Ülkücü basın BM çerçevesindeki Kıbrıs müzakerelerinin 1992 yazındaki turunda Denktaş’ı Türk tezini yeterince dişli savunamadığı için eleştirmiş ve daha has milliyetçi saydığı Derviş Eroğlu’na meyletmişti. Ancak daha sonra, KKTC’de hemen her seçimden önce gündeme gelen, “Amerika’nın Denktaş’ı harcamaya çalıştığı” ‘tespiti’ üzerine “büyük lidere” yeniden sahip çıktılar.
[33] Liberal milliyetçilik ve sair Türk milliyetçiliği söylemleri -veya Türk milliyetçiliğinin sektörleri- hakkında önerdiğim tasnif için bkz. Milliyetçiliğin Kara Baharı, Birikim Yay., İstanbul 1995, s.95-131.
[34] Türkiye’nin Kıbrıs’a velâyetçi müdahalesinin, kültürel ve ideolojik düzeyin ötesinde, siyasal boyutu hakkında bkz.: Mehmet Hasgüler, “TC’den Kıbrıs’a Dış Müdahaleler”, Birikim, Temmuz 1995 (75), s.73-80.
[35] Bkz. Tanıl Bora, Bosna-Hersek: Yeni Dünya Düzeni’nin Av Sahası, Birikim Yayınları, İstanbul 1994, s.278-281.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/2772/turk-milliyetciligi-ve-kibris#.WoLbdCXFIdU


5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***