BÜYÜK HESAPLARIN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BÜYÜK HESAPLARIN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Şubat 2018 Salı

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 4

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 4


Türk Milliyetçiliği ve Kıbrıs,
Tanıl Bora | (Sayı : 77 - Eylül 1995)




BİR KİMLİK İNKÂRI OLARAK AYNILAŞTIRMA

Kıbrıs meselesi, bir “millî dava” olarak yaklaşık 50 yıldır Türk milliyetçiliğinin temel kalıpları için levazımat sağlıyor. Bu meselenin ‘millî kamuoyunda’ ele alınışındaki belki en çarpıcı özellik ise, “Kıbrıs’ın elden gitmesi” tehlikesine karşı milleti teyakkuzda tutan o kesif hamasetin berisindeki derin bilgisizlik ve ilgisizlik olsa gerek. Kastettiğim, sorunun siyasî, tarihî, diplomatik, stratejik vb. yönlerine ilişkin veri ve düşünce birikiminin ve dolaşımının yetersizliğinden öte bir şey (sözü edilen yönlerden bilgisizlik ve ‘düşüncesizlik’ zaten her konuda mevcut): Kıbrıslı Türk kimliğine, daha isabetli bir yazımla Kıbrıslıtürk1 kimliğine ilişkin kayıtsızlık... Yaşın’ın Kıbrıslıtürk edebiyatında saptadığı kendini önemsememe halinin kaynağı, önemsenmemedir - yani Türkiye’nin Kıbrıs’ı, Kıbrıslılık halini önemsememesi. Kıbrıslıtürk kimliği, Türkiye Türklüğüyle aynılaştırılmıştır. Kafkasya, Orta Asya ve Balkan Türkleri gibi başka soydaşlara bu ölçüde ‘reva’ görülmeyen aynılık, resmî Kıbrıslıtürk milliyetçiliğince de onaylanır: Denktaş 1993 Mayıs’ında TBMM’de yaptığı konuşmada “mensubu bulunmakla iftihar ettiğimiz Yüce Türk Ulusu” ifadesini kullanmıştı. Türklüğü bir etnik üst kimlik olarak anarken devletsel yapılar niteliğindeki Türk ulusları arasında olsa olsa ‘akrabalığı’ vurgulayan Orta Asyalı “soydaşların” başvurmadığı bu ifade biçimi; Kıbrıslıtürkleri gerek anlam gerekse retorik itibarıyla Türkiye Türklüğünün şubesi olarak konumlandırıyor... Bu özdeşleşme, milliyetçi tarihüstücülüğün bakış açısından, Türkiye ile Kıbrıslıtürkler arasındaki soy, tarih, coğrafya bağlarının fevkalâdeliğine atıfla kanıtlanmaya çalışılır gerçi; oysa ancak siyasî sebeplerle açıklanabilir ve milliyetçi ideoloji tarafından kurulan bir aynılıktır.

Aynılaştırmanın sonucu, Kıbrıslıtürk kimliğinin özgüllüğünün, Türk milliyetçiliği ideolojisi içinde bir ‘yerel’ farklılık olarak bile (örneğin Kürtlerin özgün bir ‘lehçe topluluğu’ veya ‘boy’ olarak tasvirindeki gibi!) tanınmamasıdır. Türk milliyetçiliği Kıbrıslıtürk kimliğinin özgünlüklerini folklorik düzeyde bile ele almaz, ayırdetmez, merak etmez. Kıbrıslıtürk kimliğinin ikidilliliğinden, ikikültürlülüğünden, ‘aradalığından’ doğabilecek bireşimler nafile hale gelir; dahası bunların dışavurumu Türklükten uzaklaşma ve hıyanet olarak damgalanır. (Bu baskının, ‘aradalıktan’ kaçma eğilimini fiziken adadan kaçmaya varacak ölçüde körüklediğini biliyoruz.) Kıbrıslıtürk kimliğinin özgünlüklerine nüfuz etmemesi, edememesi, Türk milliyetçiliğinin ‘buluğa ermemişliğinin’ bir göstergesidir. Türk milliyetçiliği, romantik dönemini ikmal ederek ‘incelmiş’, kendi içinde çoğulcu bir milliyetçilik anlayışına uzaktır. Onun içindir ki, bırakalım Kıbrıs’ı ve etnik kimlikleri, ‘masum’ yerel ve bölgesel kimlik dışavurumları bile Türkiye’de resmî-millî ideoloji tarafından kuşkuyla karşılanır, “bölücülük”le kodlanır. Kamu hizmetlerindeki yöre kayırmacılığında, ilçelerin il olma mücadelelerinin dramatikleşmesinde veya örneğin bazı köylerini il olan Yalova’ya ‘kaptıran’ Karamürsel’in belediye başkanının ‘davasını’ meşrûlaştırmak için “Karamürsel’in toprak bütünlüğü” kalıbına başvurmasında; millî kimliğe sadakatte hiçbir kusuru olmayan yerel-bölgesel kimliklerin kendini ifade etmesinin dahi bastırılagelmesiyle birikmiş basıncı görebiliriz.

Türk milliyetçiliğinin ‘ontolojist’2 basmakalıpçılığında Kıbrıs’ın “yavruvatan” olarak kalıplandığını herkes bilir. Anavatan-yavruvatan metaforunun anlamı açıktır: Kıbrıs Türkiye’nin himayesi ve velâyeti altındadır. Türkiyeli Türk-Kıbrıslıtürk kimliğinin aynılaştırılması tam da bu noktada yaralıdır, zira soydaşlar eşit değildir. Kıbrıslıtürklüğün eşit ve reşit sayılmayan konumu, Türkiye’den başka bir devletçe tanınmayan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne (KKTC) uygulanan resmî protokolün parodivâri görüntüsünün örtemediği hamilik ve velâyet ilişkisinde kendini gösterir. KKTC, milliyetçi hamasette güyâ “17. Türk Devleti”dir; ama hava raporları ve millî bayramlar gibi pek çok gündelik ritüel, oranın aslında özel statülü bir il olduğunu herkese gösterir. Türkiye’deki bir özel televizyon kanalında dönemin KKTC Başbakanı Derviş Eroğlu’yla söyleşen gazetecilerin “kaba, küçümseyici, azarlar gibi” davranabilmesi, bu protokolün parodik niteliğinin hatırlanması, hatırlatılmasıdır (yüze vurulması) aslında. Türk milliyetçilerinin parodiyi ciddiye aldırmaya dönük tepkisi ise, bir Türk devletleri silsilesinin metropolü olma hayaline yaslanır - hiç değilse Türkofil bir ‘uluslar topluluğu’ hayali: “Mesela İspanyolca konuşulan ülkelerin anavatanları olarak nitelenebilen İspanya’da üç-buçuk gazeteci yine mesela bırakın Arjantin, Kolombiya, Bolivya, Şili’yi, ama bir Nikaragua Başbakanına bile (abç.) böyle davranamazdı.(...) KKTC ve diğer Türk Devletlerinin yetkililerine lâyık oldukları hürmeti göstermezsek, diğer devletlerden bunu nasıl talep edebiliriz?”3 Türk milliyetçiliği açısından KKTC, bir toprak ve egemenlik kazanımını temsil edişiyle, irredenta hayalinin ele gelir bir cisimleşmesi olarak hürmete değerdir. Ne var ki Orta Asya Türki cumhuriyetlerinin bağımsızlaşmasından ve Türkiye ile bu cumhuriyetler arasındaki ilişkinin gelişmesinden sonra, KKTC’nin ‘Türk uluslar topluluğu’ içindeki simgesel ve protokoler konumu çok gerilerdedir. (KKTC’nin Azerbaycan ve Orta Asya Türki cumhuriyetlerince tanınmadığını unutmamalı!) KKTC, ‘yeni-Turancı’ bir Türk uluslar topluluğu perspektifinde özgül şahsiyeti en az ‘takılan’ azadır, böylelikle de özgül Türki kimlikleri Türkiye-merkezli bir yekpâre Türklük kimliğine indirgeme tasarımının en sağlam nümunesi...4

Kıbrıslıtürkleri Türkiyeli Türklerle aynılaştırmanın paradoksunu teşkil eden bu eşitlik ve reşitlik açığı, her milliyetçiliğin anavatanı ile dıştaki azınlık toplulukları arasındaki ilişkiye özgü dengesizliğin sonucudur. Anavatan dışındaki millî azınlık, merkez-çevre ilişkisindeki konumundan ötürü taşradır, ayrıca yabancı -hattâ düşman- etnilerle komşuluğundan ötürü kültürel yönden -meraklısı açısından, kan yönünden de- ‘karışma’, melezleşme tehlikesine tâbi sayılır. Millî harareti yükseltmedeki emsalsiz işlevinden ötürü dıştaki azınlığın soyut kimliğine büyük değer bahşeden araçsalcı milliyetçilik zihniyeti, onun somut şahsiyetini pek önemsemez, örtük olarak ise küçümsemekten, horlamaktan geri durmaz. Anavatan milliyetçiliğini -özellikle onun radikal kolunu- benimseyen dış azınlık mensuplarının şovenizmde en ileri gitmeleri (azınlık oldukları toplumdaki çoğunluk milliyetçiliğinin baskısına gösterdikleri reaksiyon yanında), bu özgül ağırlığı düşük soydaşlık statüsünden kurtulma kaygısından da kaynaklanır.5

KIBRIS’IN MİLLÎ DAVALAR REPERTUVARINDAKİ GECİKMİŞLİĞİ - VE BUNU TELAFİ TELAŞI


Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs’ı ele alışındaki indirgemecilik ve araçsalcılık, her anavatan milliyetçiliğinin dıştaki azınlık şubelerine bakışındaki ortalama dozu aşan bir düzeye ulaşıyor. Bunun ilk sebebi, Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs’ı mesele edinmesindeki gecikme ve peydahlanan ilginin yapaylığıdır. Kıbrıs, en geç I. Dünya Savaşı’nın bitiminden itibaren, resmî Türk milliyetçiliğinin menzili dışında kaldı. Misak-ı Millî sınırlarına dahil olmadığı gibi, Millî Mücadele’yle ilişiği de çok sınırlıydı. Osmanlı vatanseverliğinin vâdesinin Osmanlı ‘anakarasına’ göre daha uzun sürdüğü Kıbrıs’ta, Müslüman topluluğu kendini yeni Türk ulus-devletiyle özdeşleştirmekten de ‘geri kaldı’; böylelikle uzun süre “çoğunluğu olmayan azınlık”6 konumuna itildi. Türk milliyetçiliğinin ‘gönlünde’ de, ne Balkanlar gibi büyük acılarla yiten bir yurt, ne Musul-Kerkük gibi Anadolu’yla iktisadî ve toplumsal ilişkileri süren ve üstelik Lozan’ın son aşamalarına dek ihtilâflı bir toprak olan, ne de Orta Asya gibi ‘vaadedilmiş ülke’ hayallerini süsleyen Kıbrıs’ın yeri vardı.7 Türk milliyetçiliği sadece resmî yüzüyle değil, radikal ve ırkçı kanatlarıyla da Kıbrıs meselesine uzak kaldı. Türkçü literatürde Kıbrıs ancak dünya Türklüğünün tam dökümü verilirken anılıp geçmiş, asla Balkan, Kerkük hele Kafkasya ve Orta Asya “Türklüğü” gibi önemsenmemiştir. Nihal Atsız’ın külliyatında Kıbrıs sadece 1974 harekâtı vesilesiyle konu edilecektir. Üstelik çok bariz bir araçsalcı mantıkla: Onyıllar sonra girilen bir savaşın “milleti canlandırmasındaki” faydasıyla; Kerkük gibi ‘esas’ millî davaları hatırlatmasıyla; bir dış dava olarak içerdeki karışıklığı yatıştırmaktaki yararıyla...8 Kıbrıs’ın “millî dava” haline getirildiği 1950’lerde, Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs’ı ihmali, özeleştiriye konu olmuştur. Türkiye Kıbrıs’la ilgilenmezken Yunanlıların orada sistematik biçimde millî şuuru geliştirmiş olmasına imrenilmiş; milliyetçi kültür politikası lüzumunu imparatorluk devrine teşmil eden -ancak Türk milliyetçiliğinin oluşumunun gecikmesine yerinme anlamı taşıyabilecek- anakronik hayıflanmalar yapılmıştır: “Vaktiyle uzun vadeli düşünse idik, bugün Kıbrıs’ta Türk ırkı, Türk dili ve kültürü azınlıkta olmazdı.”9

2. Dünya Savaşı sonrasında Kıbrıs’ta Yunanistan’la birleşmeyi hedefleyen fraksiyonun ağır bastığı Kıbrıslırum milliyetçiliğinin öncülüğünde İngiltere yönetimine karşı bağımsızlık hareketi başladığında da, Türkiye Kıbrıs’a ilgisizliğini epey bir müddet sürdürdü. DP kurucusu Dışişleri Bakanı Fuad Köprülü’nün 1950’de sarfettiği “bizim için Kıbrıs meselesi diye bir mesele yoktur” sözü meşhurdur. Buna mukabil 1950-55 döneminde Kıbrıs meselesi, ‘sivil’ milliyetçi hareketin ana mesaisini oluşturdu. Nüvesini 1944 tasfiyesinin yaralarını saran Türkçü kadroların oluşturduğu, Kıbrıs’la ilgili çeşitli milliyetçi dernekler kuruldu (Kıbrısı Koruma Cemiyeti, Kıbrıs Türk Kültür ve Yardım Cemiyeti, Kıbrıs Okullarından Yetişenler Cemiyeti). Bu derneklerin söyleminde Yunan düşmanlığını dahi ikincilleştirebilen anti-komünizm baskındı; Kıbrıs’ta “Rum vatandaşların büyük bir ekseriyeti maattessüf komünist olduğu” ve nihai gayenin Kıbrıs’ın Rusya’ya kazandırılması olduğu savunuluyordu.10 Bu komplocu tefehhüm, Türkçü milliyetçiliğin Kıbrıs gerçeğine yabancılığına ve demagojik ezberciliğine delâlettir. Az sonra, Millî Mücadele’yi, Sakarya Savaşını hatırlatan sloganlarla cengâver bir hamaset edebiyatı eşliğinde Yunan düşmanlığı öne çıktı. Hatay örneğine atıfla Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağlanmasını hayal edenler de oldu. Zaten milliyetçi hareketin Kıbrıs’a ilişkin tezi, “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” ‘dayılanmasından’ ibaretti. DP iktidarı “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” şiarını lâfzen benimsemekle birlikte 1950’lerin ortasına kadar Kıbrıs’a somut bir ilgi göstermediği gibi milliyetçi hareketin kampanyasını da gemlemeye çalıştı. Ağustos 1950’de kurulan Kıbrısı Koruma Cemiyeti 4 Kasım 1950 tarihli hükümet kararıyla kapatıldı.11 1954’ün 9 Eylül’ünde İzmir’in kurtuluşu törenleri, Kıbrıs’la ilgili tahriklere meydan vermeme maksadıyla iptal edildi.12

1950’lerin ortasında, Türkçü-milliyetçi hareketin Kıbrıs seferberliğiyle devletin Kıbrıs politikası yakınlaştı; Kıbrıs’a ilişkin resmî söylem milliyetçi hareketin şoven söylemiyle bütünleşti. Kıbrıs’ın böylelikle “millî dava” mertebesine yükselmesi tam anlamıyla bir ‘ithal ürünü’dür. Zira Türkiye’nin Kıbrıs’la enerjik bir biçimde ilgilenmesi, bağımsızlaşma yolundaki adada “sömürgeci emperyalist” kisvesinden kurtulmaya çalışan İngiltere’nin Türkiye’yi uluslararası müzakere sürecine katarak sorumluluğu paylaşmasıyla başladı.13 Kıbrıs’a ilişkin bir hazırlığı ve politikası olmayan Türkiye’nin “adanın iadesini” talep edince, Türkçü-milliyetçi hareketin hiçbir somut siyasal tasarıma dayanmayan “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” ezberi, resmî politika hüviyetine bürünmüş oldu. 1957’ye kadar izi sürülen “Kıbrıs Türktür Türk Kalacaktır” sloganı, hayalciliği anlaşılınca ve uluslararası müzakerelerde somut çözüm seçenekleri belirince yerini “Ya Taksim Ya Ölüm” sloganına bıraktı. Kıbrıs’ın Türk ve Yunan cemaatleri arasında bölünmesini savunan Taksim Tezi, Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanmasını öngören Enosis’in ‘kontrası’ idi. 1959’da Yunanistan hükümeti Enosis’ten uzaklaşıp iki toplumlu cumhuriyet modeli üzerinde mutabakat sağlanınca Taksim Tezi bırakıldı. (1967’deki bunalımda Başbakan Demirel Yunanistan’ın sunduğu taksim seçeneğini reddedecekti.)

’50’lerin ikinci yarısında Yunan ve Kıbrıslırum politikasına reaksiyonla belirlenen hükümet politikasının ‘kamuoyu çalışmasını’ yürütme şansını yakalayan Türkçü-milliyetçi hareket, ’50’lerin ilk yarısındaki ‘uç’ görüntüsünden sıyrılıp yaygınlaştı, meşrûlaştı. Resmî teşvik gören popüler “Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır” ve “Ya Taksim Ya Ölüm” kampanyalarında Türkçü-milliyetçi kadrolar önde gelen roller oynadılar. Kıbrıs kampanyaları, devletin “millî davalar” için ‘sivil’ seferberliği teşvik edip örgütlemeye ve kamuoyunun “millî dava” etrafında kenetlenmesini sağlamaya dönük faşizan pratiğinde önemli bir eşiktir. Bu kampanyalar, kapitalist modernleşmede önemli mesafeler katetmekte olan ülkede millî kamuoyu yaratmaya dönük seferberlik mekanizmalarının modernleşmesine, popülerleşmesine ve kitleselleşmesine büyük katkı sağlayan tatbikatlar işlevini gördüler. O dönemde yayımına başlayan Hürriyet’in, kitlesel popüler basın usullerini Türkiye’ye yerleştiren tecrübe de, bu gazetenin şoven Kıbrıs kampanyasıydı.14 1950’lerin ikinci yarısındaki Kıbrıs’a ilişkin neşriyat patlaması, bu kampanya vesilesiyle demagoji ve hakaret yüklü hamasi milliyetçilik üslûbunun ‘gelişmesine’ tanıklık eder - aynı zamanda da bu gelişmenin motorudur.15

Hakaret ve aşağılamayla yüklü faşizan bir düşmanlaştırma stratejisine dayalı bu milliyetçilik üslûbunun baş mağduru tabiî ki Türkiye’deki Rum cemaati oldu. Kıbrıslırum cemaatindeki bağımsızlıkçılık-ilhakçılık ayrımını görmezden gelen “Enosis” ezberiyle birlikte sıfatsız kullanılan “Rum/Yunan” isminin küfürleştirilmesi; 2. Dünya Savaşı dönemi ve arefesinde atılan azınlık karşıtı ırkçılık tohumlarını yeşertti.16 Körüklenen Rum düşmanlığının yol açtığı -ve resmî provokasyonun boyutunun ‘ortamı hazırlamak’tan ibaret kalmadığına dair güçlü emareler bulunan- 6-7 Eylül 1955 olayları, asırlardır bu topraklarda yaşayan Türkiyeli Rumların sürgün edilmesine dönük ilk hamle oldu.17 Kısacası, Kıbrıs meselesi 1923-1950 döneminde altın çağını yaşayan Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin bozulmasında temel âmil olurken;18 Türk milliyetçiliği, resmî yani Kemalist yüzüyle de, bu vesileyi ırkçı ve şoven bir Rum/Yunan düşmanlığı söylemini serpiltmek için değerlendirmekte tereddüt göstermemiştir.

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN KIBRIS TEZLERİ - KIBRIS MESELESİNİN TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN ZİHNİYET KALIPLARININ OLUŞUMUNA KATKISI


Türk milliyetçiliği Kıbrıs’a ilişkin tezlerini 1950’lerin ikinci yarısında ikmal etti. Bu tezlerin odağında, elbette, “Kıbrıs Türktür” şiarı ve onun ispatları yer almaktaydı. “Kıbrıs adası bizim Anadolu’nun denize fırlamış bir parçası” idi; “hem maddi, hem manevi bir parçası”.19 “Kıbrıs’ı Anadolu’dan gözlerimizle görüyor” olmamızı Kıbrıs’ın “bizim” olduğuna dair yeterli karine sayan milliyetçi ajitatör Osman Yüksel Serdengeçti, Kıbrıs coğrafyasından hurufi tefsirler çıkarıyordu: “Jeologlara göre, Kıbrıs Anadolu’dan ayrılmış bir parçadır. Bu ilmi bir hakikattir. Haritaya bakılsın: Kıbrıs âdeta bir ucuyla, parmağıyla İskenderun körfezini göstermektedir. Bu haliyle yeşil ada, sanki ‘ben oradan ayrıldım. Ben orayı istiyorum’ demektedir.”20 Coğrafya ve jeolojiye başvuran bu ‘maddi’ kanıtlar, adadaki Osmanlı ve Türk varlığının kıdemiyle pekiştiriliyordu. Irkçı bir milliyetçilik görüşüne sahip olan tarihçi İsmail Hakkı Danişmend, 353 senelik Osmanlı hâkimiyetine ilâveten, Osmanlı’nın hukuki vârisi olduğu ilk İslâm hilâfetinin adada 255 sene sürmüş egemenliğini de Kıbrıs’ın Türk-İslâm kıdemine ekliyordu.21 Kıbrıs’ın Osmanlı tarafından fethinin “50 bin Türk canına malolması”, bu kıdemi -hâlâ hesabı tutulan- kan bedeli hakkıyla pekiştiriyordu.22 Danişmend, “antropoloji bakımından” da Kıbrıslı Rumların Yunanlılıkla alâkasının olmadığı, bunların ırken karışmış bulunduğu; buna karşılık ada Türklerinin, Anadolu’dan nakledildikleri için, “ırk, din, dil, mezhep, coğrafya ve tarih birliği bakımından Türkiye Türklüğünden ayrılmasına imkân olmadığı” iddiasındaydı. İsmail Hakkı Danişmend’in has bir örneği olduğu coğrafi ve ırki organizmacılık, kolayca, “Kıbrıs’ın Anadolusuz ve Anadolu’nun da Kıbrıssız yaşayamayacağı”nı vaz’eden alarmizme varıyordu:

Kıbrıs, “(başkasının eline geçmesi halinde) çok tehlikeli ve hayati bir sevk-ül-ceyş (strateji) üssü” idi. ‘Aslında’ Anadolu’nun kopmaz bir parçası saydığı adayı ‘Anadolu için’ bir üsse indirgeyerek dışlaştıran23 bu alarmizm, Kıbrıs’la ilgili bir misyon duygusunu, yükümlen(dir)ici bir söylemi beraberinde getirmekteydi. Özellikle 1964’te Enosisçi şiddetin tırmanması karşısında Kıbrıs Türk cemaati önderliğinin canhırâş yardım çağrıları, bu yükümlen(dir)me söylemini güçlendirdi. Millî yükümlülük bilinci, Kıbrıslıtürklerin anavatana muhtaçlığını ve hasretliğini işlenerek yükseltilmeye çalışıldı: “Girne yolunu -sırf- dağ yamaçlarından veya limandan, Toroslar’ı seyretmek için -vakitli vakitsiz- katedenler bilirim... Bakarlar, bakarlar, bakarlar... ve dönerlerdi!”24 Kıbrıslıtürklerin Türkiye’ye mecburiyetini ve muhtaçlığını işleyen patetik edebiyat, Türk milliyetçiliğinin pseudo-mistik (güyâ-mistik, kaba mistik) bir kalıbının önemli ve popüler vesilelerinden olmuştur: Türkiye’nin geniş bir coğrafi kendisine muhtaç olanlar sayesinde, kendisine rağmen ‘büyük’ bir güç olduğuna, yönetenlerinin duyarsızlığına rağmen ezeli-ebedi davalarından kaçamadığına dair mistikleştirmenin... (Bu pseudo-mistik şimdilerde revaç ve bol vesile buluyor!) Kıbrıs’ın coğrafya ve nüfus açısından ‘minyonluğu’, böylece pompalanan büyüklenmeyi desteklemeye yarayan bir motiftir; en nihayetinde ‘istesek yutacağımız’ bir adacıktır burası: “Akdeniz kıyılarından 25 milyon Türk kolunu şöyle bir uzatsa, Kıbrıs yeşil bir çınar yaprağı gibi avuçlarımızın içine düşer!”25

Kıbrıs meselesi, Türk milliyetçiliğinin şizofrenik Batı algısının iyice ‘bulanmasında’ da önemli pay sahibidir. Özellikle 1963/64 ve 1967 kıyımlarında uluslararası politikaya yön veren Batılı büyük güçlerin tutumu, hele bu kıyımlar üzerine Türkiye’de yükselen askerî müdahale ateşinin ABD tarafından söndürülmesi (ünlü Johnson Mektubunun azarlayıcı edası), Türk milliyetçiliğinin Batı karşısındaki kuşkucu ve komplocu evhâmına gıda oldu. ABD ve İngiltere’nin Kıbrıs’ta Türklere yapılan zulme hoşgörü gösterdiği, hattâ gizli onay verdiği; zaten Kıbrıslı rum nüfusunun fazlalığının da (ki Kıbrıs meselesinde Yunan tezinin en kuvvetli dayanağıydı) yıllar boyunca Rumları kayıran İngiliz idaresinden kaynaklandığı yorumları yapıldı. Batı dünyasının (veya Haçlılığın) Türklüğün belini kırmaya dönük her teşebbüsün gizli destekçisi olduğu inanışı, cumhuriyetin kuruluşundan beri ilk kez yaygın biçimde Kıbrıs vesilesiyle belirdi. 1974 “Kıbrıs Barış Harekâtı” sonrasında Batılı büyük güçlerle başlayan sonu gelmez diplomatik çekişme, Türk milliyetçiliğinin -sadece radikal milliyetçiliğin değil resmî milliyetçiliğin- Batı’ya bakan gözüne kalıcı bir diken saplamıştır. Batı karşısında 1974 Kıbrıs Harekâtı’nın meşrûluğunu savunmada geliştirilen son kontratak, harekâttan “adada etnik temizliği önleyen” bir iş olarak sözedilerek, Bosna’daki etnik temizliğe seyirci kalan Batı’ya nispet yapılmasıdır!26

TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN KIBRIS’A NÜFUZU


1940’lar Kıbrıslırum milliyetçiliğinin yükselişi karşısında Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinin palazlanması, Türkiyeli Türk milliyetçiliğinin adaya nüfuzuna zemin hazırladı. 1950’lerin sonuna gelindiğinde Türk milliyetçiliğinin Kıbrıslıtürk milliyetçiliği üzerindeki fiilî ve ideolojik denetimi belirgindi. Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinin Türkiye’ye odaklanmış ve Kıbrıs’ı ‘anlamını’ Türkiye için taşıdığı stratejik öneme indirgeyen perspektifi, bir Kıbrıslı Türk milliyetçisinin şu anlatımında açıkça görünür: “... daha bu nesil (Türk bayrağı önünde ‘Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır’ andı içen nesil) üniversite tahsiline yeni başlamıştı ki, kendisine ‘Yanlış bir parola peşindesiniz; bundan böyle ya Taksim ya Ölüm diyeceksiniz’ dendi. Bunun neticesi olarak üniversite yıllarında Kıbrıs davasına daha gerçekçi bir gözle bakmaya başladık. Ve anladık ki Kıbrıs, 120 bin kişilik Kıbrıs Türk’ünün bir menfaat davası değil, tam aksine Türkiye Cumhuriyeti’nin bir güvenlik davasıdır. Türkiye’nin batısındaki komşusu tarafından denizden ve havadan nasıl rahatsız edildiğini o dönemde öğrendik. Kıbrıs’ta kurulacak bir Yunan hakimiyetinin, Türkiye’nin güneyinde de aynı rahatsızlığı doğuracağı aşikârdı. İşte o zaman, Kıbrıs’ın Türkiye için ne denli önem taşıdığını idrak ettik. Kıbrıs’ın bölünmesi ile Kuzey Kıbrıs’ta kurulacak bir Türk hakimiyeti bu maksada hizmet edebilecek miydi? ‘Evet’ deniyordu yanıt olarak. Biz de ‘Kıbrıs Türktür Türk kalacaktır’ ideolojisini gönlümüze gömüp üzerine ‘Ya Taksim ya Ölüm’ parolasını oturttuk.” 1974 Askeri Harekâtının yorumunda, Kıbrıs’ın Türkiye uğruna feda olmasına amâdelik, doruğa çıkar: “Öldük ama böldük. Artık Türkiye’nin güney sahilleri güvence altında olacaktır.”27 Anavatanın çıkarlarına ve iradesine mutlak teslimiyeti ‘emreden’ Türk milliyetçiliğinin nüfuzu, bir millî hattâ yerel kimlik olarak Kıbrıslıtürk kimliğinin olgunlaşmasını önlemiştir. Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinin, Türk milliyetçiliğinin ırkçı ve faşizan kanadının yoğun etkisine marûz kalması, bu rüşd engelini daha da yükseltti. (1950’lerin başından itibaren Türkiye’de milliyetçi hareket içinde etkin bir isim olan Kıbrıslı Derviş Manizade, radikal Türk milliyetçiliği ile Kıbrıslıtürk milliyetçiliği arasındaki bağlantıyı simgeleyen bir figürdür.) Özellikle 1974 Harekâtı arefesinde, Kıbrıslıtürk milliyetçileri arasında ırkçı-Türkçü milliyetçiliğin nüfuzu barizdi. 1970’lerin başında Kıbrıslıtürk cemaatine dönük yarı-resmî propaganda broşürleri basan yayınevi “Ergenekon” adını taşıyor; Ergenekon yayınlarında “Ana Hedef-Ana Dava-Ülkü” silsilesi içinde anavatana bağlanma zarureti (yani ‘kontr-Enosis’) işleniyordu.28 Kıbrıslırum tedhişçiliğine karşı savunma için örgütlenen ama kendi milliyetçilik çizgisine getirmeyi hedeflediği Kıbrıslıtürk cemaatini de ‘yeterince’ yıldıran Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT), bu ırkçı-Türkçü akımın aleti işlevini gördü.29 1974’den sonra, Türkiye-merkezci bakışın siyasi hâkimiyetini sürdürmesine mukabil, ırkçı-Türkçü yaklaşımın Kıbrıslıtürk milliyetçiliği üzerindeki tesirinin 1970’lerin ilk yarısındaki düzeyine göre gerilediği söylenebilir.30 Türkiye’nin mütehakkim nüfuzuna ve Anadolu’dan gelen kimi göçmen topluluklarının “kurtarıcı”nın efendilik hakkını temsile yönelmesine tepkiyle; müstakil bir Kıbrıslıtürk kimliğini hattâ belki bir Kıbrıs ulusçuluğunu geliştirmeye dönük bir çabanın emareleri de mevcut.31

“HATAY MODELİ”-“VER KURTUL” İKİLEMİ


1992’de Kıbrıs’la ilgili uluslararası müzakerelerin yeniden başlatılışından beri, adada gevşek bir federasyon veya konfederasyon formülü ile Rum ve Türk devletçiklerini kesin olarak ayrıştıracak bir çözümsüzlük arasındaki salınım yine şiddetlendi. Buna koşut olarak, Türk milliyetçiliğinin Kıbrıs’la ilgili çözüm önerileri, “Hatay Modeli” ile “‘ver kurtul’culuk” arasında salınıyor.

KKTC’nin Türkiye’ye ilhakını nişanlayan “Hatay Modeli”, esasen MHP çizgisindeki Türkçü milliyetçiliğin özlemi - beri yandan “Kıbrıs Fatihi” Ecevit de hin-i hâcette (“uluslararası topluluk”un/Batı’nın KKTC’yi tanımamakta devam edip Güney Kıbrıs Rum Cumhuriyeti’nin AT’ye entegrasyonunun gerçekleşmesi halinde) Hatay Modelinin izlenmesinden yana. Bu ilhakçı kampanyaya, MHP basınında ve kimi zaman onunla uyum halinde “ulusal basında” da, Denktaş’ın, çapı ve misyonu Kıbrıs’ı aşan bir Türk büyüğü olarak yüceltilmesi eşlik ediyor. Ülkücü basın Türkeş-Elçibey-Denktaş silsilesini “Türklüğün yaşayan üç büyük lideri” sayıyor. Kıbrıs’ın bu liderler hiyerarşisindeki mevkiinin ve bir türlü ‘müstakil ülke’ sayılamayışının güzel bir örneği, MHP yöneticisi Ferruh Sezgin’in Denktaş’ı “gönlünde yatan Türkiye Dışişleri Bakanı” ilân etmesidir!32

Türk milliyetçiliğinin liberal kanadının33 “‘ver kurtul’culuğu” ise, BM’nin Kıbrıs’ta federasyonu ihyaya dönük arayışını destekleme eğilimini temsil ediyor. Bu tutumun “ver kurtul” şiarıyla özetlenmesi, liberal milliyetçiliğin Kıbrıs’ı Türkiye üzerinde ekonomik ve diplomatik bir yük olarak algılanmasından kaynaklanıyor: Türkiye’nin Kıbrıs’la ilgili velilik ve himaye görevlerinden sıyrılması halinde, hem adaya yapılan sübvansiyonun getirdiği önemli bir iktisadî yükten kurtulacağı, hem de başta ABD olmak üzere Batı ile ilişkilerinde ciddi bir pürüzü bertaraf edeceği hesaplanıyor. Liberal milliyetçiliğin kimi sözcüleri Denktaş’ın Kıbrıslıtürk halkının iradesini temsil etmediğine dair eleştirilere yer veriyorlarsa bile; “ver kurtul” çizgisi de Kıbrıs’ı ve Kıbrıslıları hakkında hesap yaptığı bir “faktör” olarak değerlendirişiyle, Türkçü milliyetçilikle aynı velayetçilik zeminini ve ‘efendi’ edasını paylaşıyor.34 Türkçü milliyetçilik Kıbrıslıtürk kimliğini nasıl görmezden gelerek dışlıyorsa, liberal milliyetçilik söylemi de bu kimliği ona atfettiği kültürel özelliklere dayanarak horluyor. Sabah yazarı Necati Doğru’nun geçtiğimiz Haziran sonundaki Girne orman yangınından sonra, “bol para alıp yan gelip yatan, ormanlar yanarken bira içen” Kıbrıslıtürkleri kara-şakayla “kesilen yardımları tekrar elde etmek için ormanları mı yaktılar?” sorgusuna çekmesi gibi... (İşin ‘hoş’ tarafı, Kıbrıslıtürkler arasında, kendilerine atfedilen bu “gevşeklik, mayışıklık” vb. hususiyetleri, Türkiyelilerin nasiplenmediği Akdenizli kimliğinin tezahürü olarak gizli bir gururla ve ‘inadına’ benimseme eğiliminin gözlenebilmesidir. Bu eğilim, bir tür Kıbrıs ulusçuluğu oluşumunun tuğlaları arasına katılıyor.)

Kıbrıs meselesi, yine zaman zaman “millî” feverana konu edilmesine rağmen nicedir popüler bir seferberliğe yol açmıyor, sahici bir kitlesel heyecan uyandırmıyor. Hem bu meselenin bıktırıcı ölçüde sünmesi hararetini söndürdü; hem de ’90’larda Türk milliyetçiliğinin hegemonyacı tasavvurlarını besleyecek yeni ve zengin “millî dava” çeşitlerinin belirmesi Kıbrıs’ı ‘ilginç’ olmaktan çıkarttı. Milliyetçi gündemde Kıbrıs, kendi sorunsalından ziyade, kimi kıyaslar ve tekabüliyetler açısından -ayrıca tabiî temel ideolojik kalıpları yeniden üretmek açısından- oynadığı araç rolüyle yer tutuyor. Örneğin, liberal ve ‘emperyal’ bir milliyetçi çizgiyi savunan Cengiz Çandar’ın, “Kıbrıs’taki Türk pozisyonunun Bosna’daki Sırp pozisyonuna benzediğini” hatırlatarak Bosna’da daha tutarlı olmak için Kıbrıs’ta daha esnek olunmasını ve etnik temelli devlet formülüne takılınmamasını istemesi gibi... Veya tersine, Bosna-Hersek’te ve Yugoslavya’daki iç savaşın, çok-milletli federatif çözümlerin imkânsızlığına, dolayısıyla Kıbrıs’ta Türk ve Rum toplumlarının birarada yaşayamayacağına kanıt gösterilmesi gibi...35 Bu sefer de bir başka örneğin Kıbrıs’taki “pozisyon” için araçsallaştırıldığını görüyoruz. Ama unutmamalı: çokmilletli devlet yapısının imkânsızlığına dair çıkarım Kürt meselesine de teşmil ediliyor; Kıbrıs’ta ikimilletli federatif çözüm ihtimaline, Kürt meselesiyle ilgili benzeri fikirleri ‘gıcıklayacağı’ için de set çekiliyor.

Kıbrıslıtürk/Kıbrıslırum kimliklerinin ‘melezliğinden’ ve Kıbrıs’ın siyasî kaderinin hep iki arada bir derede kalışından gelen ‘grilikler’in güçlü bir ifade bulması, Türk ve Yunan milliyetçiliklerinin siyah-beyaz dünya algısını renklendirecek bir kuvvet olabilir. Dahası, milliyetçiliğin renklenmesiyle değil aşılmasıyla sonuçlanacak bir kuvvete kaynaklık edebilir. O halde naif bir dilek ve temenniyle bitirelim: Kıbrıs’tan Türkiye’ye böyle bir dış müdahale umalım...

[1] Kıbrıslı Türk kimliğini, bu topluluğu soyut bir “Türklüğe” indirgemeyip özgül varlığını ayırdetmek için “Kıbrıslıtürk” şeklinde yazma tercihini, okuduğunuz yazının da başlıca ilham kaynaklarından olan, Mehmet Yaşın’ın şu çalışmasından aldım: “3 Kuşak, 3 Kimlik, 3 Vatan Arasında Bir Türk Azınlık Şiiri: Kıbrıslıtürk Şiiri”, Kıbrıslıtürk Şiiri Antolojisi içinde, Yapı Kredi, İstanbul 1994, s.19-67.
[2] Ontolojik verileri/değerleri doğrudan doğruya ideolojiye dönüştüren ‘hamlığı’ kastediyorum (Süleyman Seyfi Öğün, Türkiye’de Cemaatçi Milliyetçilik ve Nurettin Topçu, Dergâh, İstanbul 1992, s.19).
[3] Hüseyin Mümtaz, Türk Yurdu, Mart 1993, s.36.
[4] Ülkücü basında, Kıbrıs’ın Orta Asya Türk Cumhuriyetleri için de “bir emsal, bir ölçüt ve bir gösterge durumuna geldiği” işlenmiştir (Ortadoğu, 25.9.1993).
[5] Örneğin Nazizmin birçok öncüsü dış-Almandır (bizzat Hitler, Eichmann, Kaltenbrunner Avusturyalı, Alfred Rosenberg Baltıklı). Bunların ‘yurtlarıyla’ ilgileri ise, o memleketlerin “anavatana” bağlanmasını kovalamaktan öte bir duyarlılık içermez... Alpaslan Türkeş’in Kıbrıs’la ilişkisi de fazlasıyla mesafeli bir ilişkidir. Biyografisi aktarılırken Türkeş’in Kıbrıs doğumluluğu unutturulmaya çalışılır; kendisinin aslen Kıbrıslı olmayıp Afşar Türklerinden Kayserili köklü bir aileden geldiği ısrarla vurgulanır... Türkeş’in Kıbrıs’a ilgisini yoğunlaştırması, 1963’deki Enosisçi saldırılardan sonra Türkiye’de adaya askerî müdahale talebinin yükseldiği dönemle sınırlıdır. Türkeş ve arkadaşları, kendi anlatımlarına göre, Aralık 1963 olayları sonrasında hükümetten Kıbrıs’ta vazife istemişler; ayrıca Türkeş “ilham ve telkini ile” İngiltere’deki Kıbrıslıların 750 kişilik gönüllü birliği kurmasına öncülük etmiş; ancak hükümet Türkeş’in Kıbrıs’a gitme yönündeki bütün teşebbüslerini önlemiştir. (4.4.l965 tarihli CKMP bildirisi; Nureddin Pakyürek, Millî Meseleler ve Türkeş, İstanbul 1976, s.97 vd.)
[6] Mehmet Yaşın, a,g.y., s.34.
[7] Belki pek hafif bir gönül titremesi vardı: 1943’de Batı İttifakının Türkiye’yi savaşa sokma çabaları sırasındaki pazarlıklarda İnönü hükümeti, Ege adalarının bir kısmı ve Suriye sınırında bazı düzenlemeler yanında, bazı Alman kaynaklarına göre Kıbrıs’ı da talep etmişti. (Cemil Koçak, Türkiye’de Millî Şef Dönemi (1938-1945), Yurt Yayınları, Ankara 1986, s.271.)
[8] Makaleler-1, Baysan, İstanbul 1992, s.28. Ülkücü basının ajitatörlerinden Necdet Sevinç de Kıbrıs harekâtını “Türkün 1699’dan beri ilk huruç harekâtı” oluşuyla önemser (Ortadoğu, 21.10.1991).
[9] Turhan Feyzioğlu, Forum 27.4.1954, aktaran Mehmet Arif Demirer, Türk’ün Onur Sorunu-Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti içinde, Turhan Kitabevi Yayınları, Ankara 1993, s.96.
[10] Kıbrısı Koruma Cemiyeti’nin Beyannamesinden, İlhan Darendelioğlu, Türkiye’de Milliyetçilik Hareketleri, Toker Yayınları, İstanbul 1968, s.215 vd.
[11] Tanrıdağ, 5.1.1951.
[12] Feroz Ahmad, Demokrasi Sürecinde Türkiye (1945-1980) (çeviren: Ahmet Fethi), Hil, İstanbul 1994, s.490.
[13] Gerçi Lozan Andlaşması’nın 16. maddesi, ortaya çıkacak ilhak, bağımsızlık ya da başka yönetim biçimleri üzerinde Türkiye’ye söz hakkı tanıyan eski Osmanlı toprakları arasında Kıbrıs’ı da sayıyordu. Ancak Türkiye’nin Kıbrıs sorununa müdahil olması bu hukuki imkâna değil müttefiki İngiltere’nin teşvikine dayandı. (Wolf Wagner, “Die türkischen Cyprioten”, Handbuch der europaeischen Regionalbewegungen (ed. J.Blaschke) içinde, Syndikat, Frankfurt a.M. 1980, s.77-85.) Türkiye’nin Kıbrıs meselesine ‘ite-kaka’ bulaştırılışının, 1950’lerin Kıbrıslıtürk cemaati önderi Faiz Kaymak’ın anlatımına dayanan öyküsü için bkz.: Arif Hasan Tahsin, Aynı Yolu Yürüyenler Farklı Yerlere Varamazlar, 2. cilt, Söz, Lefkoşa 1989, s.508-529. Türkiye’nin Kıbrıs meselesine dahlinin diplomatik elit açısından tasviri için: Semih Günver, Fatin Rüştü Zorlu’nun Öyküsü, Bilgi, Ankara 1985, s.63-71, 81-96. Kıbrıs’ın siyasî tarihi ve Türkiye’nin Kıbrıs politikası hakkında kaynaklar: Resmî milliyetçiliğin sosyaldemokratik ve soğukkanlı bir açılımını yansıtan, kapsamlı bir çalışma: Şükrü Sina Gürel, Kıbrıs Tarihi 1878-1960, Kolonyalizm, Ulusçuluk ve Uluslararası Politika (2 cilt), Kaynak, İstanbul 1984-85, ayrıca aynı yazarın Türk-Yunan İlişkileri (1821-1993), Ümit, Ankara 1993, s.53-65, 85-97 ve 111-124. Kıbrıs’ın yakın dönem siyasi tarihini sosyalist açıdan ele alan bir broşür: Karolos Zahariadis-Yusuf Alp, Kıbrıs, Birikim, İstanbul 1979.
[14] Hürriyet’e ilişkin monografilerde, “Kıbrıs sorununu Türkiye’nin başına Hürriyet’in çıkarttığı” yolundaki suçlamalar, örtülü bir gururla anılır. Abartıya kaçılacaksa, tersi belki daha doğrudur: Hürriyet’i Türkiye’nin başına Kıbrıs sorunu çıkartmıştır. Hürriyet’in kitle gazetesi çizgisini tutturmasında, 1952’de Fuad Köprülü’nün “Türkiye’nin Kıbrıs diye bir meselesi yoktur” sözü üzerine attığı “Gaflet!” sürmanşetinden itibaren Kıbrıs meselesine ateşli angajmanının rolü büyüktür. (Bkz.: Necati Zincirkıran, Hürriyet ve Simavi İmparatorluğu, Sabah Kitapları, İstanbul 1994, s.23-30, 43-46, 58-70, 83-89.)
[15] 1957-63 döneminde yayımlanan 30 kitap ve kitapçığın çoğunun paylaştığı başlık stili, öğreticidir: “Türk Kıbrıs”, “Türk Kıbrıs’a Dokunma”, “Millî Ada Kıbrıs”, “50 bin Türk şehidinin yatağı Kıbrıs”, “Kıbrıs bizimdir”, “Yeşil Kıbrıs Bizimdir ve Ebedi Türk Kalacaktır”, “Kıbrıs Türktür ve Türk Kalacaktır. Onu Ölünceye Kadar Müdafaa Etmeğe And İçtik”, “Kızıl Makaryos çekil Kıbrıstan”, “Kara cübbeli Kızıl Papaz Makarios’a Mektup” (2, diğeri “Açık Mektup”), “Yunan palikaryasına açık mektup”, “Kıbrıs’a Destan” (3), “Selâm Sana Kıbrısım”, “Hakkıdır tarihin Kıbrıs’ın millî destanı”, “Kıbrıs’a Seferim Var”, “Kıbrıs Duyguları”, “Kıbrıs’a Sesleniş”, “Kıbrıs ve hezeyanlarım”. (Kıbrıs Bibliyografyası, Türk Kültürü, Şubat 1964, s.68-96)
[16] Tanıl Bora, “Türkiye’de Milliyetçilik ve Azınlıklar”, Birikim, Mart-Nisan 1995 (71/72), s.34-49.
[17] Sonraki hamlenin Kıbrıs’la bağıntısı çok daha açıktır. İstanbul Rumlarının 1964’de sürgün edilmesi, doğrudan doğruya Kıbrıs’taki Enosisçi harekete karşı misilleme amaçlıdır. Bkz. Hülya Demir-Rıdvan Akar, İstanbul’un Son Sürgünleri, İletişim, İstanbul 1994.
[18] Andreas D. Mavroyannis, “Kıbrıs Sorununun Türk-Yunan İlişkilerine Etkisi”, Türk-Yunan Uyuşmazlığı (der. Semih Vaner) içinde, Metis, İstanbul 1989, s.127-151.
[19] İsmail Hâmi Danişmend, Türklük Meseleleri, İstanbul Kitabevi, İstanbul 1985, s.291.
[20] (1957) Bu Millet Neden Ağlar, Milli Ülkü Yayınevi, Konya 1986, s.82.
[21] İsmail Hakkı Danişmend, a.g.e., s.295 vd.
[22] Fikret Alasya, “Kıbrıs’taki Son Trajedi”, Türk Kültürü, Şubat 1964, s.7.
[23] Adayı dışlaştırma ve stratejik üs olarak değerlendirme eğilimi, tam da Kıbrıs ilgisinin doruğuna vardığı 1974 “Kıbrıs Barış Harekâtları” döneminde, milliyetçi basının satıraralarında görülebilir: “Birçok aziz canları ve 10 milyarımızı götüren iki harekâtta, Kıbrıs’ın ancak üçte bir, kuru gövdesi ele geçmiş.(...) Ada’da ele geçirdiğimiz anamızın ak sütü kadar helâl yerler...” (abç., Ahmet Kabaklı, Bizim Alkibiades, Toker Yayınları, İstanbul 1977, s.262-3.)
[24] (27.10.1964) Arif Nihat Asya, Onlar Bu Dilden Anlar, Didakta Yayınları, Ankara 1970, s.81.
[25] Osman Yüksel Serdengeçti, a.g.e., s.83.
[26] Ertuğrul Özkök, Hürriyet, 20.7.1995. Gerek askerî çözümlerin yaptığı “temizlik”leri, gerekse toplulukların etnik kimliklerine göre kesin biçimde ayrıştırılmasının da bir “etnik temizlik” olduğunu görmezden gelen bu tez; Batı’nın adaletsizliği ve ataleti karşısında “bizim” haksever cevvaliyetimizi yüceltişiyle, Türk milliyetçiliğinin Batı kompleksini altetme cehdindeki sınır tanımaz yaratıcılığın güzel bir örneğidir.
[27] Mehmet Arif Demirer, a.g.e., s.84 vd. Tersi yönde bir etki de hesaba katılmalıdır. Kıbrıslıtürk milliyetçiliğinin Türkiye’yi Kıbrıs’ı ‘sahiplenmeye’ dönük cehdi hakkında bkz. Arif Hasan Tahsin, Geçmişi Bilmeden Geleceğe Bakmak, Işık Kıtabevi, Lefkoşa 1993, s.39-40
[28] Akritas Planı, Ergenekon Yayını, Lefkoşa 1972, s.3 vd.
[29] ”Cemaat aleyhinde kötü neticeler doğurabilecek faaliyetler gösteren şahıs veya şahısları doğru yola getirmek için her türlü çarelere başvurmak”tan sözeden TMT Tüzüğü; kendi cemaatine dönük baskıyı ancak “ülkü”ye ulaşıldığı gün tatil edeceğini ikrar ediyordu: “Teşkilat adada şanlı Türk Bayrağı dalgalandığı gün derhal feshedilecek ve o tarihten itibaren hiçbir kimse üzerinde baskı kullanılmayacaktır.” (Soyalp Tamçelik, “TMT’nin Bilinmeyen Bazı Yönleri”, Türk Yurdu, Temmuz 1993, s.28-31)
[30] Bugün Kıbrıs’ta ‘örgün’ bir ülkücü örgütlenme var. Çatısındaki Milliyetçi Adalet Partisi (MAP) kendisini “federasyona, tavize ve Rum’la işbirliğine karşı en önemli sigorta” olarak sunuyor. MAP çevresinde Milliyetçi Düşünce Derneği ile Azerbaycan ve Orta Asya Türki cumhuriyetlerle ilişkileri geliştirmeye dönük Türk Birliği Kültür Merkezi (Türk-Bir) faaliyet gösteriyorlar. “KKTC Ülkü Ocakları” da kurulmuş bulunuyor. Ancak bu örgüt silsilesinin toplumsal ve siyasal etkisi marjinal kalıyor.
[31] Mehmet Yaşın, a.g.e., s.58-9, 62; ayrıca Sevda Alankuş-Kural’ın Birikim’in bu sayısındaki yazısı.
[32] Ortadoğu, 29.8.1994. Şu da var: Ülkücü basın BM çerçevesindeki Kıbrıs müzakerelerinin 1992 yazındaki turunda Denktaş’ı Türk tezini yeterince dişli savunamadığı için eleştirmiş ve daha has milliyetçi saydığı Derviş Eroğlu’na meyletmişti. Ancak daha sonra, KKTC’de hemen her seçimden önce gündeme gelen, “Amerika’nın Denktaş’ı harcamaya çalıştığı” ‘tespiti’ üzerine “büyük lidere” yeniden sahip çıktılar.
[33] Liberal milliyetçilik ve sair Türk milliyetçiliği söylemleri -veya Türk milliyetçiliğinin sektörleri- hakkında önerdiğim tasnif için bkz. Milliyetçiliğin Kara Baharı, Birikim Yay., İstanbul 1995, s.95-131.
[34] Türkiye’nin Kıbrıs’a velâyetçi müdahalesinin, kültürel ve ideolojik düzeyin ötesinde, siyasal boyutu hakkında bkz.: Mehmet Hasgüler, “TC’den Kıbrıs’a Dış Müdahaleler”, Birikim, Temmuz 1995 (75), s.73-80.
[35] Bkz. Tanıl Bora, Bosna-Hersek: Yeni Dünya Düzeni’nin Av Sahası, Birikim Yayınları, İstanbul 1994, s.278-281.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/2772/turk-milliyetciligi-ve-kibris#.WoLbdCXFIdU


5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 3

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 3



Başka bir yazısında Mümtaz Soysal şöyle soruyor:

“Kıbrıs gibi bunca haklı olduğumuz bir davayı bile olmayacak ödünlerle çözmek zorunda kaldıktan sonra, büyüklük iddialarımıza ve böyle bir role soyunma heveslerinize kim aldırış eder?” (a.g.y., s.142).

Evet, dünyanın Türkiye’nin “büyüklük iddialarını” ciddiye alması için, Kıbrıs’ta diretmek, en uygun çözüm formüllerini bile (örneğin (Gali Fikirler Dizisi’ni) elinin kenarıyla bir kenara itmek gerekiyordu. Bu dönemlerin marjinal Türkçü görüşleri, giderek devlet politikasını belirleyen görüşler haline geldi. Bu koroya giderek pek çok kimse katıldı. Bir dönemin dışişleri bakanı ve Rauf Denktaş’ın danışmanı Mümtaz Soysal’dan başka, hemen hemen aynı kelimelerle aynı görüşleri savunan, Profesör Şükrü Sina Gürel, Kıbrıs’tan sorumlu devlet bakanı atandı. Profesör Gürel, Türk-Yunan ilişkileri ve Kıbrıs sorununu ele aldığı bir kitabının sonuç bölümünde şu görüşlere yer veriyordu.

“Ancak, Ege’deki haklarımızdan ve Kıbrıs Türk halkının esenliğinden ödünler vererek dış politikamızda herhangi bir kazanım elde edemeyiz. Hele, ‘önümüzde açılan yeni ufuklar’dan, ‘Türk dünya’sından, ‘büyük devlet’ olma iddiamızdan söz ettiğimiz bu dönemde, başkalarının küçük hesaplarına alet olarak büyüklük tasalayabileceğimizi düşünenler varsa, yanılıyorlar” 
(Şükrü S. Gürel, Türk-Yunan İlişkileri, Ankara, 1993, s.126).

Türkiye’nin “ Büyük Devlet ” olma iddialarını Kıbrıs’a endeksleyen bir yaklaşımı benimseyen, kendilerini Kemalist ve demokratik solcu olarak adlandıran Mümtaz Soysal ve Şükrü Sina Gürel’in söylemlerinde Kemalist söylemin yerini Türkçü ve Pan,Türkçü bir söylemin aldığının en açık kanıtlarını görebiliriz.

Bu tezi netleştirmek için, Türkçü politikaların öncülerinden Alparslan Türkeş’in 17 Aralık 1965’te, Kıbrıs Türk Kültür Derneği’nde verdiği “Dış Politikamız ve Kıbrıs” adlı konferansta söylediklerine bakmak, ilginç ve aydınlatıcı olabilir:

Türkeş’e göre, Türk dış politikası hâlâ (1965’te, N.K.) dört yıkıcı savaşın, İtalyan (1911), Balkan (1912-13), Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve Kurtuluş Savaşı’nın (1919-1922) etkisi altındadır. Yani gerektiği kadar aktif ve iddialı değildir. Kıbrıs, bu pasif dış politikaya karşı adeta bir uyarıcı olmuştur. Çünkü Kıbrıs sorunu, ‘daha büyük Türkiye’ düşünü gündeme getirmiş ve diğer dış poitika kurallarına da, ‘daha büyük Türkiye’ amacıyla bakan bir milliyetçilik anlayışıyla bütünleşmiştir (J. M. Landau, Türkiye’de Sağ ve Sol Akımlar, Ankara, 1979, s.136).

1960’lı yıllarda Alparslan Türkeş’le ayrı ve düşman kampta yer alan Mümtaz Soysal ve diğerlerinin, 1990’lı yıllarda aynı çizgide buluşmaları, genel olarak Türkiye’nin, özel olarak da Türk dış politikasının paradigma değişikliğini açık biçimde ortaya koyuyor. Bu değişikliğin nedenlerini araştırmak, bu makalenin amacını aşar, ancak Türkiye’nin Kıbrıs politikasına yansıyan şeyin, ulusal çıkarlardan çok, bu “büyüklük” tutkusu olduğu ileri sürülebilir. Mümtaz Soysal’ın sözlerine dönersek bu büyüklük tutkusunun en açık ifadesini bulabiliriz:

“Anlaşılmıştır ki, Kıbrıs sorunu Anadolu’daki Türk halkının gözünde bir ulusal onur kavgası, belki de ikiyüz yıllık geriye çekilişi durduran bir dönüm noktası olarak gözüktüğü sürece, KKTC’yi dize getirme olanağı bulunamayacaktır” (a.g.y., s.152).

Saldırgan ama aynı zamanda da defansif milliyetçi bir retorik kullanan yazar, zaman zaman, hızını alamıyor ve defansif yanını terk ederek açıkça saldırganlaşabiliyor. Bir başka yazısında, “savunmadan” yayılmaya geçiyor.

“Yaklaşık iki buçuk yüzyıllık bir kovulma, geri çekilme, küçülme, büzülme tarihinin Kıbrıs’ta durdurulmuş, hattâ geriye çevrilmiş ve yeni bir tartışmaya dönüşmüş olması; işte, başta Yunanlılar olmak üzere, Batı’nın hazmedemediği, içine sindiremediği budur” (a.g.y., s.164).

1990’lı yıllarda yükselen Türkçü bakış açısı ve “büyük devlet” tutkusu, Kıbrıs’ı yeniden anlamlandırmış ve adayı salt “stratejik çıkarlar” açısından ele alan yaklaşımın yerini Türkçü bir söylem almıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Türkiye’nin üstlendiği yeni rol ve önüne koyduğu büyük hedef, Kıbrıs’a dönük yeni siyasetleri veya eski özlemleri yeniden gündeme getirmiştir. Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Türk dış politikasının amacını betimlerken, ruhlardaki büyüklük tutkusunu okşamadan edemiyor:

“Türkiye 2000 yılına bir dünya devleti olarak girecektir. Dünya devleti, yani dünyadaki oluşumları etkileyen, dünyadaki oluşumların biçimlenmesinde katkısı, payı olan ve kararları ile sadece kendi ülkesini değil bölgesini ve hattâ bölgesinin de ötesinde diğer ülkeleri de etkileyen bir devlet olmak...” (Nokta dergisi, 17-23 Mayıs 1998).

Bir “dünya devleti” bir “küresel güç” olan Türkiye, Kıbrıs konusunda da her zamankinden daha atak bir dış politika izleyebilir elbette. Hattâ, Kuzey Kıbrıs’ı ilhak etmekten bile çekinmeyebilir. Ancak bu yaklaşımlarla Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türklerin ulusal çıkarlarının korunacağını sanmak yanılgıdan başka bir şey değildir.

İlhak tutkusunu hiçbir zaman terk etmeyen Rauf Denktaş, 1990’lı yılların bu “yeni ortamında” kendisini her zamankinden daha güçlü hissediyor. “Büyük Türkiye” hayalleri kuranlar açısından, Kıbrıs’ın Türkiye için anlamı değiştiği gibi, Rauf Denktaş da, anlam kaymasına uğramıştır. O, artık sadece Kıbrıs’da Türkiye’nin çıkarlarını koruyan birisi değil, “Türklük dünyasına malolmuş” bir liderdir.

20 Mart 2000 yılında, Gazeteciler Cemiyeti tarafından “Yılın Adamı” (1999) seçilen Rauf Denktaş’a Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ödülünü verdi. Demirel, ödül töreninde Denktaş’ın “yeni anlamını” şu sözlerle ifade etti:

“Ben burada tarihte şahitlik yapıyorum. Sayın Denktaş, bu büyük davanın, bu milli davanın ve Türkiye’de bir uçtan bir uca heyecanını muhafaza eden, 7’den 70’e herkesin gönlünde olan bu milli davanın, bu büyük heyecanının kahramanıdır.

Türklüğün bayrağını, yücelerde tutmaya bu kadar büyük hizmet etmiş olan Sayın Denktaş, aslında orada, sadece Kıbrıs Türkünün veya Kıbrıs’taki Türkiye’nin haklarının savunmasını yapmıyor. Türkiye dünyasının, Türklük aleminin ve Türklüğün mücadelesini yapıyor. Bayrak o bayraktır.

Bilhassa, ’90’lı yıllardan itibaren Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra su yüzüne daha iyi çıkmış bulunan bir büyük Türk dünyası içerisinde, Türklük şuuru ve bu şuur için mücadele gayreti, bu şuurun etrafında toplanma gibi yeni fırsatlar büyük Türk toplumunun önüne çıkmıştır. Önümüzdeki yıllarda bu fırsatların ne kadar iyi değerlendirileceğini görmek istiyoruz. Bu hareket ne bir Pantürkizm hareketidir, ne de bir Panislamizm hareketidir. Bu hareket bir büyük Türk dünyası olayıdır. Bu Türk dünyasının içerisinde daha henüz hiçbir yerde ışık parlamazken, Kıbrıs Türklüğü bu mücadeleyi Sayın Denktaş’ın liderliğinde çok kahramanca vermiştir” (Avrupa, 21 Mart 2000).

Evet, Kıbrıs “şahlanan Türklüğü”, Rauf Denktaş ise, bu “Şahlanan Türklüğün bayraktarlığını” simgeliyor. Emperyal tutkuların kuvvetlendiği bu dönemde, “şahlanmak” onurlu olmak kadar, kuvvetli olmayı da içeriyor. “Şahlanmak” meydan okumak, kabadayılık yapmak anlamına geliyor. Nitekim, başka bir konuşmasında Demirel, Denktaş için, “Denktaş kabadayı adamdır” demişti. Bunun üzerine bir gazeteci Denktaş’a, “Siz kabadayı mısınız?” diye sormuştu. Denktaş’ın bu soruya verdiği yanıt, bu yazının kahramanı Mümtaz Soysal ve daha nice Jön Türkü, son derece mutlu etmiştir.

“Benim temsil ettiğim halk kabadayıdır, erkek bir halktır. Benim dayandığım millet kabadayı onuruna düşkün, yüce Türk milletidir. (...) O yüzden Sayın Demirel iyi teşhis etmiştir. Çünkü millet kabadayıdır” (Mesut Günsev, Nokta dergisi, aktaran, Hürriyet gazetesi, Avrupa baskısı, 21 Temmuz 1999).

Bu ulus adına ileri sürülen talepler, başka ulusların çıkarlarını es geçerek savunulabiliyorsa, bu talepler demokratik olamazlar. Kuvvete dayalı istemler meşrû sayılırsa, o zaman hukuk ve demokrasinin yerini kabadayılık almış olur. Burada söz konusu olan demokrasi eksikliği ve demokratik duyarlılıkları gözönünde bulundurmayan bir kuvvet politikası anlayışıdır. Bu yüzden burada adı derin devletle birlikte anılan Mehmet Ağar’ın sözlerine yer vermek uygun olacaktır. Çünkü kanımca, Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin demokrasi sorunuyla el ele giden bir sorundur ve demokratik değerleri benimsemeyenler, ister Kıbrıs sorununda, isterse Türkiye’de demokrasi tartışmalarında olsun, aynı noktada kesişirler.

İşte Mehmet Ağar’a yöneltilen bir soru ve Ağar’ın yanıtı.

Soru: “Dünyanın her yerinde devletin içinde derin devlet diye kavram olduğunu söylüyorsunuz değil mi? Yani illegal yollardan birtakım işler hallediliyor.

Yanıt: Zaten devlet hizmetinin içinde illegalite var. Nedir mesela? İstihbarat. İstihbarat kuruluşlarının şeffaflığı düşünülebilir mi? Devlet, kendi güvenliğine yönelen tehditleri bertaraf edecek? İllegalite olacaktır. Ayrıca Türk insanının şuurunda emperyal bir gelenek var, imparatorluk tarihli bir ülkenin vatandaşları, devletin güçlü olmasını isterler. Kudretli ve kuvvetli olmasını” (Hürriyet, 13 Şubat 2000).

İşte kesişilen nokta, kuvvet devleti, yani Machtstaat.

MİLLİYETÇİLİK ULUSAL ÇIKARLARI KORUMUYOR

Lozan Antlaşması’yla birlikte, Kıbrıs üstündeki hak iddiaları sona erdikten sonra Türkiye Kıbrıs’la 1950’li yıllarda yeniden ilgilenmeye başlar. Enosis’i engellemek o yılların politikasının temelini oluşturmaktaydı. Bu amacına ulaşmak için Türkiye’nin NATO içindeki konumu ve Batı’ya sunduğu askerî ve stratejik hizmetlerin yanısıra, Kıbrıslı Türklerin Enosis’e karşı geliştirdikleri kararlı tepkiler, Türkiye’ye büyük destek ve dayanak sağlamıştı. Gerçekten de, bunda başarılı olunmuş ve başta ABD’nin desteği ile Kıbrıs Türk toplumunu Kıbrıs devletinin kurucu ortağı yapmış, kendisi de garantör ülke statüsünü kazanmıştı. Türkiye, Batı dünyası içinde yer aldığından, Batı’nın “aile-içi” bir sorun olarak gördüğü Kıbrıs sorununda söz sahibi olabilmişti. Yoksa Kıbrıs’ın bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’na ait olmasından değil. Soruna taraf olan Kıbrıslı Elenler ve Yunanistan da Batı ailesinin üyeleri olduklarından, Batı onların da çıkarlarını gözetmek durumunda kalıyordu. Bunun için Kıbrıs Cumhuriyeti “aile içinde” gerçekleştirilmiş bir uzlaşma sonucunda kurulmuştu. Bu konuda Bülent Ecevit’in 17 Ağustos 1960 tarihli Ulus gazetesinde yaptığı değerlendirme isabetli olduğu kadar da aydınlatıcıdır.

”Kıbrıs için bağımsızlık, çelişen istekleri uzlaştırıcı bir formül olarak ortaya çıkmıştır... Kıbrıs için bulunan uzlaştırıcı formülün işleyebilmesi, yani bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sürekliliği ve huzur ve güvenliği, Türk ve Rum topluluklarının iyice anlaşarak geçinebilmelerine olduğu kadar, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin dost kalmalarına da bağlıdır. Üç devletin kendi aralarında dost kalmalarının bir dördüncü devletin varlığı ve bağımsızlığı için mutlak şart oluşu tarihte bir yenilik olsa gerekir.”

Ne var ki ne adı geçen üç devlet ne de Kıbrıs’taki ulusal toplumlar dostluk adına işbirliğini uzun süre devam ettirmek istediler ve ulusal projeleri olan Enosis ile taksim tezlerine geri döndüler. Böylece aile-içi dayanışma 1964 yılında Kıbrıs yüzünden sona ermiş olur.

Kıbrıs’a müdahale hazırlığı içinde bulunan Türkiye’yi durdurmak için dönemin ABD Başkanı Johnson’un Başbakan İnönü’ye gönderdiği mektup, Türk-ABD ilişkileri kadar, Türkiye’nin Batı’yı algılayış biçimini de etkiledi. Süleyman Demirel’in değerlendirmesiyle Türkiye “şok” geçirmişti ve yeni dış politika arayışlarına girmişti. İnönü’nün “müttefikler tutumlarını değiştirmezlerse, Batı ittifakı yıkılabilir... Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu yeni dünyada yerini bulur” şeklindeki sözleri Türk dış politikasındaki yeni arayışların habercisiydi. Batı’ya karşı tam bir güvensizlik duygusu egemen olmuş, Türkiye İslâm ülkeleri ve Sovyetler Birliği’ne yakınlaşmıştı. Kuşkusuz, bu çok yönlü dış politikaya geçişte Kıbrıs önemli bir rol oynamıştı. Diğer bir yenilik ise,

“Kıbrıs sorununun ulusal bir dava olarak benimsenmesi üzerine, Türk kamuoyunun dış politika konularını tartışmaya, bir anlamda hükümet üzerinde baskı oluşturarak dış politikayı yönlendirmeye başlamasıdır. Gerçekten de sağ kamuoyu kadar sol kamuoyu da Kıbrıs konusunu ulusal bir dava olarak benimsedi ve kendi ideolojik bakışıyla oluşturduğu dış politika amaçlarını dile getirme olanağını Kıbrıs sayesinde bulabildi... Kıbrıs sorunu, Türk solunun anti-emperyalist söylemle birlikte milliyetçi bir söylemi benimsemesine de yol açtı” (Melek M. Fırat, 1960-1971 Arası Türk Dış Politikası ve Kıbrıs Sorunu, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1997, s.150).

Böyle bir ortam içinde, Kıbrıs Sorunu’nu milliyetçi bir retorik açısından ele almak tüm siyasî güçlerin ortak özelliği haline gelmişti! Kıbrıs’ta taksim tezini savunmak, Türk ulusal çıkarlarını korumak ve anti-emperyalist politikanın gereği sayıldı. Oysa Taksim, Türkiye’nin altına imza koyduğu Garanti Antlaşması’nın hükümetlerince resmen yasaklanmıştı. Yasal olmadığı kadar, meşrû da olamazdı, çünkü taksimin gerçekleşebilmesi için Kıbrıs’ta yaşayan insanların ağır bir bedel ödemeleri gerekecekti.

1974’te, Yunan Cuntası yüzünden gelen kolay “zafer”, Türk kamuoyunda Batı’ya rağmen kazanılmış “ulusal bir zafer” olarak yansıtıldı. Oysa gerçekte Türkiye’nin Batı için arzettiği stratejik önem adanın bölünmesine göz yumulmasını sağlamıştı. Nitekim, ABD, Kıbrıs konusunda hiçbir ilerleme olmamasına karşın, silâh ambargosuna son vermiş ve Türkiye’yle askerî işbirliğine hız katmıştı. Özellikle İran Devrimi’nden ve Sovyetler’in Afganistan’a müdahalesinden sonra Türkiye bir kez daha “vazgeçilmez ülke” konumuna yükselmişti. Bir yanda artan milliyetçilik, diğer yandan Türkiye’nin artan stratejik önemi, Kıbrıs sorununa bakışı etkilemiş ve Denktaş’ın bilinen çizgisi giderek ulusal politika olmaya başlamıştı.

Sovyetler’in dağılmasından sonra, Türkiye’nin stratejik önemi her zamankinden de daha çok artmıştı. Bir yandan siyasal İslâm’a karşı “dalgakıran” görevi üstlenirken, diğer yandan da ABD’nin bölgeye yönelik politikalarında herkesten önce ve herkesten çok Türkiye yer almıştı. ABD-Türkiye-İsrail işbirliği en ileri noktaya götürüldü. Bu arada Türkçülük heyecanı da artmış, Türki devletlerin ortaya çıkması, Türkçü iştahları kabartmıştı. O kadar ki, Kemalist milliyetçiler ile Türkçüleri ayıran ince çizgi silinip gitti. Türkiye kendisini “bölgesel güç”, hattâ “dünya devleti” ilan etti. Bunun en açık “kanıtı” olarak da Kıbrıs gösterildi. Evet, Kıbrıs, Türkiye’nin “büyük devlet” olma tutkusunun ifadesiydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden beri toprak “kaybeden” Türklük, iki buçuk asır sonra ilk kez Kıbrıs’ta yeniden toprak kazanıyordu. Batı’nın Kıbrıs sorununu çözmek istemesi, bu anlayışa göre, Türkiye’nin güçlenmesini istemediğindendir.

Bu yaklaşım, Türkiye’nin Kıbrıs politikasında nereden nereye gelindiğinin açık kanıtıdır. İşte, Türkiye’deki bu siyasî “kaymayı” anlamadan Türkiye’nin Kıbrıs’ta ne yapmak istediğini anlamak iyice güçleşir.

Büyük devlet kompleksi, Kıbrıs’ı sırf “Macht politik” açıdan ele alır ve adayı Türkiye’nin Lebensraum’u ilan eder.

Ancak ortada gerçek anlamda kuvvet olmadığından politika irrasyonelleşir ve milliyetçi bir retoriğe dönüşür. ve her milliyetçi retoriğin başına gelen, Türkiye’nin de başına geldi: Kıbrıs’ta rasyonel ulusal çıkarlarını gözetemez bir noktaya sürüklendi.

Burada söz konusu olan, örgütlü, ne istediğini bile bir dış politika değildir. Tam aksine, demokratik modernleşmenin önünün açılmamasından ötürü, milliyetçi retoriğin bütün aktörlere yayılması ve dış politikayı buna esir etmesi söz konusudur. Bugün, Türkiye siyasal yaşamının önemli iki kutbunun da, otoriter gelenekten bir kopuşu içlerinde taşımadıkları görülüyor. Laik Kemalistler ile İslâmcılar arasında süren çatışma, bir tarafın diğer tarafa kendi değerlerini dayatmaya çalıştığı bir hegemonya yarışına dönüştü. Milliyetçilik, çatışan tarafların ve diğer demokratik olmayan kesimlerin meşrûiyet ilkesini temsil etmektedir. Kıbrıs ise, bu milliyetçiliğin en beğenilir mezesi oldu.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/4361/aklini-kibris-la-bozmak-ya-da-jon-turklerin-geri-donusu#.WoLfYiXFIdU

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 2

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 2


Aklını Kıbrıs'la Bozmak ya da Jön Türklerin Geri Dönüşü,

Niyazi Kızılyürek  
(Sayı : 140 - Aralık 2000)
MÜMTAZ SOYSAL




Aklını Kıbrıs’la Bozmak ya da Jön Türkler’in geri dönüşü
Bilgi Yayınları
İstanbul 1999

NİYAZİ KIZILYÜREK

Aklını Kıbrıs’la Bozmak Mümtaz Soysal’ın Kıbrıs’la ilgili yazdığı makalelerin bir kısmını topladığı kitabın adıdır. Kitap geniş bir açıdan okunduğu zaman hayli ilginç olabilir. 
Örneğin 1970’li yılların ortalarında yazılan makalelerle 1980’li yıllarda yazılan makalelerde sadece yaklaşım farkı değil, adeta yazarın siyasal kişiliğinin farkı, hattâ çelişkili olduğu net biçimde görülebilir. Nitekim o dönemin yazılarında yazar maceracı milliyetçi yaklaşımların halklara ağır bir bedel ödettiğine, Megaloideanın İzmir Serüveni (1919) ile Pantürkçülüğün Sarıkamış (1915) macerasına atıfta bulunarak dikkat çekiyor ve gerçekçi, barışçı politikalardan söz ediyor. Ancak yıllar ilerledikçe Mümtaz Soysal, kendisini Türkçü bir söyleme kaptırıyor ve tam bir Jön Türk edasıyla Kıbrıs’ın “iki buçuk asırlık gerilemeyi” durdurduğunu yazabiliyor. Yani, Osmanlı’dan beri toprak kaybetmek anlamında gerileyen Türklük, Kıbrıs’ta bu gerilemeyi durdurmuş oluyor. İşte bu noktada yazar tam bir Jön Türk kimliğine bürünüyor ve Enver Paşa’yı Sarıkamış macerasına ve daha birçok felakete sürükleyen, toprak kaygısından kaynaklanan saldırganlığı benimsemiş görünüyor.

Kitabı Sistematik bir biçimde ele almadan önce bir noktaya dikkat çekmekte fayda vardır.

’70’li yıllarda yazılan ilk makalelerde yazarın ’60’lı yıllardan taşıdığı, her ne kadar kendine özgü olsa da, solculuğundan izler vardır. Bilindiği gibi Mümtaz Soysal, Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Yön dergisinde yazılar yazarak bir harekete dönüşen Yön dergisi ailesi içinde yer almış, “Zinde Güçlerin” iktidarı ele geçirmelerini savunmuş, “Sol Kemalist” diyebileceğimiz bir çizgide politikalar geliştirmişti. Bu politikaların “solculuğu” elbette tartışılabilir. Ama milliyetçilik anlayışının Kemalist milliyetçilik anlayışının sınırları içinde kaldığı ve bir kalkınma ve modernleşme projesi olduğu kesindir. Oysa yazarın ’80’li yıllardaki Kıbrıs makaleleri bütünüyle Türkçü bir söyleme tekabül etmektedir. Hattâ daha somut olarak şunu söylemek mümkündür. Mümtaz Soysal’ın Kıbrıs söylemi ile Alparslan Türkeş’in Kıbrıs söylemi arasında hiçbir fark kalmamıştır. Türkeş 1965 yılında bir konferans vesilesiyle yazdığı Dış Politikamız ve Kıbrıs adlı kitapçıkta, Türkiye’nin “eziklikten” kurtulup, daha militan bir dış politika çizgisi izlemesini isterken, Kıbrıs sorununun “Büyük Türkiye” düşünün canlanmasına neden olduğunu ileri sürmüştü. Soysal da benzer biçimde şöyle yazmaktadır:

“Unutmayalım ki, Kıbrıs sorunu yüzyıllar boyu Avrupa ortalarından, Anadolu içlerine kadar sonu gelmeyen gerileyişleri yaşamış bir halkın gözündeki dış haksızlıklara ‘dur’ deyişin sembolik ağırlığını kazanmıştır” (a.g.y., s.96).

İlginç, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Turancı söylem Kıbrıs’ın “sembolik anlamını” sık sık vurgulayagelmişti, ancak bu kimseyi şaşırtmamıştı. Çünkü bu, Turancı söylemin doğasından kaynaklanan bir şeydi. Ama gözlerini Misak-ı Milli sınırları içine dikmiş ve Türk milliyetçiliğini bir modernleşme projesi olarak kavradığını ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan radikal kopuşu gerçekleştirdiğini iddia edenlerin bu söylemine ne demeli? Üstelik imparatorluğun çöküşünü bir “dış-haksızlık” olarak değerlendirip Kıbrıs’ı elde tutarak bu “haksızlığa” “dur” dendiğini ileri sürmek ancak emperyal güdülerin ifadesi olabilir.

Aslında, Mümtaz Soysal’ın Kıbrıs çizgisindeki değişiklik, Türkiye’nin Kıbrıs politikasındaki değişikliği de büyük ölçüde yansıttığından incelemeye değer.

Bu kısa girişten sonra yeniden Mümtaz Soysal’a dönelim ve görüşlerini daha sistematik olarak ele alalım.

20 Temmuz 1974 tarihli ve “Makarios” başlıklı makalede Mümtaz Soysal, Makarios’u Yunanistan Devlet Başkanı Gizikis’e gönderdiği 7 Temmuz 1974 tarihli mektubundan ötürü gerçekçi bir lider olarak değerlendirir. Makarios adı geçen mektubunda Yunanistan’dan Kıbrıs’taki subaylarını geri çekmesini istemişti. Soysal şöyle yazıyor:

“Bunu söyleyebilen adam, duygulara ve tek renkli büyük haritalara dayalı hayalci bir milliyetçilik yerine, kendi halkının çıkarlarına dayalı bir gerçekçiliğin örneğini vermiş sayılır... (a.g.y., s.10).

24 Temmuz 1974 tarihli bir başka makalesinde de benzer bir mantık çizgisiyle şunları yazıyor:

“Olaylar Yunan milliyetçiliğinden ayrı bir Kıbrıs Rum milliyetçiliğinin doğuşunu kolaylaştırıyor. (...) Son günlerde yaşanan olaylar Kıbrıslı Rumlarda, Yunanlılıktan öteye, yerli yönü ağır basan bir bağımsızlık duygusunun daha da güçlenmesine yol açmış olabilir” (a.g.y., s.22).

Gerçekten de bu değerlendirme, özellikle 1974’ten sonra gelişen bağımsızlık bilincini önceden kestiren keskin bir değerlendirmedir. Enosis’in tarihin çöplüğüne atılması ve bağımsız, iki toplumlu federal bir devlet anlayışının Kıbrıs Rum toplumu içinde giderek yaygınlaşması bu değerlendirmeyi haklı çıkarmaktadır. Ancak bunları 1974 tarihinde yazan Mümtaz Soysal, 1980’li ve ’90’larda Rumlara karşı en az uzlaşmacı yaklaşımlara bile karşı çıkmış ve Rumların anladığı tek dilin şiddet olduğunu vurgulamıştır. Hem de tam bir intikamcılık güdüsüyle.

20 Temmuz 1995 tarihli makalesinde, Türk askerlerinin Kıbrıs’taki varlığına “istila” diyen Kıbrıslı Rumlara şöyle seslenmektedir: “Olayın adı, istila değil, hak edilmiş tokattır. Hem de fena halde hak edilmiş” (a.g.y., s.158).

Oysa aynı yazar, 24 Ağustos 1974 tarihli makalesinde şöyle der:

“Kıbrıs’a çıkış ne bir fetih, ne bir ilhak, ne de bir öç alma ya da ders verme harekatıdır... Ada halkına ve özellikle Türk topluluğuna barış götürme bakımından da bu amaçla sınırlı olması gerekir” (a.g.y., s.33).

Mümtaz Soysal, 1974 yılında ısrarla ilhak ve taksim fikrine karşı çıkmakta ve Bağımsız Kıbrıs Federasyonu tezini savunmaktadır. Hattâ federasyon tezini savunmayı vatan hainliği gibi göstermeye çalışan ilhak yanlısı şovenistlere karşı eleştiriler yazıyor, ayrıca taksim tezine de karşı çıkıyordu.

31 Temmuz 1974 tarihinde şöyle yazıyor:

“Taksim demek, bugünkü durumda, Kıbrıs’ın iki NATO üyesi arasında paylaşılması demek. Buna yalnız Sovyetler Birliği değil, Ortadoğu’nun Arap ülkeleri ve Üçüncü Dünya’nın hepsi karşı çıkar. Üstelik, Ada’nın bir kısmını Yunanistan’a vermekle, Batı’dakiler yetmiyormuş gibi, Güney’de de burnumuzun dibine bir Yunan üssü yerleşmiş olacağını unutuyoruz. Şimdi Kıbrıs üzerinde Anadolu’daki üsler sayesinde kurduğumuz hava üstünlüğümüzün de sonu olacak bu.

Oysa, geçerli ve sürekli bir federatif yapının kurulması için, yapılacak ciddi çalışmalarla, hem bugünkü üstünlüğümüzü korumak hem de bütün dünyanın benimseyebileceği bir çözüme varmak mümkündür.”

İlginçtir, aynı tarihlerde yani 1974-75’lerde, Bülent Ecevit de taksim ve ilhak tezine karşı çıkıyor ve taksim tezinde ısrar eden ortağı Necmettin Erbakan’ı şöyle yanıtlıyordu:

“Dünya dengesini göz önünde tutmaksızın, bölge devletlerinin ve büyük devletlerin Kıbrıs’la neden ve ne ölçüde ilgilendiklerini göz önünde tutmaksızın Kıbrıs sorununa çözüm aramaya çalışmak, Kıbrıs’a da, Türkiye’ye de ancak zarar verir” (Mümin İslâmoğlu, Erbakan, 1974, s.37).

Türkiye’de hiçbir politikacının taksimi ya da ilhakı istemediğini ileri süren Ecevit:

“Türkiye’de tek bir politikacı, dikkat edilirse Kıbrıs’ın ilhakından söz etmiyor. Hattâ eskiden taksim sözünün edildiği oluyordu, bugün taksimden söz eden Türk politikacısı bile yok,” diyordu (Mümin İslâmoğlu, Erbakan, 1974, s.57).

NEREDEN NEREYE ?

Bugün her iki şahsiyet de açıkça hem ilhaktan hem de taksimden dem vurmakta bir sakınca görmüyorlar. Hattâ bu konuda Erbakan’ı veya Türkeş’i aratmayacak kadar da ısrarlıdırlar. Bu çizgi değişikliğinin seyrini, Mümtaz Soysal’ı inceleyerek takip etmeye çalışalım.

Mümtaz Soysal, Aklını Kıbrıs’la Bozmak adlı kitabında işe Makarios’u takdir etmekle başlar ve 20 Temmuz 1974 tarihli makalesinde, Makarios’u Kıbrıs’ın bağımsızlığını savunduğu için över.

“Ne Amerika’nın işine gelen ‘taksim’ tezi ne de Ada’daki gözü dönmüş unsurların sürdürdükleri ‘Enosis’ düşüncesi onu bu tutumundan döndürmeye yetmedi” (a.g.y., s.15)

(Yazar, taksim tezinin Amerika’nın istemi olduğunu ileri sürüyor, N.K.). 23 Temmuz 1974 tarihinde ise Kıbrıs sorununa bulunacak çözümün, kardeşlik, bağımsızlık ve özgürlük ilkelerine dayandırılmasını talep etmektedir.

“Şimdi, bize bu sözde dostlarımıza ilk ağızda elverişli gelebilen birtakım çözümler ileri sürülecek. Bütün dünyanın ve Kıbrıs’taki bütün Akdeniz çocuklarının benimseyecekleri bir sonuç istiyorsak, kardeşlik, bağımsızlık ve özgürlük temellerine dayalı çözümlerden vazgeçmemeliyiz” (a.g.y., s.19).

Fetihten ve ilhaktan söz edenlere karşı sert eleştiriler yazan ve Bağımsız Federal Cumhuriyet’in ateşli savunucusu Soysal, 1974-77 arası dönemde, uzlaşmayı benimserken barış için karşılıklı tavizler verilebileceğini de vurgular:

“Kıbrıs sorununun iki bölgeli federatif bir çerçeve içinde, toplumların yanyana ve barış içinde yaşamalarına dayalı barışçı bir çözüme bağlanması mutlaka atılması gereken bir adımdır. Elbette böyle bir adımın zorunlu kılacağı birtakım karşılıklı ödünler ve gerilemeler de olacaktır. (...) Eğer insanların anlamsız inatlar yüzünden birbirlerini yemeleri ve gereksiz kan akıtılması önlenmek isteniyorsa, böyle bir adımın atılması eninde sonunda kaçınılmazlaşır. Sorumlu, aklı başında insanlara düşen şey, adımın atılmasını güçleştirmek değil, tam tersine, bunu kolaylaştırmak için kamuoyunu hazırlamak ve insanca anlayışlı bir havanın oluşmasına çalışmaktır” (a.g.y., s.34).

Mümtaz Soysal’ın 1978 yılından itibaren üslûbu giderek değişiyor ve Kıbrıs sorununu “Türkiye’nin bir özgüven” sorunu olarak ele almaya başlıyor. Buna göre, Türkiye’nin, Kıbrıs’ta uzlaşmaz bir tutum takınması, bağımsız ve özgüvenli dış politikanın gereğidir. Kıbrıs sorunu artık, Kıbrıs’ta yaşayan insanların sorunu olmaktan çıkar ve Türkiye’nin; “dış bağlara aldırış etmeden şahlanması’na” endekslenir. Johnson mektubu ve Amerikan silâh ambargosu Türkiye’nin dışa bağlılığına dayanıyordu. Bu yüzden Kıbrıs çıkarması bir dönüm noktası oluşturmaktadır.

“Türkiye, Kurtuluş Savaşı’nı izleyen uzun bir aradan sonra ilk kez, ‘Benim hakkım şudur ve bu hakkım için de şunu yaparım’ diyerek, dış bağlara aldırış etmeden şahlanabilmiştir” (s.59).

Mümtaz Sosyal’a göre Kıbrıs Sorunu,

“Ulusçu duygulardan kalkan kişilerin dış bağlılıkları görmelerini ve yavaş yavaş Türkiye’nin uluslararası düzendeki yeri bakımından bilgi sahibi olmalarını sağlamıştır.”

Yazar bu gözlemini şöyle açıklamaktadır:

“1963’ten sonraki uyanışta (Johson mektubu sonrası kastediliyor. N.K.) Kıbrıs’ın yeri inkâr edilemez. Hiçbir konu, her yönüyle, Kıbrıs konusu kadar aydınlatıcı, uyandırıcı ve bilinçlendirici olmamıştır” (s.40).

Soysal devamla şöyle der:

“Bu açıdan bakınca (Kıbrıs’ın) Türkiye’nin yakın tarihindeki yeri çok önemli: Türkiye, kendisine güvenmiş insanların ezilmesine seyirci kalan ve ensesine vurularak lokması alınan bir ülke olmaktan uzaklaşmakta, haklarına sahip çıkma gücünü gösterebilen bir ülke durumuna geçmektedir” (s.52).

Yazar bir adım daha ileri giderek, Türkiye Cumhuriyeti tarihi içinde, “ulusun kaybolan gururunun” Kıbrıs vesilesiyle yeniden geri geldiğini iddia ediyor.

“Kurtuluş Savaşı sonrasının gururu, uzun bir aralıktan sonra, çok değişik bir olay dolayısıyla (Kıbrıs) ve çok değişik bir biçimde geri gelmiştir.”

Bu noktada, satır aralarını okumak, hayli ilginç olabilir.

“Kurtuluş Savaşı’nın gururu”, yakın TC tarihi içinde yok olup gitti. Başka bir anlatımla, Türkiye’nin modernleşme projesi başarısız oldu. “Çağdaş uygarlık” düzeyine ulaşılamadığı gibi, gerçek anlamda bağımsızlık da sağlanamazdı. Demokrasi, bağımsızlık ve kalkınma anlamında, başarısızlığa uğrayan Türk modernleşmesinin zaafları Kıbrıs’taki askerî ve diplomatik güç gösterisiyle örtbas edilmek isteniyor. Kıbrıs, “Türkiye’nin gurur meselesi” yapılıyor. Nitekim adı Kıbrıs ile birlikte anılan emekli diplomat Ecmel Barutçu’ya göre Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika alanında elde etmiş olduğu irili ufaklı başarılar içinde en büyük beş başarısının sonuncu halkasını Kıbrıs teşkil etmektedir.

Kıbrıs sorununun çözümsüz bırakılmasının en temel nedenlerinden biri de, başarısız Türk modernite projesinin bir sonucu olarak, Türkiye’deki siyasetçilerin milliyetçi demagojiye duyduğu gereksinimdir. Kıbrıs, gereksinim duyulan bu milliyetçi demagojinin malzemesi haline getirildi. Bu konuyla ilgili ilginç bir değerlendirme Kıbrıs’ta askerî harekâtı yöneten General Bedrettin Demirel tarafından yapıldı. General Demirel’e göre Türk tarafı askerî müdahalelerden sonra çözüme yönelmeliydi. Çünkü zaman Türkiye aleyhine işliyordu. Ne var ki, politikacılar buna yanaşmıyordu. General Demirel şöyle diyordu:

“... Yıllardan beri dış politikada başarı gösteremeyen politikacılar, Silâhlı Kuvvetlerimizin Kıbrıs başarısından sonra, içte ve dışta itibar gördükçe, kazıp ve indi bir övgüye kapılmışlardı. Bekle-gör politikası, Kıbrıs sorununun Türkiye aleyhine gelişmesine meydan vermekte, sorunu daha uzun yıllar politik çıkmazlara itmekte ve sorumluluğu yalnız Silâhlı Kuvvetler’e yöneltmiş bulunmaktadır” (Erbil Tuşalp, Org. Demirel’in anılarından, “Kıbrıs’a Nasıl Çıktık?”, Cumhuriyet, 17 Temmuz 1989).

Gerçekten de 1974’ten sonra, iç politik kaygılar yüzünden uzlaşma doğrultusunda en küçük bir adım bile atılmamıştı. Ecevit’in istifasından sonra, hükümet eden Milliyetçi Cephe ve Başbakan Demirel, “Kahraman” Ecevit’in fethettiği toprakları “geri veren lider” olarak görünmek istemediğinden, Amerika’nın silâh ambargosunu da göze alarak, taviz vermemekte direnmişti. Bildik banal milliyetçiliği kullanarak: “Ben Türküm ve ambargo baskısı altında ödün vermem” (Mehmet Ali Birand, Diyet, s.158, İstanbul, 1979) diyordu. Ne var ki, kaygıları iç politika kaygılarının sınırlarını aşmadığı gibi, bu söylemde en küçük ulusal çıkar endişesi yoktu. Bu konuda Ecmel Barutçu’nun yazdıkları oldukça aydınlatıcıdır:

“Ecevit hükümetinin istifasından sonra Kıbrıs sorununun çözümü daha da zor hale geldi. Ondan sonra kurulan hükümetlerin ‘Ecevit-’in aldığını, bunlar verdi,’ şeklinde Türk kamuoyunda uyanabilecek tepkilerin etkisinden kendilerini kurtarmaları mümkün değildi. Gelen hükümetler hep bunun etkisi altında kalmışlardır. Oysa ülkenin geleceği ve devletin yüksek çıkarları neyi gerektiriyorsa bunu düşünerek, sorunu kesin siyasî çözüme bağlayacak hükümeti bulup onu işbaşına getirmek gerekirdi.”

Türkiye’de iç-politika oyunlarından en çok Denktaş faydalandı ve Taksim/ilhak amacına doğru yelken açtı. Ecmel Barutçu’nun isabetli bir değerlendirmeyle saptadığı gibi, “Rauf Denktaş, Kıbrıs’ta bayrağı açmış, konfederasyondan bahsetmeye başlamıştı bile.” Bu itiraf gibi açıklamadan da anlaşılacağı gibi, konfederasyon tezi Denktaş’ın gündeminde hep vardı ve uzlaşmaz tutumunu hayata geçirmek için Türkiye’deki iç politika kaygılarını kullanıyordu. Örneğin 1975 Viyana görüşmelerinde, taviz vermemesinin en büyük nedeni, MC hükümetinin tavrıydı. Birand’ın sözleriyle, “Denktaş MC’nin durumunu görmüştü ve toprak konusunda hareketsizliği memnunlukla karşılaşmıştı” (Birand, a.g.y., s.159). Bu konudaki pişkinliğini de, Milliyet gazetesinden Sami Kohen’e açıkça söylüyordu:

“Biz hiçbir toprak ödününü vermeyiz. Alışacaklar, zamanla bizim çıkışlarımıza alışacaklar. Daha çok şey kabul edecekler, göreceksiniz” (Birand, a.g.y., s.159).

Yeniden Mümtaz Soysal’a dönerek incelemeyi bir parantez açarak sürdürelim. Mümtaz Soysal, 1970’li yılların ikinci yarısında, Türkiye-Kıbrıs Türk ilişkileri konusunda da ilginç yorumlar yapmış ve Türkiye’nin ırkçı ve genişleyici politikalar değil, insanî yaklaşımlar sergilemesi gerektiğini ileri sürmüştü. Soysal şöyle bir soru sorar:

“Haklarını korumak için ilgilendiğiniz toplumu yüzde yüz kendinize katmak, kendinize benzetmek mi istiyorsunuz, yoksa uzattığınız koruyucu el o toplum daha özgür, daha kişilikli bir varlık olarak yaşaması için mi uzatılmıştır?” (s.56)

Soysal’a göre, Türkiye’nin Kıbrıs Türk toplumuna yardım etmesi, Türkiye’ye hiçbir hak vermez.

“Çünkü, uzatılan el, bir ananın, bir babanın uzattığı elden farksızdır. Oraya uzanan koruyucu el, hep Türkiye’ye avuç açar durumda, kişiliksiz ve Türkiye’nin bütün hastalıklarını tekrarlayan bir toplum yaratmak için uzatılmamıştır” (s.56).

Kişilikli bir Kıbrıs Türk toplumu geliştirmek, Mümtaz Soysal’a göre, Türkiye için de en anlamlı seçenekti.

“Türkiye, ilhak istemediği gibi, kişilik ve güç kazanmamış bir toplumun Rum çoğunluk sultası altında ezilmesini de istemez” (s.57).

1980’de yazılan bu satırlar daha sonraki yıllarda bütünüyle unutulur. Ne kişilikli bir Kıbrıs Türk toplumu istenir, ne de ilhak dışlanır. Tam aksine, Mümtaz Soysal, bu konularda da herkesten çok daha hareketlidir. 1996 yılında, Londra’da düzenlenen bir toplantıda Kıbrıslı Türk örgüt temsilcilerinin gözlerinin içine baka baka şöyle diyecekti:

“Avrupa Birliği size (Kıbrıslı Türklere) bir davette bulundu, gelin sizi AB’ye alalım diyorlar. Bu bir nimettir. Türkiye AB’ye girmek için yıllardır çırpınıyor, almıyorlar. Koskoca Türkiye bu nimetten faydalanamazken, sizin önden girip daha üstün bir vasıfta sahip olmanıza müsaade eder mi sanıyorsunuz. Olmaz öyle şey. Siz gireceksiniz, AB üyesi olacaksınız, Türkiye dışarıda kalacak. Ya kendi de girer ya da siz de girmezsiniz. Türkiye’nin rızası olmadan hiçbir şey yapamazlar. Toprak bizim, üzerindeki devlet bizim, önemli olan da budur... Aranızda AB’ye girmek isteyen çok ama bunların isteği Türkiye’yi kararından caydıracak bir baskı unsuru olamaz. Toprak bizdedir, devlet bizimdir. Türkiye AB’ye girmeden kuzeyi alamazlar. Güneyi alırlarsa biz de kuzeyi bağlarız, biter.” (Toplum Postası, 27.6.1996).

Görüleceği gibi, Kıbrıslı Türklerin kişiliğine saygı maziye karışır. Soysal hırçın üslûbuyla Kıbrıslı Türkleri aşağılamaktan geri durmuyor ve “Kıbrıs’ın Kıbrıslı Türklere rağmen” muhafaza edilmesini savunuyor. Mümtaz Soysal büyük bir rahatlıkla “Kuzeyi Türkiye’ye bağlarız,” diyebiliyor. Soysal’ın gönlünde “ilhak” politikasının yattığı, yukarıdaki satırlarda açıkça görülüyor. Kısa süren Dışişleri Bakanlığı döneminde, bu yönde politika ürettiği, açık biçimde ortaya çıktı. Cengiz Çandar, Soysal’ın dış politikasını değerlendirdiği bir yazısında, Kıbrıs politikasına dair şunları yazıyor:

“Kıbrıs politikasında, Rauf Denktaş’ın klasik ‘çözümsüzlük’ ve zaman içinde tıpkı Hatay benzeri, Kuzey Kıbrıs’ı Türkiye’ye ilhak ettirecek diplomasisine teslim olunmuş ‘Kıbrıs’ta Federasyon’ tezinden uzaklaşmayı ifade eden bir yola sapılmıştır” ( Yenidüzen, 5 Eylül 1994).

Oysa, aynı Mümtaz Soysal, 1980’li yılların başında, ilhak politikasının yanlış olacağını vurguluyor ve federal bir çözüm şeklinin en iyi çözüm olduğunu ileri sürüyordu. Türkiye’nin çıkarlarının en iyi federal çözümle savunulabileceğini söyleyen yazar, çifte Enosis’in de Türkiye’nin işine gelmediğini defalarca vurgulamıştı. “Federasyoncu Soysal”ın mantık çizgisini yakalayabilmek için 1984 tarihli bir yazısına bakalım:

“Açık konuşalım: ABD başta olmak üzere, Batı devletlerinin asıl derdi Kıbrıs’ın bağımsızlığı değil, kendi aleyhine kullanılabilecek bir ada olmaktan alıkonulmadadır. Bunun için, Maraş verilmek şartıyla şimdiki durumun dondurulmasından tutun da, çifte Enosis’e kadar her şeye razıdırlar. Başka bir deyişle, anlaşsalar da Ada’nın kuzeyi Türkiye’ye, güneyi Yunanistan’a bağlansa Batı bayram edecek. Ama, Türkiye bunu istemez. Çifte Enosis, Batı’daki Yunanistan’ın bir de güneye gelmesi demektir” (a.g.y., s.90).

Bu net ifadelerden sonra, yazar en anlamlı çözüm şeklinin federasyon olacağını ileri sürer.

Ne var ki, Soysal, giderek Kıbrıs sorununu “Türkün özgüven” sorununa endeksliyor ve Kıbrıs’ta uzlaşmaz bir çizgi izleyen Denktaş’ı var gücüyle destekliyor. Kıbrıs’ta uzlaşmayı, Türkler açısından “Sevr’e dönüşün başlangıcı” sayan Mümtaz Soysal şöyle diyor:

“Kıbrıs’taki şanlanış ise, büzülmeye, geri çekilmeye, Asya ya da Anadolu içlerine sürülüşe “Dur” deyişin, çiğnenen hakkını bileğinin gücüyle geri alışın göstergesidir. O davadan vazgeçmek, Sevr’e doğru yeniden başlayacak bir geriye sayışa ‘evet’ demek olur” (a.g.y., s.119).

1950’li yıllarda, Türkiye’nin stratejik çıkarları açısından ele alınan Kıbrıs, 1970’li yıllarda, Türkiye’nin “özgüven” ve “onur” meselesine dönüşür. 1980’li yılların sonundan itibaren ise, “Büyük Türkiye” iddiasının canlı kanıtı sayılır.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, daha önce dar ve marjinal siyasal kadroların programında yer alan Pantürkçü kültürel ve siyasal irredentist öğeler, bu kez, geniş ölçekli olarak yeniden sahneye çıktı. Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden önce ve özellikle 1980’den önce MHP’nin ve daha az olmak üzere diğer sağ partilerin sözcülüğünü yaptığı bu düşünce, çözülmeden sonra, daha önce kendisine mesafeli duran, hattâ karşısında yer alan birçok Kemalist ve “sol” kalemi yanında buldu. İlhan Selçuk gibi ünlü bir Kemalist, 6 Haziran 1992 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şöyle diyordu:

“Ermenistan ya da İsrail diasporalarıyla bütünleşecekler; ama Türkiye’nin Turan’la bütünleşmesi ideolojik amaçlı Pantürkizm sayılacak. Olmaz öyle şey...

Bu kez Türkistan’a Enver Paşa gibi Bolşeviklerle savaşmak için gitmiyoruz. Eğer Türki toplumlar 1917 Devrimi’nin kazanımlarıyla cemaat dönemini aşıp laik toplum düzeyine ulaşılabilmişlerse, Turan’ın gerçekçi altyapısı oluşmuş demektir.”

21 Mayıs 1992 tarihli “ Turan’ın Kapısı ” başlıklı yazısında ise, İlhan Selçuk, şunları söylüyordu:

“Haydi gelin, elimizi vicdanımıza koyalım, 21. yüzyıla 8 kala Anadolu’da yeniden coştuğumuzu, Turan özlemlerinin yüreğimizi yaktığını itiraf edelim. Suç değil bu! Tersine ‘Adriyatik’ten Çin’e dek inanç, dil, kültür ortaklığını paylaşan toplumların bütünleşmesi, küçülen dünyada kaçınılmaz bir gelecek olarak görülüyor...”

Özünde milliyetçi olan bütün siyasî akımlar bu yeni hava içinde ve “yeni dünya düzeni”nde “ego-şişmesine” uğradılar ve “büyük devlet” tutkusunu yayılmacı bir iştahla geliştirdiler. Buna, devlet söylemi de katıldı.

Bu söylemin esasını Türk kavramı oluşturmaktadır:

“Önceleri, konjonktür gereği, Misak-ı Milli sınırlarına çekilen ‘Türklük’, şimdi, en resmî ağızlardan ‘Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan sahaya genişletmektedir. Öncelikle ‘Türki’ ya da Batı dillerindeki ‘Türci’, ‘Türki cumhuriyetler’, ‘Türkiler’ gibi ifadelere savaş açıldı. ‘Türkiye Türkleri ne kadar Türk ise Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında bulunan Türkler de o kadar Türk’ idiler. ‘Türki’, ‘Turcic’ gibi tabirler diğer Türk topluluklarının Türklerini inkâr ve onları Türklükten koparmak üzere uydurulmuş sözler’di... Bu yüzden bu cumhuriyetlerden ‘Türk cumhuriyetleri’, halklardan söz ederken de ‘Azerbaycan Türkü, Kazak Türkü, Özbek Türkü, Kırgız Türkü, Türkmen Türkü, Tatar Türkü’ vs. ifadelerinin kullanılması gerekmektedir” (Suavi Aydın, “Türk Kavramının Sınırları ve Genişletilmesi Üzerine”, Birikim, Mart-Nisan 1995, sayı 71-72, s.61).

Kıbrıslı Türkler, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından çok önce, Pan-Türkçü yaklaşımın “azizliğine” uğramış ve Kıbrıs Türkü olarak adlandırılmışlardı. Ancak bu yeni ortamda, Kıbrıs ve Kıbrıslı Türklerin işlevi yeni boyutlar kazanır. Kıbrıs politikasının mimarlarından Mümtaz Soysal, bu yeni ortam içinde yazdığı yazılarda Pantürkçü söylemi iyice benimser. Örneğin 12 Mart 1992 tarihinde şunları yazar.

“Kuzey Kıbrıs, Türkiye’nin Türkiye dışında Türklere neyi, nasıl ve ne kadar yapabileceğini gösteren bir deneme alanıdır. Bu deneme başarılı olmazsa, başka yerlerde iri laflarla büyük hayaller peşinde koşmak gülünçleşir” (a.g.y., s.138).

Kıbrıs, bundan böyle Mümtaz Soysal için, “Türklüğün deney tahtası”dır. Türkiye bu yüzden Kıbrıs’ta pes etmemeli, başarılı olmalıdır. Çünkü Kıbrıs’ta başarılı olunmazsa, Soysal’a göre,

“Kafkaslar’da ve Orta Asya’da büyük hayaller peşinde koşup büyük işbirliği ve yardım tasarılarından söz edemezsiniz” (a.g.y., s.139).

Yazara göre,

“Türkiye ve Türkiye’nin dış politikasını yönetenler her şeyden önce, gösterebilecekleri en büyük kararlılığı Kıbrıs konusunda göstermelidirler.” Çünkü aksi halde, “başka yerlerde iri laflarla büyük hayaller peşinde koşmak gülünçleşir.”

Mümtaz Soysal’ın ileri sürdüğü Kıbrıs’ta “kararlılık”, bir başka açıdan da gereklidir, Türkiye’nin kükreyişlerinden dünyanın korkması için. Bu konuda yazar şöyle diyor:

“Bırakın insanlık ve haklılık duygusunu, uluslararası hukuktan doğan bir hakka ve onun bugünkü sonucuna artık sahip çıkmıyorsak, Bosna-Hersek ya da Dağlık Karabağ ve Nahcivan konusundaki kükreyişlerimiz kimi korkutur?” (a.g.y., s.140).

Evet, 1990’lı yıllarda, Türkiye’nin büyük devlet olma iddiası ve Kıbrıs’ı da “Machtstaat” (Kuvvet Devleti) açısından ele almasının en açık yansımalarını Mümtaz Soysal’ın yazılarında görmek mümkün. Bu yazılar sadece yazarın görüşlerini değil, genele yayılan bir büyüklük kompleksini ifade ettiği için anlamlıdır. Bu “büyüklük kompleksi” artık Misak-ı Milli sınırları içine sığmıyor. Bu yüzden, 1990’lı yıllarda oluşturulan dış politikayı, Atatürkçü dış politikayla bağdaştırmak mümkün değildir. Bu politikayı şekillendiren milliyetçi duyguların da, çok sık sözü edilen Atatürk milliyetçiliğiyle bir ilgisi yoktur. Burada söz konusu olan Jön Türklerin geri dönüşüdür. Jön Türkçü emperyal bir tutkudur. Kıbrıs ise bu büyüklük iddiasını sergileyen, ortaya koyan ve kanıtlayan bir örnekten ibarettir. Aksi türlü, “Türkiye’nin büyüklüğüne” kimse inanmaz. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***