BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 6
YAVRU VATAN KIBRIS (3)
Yolumuz, Kaş yönünden Antalya’ya doğru.
Bölgenin doğası öyle güzel ki bu mevsimde, anlatmaya dilin dönmez. Yol kıyısından hemen yükselen iki yönlü tepelerin yamaçları, dağlar yeşile kesmiş. Aralarda kayalar, gösterişli, dik, yatık yüzlü, açıklı koyulu renkli, üstü kır çiçekli türlü büyüklükte taşlar... Buraların yeşilliğinin nedeni bu kayalar olmalı. Suyu tutuyor, doğayı kurutmuyor lar... Çam ağaçları git git bitmiyor. Yer yer bodur ağaçlar, aralarda gösterişli çam ağaçları biçim biçim... Bazı yerlerde başka orman ağaçları da karışıyor çamlara. Yaprak döken ağaçlardaki bahar yeşilliği baş döndürüyor. Dağların yamaçları geven çiçekleriyle öbek öbek sarıya boyanmış. Yol kıyıları sarı, mor, beyaz kır çiçekleriyle bezeli. Kayaların aralarındaki çayırların yeşili, renk değiştirmiş, değişik tonlara bürünmüş ama daha solmamış... Gök, masmavi. Deniz, gökyüzünün rengiyle boyalı, dik kıyılar, alçak kıyılar, kumsallar...
Yollarda, çayırlardan araba yoluna yer yer inen, yavrulamış keçiler, koyunlar... Yamaçlara yayılmışlar. Hava ılık, güneşli... Cenneti tanımlasalar, daha güzelini nasıl anlatacaklar? Bu güzel ülke, dünyanın en güzel ülkesi, her yöresi birbirinden güzel bu ülke bizim!.. Yüce önderimiz, şehitlerimiz, gazilerimiz, yurtsever atalarımız sayesinde bizim...
Sonra doğa görüntüsü yer yer kesiliyor, küçük büyük yerleşimlerin içersinden geçiyorsun...
“O da ne? Burası neresi? Bu güzel kente yakışmayan çirkin yapıları kim yapmış? Yapıların üstündeki, işyerlerinin tepesindeki bu yazılar da ne? Hangi dilden? Burası bizim değil mi yoksa?” diyorsun ister istemez, İngilizce tabelalar furyası başlayınca, betona kesmiş yerleşimlere girince...
Karayolları bile dilini şaşırmış: “Karayolları Asfalt Deparmant Şefliği.” Bu levhayı kıyıya dikmişler. Bölüm yerine Deparmant yazılınca daha bir sükseli oluyor demek.
Yol boyunca, göze takılan, gözünü acıtan yapı adları: “Mavi Kumsal Recidence”, Crovne Plaza”, “Harrington Park”, “Kristal Beach Hotel”, “ Otel Carpie Diem”... Antalya, kentiçi anayolu şu günlerde çok perişan. Orası burası kazılı, kapalı yerlerinden dönülen, araba yolundan başka herşeye benzeyen eşilmiş iki yönlü caddeler... Aralarda beton, hurda, taş yığıntıları... Eski yolun, yol ortası palmiyeleri, çiçeklikleri dümdüz edilmiş.
Havaalanı yoluna sapınca taksiciye, “İç hatlara!” diyoruz önce. Sonra soruyoruz: “Kıbrıs, iç hatlar mı?” Değilmiş. Dış hatlar.”
Pegasus Hava Yolları. Uçakta, bu havayolunun dergisi koltuk arkasında. Turistik yazılar konmuş. Dünyanın gezdikleri, beğendikleri yerlerinden söz ediyor bazı sosyetikler. Ülkemiz anlatılacağına, Türk elleri tanıtılacağına, elin yerleri, öv öv bitirilemiyor dergide. Örneğin, St. Petersburg. Böyle, kendini birşey sanan ünlüce birini, her yönüyle büyülemişmiş... Ah, biri de Tayland’daki bir adadan söz ediyor. “Ko Chang” adası onun için bir rüyaymış... Tarihi yerler, eski binalar göreceksen, önce bir, Türk Kıbrıs’a gitmelisin, doğanın en güzeliyse Türkiye’de, Kıbrıs’ta desenize...
“Komşunun gizli – saklı cennetlerindeyiz” diye başlık atıyor Pegasus, kaç sayfa süren uzun tanıtma yazısına. Kendi eliyle, kendi dergisinde Yunan’ın reklamını yapıyor. Adalarını ballandırarak anlatıyor. “ Yunan sahilleri; masmavi denizinde yüzebileceğiniz, kültürü, tarihiyle tanışabileceğiniz nefis yerler...” imiş. Tanrım sizi ne etsin! Yunan seni böyle anlatır mı? Paraya boğsan onu, kendi ülkesinin çıkarından vazgeçer mi? Hem öfkeleniyor, hem utanıyorsun bu yapılandan. Kimse de bu durumu kınamamış ki, bu dergi her koltuğun arkasında durmuş çıktığından bu güne dek. Dergiler okunmaktan lime lime olmuşlar...
Havaalanına gelirken gördüğüm güzellikleri, buraların, diğer yörelerimizin yaylalarını, köylerini, eşsiz doğasını, tertemiz denizimizi, bu yurdu ayakta tutan güzel insanlarımızı düşünüyorum... Ülkemizden daha güzel bir düşsel cennet var mı ki, bazı kendini bilmezler, cebi kolay kazanılan parayla dolanlar, ülkemiz insanının cebini doldurduğu ünlü- ünsüz paralılar, vatan düşmanları böyle konuşabiliyorlar... Sonra hem Türk şirketiyim diyeceksin kendine, hem de aman Yunan’ı gezin, oralar gibisi yok diye kafa ütüleyeceksin, paranızı oralara akıtın diyeceksin yolcularına. Bu da paranın çirkin yüzü olmalı. Paranın dini imanı olmadığının kanıtı olmalı. Yayılmacı varsıl ülkeler için değil bu sözüm, onlar yüz yıllık, bin yıllık planlar yapar, kuşaklara aynı emeli aktarırlar... Paranın yüzü sıcaktır derler ama yine de aynı şeyi bir Yunan’ın ülkesine yapacağını düşünemem. Onlar yapmazlar!
Bu yazıları okur, üstünde düşünürken, yalnızca Antalya bu kadar güzel... Kıbrıs nasıldır acaba? denildiği gibi çok mu güzel diye geçiriyorum içimden 45 dakikalık kısacık yolculukta...
Uçaktan iniyor, yürüyerek üç beş adımda içeriye, havaalanına giriyoruz. Nüfus cüzdanıyla (yeni adıyla kimlik kartıyla) polis kontrolünden geçmek ne güzel! Yabancılar diğer masalara yöneliyorlar. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vatandaşlarıyla biz Türkler aynı sıradayız.
Bir iki adım sonrası da bir salondayız. Bavullarımızı bekleme yeri. İlk darbeyi burada alıyoruz. Şaşkınım. Demek Osmanlıcılık hastalığı ta buraya kadar heryeri sarmış... Karşımızda kocaman bir pano. Başında Osmanlı tuğrası. Boydan boya solgun renkli eski saray resimleri, “Kıbrıs’ta Osmanlı Sarayları” yazısı, bir reklam olmalı bu ilan, kocaman resimli – yazılı levha.
Tamam, Kıbrıs tarihinde Osmanlı Devleti’nin yeri var, bıraktığı eserleri var. Ama 1878’de Kıbrıs’ı para karşılığı İngiliz’e bırakan, bir daha Kıbrıs’ta sözü geçmeyen Osmanlı Devleti değil mi? 1918’den sonra da yıkılıp giden, tarihten silinen de aynı Osmanlı Devleti... Kıbrıs, Türklerin vatanıysa hâlâ, bu, Kıbrıs Türklerinin yiğitliği, vatanlarına bağlılıkları, liderleri Fazıl Küçük’ün, Rauf Denktaş’ın üstün nitelikleri, büyük devlet adamı olmalarının yanında, en çok da Türkiye Cumhuriyeti sayesinde değil mi?...
Yunan, hava alanına eski Yunan kırallığının reklam panosunu asar mı hiç, bir düşünsenize. Yoksa, Yunanistan’ın reklamını mı yapar, Kıbrıs’a Yunan dediklerine göre, bıkıp usanmadan...
Anavatanı, Osmanlıcılar, Türklük düşmanı devlet yıkıcılar yönetirken başka ne bekleyebilirsiniz? Her yıl çıkarılan Meclis Takvimi, bu yıl Atatürk yerine Abdülmecit resmiyle çıkmışsa, Cumhuriyetin bayramları çoktandır kutlatılmıyorsa, yani anavatan soğuk almış, hapşırıyorsa, yavru vatan ne yapsın? “Zaman” yazarı Nevval Sevindik, “Osmanlı için Kıbrıs çok önemliydi, Kıbrıs’ı kaybeden Anadolu’yu kaybederdi, bunu çok iyi bilen Osmanlı yönetimi...” diye başlayan bir tümce kurmuş, “Kıbrıs Elden Gidiyor” adlı bir yazısında (Mart 2016). Bu kafa, herkesi aptal, bir kendilerini akıllı sanıyor. Osmanlı buranın önemini kavrasaydı, İngiliz’e kiralar mıydı, Rumları koruyarak, şımartarak, azdırarak bugünleri hazırlar mıydı Nevval Hanım?
Neyse, Kıbrıslı bir yaş yaşamış kadının, Kıbrıs’a okumak için giden bir kızımızla valiz beklemedeki ağız dalaşını, önümden çekil diye kıza laf atmasını, anlaşılmaz, tuhaf gerginliği izledikten sonra, bavulunu alıp çıkıyorsun, yine seni, çıkış kapısının arkasına asılmış kocaman boyutlu Osmanlı tuğrası karşılıyor... Of of çekerken, dışardasın, bir araca binip Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yollarına düşüyorsun...
Yağmur yağıyor. Yolu özlemle gözlenen Mayıs yağmuruymuş bu yağmur... Kuraklığı, Gazi Mağusa’daki su sorununu dinliyoruz yolda giderken...
Uzayıp giden düz yollar. Yanlarda tarlalar... Tek tük ağaçlıklar... Buğdaylar çoktan biçilmiş. Dendiğine göre başağa duramamış buğday bu yıl, yağmursuz geçen mevsim nedeniyle kurumuşlar, saman olarak biçilmişler, balyalanmışlar...
Gazi Mağusa, iki bölüm. Eski ve yeni Mağusa. Eskisinin tarihi milattan çok önceleri başlıyor. Özellikle buralar Haçlıların, Haçlı seferlerindeki konaklama, bekleyip dinlenme yerleriymiş. Venediklilerden kalma kaleleri, surları, yapıları... Bir kısmı çok eskiden camiye çevrilmiş kiliseleri... Cami adları da, sanki Osmanlı bunları yaptırmış, Rumların dinlerini geliştirmesine izin veren, ortadoksluğu burada geliştiren, Rum’u palazlandıran Osmanlı değilmiş gibi, paşa adlı, padişah adlı. Bir katedralin şimdiki adı, Lala Mustafa Paşa Camisi. Girne’de yine katedralden çevrilme Selimiye Camisi, şu an müze gibi kullanılıyor, rehberler eşliğinde geziliyor. Kentte gezerken, tarihi kalıntılar, her adım başı önünüze çıkıyor. Yapılaşmaya buralarda izin verilmediği için olmalı, tarih burada gözünün önünde hiç değişmeden yaşıyor, doğal dokusuyla gözüküyor, önü yanı betonlaşmayla kapatılmamış, gözden yitip gitmemiş...
Dün gece, bayram öncesi haberlerde, Ankara’da, tarihi Atatürk Köşkü yıkıldı” deniliyordu. Atatürk Orman Çiftliği’ndeki tarihi köşkü yıkmışlar. Bizim haberimiz, hep yıkımlardan sonra, iş olup bitince oluyor nedense, orman çiftliğindeki Atatürk mirası çiftlik ağaçlarının onbinlercesinin, Türkiye’nin yönetiminin değiştirilmesi amacıyla oraya dikilecek kaçak saray için kesildiğini de böyle iş işten geçince duyurmuşlardı.
İşte ülkemiz, işte yavru vatanımız Kıbrıs. Eskiyi korumayan, tarihinin değerini bilmeyenin geleceği olabilir mi?
Yeni Mağusa’yı, üniversitesi geliştirmiş. Öğrenciler yeni bölgelere canlılık getirmişler. Kıbrıs, burada bir üniversite adası görünümünde. Her Türk kentinde üniversite kurulmuş. Geniş topraklara yapılarını dizmişler. Öğrencilere sayısız olanaklar sunulmuş... En güzeli, buraya gelen yabancıların anadilleri gibi Türkçe öğrenmesi. Konuştuğumuz, bize yardımcı olan, koyu tenli, Arap’a benzeyen bir genci, konuşmasına bakarak neredeyse Türk sanacağız. Libya’dan dört yıl önce buraya okumaya gelmiş. Nasıl böyle güzel konuşuyorsunuz dediğimizde, kızıyor, dört yıldır buradayım diyor...
İster istemez aklımıza, ülkemizde doğan büyüyen, askerlik yapan, ilkokuldan başlayarak okullarında okuyan bazı kansızların, mahkemelerde tercüman istemeleri, başka dilleri varmış gibi Türkçe bilmez numaralarına yatmaları, bunları destekleyen aydın bozuntuları, içimize yuvalanmış dış destekli, Türk karşıtı bölücü sürüsü geliyor... İçimiz buruluyor...
Buranın denizi, Girne tarafında yer yer yüksek kıyılı. Gazi Mağusa’nın kıyısı, alabildiğine uzanan kumluklar, yavaş yavaş kıyıdan uzaklaştıkça derinleşen deniz... Denizin bölünmüş kıyısından kapalı Maraş bölgesini görebiliyorsun. Aynı güzellikteki kıyılar sürüyor ötelere doğru. Sahilde üstü bombalarla delik deşik yüksek otel binaları. Terk edilmiş, onarılması engellenmiş. Bekletiliyormuş bu yerler, yerleşime, oturuma kapalılar, Kıbrıs Barış Harekatı ile kurtarılan bu yerlerin Türklerden geri alınması düşüncesi, belli, capcanlı. Buraların resmini çekmek bile yasakmış, önlerine tabela koyup duyurmuşlar. Göstermelik yeşil ağlı örtülerle, önü kapatılan, girilmesi yasaklanan, içi boş bekletilen yerler belirtiliyor. Hemen bunların yanı, yeni binalar, Kıbrıs Türklerinin yaşam alanları...
Girne kalesi, Girne limanı, bütün günü alacak bir gezme yeri. Limanda denizfenerine kadar yürüdüm iki yönlü çevreye bakınarak... O kadar gösterişli ki bu eski liman, aşağıdaki, uzayıp giden taştan örülü eski duvarlarından güçlükle bakılabilen, yüksek kıyılı, yurdumuza bakan dalgalı coşkun denizi, içteki durgun denizinden başlayan kalesi... İnsanın başı dönüyor, sanki dünyanın bilinmez bir yerindesin, eskilere zaman yolculuğu ederek, evrende yitip gitmişsin duygusuna kapılıyorsun...
Lefkoşa’da gezilecek bir yer olmaktan çıkarılıp odaları dükkana dönüştürülen “Büyük Han”, Osmanlı - Türk mimarisiymiş. En çok, yiyip içme üzerine çay bahçesi gibi düzenlenmiş alt ve üst kattaki oda oda bölümleri. Hediyelik eşya da satılıyor kiminde. İnsanı bugünden alıp geçmişe götüren bir yer, taşları saran çiçekleriyle, şadırvanıyla, süslemeleriyle, güler yüzlü ev sahipleriyle gerçekten iç huzuru duyulacak, dinlenilecek bir yer... Bedesten, yine kiliseden çevrilme AB fonu ile bakımı yaptırılan, şu an içinde heykel çalışmaları yapılan, üstü kapalı, önü yanı açık bir alan. Venedik sütunu, dikili bir taş, meydanda, Atatürk anıtı aynı zamanda. En üstte Atatürk’ün güzel bir resmi asılı.
Hemen yakınında, yolda, taştan bir fıskiye, küçük havuzlu, kenarları taştan, ağaçlı bir yer var, çok eskiden kalma. Kenarına oturup dinleniyorsun, gelene geçene bakıyorsun... Yolun karşısında Mevlana müzesi, biraz yukarda Dr. Fazıl Küçük Müze evi.
Kıbrıs’ın atası Rauf Denktaş’ın mezarını, Fazıl Küçük evini, Girne Şehitliğini anlatmayı sonraya bırakayım.
Kıbrıs’ta gezilecek görülecek yerler o kadar çok ki, ne kadar gezseniz hep bir eksik kalıyor...
Feza Tiryaki, 18 Mayıs 2016 (sürecek)
***
YAVRU VATAN KIBRIS (4)
Kıbrıs’ı, gördüklerimi, düşündüklerimi kendi bakış açımdan, üç bölümde yazdım. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Öyle.
İlk bölümde yerini, konumunu, önemini, ikincisinde tarihini, üçüncüsünde gördüklerimi. Şimdi ise eski – yeni karışık konulardan söz edeceğim.
Bir kadın magazin yazarı (Sözcü) oraya gitmiş, en son, oradaki otelleri, lokantaları, yediği yemekleri, masasına getirilen meze çeşitlerini, eğlence yerlerini yazmış. Kıbrıs gazeteleri de bundan memnun olmuşlar, yazıyı gazetelerine almışlar...
Ahmet Takan (Yeniçağ), altı ay önce, “Hasta yatağında KKTC'yi satması için sıkıştırılan Rauf Denktaş kahrından öldü.” yazmıştı. Metin Aydoğan, “Girit'in Yoluna Giren Kıbrıs” yazısında, Kıbrıs pazarlıklarını, böyle giderse Kıbrıs’ın Girit gibi yitirilebileceğini anlatmış...
Dün, Kıbrıs’tan iki haber yazılıydı gazetelerimizde. Biri, popçu Serdar Ortaç’ın bu Cumartesi günü orada bir otelin kumarhanesinde iki kollu makine ile kumar oynaması, yabancı adlı o çok ünlü (!) manken karısının telefonuyla oyunu durdurması, bu haber kimi neden ilgilendiriyorsa; bir de Linet adlı bir şarkıcının - ne tür şarkı söyler, bilmiyorum- verdiği konsere gösterilen ilgi...
Bu Pazar, Güney Kıbrıs’ta seçim vardı. Pazartesi seçim sonucundan şöyle söz edildi basınımızda, tek satırla:
“Kıbrıs’ta kritik sonuç: EOKA hortladı.”
Yunanistan’daki “Altın Şafak” partisinin Kıbrıs’taki kolu ELAM’ı anımsatıyorlar bu başlıkla. ELAM (Milli Halk Partisi) oyunu artırmış Kıbrıs’ta, Güney Kıbrıs Rum meclisine girmiş. ELAM partisi böylece, eskinin Türk düşmanı EOKA’sının yerini almış, bu örgüt (ELAM), Türklere karşı saldırılarıyla, dediği, ‘Helen toprağında öleceksiniz.” sloganı ile tanınıyormuş.
Bu saldırganların Kıbrıs’a yakıştırdıkları “Helen toprağı” sözleri de yalan, uydurma. Kıbrıs, tarihte hiçbir zaman Yunan adası olmamış, Yunanlılarca yönetilmemiş ki, “ Helen adası” olsun... Ama Türkler tarafından bu ada bütünüyle yönetilmiş, Venediklilerden alınırken, elli bin ile yetmiş bin arasında şehit verilmiş, Kıbrıs çok uzun süre Türk adası olmuştur...
Bir de şunu unutmamak yararlı. Yunan büyük ülküsü (Megali İdea), yani Kıbrıs’ın, bölgedeki tüm adaların, Anadolu’nun Yunan’a bağlanması, Türk ülkesinin Türklerden alınması isteği günümüzde de yaşamaktadır, bu ülkü Yunan okul kitaplarında aynı canlılıkla sürdürülmektedir. Bunu Almanya’daki Yunan sınıflarında, ders kitaplarında, sınıf duvarlarına astıkları onlarca haritada gözlerimle gördüm. Gurbetçi Yunan ailelerin bu ülküye nasıl bağlı olduklarını, nasıl çocuk yetiştirdiklerini de gözlemlerimle biliyorum...
Bizdeki iç düşmanlarımız gibi, onların öğretmenleri de, her fırsatta, “Atatürk olmasaydı ne iyi olurdu, bunu hiç düşündünüz mü, ne bu Atatürk Atatürk, her dersiniz Atatürk, derlerdi...
Son yıllarda, Kıbrıs’tan pek söz eden, Kıbrıs’ın geleceğiyle ilgilenen yok gibi ülkemizde. Kendi derdimize düşmüşüz anlaşılan. Akdeniz’deki adalarımızın onlarcasının sessizce Yunan’a devredilmesine, onca yayına karşı ses çıkarılmıyorsa, yeni atanan (seçimle (!) gelmeyen) iktidar başbakanı Binali Yıldırım’ın bile yenice, Yunan işgalindeki Türk adası Koyun adasına pasaportla giderek, yatındaki Türk bayrağını saklayarak orayı Yunan’a verdiklerini dünya önünde onaylamasına, geçen hafta duyurulan Atatürk Orman Çiftliği’ndeki 1930’lu yıllardan kalma tarihi Atatürk Köşkü’nün yıktırılmasına kimse ses vermiyor, ayağa kalkılmıyorsa, dün akşam duyurulan PKK terör örgütünün yol keserek, bombalayarak biri “Binbaşı” altı şehidimizi, son yirmi günde ellinin üzerinde şehit verişimizi kimse dert etmiyorsa, evlatlarımız bölünme – başkanlık adına pkk terör örgütünce kurban ediliyorsa, iktidarın oynadığı çirkin başkanlık oyununun seyriyle uğraşılıyor, anayasa dışı uygulamalara toplumca susuluyorsa, Kıbrıs davası nedir ki?
Ne diyor yeni başbakanı iktidarın, değişmez AKP başkanına:
“Yolun yolumuz, davan davamız...”
İktidarın davası Atatürk Cumhuriyetiyle. Kıbrıs diye bir davalarının olmadığını Rauf Denktaş daha yaşarken, sağlıklıyken, görevdeyken, Talat’la telefonlaştıklarında açıkça dedilerdi. Talat da susarak, kem küm ederek, ağzından anlaşılmaz bir şeyler yuvarlayarak bu denilenleri onaylamıştı:
“Şey noktasında bence bir numarayla (Rauf Denktaş) fazla dalaşma.”
“Denktaş’la bu yeni diplomatik atak sürecini (yes be annem) sürdüremeyiz.”
“ Talat Bey, size bir şey söyliyeyim mi, artık "O" bitmiştir! Şu anda "O" muhatap olmaktan bile çıkmıştır."
“Dünyada “O” bütün itibar kaybına girdi. Yani O’nu (Rauf Denktaş) kaale almayacağız.”
*
Konuya başlarken çok heyecanlıydım. Gördüklerim, yavru vatanın güzelliği, doğasının Antalya’nın dağı taşıyla, denizinin deniziyle olan benzerliği, oradaki yaşamın bize eski yılları anımsatması, oraların, son 14 yılda neredeyse tüm kurumlarıyla, yaşam anlayışıyla, eğitimi, yargısı, yönetimiyle tümden yitirdiğimiz Atatürk Türkiye’sine, yani eski çağdaş Türkiye’mize benzemesi, geçmişe dönmek, çağdaş bir yaşamı yeniden bir küçük kentte duyumsamak, caddelerinin cıvıl cıvıl, insanlarının mutlu olması, terörden uzak bir yaşama şahit olmak, eski evlerinin çoğu yerde bir iki katlı kalarak, yıkılmayarak, açgözlülere teslim edilmeyerek eski durumlarını korumaları çok çok güzeldi...
Bu arada bizdeki o yozlaşma döneminde (Menderes) ortaya çıkan, altmışlı yetmişli yıllarda giderek her yana yayılan, her yanı ısırgan otu gibi saran “Karadenizli Müteahhit” anlayışı apartmanların, çirkin yapılaşmanın buralara kadar ulaştığını söylemeliyim. Hani güzelim evlerimizi yıkıp apartmanlara soktulardı ya Türk insanını, şu anda gökdelenlerle tabutluklara tıkıyorlar Türk köylüsünü, işçisini, memurunu, kendileri de (AKP iktidarı) villalardan, saraylardan başka yerde oturmuyorlar ya, Kıbrıs başka mı olacaktı? Gazi Mağusa’yı iyi sarmış bu tür yeni binalar. İngilizler ise Girne’de, diğer yerlerde dağ eteklerinde kendilerine villalardan kurulu mahalleler kurmuşlar, saltanatlarını sürdürüyorlar...
Eskiden kalmış, şu an oturulan tek katlı, iki katlı küçük Türk evleri ise nasıl da güzel. Bahçe içinde, yeşillikler, çiçeklikler arasında... İnsanı en az kırk yıl geriye götürüyorlar...
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Türk parası geçiyor. Bu ne güzel bir duygu şaşarsınız. AKP iktidarının henüz değiştirmeyi başaramadığı Atatürk resimli paralarımız oranın da parası. Bir lira bile orada para bunu biliyor musunuz? Bir saatlik otobüs yolculuğuna on lira ödüyorsunuz. Üç liraya dolmuş yolculuğu yapılıyor. Taksiler ucuz. Porselen, cam eşya Türkiye’den kaç kat ucuz... Kıbrıs peyniri orada üretilen sütlerden yapılıyor, hem çok lezzetli, hem de çok daha ucuz. İçkiden söz etmeyeyim, sağlığa zararlı bir ürün alt tarafı ama tutkunlarına gel de anlatın. Bizdeki keyfi vergiler, içeni adeta cezalandırıcı dinci anlayışın zamları, orada olmadığından mı bilmem, ederleri dünya fiyatlarıyla uyumlu, yani Türkiye’den en az üç kat ucuz.
Bir de doğayı bozan taş ocakcılar oralara da uzanmışlar. Adım başı taşocağı açılmış o canım dağların bağrına... Yavaş yavaş kıyıyorlar bozulunca yerine konulamayacak güzelliklere, tıpkı bizdeki gibi, taş ocağı eliyle doğa kırımına girişmiş bazı şirketler...
*
Yazı, sıkıcı olmasın, uzun uzun buraları anlatayım, yavru vatanla özleminizi gidereyim diye başlarken bölümlere ayırmıştım, her bölüm hem bağımsız hem de birbirleriyle ilgili olsun diye özenmiştim. Sonra gösterilen duyarsızlık yazma isteğimi aldı götürdü. Bu bölüme geldim dayandım.
Başladığım işi bitirmeliydim.
Kaç gündür yazamıyordum. Özellikle Rauf Denktaş konusu cesaretimi kırıyordu. O büyük devlet adamını anlatamamaktan korkuyordum. Rauf Raif Denktaş’ın, Dr. Fazıl Küçük’ün kim olduğunu, Kıbrıs için önemini bir kısa yazıyla nasıl anlatmalı? diyordum.
Söz yine uzadı, bu değerli Türk büyüklerinden, Girne’deki Dr. Fazıl Küçük müzesinden, Gönyeli’deki anıtlı parkın ortasındaki Rauf Denktaş gömütünden, bu gömütün insanı sarsan özelliğinden söz etmeme yer kalmadı.
En son 2012’de, sonsuzluğa göçüşünde bir yazımda anmıştım ihanet yorgunu Denktaş’ı, Kıbrıs Türk’ünün büyük önderini. Bu yazının sunumunu, alta, diğer ilgili sunumlarla birlikte yazıya ekleyeceğim.
Girne Şehitliği, çok etkileyici. Yeri, Girne’ye giderken yol kıyısında, yurdumuza bakan Kıbrıs denizinin üst başında, çok yüksekte. Aşağısı, denize tepeden inen, kayalıklı, yer yer ağaçlık dik bir yamaç. Deniz, yer, gök ilk bakışta şehitliğin mezar taşlarıyla birleşiyor. İçin şehitlerimiz için yanarken, bir yandan da onur duyuyorsun, yaş yaşayamayan, canlarını vatanlarına adayan Kıbrıslı soydaşlarınla, mücahitlerle, yavru vatana hiç düşünmeden canını bağışlayan, Kuzey Kıbrıs topraklarını işgalden, Kıbrıs Türk’ünü kırımdan kurtaran yüce gönüllü Türk askerleriyle... Komutanlarıyla...
Şehitliği dolaşırken ağlayan yaşlı adamlar gördüm. Oraları bir düzenle gezen gruplar gördüm. Mezarlara selam duran gençler gördüm. Silahı omuzunda oraları bekleyen askerlerimizi gördüm... Şehitliğin anı defterine yazılar yazan, sonra yazdıklarını gözyaşlarıyla okuyan gezginler gördüm... Şehitlik müzesi kapalıydı, şehitlikteki açık alanda sergilenen 1974 harekatındaki tankları, kamyonetleri, askeri araçları gördüm... Paslanmış, çürümeye yüz tutmuştular.
Anı defterinde en son yazılmış anı şuydu:
“Sizleri çok anlamlı bir günde, Anneler Günü’nde ziyaret ettik. Onların hakkı size helal olsun, ruhlarınız şadolsun...”
Anneler günü saçmalığını, hep anlatılan o Amerikalı bir kız öyküsünü, bu öyküyü ticarete çeviren anlayışı sevmeyen biri olarak, deftere aceleyle yazdıklarım, aklımda kaldığı kadarıyla:
“ Sizler, Türk ulusu, Türk vatanı, bağımsızlığımız için canınızı verdiniz.
Gelecekte, ülkemizin eski günlerine dönmesi, bağımsızlığından ödün vermemesi, bu günleri atlatması dileğiyle...” yazdıktan sonra altına:
“ Ya İstiklal, Ya Ölüm!.. Gazi Mustafa Kemal Atatürk", özsözünü ekledim.
Yüce önderimizin, Kurtuluş Savaşı’na başlarken Sivas Kongresi’nde gençlere söylediği bu söz, Kıbrıs davasında da, “Ya istiklal, ya ölüm!” diyerek canlarını yavru vatan Kıbrıs’a feda eden şehit gençlerimize nasıl da uyuyor...
Doğayı bozmadan, tüm görkemiyle koruyarak anıtlarıyla buluşturmak, geçmişi unutturmamanın en etkili yolu.
Kıbrıs, anıtlar yurdu. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, gezerek, görerek geçmişi anımsama ülkesi. Her karış toprağı şehit kanlarıyla sulanmış bir yavru vatan...
Bu söz de, Türk’ün atası, yüce önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, günün şartları nedeniyle, zorunlu olarak, Lozan Barış Antlaşması’nın 16, 20 ve 21’nci maddeleriyle İngiliz egemenliğine bırakılan Kıbrıs adasına ilişkin söylediği çok önemli bir sözüdür:
“Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece Anadolu’nun ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada ve orada yaşayan Türkler bizim için çok önemlidir.”
Feza Tiryaki, 24 Mayıs 2016
http://www.guncelmeydan.com/…/koca-cinar-rauf-denktas-t3031… (Rauf Denktaş’ı anma)
http://www.ilk-kursun.com/…/koca-cinar-rauf-denktasin-anis…/ (Rauf Denktaş’ı anma)
http://www.dha.com.tr/vanda-sehit-olan- ... espese-iki… (Son şehitlerimizin uğurlanışı)
http://www.sozcu.com.tr/…/gundem/vanda-hain-tuzak-4-sehit-…/ (Son şehitlerimiz)
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/turk- ... na-pasapor…
https://www.youtube.com/watch?time_cont ... V0A-glcgV0 (Kıbrıs kaseti)
(Resimdeki plaj: Gazi Mağusa)
Feza Tiryaki
7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR
***