İDAMLARIN İÇ YÜZÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İDAMLARIN İÇ YÜZÜ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Mayıs 2017 Cuma

TARİHİMİZE DÜŞEN KARA LEKE İDAMLARIN İÇ YÜZÜ BÖLÜM 2




 TARİHİMİZE DÜŞEN KARA LEKE İDAMLARIN İÇ YÜZÜ  BÖLÜM 2


       İnönü’nün Son Temasları ve Mektubu

       İnönü – Gümüşpala – Alican’ın ortak mektubu: Bu iç siyasi liderin 11 Eylül 1961’de  Gürsel’e bir mektup göndererek, ondan idamların onaylanmamasını talep ettiklerinden bahsedilir. (Adem Çaylak, Osman Bölükbaşı ve Siyasal Hareketi, Ankara, 2010, s. 472)
İnönü’nün 13 Eylül 1961 tarihli mektubu: İnönü’nün idamların hemen arifesindeki bunları önlemeye yönelik son girişimlerinde biri, 13 Eylül 1961’de Gürsel’e mektup yazmak oldu. Bilginer’e göre bu mektup, noter tasdikli olarak gönderildi ve Kızılay Büyük Postaneden postaya verildi. (Recep Bilginer, Üç İktidar Üç Hayal Kırıklığı, s. 273)
İnönü’nün kendisi mektup yazdığına dair,  “Defter Notları”na 13 Eylül 1961’de, “13 Eylül Çarşamba, Gürsel’e mektup yazdım” notunu düşer.  “Orgeneral Cemal Gürsel” hitap başlıklı mektubunda özetle şunlar yer alıyordu: Ölüm cezalarının tasdiki, Anayasaya göre MBK’nin tasdikine bağlı olacaktır. Ölüm kararlarının tasdik ve infazı, milli menfaatlere her surette aykırıdır. Artık eskimiş olan siyasi suçlardan idam, siyasi partiler arasında ve memlekette mânen huzur oluşmasını imkansız kılacak, ruhlardaki daimi bir yarayı işletmekten geri kalmayacaktır. Meselenin diğer bir önemli tarafı, MBK’nin idam kararlarını onaylamaya mecbur bırakılması, haksız ve kanunsuzdur. Ordu adına yapılan bir idam onaylaması, millet nezdinde orduya karşı çare bulunmaz bir kırgınlık doğuracaktır. Siyasi suçlardan dolayı idam artık bugün yeryüzünde kalmamıştır. “MBK üyelerinin ellerindeki aziz emaneti, vahim bir itibar buhranına maruz bırakmayacaklarını hulus ile ümit ediyorum… Üstün saygılarımın kabulünü istirham ederim sayın Orgeneralim.” (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, s. 168)
       İnönü’nün mektubu yazıldığı gün Gürsel’in eline ulaşmış (hızlı posta ile), Gürsel onu aynı gün MBK’ne ulaştırmak için Fahri Özdilek’e vermişti. Mektup, 15  Eylül 1961 günü akşamı, MBK toplantısında idamların onaylanması toplantısı yapılırken buraya getirildi. Komite üyesi Küçük, “Mektubun okunmasına izin verilmedi”  şeklinde yazar. (Sami Küçük,Rumeli’den 27 Mayıs’a, İstanbul, 2008, s. 126) “Okunmamışsa”,  Komite üyeleri üzerinde bir etkisi olmayacak, böylece İnönü’nün son girişimlerinden birisi de sonuç vermeyecektir.
Polatkan ve Menderes ailelerinin isteği üzerine İnönü’nün en son girişimi:  15 Eylül günü Yassıada Mahkemesi kararları açıklanınca, eşleri idama çarptırılan aileleri “infaz edilecekler” korkusuyla bir telaş sardı. Evleri, akrabaları ve yakın dostları tarafından dolduruldu. Bunlar ailelerden, olup biten her şey üzerinde İnönü etkili olduğu için, “Gidin İnönü ile görüşün, belki idamları önler” dediler. Bunun üzerine Polatkan ve Menderes’in aileleri İnönü’nün evine koştular. Önce, Polatkan’ın eşi ve çocukları geldiler. Görgü tanığı Toker’in yazdıkları: “Gözyaşları içindeydiler. İsmet Paşa’nın eline öptüler; ondan şefaat rica ettiler. İsmet Paşa da ve bilhassa kayınvalidem (Mevhibe Hanım) son derece derin bir üzüntünün içindeydiler. İsmet Paşa derhal elinden geleni yapacağını söyledi. ‘Ne olur, geç kalmayın Paşam’ diyorlardı. Onlar gittiler.”(Metin Toker, İsmet Paşayla 10 Yıl, C.III, Akara, 1967, s. 213)
Yine İnönü’nün damadı Toker’in yazdıklarına göre, Polatkan’ın ailesi gittikten hemen sonra Menderes’in eşi Berrin Menderes, İnönü’ye telefon ederek randevu ve “İsmet Paşa’nın şefkati”ni istemişti.  Hemen harekete geçeceğini söyleyen İnönü, “İnşallah hayırlı bir netice alırız” dedi. Saat 9.5 idi. İnönü,  Gürsel’le görüşmek için hemen Başbakanlığa gitti. “Gürsel’le görüşmesi uzun sürmedi. Aldığı haber açıydı: Zorlu ve Polatkan hakkındaki hükümler sabaha karşı İmralı’da infaz edilmişti. Fakat Menderes henüz komadan çıkmamıştı, onun için o Yassıada’daydı. İsmet Paşa.
-‘Onu kurtarmak lazım’ dedi.
Gürsel bunu nasıl yapacağını, yapabileceğini bilmiyordu. Kendisinin bu konuda bir veto hakkı yoktu. Yetkili kurul MBK idi ve MBK kararını vermişti. İsmet Paşa şiddetle ısrar etti:
-‘Menderes’i kurtarmak lazımdır. Onun hakkındaki hükmü tekrar Komiteye götürünüz.’
Gürsel müteredditti ve kudreti hakkında eskisi kadar iyimser değildi. Saat 11’de parti liderlerini Bölükbaşı hariç, Başbakanlıkta toplantıya çağırmıştı.
-‘Teşrif ederseniz tekrar görüşürüz’ dedi.
İsmet Paşa, Menderes hakkındaki hükmün de bu arada infaz edilmeyeceğine dair teminat istiyordu. Gürsel bunu  vermekte fütur (gevşeklik) gösterdi.  Halbuki artık ipleri kendisi çekmiyordu.  İsmet Paşa Ayten sokağa (evine) döndü. Berrin Menderes’in ziyareti bu sırada oldu.
Bayan Menderes’in gözleri yaşlı, fakat vakurdu.
-‘Paşa hazretleri, onu ancak siz kurtarabilirsiniz…’ diyor ve ağlıyordu. Gözleri yaşlı olan başka biri, kayınvalidemdi.
-‘Paşam, Hanımefendinin hakkını ver’ diye Bayan Menderes’i destekliyordu. İsmet Paşa iki yaslı kadına Gürsel’le o sabahki temasını kısaca söyledi, Menderes’in hayatta olduğunu, 11’de tekrar toplanılacağını bildirdi.
-‘Merak buyurmayınız, ne mümkünse onu yapacağım, Temin etmemiz gereken husus bir acele tertibin önlenmesidir’ diyordu…
Liderler toplantısı için saat 11’de İsmet Paşa yeniden Başbakanlığa gitti…
Gürsel durumu anlattı. Zorlu ve Polatkan hakkındaki idam kararı infaz edilmişti. Menderes’in hastalığı devam ediyordu…
Sesini yükselten İsmet Paşa oldu: ‘Adam hasta, Yatakta. Hasta, hasta yataktan kaldırıp mı asacaksınız? Ele güne karşı ne diyeceğiz… Komiteyi toplarsınız yeniden görüşürsünüz…
Öteki liderlerin hepsi de İsmet Paşa’nın sözleri istikametinde konuştular. Menderes’in kurtarılması umumi bir istekti. Gürsel, mutat veçhile kararsızdı… Gürsel, arzulanan teminatı gene vermedi…” (Metin Toker, İsmet Paşayla 10 Yıl, C. III, s. 214)
Liderler toplantısı bitmiş, İnönü eve dönmüştü.  Gürsel’den “Cevabı Sunay versin” diye telefon geldi. İnönü,  Genel Kurmay Başkanı Sunay ve yanında bulunan Dışişleri Bakanı Selim Sarper’le görüşmek için saat 16’da Başbakanlığa geldi. İnönü, Menderes’in idamının durdurulmasını bir de Sunay’a anlattı. Sunay da mütereddit davranmış, olumlu bir cevap vermemişti. Bir ara İnönü’ye dedi: “ Paşam, belki de şu anda, biz burada konuşurken İstanbul’da Adnan Menderes’i asmışlardır bile…”  Gerçekten de Menderes o gün saat 14. 30’da İmralı’da asılmış, iş bitmişti. İnönü’nün artık yapacağı bir iş kalmamıştı. (Metin Toker, İsmet Paşayla 10 Yıl, C. III, s. 216)
Aydın Menderes de annesi ile birlikte İnönü’ye gittiklerini ve İnönü’nün verdiği cevabı şöyle anlatır: “Oturduk. Annem sözü uzatmadan ‘Paşam, Adnan’ı siz de tanırsınız Bu millete ve memlekete en ufak bir zararı dokunuş değildir. İdamı çok büyük haksızlık olur. Muhakkak ki sizin sözünüz geçerlidir. Şükran duyuyoruz, bu yolda lütfedip girişimlerde bulunduğunuzu da işittik Bir kere daha tekrarlarsanız umulur ki sonuç verebilir’ dedi. İsmet Paşa cevaben ‘Evet mektup yazdım, elimden gelenleri yaptım. Ancak bunlar çılgın vaziyetteler. Bir türlü söz dinletemiyorum. Yeni bir teşebbüs öncekinden farklı bir sonuç doğurmayacaktır… Hakkında karar ne olursa olsun Adnan Menderes’ten size ve çocuklarınıza kötü bir isim kalmayacaktır’ dedi…
Bizim, daha doğrusu annemin söyledikleri zaten bitmişti. İşittiklerimizi de işitmiştik. İzin istedik, kalktık, ayrıldık.” (Aydın Menderes, Babam ve Ben, s. 227)

İdamların Önlenmesinde İnönü Samimi mi idi?

        İdamların önlenmesi konusunda İnönü’nün daha işin basından beri sonuna kadar, bunların önlenmesinde “samimi idi”, “samimi değildi” tartışmaları devamlı yapılmış, genelde “samimi değildi” yönünde görüşler ortaya konulmuştur.
İnönü’nün samimi olmadığını genelde DP’liler dile getirmişlerdir. Bunlardan bazılarının görüşleri şöyledir:
Firuzan Tekil: “Bu infazlar karşısında büyük isim İnönü’nün hiçbir fikir kavgası vermeyişi, rejim üstüne bir inancı değil, bir inançsızlığı ifade etmektedir. O meşum infazlara karşı olmak başka, onlar engel olma davranışı başkadır. Şu var ki, anlaşılan ilerideki ikbal günlerinin risk edilip edilmemesi ağır basmıştır.” (Firuzan Tekil, İnönü Menderes Kavgası, İstanbul, 1989, s. 205)
Muhittin Güven: “CHP lideri İnönü’nün son dakika koyduğu ağırlığı ile gerekeni yerine getirmekte hakiki manâda değil, şekli bir halin oluşuna inanmışımdır. Çünkü,  olagelen kendi dışında ve kendine karşı değildi. Ama, ‘yapmadı’  dedirtmemek de lazım geliyordu.” (Muhittin Güven, Sehpa Altında Politika, Tercüman, 1 Haziran 1989)
Necmettin Önder: “Komitecilerin ağababaları dahi (Cemal Gürsel), darbenin ilk günü ayağının tozuyla ‘Emrinizdeyim Paşam’ diye bağlılık gösterisinde bulunmuştu. Elbette bu heyet üzerinde de hatırı sayılır etkisi olacaktı. Böyle önemli ve hayati bir konuda yapılması gereken ciddi ve samimi teşebbüs üstünkörü, yasak savma kabilinden bir mektup olmamalı idi. Onlarla ya gidip konuşabilir, ikna etme çabası gösterebilir ya da bazılarını davet ederek bir diyalog kurabilirdi. Halbuki o, inkar edilmez politik tecrübesiyle bu idamlar faciasının ileride doğuracağı tepkiyi ve kamu vicdanında meydana getireceği şifasız yarayı önceden bildiği için buna kendi açısından materyal sağlamakla yetinmeyi tercih etmişti. Böylece, tarih ve tarihçileri de aldatabilecek sinsi bir siyasi yalanı tezgahlamış oluyordu.” (Necmettin Önder, Siyasi Hesaplaşma Yahut 27 Mayıs, s. 223)
Fikri Karanis: “Yassıada’da  idam kararları verildikten sonra, muhalefet lideri İnönü ile Cemal Gürsel’in, infazları durdurmak için çaba sarfettikleri bilinmekte ve söylenmektedir. Ancak, çabaların içtenliği; onların  zamanlaması ve biçimindeki tutarsızlıkla orantılı olmalıdır.  Eğer sarfedildiği iddia edilen çabalar, tutarlılıktan yoksun ise, onlara çaba değil, halk deyimi ile ‘yasak savma’ denir ki gayretler de genellikle bu türdendir. Gürsel’in çabasına ise, çabadan ziyade ‘şaşkınca girişimler’ demek daha doğru olur.” (Fikri Karanis, Koltuk Değnekli Demokrasi ve 27 Mayıs Darbesi, s. 492)
Samet Ağaoğlu: “Paşa idamlardan önce MBK’ne yazdığı fikir, siyaset, üslup bakımından gerçekten kuvvetli bir mektupla idamların yapılmamasını istedi. Ama bu isteğini, Türk milletine ve dünyaya ilan etmedi. Bu ilanı yapsa idi Komite üç idamı katiyen kabul etmezdi. Hatta, Aydemir grubunun rivayet edilen baskısına rağmen tasdik etmezdi. Talat Aydemir Komiteye idamları kabul ettirecek kadar kuvvetli olsa idi, bizzat İnönü hükümeti zamanında tenkil edilerek asılabilir miydi?” (Samet Ağaoğlu, Demokrat Parti’nin Doğuş ve Yükseliş Sebepleri, İstanbul, 1972, s. 114)
Nusret Kirişçioğlu: “İnönü seçimlerde Yassıada kararları lehinde pek konuşmadı. Bu susuşun kasti olduğu ise sonradan ortaya çıktı.
İnönü, güya idamlara aleyhtar imiş ve mâni olmak için teşebbüse geçmiş de muvaffak olamamış hissini verecek bir mektup düzenledi. Bu mektup ilgililere zamanında verilmemişti.  Ama yine de kandırılmış bir iki gazetede böyle bir mektuptan bahsedildi. Böylece İnönü’nün idamlara karşı olmadığı hissi yayılmak istendi. Bu tertip İnönü’nün seçimlerdeki sükutunun mahiyetini ortaya vurmaktan öteye bir fayda sağlayamadı; hatta bir bakıma da geri tepti. Çünkü İnönü’nün idamları istediği biliniyordu.” (Nusret Kirişçioğlu, Kaeyseri Cezaevinde Bir Yıldönümü Yassıada İmralı Kayseri Gerçekleri C. I, İstanbul, 1967, s. 111)
Rıfkı Salim Burçak: “CHP lideri İsmet İnönü, 13 Eylül 1961 günü, yani Yassıada kararlarından iki gün önce Cemal Gürsel’e yazdığı mektupta mahkemeden idam cezası çıkması halinde bunun infaz edilmemesini istemiş, fakat infazları önleyememiştir. Oysa, 13 Kasım tasfiyesinden sonra yeniden oluşturulan MBK’ sindeki üyeler CHP’yi açıktan destekleyen ve İnönü’nün etkisi altında bulunan kişilerdi. Böyle iken, İnönü nasıl olup da MBK nezdinde etkili olamadı?
Ayrıca,  İsmet Paşa infazları önleme yolundaki gayretlerini açıktan yürütmemiş, bu konudaki görüşlerini doğrudan doğruya halka aktarmamıştır. Sonradan,  Deniz Gezmiş’le arkadaşlarını idamdan kurtarmak maksadıyla  açtığı mücadelenin tersine olarak,  teşebbüsleri sessizce yapmıştı.
İnönü,  infazlardan 15 gün önce Ankara Merkez Komutanı Kurmay Albay Selçuk Atakan’ı evine çağırarak ondan, idamlara mâni olmalarını istemiştir.  Atakan’ın İnönü’ye verdiği cevap şudur: ‘Sizi ordu hâlâ sever, siz niye kalkıp idamların yapılmaması yolunda bir beyanat veriyorsunuz?’ İnönü bu soruyu şu sözlerle karşılamıştır: ‘Şu anda benim bir fonksiyonum yok!’
İnönü gibi, ordu üzerinde her zaman güçlü bir tesir ve nüfuza sahip tarihi bir şahsiyetin, doğrudan doğruya halka hitap edebilmek için, üzerinde resmi bir sıfat ve fonksiyonunun bulunmasına elbette ki ihtiyaç yoktu.
İnfazlar konusunda CHP’de ne gibi görüşler bulunduğu hakkında etraflı bilgilere sahip değiliz. Ama partinin genel sekreteri Bülent Ecevit,  bir konuşmasında bu hususta çok dikkate şayan  bir açıklama yapmıştır: CHP’nin başından idamlara başından aleyhtar olduğunu ve hele İnönü’nün kapı kapı  dolaşarak idamları önlemeye çalıştığını söyledikten sonra parti Meclisindeki  müzakerelere temasla, idamlara taraf olanların da  aleyhtar olanların da bulunduğunu anlatmış ve taraf olanlardan birinin sözlerini nakletmiştir: ‘Bizim köylümüz kuvvetten anlar, birkaç kişi asılmalı ki, halk yola gelmelidir.”(Rıfkı Salim Burçak, Türkiye’de Milli İradenin Zaferi, Ankara, 1994, s. 102)
DP’lilerin dışında bir kısım gazeteci yazarlar ve daha başkaları da idamların önlenmesi konusunda İnönü’nün samimi  olmadığı üzerinde durmuşlardır. Bunların görüşleri şöyledir:
Bedii Faik (Akın): “İdamları durdurmak için geç atılan adım… Her şeyden önce bir hakikati  hemen belirtmek gerek:  Eski iktidar sahiplerine ölüm cezası verilmemesi, arzusunu veya fikrini sadece İnönü’ nün,  o da son dakika yazılmış, bir mektubuna bağlamak kadar, kokusu besbelli bir oyun güç gösterilir.
Siyasi mahkumlara ölüm cezası uygulanmaması tavsiye ve ricaları, ihtilalin ilk aylarından itibaren, uluslar arası platformda idi. İngiliz Kraliçesinden, Amerikan Cumhurbaşkanına, İspanya Devlet Başkanından, Hindistan Başbakanına kadar, pek çok dost devlet ve hükümet ricalinin bu konudaki temennileri, buradaki elçiler vasıtasıyla, hem her makama ulaştırılmış bulunuyordu…
İnönü, siyasi hasımlarının idam edilmelerine samimi  olarak karşı idiyse, teşebbüsünü daha o günlerde yapmalı değil miydi? Siyasi mahkumlara ölüm cezası verilmesini doğru bulmayan ve  buna karşı olan bir lider, yabancı devlet başkanlarının  teşebbüsleriyle hazır belirmiş olan böyle bir fikrin, hemen üstüne atılıp o teşebbüs katarına kuvvetli bir lokomotif olmak varken, ne yapmıştır? Tam tersine; bütün dost devletlerinin  temennilerini, çeşitli kompleksler içinde önemli sayıp saymamak arasında bocalayarak, kâh çalımlı, kâh kararsız tavırlar takınan, devlet yönetiminde tecrübesiz askerlerin bu haline seyirci kalmıştır. Böylece, idam fikrinin daha fazla perçinlenmeden, daha çok macunlaştırılmadan hafifletilmesinin belki de mümkün olduğu günleri, hiçbir teşebbüste ve telkinde bulunmadan geçirmiştir.
Samimi olan hareket, şüphesiz yabancı devlet erkanınki idi. İdam kararları bir emrivaki olduktan sonra, infaz durdurmanın güçlülüğünü, ölüm cezalarını verdikten sonra geri çevirmenin zorluklarını, onların bilip de İnönü yaşındaki bir tecrübenin bilmemesi her halde düşünülemez. Ama eğer maksat, ben kurtarmayı istemiş, hem de bunu bütün gayretine rağmen kabul ettirememiş olmak ise, tabii o zaman yapılacak şey elbette tam son dakikada ortaya atılmaktadır.” (Bedii Faik, İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci, s.24)
Cüneyt Arcayürek: “Berrin Menderes, Yüksel Menderes’in bana anlattıklarına göre, İsmet Paşa’ya, ‘Şimdi, efkârı umumiyeye Menderes’in infazının durdurulması gerektiğini açıkça söyleyebilirsiniz’ dedi.
İsmet Paşa, ‘Bunu yapamam diye anıt verdi.
Bunun dışında elinden ne geliyorsa yapabileceğini söyledi.
‘Elinden gelen’ ise, Menderes’in asılmasının önüne geçilmesini, idam cezasının hapis cezasına çevrilmesini dileyen bir mektubu, ancak infazın yapıldığı gün Devlet Başkanı, Başbakan Gürsel’e göndermekti. Sonra bu girişim, İsmet Paşa’nın, Menderes’i ipten kurtarmak için ‘elinden gelen her şeyi’ yaptığının bir kanıtı olarak ortaya sürülecek, gerektiğinde bir savunma, gerektiğinde bir iftihar belgesi olarak kamuoyuna sunulacaktı.
Gürsel’in çevresine göre ise, İsmet Paşa’nın mektubu PTT aracılığıyla gönderilmişti. Yenişehir Postanesinden atılmıştı.
Elbette, kanıtlanması zor bir savdı bu.”(Cüneyt Arcayürek, Yeni Demokrasi Yeni Arayışlar 1960 – 1961, Ankara,1985, s.55)
Muammer Aksoy: “İdamlar, müebbet hapse çevrilebilir endişesi parti meclisinde kendisini gösterdiği zaman gidip Devlet Başkanı Gürsel’le hemen temasa geçmesi ve bu işi garanti atına almayı istedik. Kendisine teminat verildiğini bildirdi bize. İnönü geldi. ‘Teminat verildi, müsterih olun’ dedi. Fakat sonra bu işin döndüğünü ve infaz edildiğini duyduğu zaman gayet üzgün olarak yine parti meclisinde, sonradan durumun değiştiğini, maalesef çok büyük bir üzüntü ile ifade etti.” (Bedri Baykam, 27 Mayıs İlk Aşkımızdı, s. 54)
Menderes’in avukatı  Burhan Apaydın’ın söylediklerine göre de İnönü  samimi değildi: “İsmet Paşa’nın idamların yapılmaması için  gösterdiği çaba, kendisinin  27 Mayıs hareketinin  işbirlikçisi ve etkileyici rolünü gizlemek amacına yöneliktir. Yargılamalar, duruşmalar hukuka aykırı olarak yapılırken İsmet Paşa hiç itiraz etmemiş ve âdeta idamları beklemiştir… Yassıada kararlarının nereye  gideceği aşikârken, İsmet İnönü idam kararlarının çıkmaması için hiçbir gayret göstermemiştir. En mühimi, gayri meşru bir kuruluş olan YAD’ın  yaptığı duruşmalarının sonunda idam kararları verileceği aşikâr olduğu halde bunun önüne geçmek için hiçbir ciddi harekette bulunmamıştır… İsmet Paşa’nın bu hareketi (mektup yazması) tarih karşısında kendisini sorumluluktan kurtarmak içindir. Yoksa idamların yapılmasını gerçekten önlemek amacına yönelik  olduğunu düşünmüyorum.” (Menderes’in Avukatı Burhan Apaydın’ın Anıları, s. 138)
Bütün bu görüşleri özetle değerlendirir ve biraz da bu satırların yazarının yorumlarını katarsak şunlardan bahsedebiliriz:
1-İdamların önlenmesi konusunda İnönü’nün tavırlarından, “İdamların durdurulması konusunda etkili olamadım,  beni devre dışı bıraktılar” demek istediği anlaşılmaktadır. Bir kere, darbeden önce ve sonra İnönü’yü “yanılmaz ve istekleri göz ardı edilemez” statüsünde görerek onu “tek meşruiyet kaynağı” olarak değerlendiren darbecilerin onun bir dediğini iki etmemeleri lazımdı. “İdamlar hariç” denilerek hiçbir sözünden çıkmamışlardır.
Darbeden önce, “Atatürkçülük bizim için bir dindi. İnönü’yü de Atatürk’ten ayırmak mümkün değildi” diyen darbecilerin, bu sebepten İnönü’nün kedilerinden istediği bir talebini yerine getirmemeleri mümkün değildi.
“Müdahaleyi İnönü’den aldığımız ‘Şartlar uygun olursa ihtilal olur’  fetvası üzerine yaptık” diyen darbecilerin ve darbeden sonra da “Emrinizdeyiz paşam, senin emirlerin bizim için Peygamber buyruğudur” diyen darbecilerin  ve onların meydana getirdiği MBK’nin, bu sebepten de İnönü’nün isteklerini ret etmeleri düşünülemezdi.
Bu durumda, İnönü’nün MBK üyeleri ile idamların önlenmesi konusunda hiçbir isteği olmadığı, “oldu” diye gösterilenlerin, “zevahiri kurtarmak” için yapıldığı ve ciddi bir istek olarak iletilmediği anlaşılmaktadır.
2-“İnönü yüksek sesle dile getirse idi idamlar olmazdı” denilen ve İnönü’nün bunu yapmaması kendisinin “Kanun ve Meşruiyet adamı” olup, mahkeme süreci devam ederken mahkemeyi etkilememek için bunu yapamayacağı üzerinde durulursa da bu doğru değildir. Bir parti lideri olarak Bölükbaşı, bunu “yüksek sesle” dile getirirken İnönü’nün getirmemesine hiçbir sebep yoktu. “İnönü’nün meşruiyeti” ise, İnönü meşru olmadığını darbeden önce, kanunlara ve teamüllere aykırı olarak “Şartlar uygun olursa darbe olur” diyerek yüksek sesle gayri – meşru bir beyan vermesi onu yönelik bu tezi çürütmektedir.
İnönü’nün yüksek sesle dile getirmemesi, “gizlice idama taraftarı olduğuna” yorumlanabilir. Zira, YAD yargıçları üzerinde İnönü en az darbeciler kadar etkili olup, onun sözünden çıkmazlar, büyük bir ihtimalle idam cezası vermezler, verseler bile bir kısım idam cezalarında olduğu gibi üç idamı  da kendileri müebbet hapse çevirebilirlerdi.
3-Bazı görüşlere göre, “İnönü hiç mektup yazmadı” görüşünde de doğruluk payı vardır. Bir kere bunun, Arcayürek’in ifade ettiği üzere “Yenişehir Postanesine verildi”  denmesi ispatlanamazdı.
Sonra, mektubun yazıldığının o günlerde hiç bilinmeyip, 1966’da bir gazetede açıklanması (Akşam, 17 Ağustos 1966) “yazılmadığı” konusundaki şüpheleri iyice artırmaktadır. CHP, 1965 seçimlerinde 1961 seçimlerini nazaran iyice gerilemiş, halkın ona oy verilmemesi partililer arasında yorumlanırken, “27 Mayısa destek vermek, idamları durdurmamak bizim aleyhimize olmuştur” değerlendirmesi de dikkate alınarak, “İdamlar konusunda masun oldukları, İnönü mektup yazıp önleyemediği” iddiası ile  seçmeni yeni bir seçim dönemi için kazanmak uğrunda 1966’da böyle bir mektup uydurulmuş olabilir.
İdam günlerinde mektubun gerçekten yazılmış olduğu bilinse bile; bir kere bu idam kararları MBK’de onaylandıktan sonra “zamansız” yazılması yanında, ikinci olarak,   böyle bir mektup gerçekten MBK toplantısına gelmişse “okunmadı” denmesi yanlış olsa gerektir. İnönü için  “Sen bizim peygamberimizsin” diyen komite üyelerinin bunu okutmaması mümkün değildi. Demek ki, mektup gelmemiş, darbeciler daha sonra idamların yapılması konusunda “İnönü’nün hatası ve tarihi sorumluluğu bulunmadığı”nı ileri sürerek ona bir kıyak yapmak için “mektubu okumadığı”  uydurmasında bulunabilirler.
4-O günlerde CHP kitlesinin büyük bir kısmı idamlardan yana idi. Bu kitle nezdinde bir oylama olsa idi “İdam edilsin” oyu fazla çıkardı. Bu kitlerinin bütün endişesi,  10 yıllık Menderes dönemi boyunca Menderes’i CHP – İnönü’nün en büyük rakibi olarak görmeleri ve hele Menderes idam edilmeyip darbeden sonra siyasete yeniden dönerse, onun yine partileri için en büyük engel olarak görmeye devam edeceklerinden “idam edilerek ortadan kaldırılması” en iyi çözüm yolu olarak görülmüş, İnönü de “Amansız rakibim” dediği Menderes için böyle bir tabloyu arzu ettiğinden idam taraftarı olmuş olabilir.
5- İdamlar kamuoyunda büyük tepki almış olup, bundan büyük bir kitle rahatsız olmuş, bu kitle nezdinde “Darbeyi İnönü azmettirdi” denildiği gibi,  “İdamları da İnönü yaptırdı” propagandasının yapılması, CHP – İnönü’yü çok güç durumda bırakmış, bunun üzere bunlar, “ İdamların olmaması için İnönü büyük çaba harcadı” karşı propagandasına girişmişler, bununla idamlar konusu CHP- İnönü nezdinde “siyasi istismar” konusu yapılmış  “tarihi sorumluktan kurtulmak” meselesi olarak ortaya çıkmış ve varlığını yine aynı şekilde sürdürmüştür.
Alpaslan Türkeş’in  İdamlar Yapılmasın Mektubu

      Mektubun yazılışı: 14’lerin başı olan Türkeş ve 14’ler için idamlar konusunda hep “14’ler tasfiye edilmesi idi idamlar olmazdı” denilmiştir. Bunun bir tezahürü olarak, Türkeş, hatıralarında Yeni Delhi’de “sürgün” de bulunurken Gürsel’e mektup yazdığından bahseder. 7 Eylül 1961’de gönderilen mektupta özetle şunlar yer alıyordu: Adaletin işine karışılamayacağı, idam kararları çıksa bile bunun mutlaka “tadil edilerek hafifletilmesi” gerektiği, ölüm cezalarının infazının yurt içi ve yurt dışında milletimizin aleyhine olacağı, “milletimizi bölen kin ve garaz duygularının şiddetlenerek 27 Mayıs’ın amacı olan Milli Birlik ruhunun geliştirilmesini güçleştireceği”, Geçici Anayasa ile idam kararlarının onaylanması yetkisinin Milli Birlik Komitesi’ne verildiği, 13 Kasım’dan sonra ise Temsilciler Meclisi (Kurcu Meclis) kurulduğu için, bu sebepten idamları onaylama yetkisinin bu meclise geçtiği ve bunun incelemesinin yapılarak son onay hakkının bu meclise verilmesi gerektiği yer alıyordu. (Alpaslan Türkeş, Türkiye’nin Meseleleri, 1967, s. 225)
Mektubun bir etkisinin olmayışı: Türkeş’in mektubunun Gürsel’in eline ulaşıp ulaşmadığı bilinmiyor. O günün teknik imkanlarıyla ulaşmamış olması gerekir.  İnfazlar mektubun yazılışından bir hafta sonra yapılacaktır. Mektup ele geçse ve MBK’nin önüne gelse bile dikkate alınmazdı. İnönü’nün mektubu alınmadık ve okunmadıktan sonra. Ayrıca, MBK üyelerinin 13 Kasım 1960 darbesi sebebiyle Türkeş’e zaten alerjileri vardı.
Türkeş, Hulusi Turgut’a anlattığı hatıralarından, bu mektubundan bahisle, idamlarının onaylanmasının Kurucu Meclis tarafından yapılması gerektiği,  Menderes’in idamının son anda Yassıada’dan “kaçırılarak”, teamüllere aykırı olarak gündüz yapıldığından ve idamlarda Silahlı Kuvvetleri Birliği’nin (SKB) etkili olduğu üzerinde durdu. (‘Hulusi Turgut, Türkeş’in Anıları Şahinlerin Dansı, s. 325)

Yabancı Devlet ve Hükümet Başkanlarının damlarının Yapılmamasını İstemeleri

       Türkiye’de idamların yapılacağı günlerde, “siyasi idamlar” konusunda dünya siyasi konjonktürüne hâkim hava, bu idamların infaz edilmemesi idi. Pek çok ülkede birçok devlet ve hükümet başkanlarına ait idam cezaları çıktığı halde, bunların infazı yapılmamış, hayatları bağışlanmıştı.
Bu havanın etkisinde birçok ülkenin devlet ve hükümet başkanları Devlet ve Hükmet Başkanı Gürsel’e mektuplar yazarak idamların yapılmamasını istemişlerdi. Mektubu gelenler, ABD Başkanı Kennedy, İngiliz Kraliçesi, Fransız Devlet Başkanı De Gaulle ve Pakistan Devlet Başkanı Eyüp Han ve Vatikan’dan Papa idi. Bu mektuplar Gürsel’i, idamların yapılmaması konusunda etkilemiş, “Hepsi, kansız bir ihtilal yaptınız; bu çok güzel bir şey. Kansız olarak devam edin diyorlar. Ben de bu fikirdeyim” demişti (Amil Artus’un Anıları, Milliyet, 24 Mayıs 1987)
İdamlar yapılınca, dış ülkelerden tepki aldı. İngiltere’de Türklere kiralık ev verilmedi.  İtalya’da Türk arabaları tamir edilmedi. Birleşmiş Milletlerde Zorlu’nun konuştuğu kürsü önünü idamını protesto için siyah bir çelenk konuldu. (Recep Bilginer, Üç İktidar Üç Hayal Kırıklığı, s. 274)

MBK – Kuvvet Komutanları Toplantısında İdamlar Lehine Esen Hava

       13 Eylül 1961’de MBK ile Kuvvet Komutanları, Yassıada Mahkemesinden idam kararları çıkarsa, bunların infaz edilip edilmemesi hakkında tavır belinlemek için toplandılar. MBK üyeleri, infazların yapılması ve yapılmaması yönünde görüş belirttiler. Komuta kademesinin görüşlerini Genelkurmay Başkanı Sunay açıkladı. Şunları söyledi: “ Tartışmalara katılmak niyetinde değiliz. Zira bu hukuka sahip olmadığımızı biliyoruz. Ordu, Yassıada’da Yüksek Adalet Divanından çıkacak kararların Yüksek Komitece aynen uygulanacağını ümit etmektedir. Ölüm cezası çıkmaz ise hoşnutsuzluk olabilir. Bu, asla baskı ve tazyik demek değildir. Ordu, MBK’ne inanmaktadır. Allah yardımcınız olsun.” (Suphi Karaman, 30 Yıl Sonra 27 Mayıs, Cumhuriyet, 2 Haziran 1990)
MBK – Kuvvet Komutanları toplantısında idamlar konusunda “ordunun tavrının ne olacağı” öğrenilmek istenilmişti. Sunay’ın yaptığı konuşma, idamlara karşı olan ılımlı MBK üyelerini ürküttü, idam taraftarlarını sevindirdi (Ahmet Er, 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e Hatıralarım, Ankara, 2003, s. 105). Sunay’ın konuşmasında gecen “mutlaka idam kararı çıkması” gerektiği ve bunların “aynen uygulamasını” istemesi bunu doğurmuş, Sunay’ın MBK’ nin alacağı her kararına saygılı olacaklarını da dile getirmesi, idamların infazına “yeşil ışık” yakmasına yorumlanmıştı.

Yassıada Kararlarının Açıklanmasından Önce MBK Toplantısı

       İdamların infazı konusunda BMK’ nin son tavrını belirlemek üzere bu toplantı, 14 Eylül 1961’de gündüz TBMM’de saat 10’da başladı, akşam saat 17’de bazı komutanların da kalmasıyla Jandarma Genel Komutanlığı karargahında devam etti.
Bu toplantılarda MBK üyeleri, idamların lehine ve aleyhine konuşmuşlar, aleyhine konuşanların ağırlıkta olduğu görülmüş, toplantıya katılan komutanlardan özellikle şu isimlerin idamların mutlaka infaz edilmesi yönünde ısrarlı oldukları görülmüştür:  J. Gen. K. Tuğ G. Abdurrahman Doruk, KKK Personel Başkanı Tuğ. G. Namık Ünal, Hv. KK Kurmay Başkanı Tuğ G. Hüsnü Özkan, Dz. KK Kurmay Başkanı Tuğ. A.  Turgut Kunter, J. Gen K. Mv. Kur Alb. Emin Arat, 28. Tümen K. Kur. Alb. Nuri Hazer, Hv. Alb.  Fevzi Arsın, Harp Okulu Komutanı  Kur. Alb. Talat Aydemir, J. Okulu K. Kur. Alb.   Necati Ünsalan. (Suphi Karaman, 30 Yıl Sonra 27 Mayıs, Cumhuriyet,  2 Haziran 1990) Bu subayların tamamı, Ordu içinde MBK dışında kurulan ve adına Silahlı Kuvvetler Birliği Cuntası denilen cuntaya mensup subaylardı.
Bu toplantıdan da anlaşılan, 13 Eylül toplantısında Sunay’ın idamlara “Yeşil ışık” yakması yanında, 14 Eylül toplantısında üst düzey bazı komutanların da idamlardan yana kesin tavır almaları, “ordu idamları kesin olarak istiyor” a yorumlanmıştır.

    İdamların Onayı ve İnfazının Aceleye Getirilmesi  

       İdamların onaylanması ve infazı aceleye getirildi. Buna sebep, idamların yapılmasında kararlı olanlarca zaman uzarsa idamların engelleneceği korkusundan ileri geliyordu.
Yassıada Mahkemesi kararları 15 Eylül 1961’de açıklanınca, idamlarına karar verilen 15 kişi, elleri kelepçelenerek infazlarının yapılacağı İmralı adasına götürülerek burada hücrelere kondular. Hapis cezası alanlardan siyasi mahkumlar Kayseri cezaevine, sivil bürokrat mahkumlar ise Adana ceza evine uçaklarla taşındılar.
        15 Eylül’de saat 15’de sanıklara cezalarının tebliği tamamlandıktan hemen sonra, idam kararlarının acele onaylanmasını sağlamak için  Yassıada’dan bir helikopter kaldırıldı. Evraklar, Yeşilköy havaalanından bir jet uçağı ile Ankara’ya getirildi. Mürtet havaalanına inen uçaktaki evraklar, hemen bir helikopterle Gülhane Askeri Tıp Akademisinin bahçesine getirilerek, buradan da bir araba ile   idamları onaylamak için hemen toplanan MBK toplantı salonuna getirildi. Evrakların getirilmesi için bir deniz albayı ile bir hava binbaşısı görevlendirilmişti. Gürsel gelince, görüşmeler saat 18 de başladı. Saat 20.30’da 15 idamdan üçünü onaylama ve diğerlerini müebbet hapse çevirme kararı çıktı. Kararların infazı için tanzim edilen evraklar yine aynı yolları takip ile uçaklar ve helikopterler kaldırılarak Yassıada’ya geçe yarısına doğru ulaştırıldı.  İdamına onay çıkanlardan  Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan gece saat 2 de idam edildiler.  (Dünya, 16 Eylül 1961)

Subayların  İdamları Onaylatmak İçin  TBMM’de Baskı Uygulaması

     Ordunun temayülü “idamların yapılması” yönünde ortaya çıkınca, idam yanlısı subaylar tarafından, MBK’nin onay toplantısı sırasında, üyelerine baskı yapmak için Meclisin içi ve dışının bunlar tarafından silahlı olarak sarıldığı görüldü.   
       “O akşam Meclis, silahlı yüzlerce subayla doluydu.” ( Metin Toker, İsmet Paşayla 10 Yıl, C. III, Ankara, s. 213)
“Albaylar Cuntası (SKB)  MBK’nin toplanmakta olduğu Meclis binasının etrafını ve içini sarmıştı. Halim Menteş’in kumandasında hava birlikleri, Meclis Muhafız Taburunu enterne (görev dışı) etmiş, polis ve memurları göndermişti. Meclisin içi makineli tabancalarla mücehhez havacı subayların kontrolü altındaydı.  Etraftan kuş uçurtulmuyordu. Cuntanın karargâhı halindeki Jandarma Subay Okulu’nda ise Talat Aydemir, Necati Ünsalan, Emin Arat, Selçuk Atakan ve Turgut Alpagut toplu halde bulunuyorlar, olayı yakından izliyorlardı. Halim Menteş, Meclisin içinde ve dışında aldığı emniyet tertibatını saati saatine karargâha bildiriyordu. Maksat şuydu: MBK şayet verilen idam cezalarını tasdik etmezse Cunta idareye el koyacak, Komite üyelerini tevkif edecekti.” (Erdoğan Örtülü, Üç İhtilalın Hikayesi, Konya, 1977, s. 170)
İdamlara karışı olanlardan MBK üyesi Sami Küçük ‘ün anlattıklarına göre de, Meclis’in giriş koridorları da havacı subaylarla dolmuştu. Bunlar, “Ölüm kararını onaylamazsanız, biz onlarla birlikte sizi de öldüreceğiz” diye bağırıyorlarmış. Yine Küçük’ün anlattıklarına göre onaylama olmazsa SKB darbe yapacakmış: “Komiteye, bize bir haber geldi. Silahlı Kuvvetler Birliği hepimizi öldürecek ve yönetime el koyacak. Komite üyeleri dahil hepimiz şoke olmuştuk. SKB,  kararların onaylanmasını, aksi halde dediklerini uygulamaya koyacaklarını söylüyorlardı.” (Kemal Bağlum, Bir Dönemin Uyuyan Kulağı, s. 240)
MBK son kararını vermek için toplantıya başladığı sırada, üyelerin çoğu idamların onaylanmasına karşı idiler. Onların bir kısmını kararlarından vazgeçirerek idam yanlısı oy kullanmalarına işte Meclisin içinde ve dışında estirilen bu silahlı baskı havası olmuş, üyelerin hür iradeleri   tecelli etmemiştir.
Sami Küçük’ün hatıralarında anlattığına göre, MBK üyelerinden Mehmet Özgüneş, idamlara karşı olduğu halde, Talat Aydemir’in kendisini ölümle tehdit etmesi üzerine, idamlar lehine oy kullandığını ve bundan “vicdan azabı” duyduğunu söylemiştir: “İdamlardan iki gün sonra Mecliste komisyon odasında otururken kapı açıldı. Komisyon üyesi Mehmet Özgüneş içeri girdi. Sandalyesine oturur oturmaz bana dönerek, ‘Albayın çok vicdan azabı çekiyorum. Biliyorsunuz ki ben idamlar aleyhindeydim. Fakat idamlar lehine oy kullandım. İdamların karara bağlanacağı gün öğleden sonra Harp Okulu Komutanı Kurmay Albay Talat Aydemir telefon ederek benimle görüşmek istediğini bildirdi. Mecliste buluştuk. Bana, ‘Yüce Divanın oybirliği ile  aldığı idam kararlarının Silahlı Kuvvetler Birliği olarak yerine getirilmesini, yani idamların yapılmasını istiyoruz. İdamlar aleyhine oy kullananların akıbetlerinin ölüm olacağını bildirmek isterim. Ona göre hareket et’ diyerek ayrıldı. Ben bu uyarıya uyarak idamlar lehinde oy verdim. Dün arabayla Kızılay’dan geçerken, Suphi Karalan ile sizi yürürken gördüm. Size bir şey yapılmamıştı. Öldürülme korkusuyla vicdani kanaatin dışında oy kullandığım için şimdi vicdan azabı çekiyorum’ dedi. Kendisini teselli etmeye çalıştım.” (Sami Küçük, Rumeli’den 27 Mayıs’a, s. 128)
MBK’den Üç İdam Kararının Çıkması

       Devlet, Hükümet ve MBK Başkanı Gürsel’in başkanlığında saat 18’de başlayan idamların onaylanması tartışmaları çok uzun sürdü. Gürsel ve üyelerin çoğunluğu, idamların yapılmamasından yana idi. İdam yanlıları da bastırıyorlardı. Tartışmalar bitecek gibi değildi. İdam yanlılarını tatmin için “mutlaka baş verme” gibi bir düşünce havası ortaya çıkmıştı. Yeni bir formül ortaya atıldı. “Yüksek Adalet Divanında idamlarına oy birliği ile karar alınanlar idam edilsin” denildi. Bunlar, Bayar, Menderes, Zorlu ve Polotkan’dı. Teklif oya sunuldu. 9 aleyhte, 13 lehte oy çıktı. Aleyhte oy kullanan Komite üyeleri şunlardı: Cemal Gürsel, Fahri Özdilek, Sıtkı ulay, Sami Küçük, Osman Köksal, Suphi Karaman, Suphi Gürsoytrak, Selahattin Özgür,  Kâmil Karavelioğlu. Lehte oy kullananlar:  Mucip Ataklı, Muzaffer Yurdakuler, Fikret Kuytak, Ekrem Acuner, Sezai Okan, Vehbi Ersü, Kadri Kaplan, Haydar Tunçkanat, Kadri Kaplan, Refet Aksoyoğlu, Mehmet Özgüneş, M. Şükran Özkaya,  Emanullah Çelebi. (Sami Küçük, Rumeli’den 27 Mayıs’a, s. 127)
Bu dört idam kararı dışındaki 13 idam  müebbet hapse çevrildi. Celal Bayar’ın idam kararı onaylandı, sonra, 65 yaşını doldurması gerekçe gösterilerek idamı  müebbet hapse çevrildi. Bu karar Bayar’a iletildiğinde, “Çok sevindi. Birden heyecanlandı. Doğrusu ben bu kararı beklemiyordum dedi. MBK’ne muhabbetlerinin iletilmesini istedi.” (Ahmet Er, 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e Hatıralarım, Ankara, 2002, s. 99)
MBK’nin idamların onaylanması ile ilgili kararı 58 sayılı tebliği ile 16 Eylül 1961’de kamuoyuna şöyle açıklandı:
“ 1- Yüksel Adalet Divanınca ölüme mahkum edilen sanıklardan sakıt Reisicumhur Celal Bayar, sakıt Başbakan Adnan Menderes, sakıt Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ve sakıt Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın ölüm cezaları Milli Birlik Komitesi’nin  15 Eylül 1961 günü ve 75 nolu kararı ile tasdik edilmiştir.  Ancak,  sakıt Reisicumhur Celal Bayar, 65 yaşını bitirmiş olması dolayısıyla verilen ölüm cezası müebbet ağır hapse tahvil edilmiştir.
2-Ölüm cezasına mahkum edilen, Refik Koraltan, Agâh Erozan, İbrahim Kirazoğlu, Hamdi Sançar, Nusret Kirişçioğlu, Bahadır Dülger, Emin Kalafat, Baha Akşit, Osman Kavrakoğlu, Zeki Erataman’ın cezaları da 15 Eylül 1961 günü 75 nolu kararla müebbet hapse çevrilmiştir.
Tebliğ olunur.” (Dünya, 16 Eylül 1961)



Bayar’ı İdamdan Kurtaran Sebepler

Bayar’ı idamdan kurtaran sebep yalnızca 65 yaş sınırı  olmadı. Bunda, Milli Mücadele’ye katılması ve Atatürk’e bağlılığı da büyük rol oynadı. Milli Mücadele’de, Ege’de Yunan işgali karşısında “Galip Hoca” adıyla çeteler kurmuş, bu işgale direnmiş, Atatürk’ün başbakanı olmuş, “Atatürk seni sevmek milli ibadettir” diyerek herkesten çok ona bağlılığını göstermişti.
Papa Roncalli’nin de büyük etkisinden bahsedilir. “Dünyanın en küçük fakat en etkili devletlerinden birisi olan Vatikan’ın başında Türkiye’de uzun yıllar yaşamış bir Papa vardı.Papa Roncalli  Bayar’ın şahsi dostu idi. Ve Celal Bayar, bu dostluk sayesinde idamdan kurtulmuştur.” ( Rasim Ekşi, Yassıada Çığlığı, İstanbul, 2005, s. 76)
Celal Bayar, Cumhurbaşkanı olamadan önce, Vatikan’ın Türkiye’de, Türkiye’nin Vatikan’da  Büyükelçilikler açmasına izin verilmemiş, bu, Bayar Cumhurbaşkanı olunca verilmişti.
Ayrıca, Gürsel’in “Yaşlıdır, nasıl olsa hapiste ölecektir” düşüncesi ile hareket ederek onu idamdan kurtardığı, bunda Yassıada mahkemesinde “vakur duruşu”nun da etkili olduğu üzerinde durulur.

Menderes’in İntihar Girişimi ve İdamının Gecikmesi

       14 Eylül’ü 15 Eylül’e bağlayan gece idi. Ertesi gün Yassıada Ada Mahkemesi kararları açıklanacaktı. Menderes günlük olarak kullanılması için kendisine verilen uyku hapı ekuanilden 33 tanesini içmeyerek biriktirmiş, adı geçen gece bu hapların hepsini içerek komaya girmiş, ardından hemen bir doktorlar grubu çağrılarak tedavisi yapılarak komadan kurtarılmıştı. Bu haliyle Menderes, hakkında verilen Yassıada Mahkemesi kararlarını ne dinleyebilmiş ne de idamının infazı için İmralı adasına diğer idam mahkumlarının yanına götürülememişti.
Menderes komadan çıktıktan sonra, intihar sebebini Yassıada Komutanı Güryay’a anlatırken,  ölmeyi öteden beri düşündüğünü söylemiş ve kendi isteği ile bu işe kalkıştığından bahsetmiş. (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor,s. 359)
Menderes’in intihar girişimi muammalarla doludur. İdam cezası alıp mutlaka infaz edileceğine inandığı için  kendi canına kendisi mi kıymak istemiştir? Daha başka sebeplerden olarak iddia edildiği üzere “Zehirlenerek öldürülmek ve buna intihar etti” süsü verilmek mi istenmiştir?  Bu ihtimal ile ilgili olarak Nazlı Ilıcak tarafından “Menderesi Zehirlediler” isimli kitap yazılmıştır. Ilıcak’ın iddiasına göre, Menderes uyku hapları alarak komaya germemiş,  lüminal iğnesi yapılarak zehirlenmek suretiyle öldürülmek istenilmiştir. Bu yola başvurulmasının sebebi şu imiş: “Menderes’in asılmasının büyük tepki uyandıracağı tahmin ediliyor, halkın galeyana gelmesinden korkuluyordu.” (Nazlı Ilıcak, Menderes’i Zehirlediler, İstanbul, 1989, s. 43)
        Menderes’in avukatı Burhan Apaydın da hatırlarında, Menderes’in zehirlenmek istendiği ve aceleye getirilip hasta hasta asıldığından bahseder. Apaydın, Menderes’in 33 adet ekuanil hapı içerek intihara kalkışmadığını, bunu kendisinin de denemesi sonucu mümkün olmadığını, lüminal iğnesi  yapılarak baygın hale getirildiğini, tedavisinin hastanede yapılması gerekirken, çağrılan doktorlara yaptırıldığını, hasta ve şuuru yerinde olmadığı halde idam edildiğini (hasta olanlar, kanun gereği iyileştikten sonra  idam edilirler), bu sebepten  katillik suçu işlendiği  üzerinde durur. (Menderes’in Avukatı Burhan Apaydın’ın Anıları, s. 92)

İdamları İnfaz İçin Subayların İmralı’da Toplanması

        Yassıada Mahkemesinden idam kararları çıkmasını ve bunların mutlaka infazını özellikle genç subayların istedikleri üzerinde durulur. Olup bitenleri Yassıada Komutanı Güryay hatıralarında şöyle anlatır: “Adada (İmralı’da) 200’den fazla subay vardı. Kimlerdi bunlar? Nerelerden nasıl, niçin gelmişlerdi?…
Yanıma gelen Binbaşı Agâh: ‘Bir subaylar heyeti sizinle görüşmek istiyor’ dedi… Gelsinler bakalım dedim.  İçeriye  8 subay girdi, evvela omuzlarına baktım: Rütbeleri en yüksek olanlar binbaşı idiler. Üçü yüzbaşı, geri kalanı da üsteğmen…
İleriye çıkan bir subay: ‘Komutanım, dedi, bizim öğrendiğimize gör, Milli Birlik Komitesi, Yüksek Adalet Divanının verdiği idam hükümlerini tasdik etmeyerek, müebbet hapisliğe çevirecekmiş. Bu ne demek?  Suçlu asmaktan korkuları varsa, Türk ordusunu temsilen orada hâlâ neden oturuyorlar? İhtilalin gösterdiği sabır, merhamet, nezaket yetmez mi? Hükümlerine uygun davranmayacak idiyseler o Yüksek Adalet Divanını neden kurdular?’
Ve nihayet, son baklayı da ağzından çıkardı:
‘Biz buraya kararlı olarak geldik: Şayet duyduklarımız doğruysa, onların yerine getirmekten korktukları kararları, burada biz infaz edeceğiz.’
Durum son derece önemliydi: Onlar, İmralı adasına kolayca hâkim olacak kadar kalabalıktılar.
Nerede toplanmışlar? İmralı adasına nasıl, hangi araçlarla gelebilmişler? Bilmiyordum.” (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 347)
Bu olup bitenlerin ardından Güryay, 200 kişilik subay topluluğunun huzuruna çıkarak onlara hitap eder. Yaptığı konuşmada, MBK’nin idamlar konusunda henüz herhangi bir karara varmadığını, söylenenlerin yanlış olduğunu, MBK’nin idamlar konusunda bir itirazı varsa, buna karşı dikilmenin kendileri gibi küçük rütbeli subaylara değil,  rütbeleri büyük olanlara ait olacağı, adadaki mahkumların canının korunmasından kendisinin sorumlu olduğunu, kendisinin kurşunlara hedef olmadan, onları feda etmeyeceği üzeride durarak adadan çekip gitmelerini söyler ve ardından adayı terk ederler. Güryay, bu olup bitenlerin ardından “Büyük bir faciayı ben önledi” şeklinde yazar. (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 348)

                       Fatin Rüştü Zorlu’nun İdamı   

    16 Eylül gecesi ilk infazı yapılan Zorlu oldu. Yassısada görevlileri ve savcıların huzurunda idam edildi. Kanunlara aykırı olarak avukatları çağrılmadı. Görgü tanığı Güryay’ın anlattıklarına göre Zorlu,  hücresinden çıkarılarak idamını izleyecek heyetin bulunduğu salona getirildi. İdam korkusu ile sarsılmamış, metin bir davranışı vardı. “Kendisine okunan kararı bütün heyecanları kenara itebilmiş kesin bir metanetle dinledi. Ondan sonra ailesine mektup azması için başsavcıdan müsaade istedi. Kağıt ve kalemi verdiler, oturdu ailesine mektup yazdı. Ben ellerine dikkat ediyordum, hiç titremiyordu. Mektubu bitirdikten sonra başsavcıya verdi ve yine abdest almak için müsaade istedi.” Zorlu,  Başsavcı Egesel ve Güryay’la bir müddet konuştu. Kimseye dargın olmadığını söyledi ve herkesten helallik istedi.  Güryay’la konuşurken, “”Kumandanım bir ricam daha var: Ben asılanların kaçıncısı oluyorum? Ne baştan ne de sondan dedim.” (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 354)  Zorlu ve bütün idam mahkumları hücrelerinde tecritli olarak bulundukları için olup bitenlerden habersizdiler.
“Zorlu, ölüme gerçekten zorlu bir metanetle gitti. O kadar ki, hatta mahut gömleğin üzerine giydirilmesinden sonra, kendisine dini telkinde bulunan hocanın, Arapça kelimeleri telaffuzunda düştüğü hataları düzeltti.
Kollarını arkadan bağlarken başsavcıya son bir ricada bulundu: Ellerinin önden bağlanmasını istedi. Fakat bunun kanunen imkansızlığı kendisine anlatıldı.
Beraberce sehpaya doğru yürüdük. Ne masaya ne de masa üzerindeki sandalyeye çıkarken yardım istemedi. Hatta, heyecandan eli titreyen cellada:
‘Oğlum, ne titreyip duruyorsun?  İlmik senin değil, benim boynuma geçecek’ dedi.
Sonra adetâ kendisini uçsuz bucaksız bir boşluğa atar gibi:
‘Allah memleketi korusun, haydi Allahaısmarladık!’ dedikten sonra ayaklarının altındaki sandalyeyi itmek işini de kimseye bırakmadı.
Boyu uzun olduğu için ayakları masaya basmıştı. Cellat masayı itti: Ona bu kadarcık da iş düşmüş bulunmasaydı, Zorlu sanki asılmış değil, intihar etmiş gibi olacaktı.” (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 115)      
      Zorlu’nun idam edileceği sırada ailesine yazdığı mektup  şöyle idi: “Sevgili anneciğim, Emelciğim, Sevinççiğim ve ağabeyciğim, şimdi Cenabı Hakkın huzuruna çıkıyorum. Huzur içindeyim. Benim için üzülmeyin. Sizlerin salim ve huzur içinde yaşamanız beni daha müsterih edecektir. Bir ve beraber olun, Allah’ın taktiri böyle imiş. Hizmet ettim ve şerefimi daima muhafaza ettim. Anne, siz sevdiklerimi muhafaza edin. Ve Allahın inayetiyle onların huzurunu temin edin.
Hepinizi Allah’a emanet eder, tekrar üzülmemenizi ve hayatta berdevam olarak beni huzur içinde bırakmanızı rica ederim.
Allah memleketi korusun!…” (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, s. 252)
       
Hasan Polatkan’ın İdamı

      Zorlu’nun ardından Polatkan’ın idamı yapıldı.  Polatkan, Zorlu gibi idam anında metin olamadı.  Güryay’ın idam anını anlatışı: “Gardiyanlar Hasan Polatkan’ı getirdiler. Polatkan, tek kelime ile bitikti. Bütün reflekslerini kaybetmiş bulunan vücudu, ancak kollarındaki gardiyanların desteği ile ayakta durmaktaydı.                       
       Okunan kararı dinlemiş, anlamış olduğunu hiç sanmıyorum.
Biraz sonra, hocanın yaptığı dini telkini çok zor tekrarladı.
Yüzü, bir ölününkünden de sarıydı.
Gömlek giydirildi. Elleri arkasına kelepçelendi, gardiyanların kolunda sehpaya götürüldü ve hüküm infaz edildi.” (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 352)
Güryay, Emin Çölaşan’la olan röportajında yukarıdaki yazdıklarına ilaveten daha başka şeyler söyledi. İdam olmak korkusundan büyük heyecan ve korkuya kapılan Polatkan, sehpaya çıkmadan önce bu ruh halinin etkisinde ölmüş olabilir miydi? Güryay, “Belki de ölüsü asıldı” dedi. (Emen Çölaşan, Tarihe Not Düşen Söyleşiler, s. 109)
Polatkan’ın asıldığında saatler 03.5’i gösteriyordu.
Bayar, bu idamları öğrenince çok üzüldü. Fakat soğutkanlılığını korudu. “Artık bunları unutalım, ileriye bakalım” dedi. (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, s. 275)
16 Eylül günü, kanun gereği Zorlu ve Polatkan’ın  idam infaz kararları, ailelerinin oturduğu evlerin kapılarına asıldı.

                    MBK’nin 59 nolu Bildirisi
    
Bu bildiri, Zorlu ve Polatkan’ın idamlarını 16 Eylül 1961 tarihinde kamuoyun duyuran bildiri  olup, aynen şöyle idi:
“ 1- Sakıt Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu ile sakıt Maliye Bakanı Hasan Polatkan’ın, Milli Birlik Komitesi tarafından tasdik edilen idam hükmü, 16 Eylül 1961 günü sabaha karşı infaz edilmiştir.
2- Hakkında idam hükmü tasdik edilen diğer suçlu sakıt Başbakan Adnan Menderes’in mezkur (adı geçen) vakitte hastalığı devam ettiğinden hükmü infaz edilmemiştir.” (Dünya, 17 Eylül 1960)

     Menderes’in İdamını Son Anda Önleme Çabaları

     Zorlu ve Poatkan’ın idamından sonra hiç olmazsa, hastalığı devam eden ve bu sebepten infazı yapılamayan Menderes’in idamdan kurtarılması için 16 Eylül sabahı Ankara’da nasıl bir yoğun trafik yaşandığını yukarıda anlatmıştık. Özellikle İsmet İnönü, bunda büyük bir rol oynamış, Gürsel ile görüşerek, “Menderes’i kurtarmak lazımdır, onun hakkındaki hükmü tekrar komiteye götürün demişti.”
Bu olup bitenler karşısında Gürsel çok şaşkın, ne yapacağını bilemez bir duruma düşmüştü. Onun da aklından geçen Menderes’in idamının durdurulması idi. Buna bir formül bulmak için zamana ihtiyaç duymuş olacak ki, yapılan yoğun görüşmeler trafiğinin ardından Gürsel, MBK’nin İstanbul İrtibat Bürosu ve Yassısada Komutanı Güryay’ı telefonla arayarak onlara Menderes’in idamının geciktirilmesi talimatını verecekti.
İstanbul’daki üst düzey komutanlar, genç subaylar, MBK İrtibat Bürosu çalışanları idam taraftarı oldukları ve Gürsel’den gelecek “idamın geciktirilmesi” isteğini hissetmiş oldukları için, 16 Eylül günü mümkün mertebe Gürsel ile muhatap olmayarak Menderes’in son anda durdurulacak idamını önlemek için onu acele idam etmek için hareket geçtikleri görüldü.
Gürsel’in 16 Eylül’de İstanbul ile telefon trafiği saat 9. 15’de başlamış, önce  I. Ordu ve Sıkıyönetim Komutanı  Cemal Tural ile, 28 inci Tümen Komutanı Faruk Güventürk’ü aramış, bunları yerinde bulamamış, üçüncü telefonu  Radyoevi Komutanı Hv. Kur. Alb. Turan Çağlar’la yapmış, ona aradığı iki komutanı bulamadığından bahisle, bunların nerede olduklarını sormuştu. Çağlar verdiği cevapta, Tural’ın Trakya’ya gittiğini, Güventürk’ün ise teftişte bulunduğunu söylemişti. Bunun üzerine Gürsel Çağlar’a Yassıada ile temas kurması emrini verince, Çağlar ona itiraz etmiş, “Paşam, biliyorsunuz, Yassıada ile ancak İrtibat Bürosu temas edebilir, lütfen orayı aramalısınız.” (Bedii Faik, İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci, s. 23)
Gürsel’in bu telefon trafiğini değerlendiren Dünya gazetesi başyazarı Bedii Faik, bu telefon trafiğinde bir “gariplik ve samimiyetsizlik” bulunduğundan bahseder. İdam kararları tasdik edildikten sonra infazların yerine getirilmesi, orduya değil yine MBK’nin İstanbul İrtibat Bürosunu verilmişti. “Aslında Gürsel’in daha başından itibaren tek makul hareket bu idi (Öncelikle İrtibat Bürosunu araması). Manâsız olan, Orduyu araması ve  aklın alamayacağı taraf, Tural’ı ve Güventürk’ü bulmuş olsa bile onların bu konuda hiçbir kanuni yetkilerinin olmadığını unutur görünmesi ve Yassıada davalarının her safhasıyla tek ilgili kuruluş olan İrtibat Bürosunu hiç hatırlamaz olmasıdır.” (Bedii Faik, İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci, s.23)
Gürsel’in Menderes’in idamını durdurmak için ilk telefon edeceği yer İstanbul İrtibat Bürosu ve Yassıada Komutanı Güryay olmalı idi. Yukarıdaki telefon trafiğinin ardından Gürsel’in buralarla telefon trafiğine geç başladığı anlaşılıyor. İrtibat Bürosu’nu arar, burada da bir sorumlu bulmaz. En sonunda Güryay’ı arar. Fakat, Güryay’ya da ulaşamaz. Sanki o gün “maksatlı” bir şekilde İstanbul’da bütün komutanlar  “kayıplara” karışmıştır. Anlaşılan, bütün bu komutanlar, Gürsel ile muhatap olmayıp onun idamın geciktirilmesi isteğini yerine getirmemek için ortalıkta görünmemişlerdir.
Gürsel, Yassıada Komutanı Güryay’ı aradığında karşısına Yassıada’da görevli ve Silahlı Kuvvetler Birliğine mensup “Deli Remzi” sıfatıyla anılar Binbaşı Remzi Oral çıkar. Oral, olup bitenleri bir sonuç değerlendirmesi olarak şöyle anlatır: “Ada kumandanının Ankara’dan arandığı  haberi gelince telefona ben çıktım.
Gürsel’e:
-Buyurun Komutanım ben yüzbaşı Remzi dedim.
Gürsel telaşlıydı. Hâlâ ada komutanıyla konuştuğunu sanıyordu.
-Tarık, dedi, beni dinle, çok önemli!
Adnan Menderes’in  idamını geciktirmemizi istedi. Korktuğumuz başımıza gelmişti. Gürsel’e bir kez daha kendimi tanıtıp Ada Kumandanının Menderes’i alıp İmralı’ya götürdüğünü ve cezasının da büyük bir ihtimalle  infaz edilmiş olabileceğini söylemek zorunda kaldım.
Gürsel’in üzüntüsünü, ses tonundan anladım.
-Eyvaaaah, diyerek telefonu kapattı.
Durumu Ada Kumandanı Tarık Güryay’ya bildirdim. Adnan Menderes’i acele hücumbota bindirip İmralı’ya gönderdik. Sonu malum. İdam cezalarının sabaha karşı uygulanması gerektiği de ilk kez Menderes’le bozulmuş oldu. Adnan Menderes 14. 20’de idam edildi.” (Örsan Öymen, Bir İhtilal Daha Var, İstanbul, İstanbul, 1986, s. 332)
Ada Komutanı Güryay ise, hatıralarında Gürsel’in telefonunu çıkıp onunla görüştüğünü yazar: “Neden sonra, dalgınlıktan beni telefon zili sıçrattı.
Karşımdaki:
‘Tarık, diyordu, Adnan Menderes’i bir yere gönderme!’
Menderes’i  kurtarabilmesi muhtemel olan tek adamı, Gürsel’in sesiydi bunu söyleyen.
Sayın Gürsel’e durumu anlattım: Doktorlar gelmişler, ‘İdamına mâni bir hali yok’ anlamında bir rapor vermişlerdi. Başsavcı Egesel’le hâkimler de onu alıp İmralı’ya götürmüşlerdi.
Bu sözleri söylerken gözlerime ilişen duvar saati 12’yi çeyrek geçiyordu: Menderes ve ötekiler İmralı adasına belki henüz varmamışlardı bile. Gürsel’e söylediklerime, hemen şunu da ilave ettim:
‘Orgeneralim, şayet Menderes’e dair bir emriniz varsa, bunu İmralı’ya derhal bildirebilirim.’
Neler olmuştu bilmiyorum, fakat Sayın Gürsel:
‘Yok, hayır’ dedi ve ilave etti:
‘Yapılacak bir şey yok: Olan olmuş artık.’
Ve Menderes’in bağlanabileceği son kurtuluş ümidi de bu sesle kesilmiş oldu.
Nitekim, saat 14.30’da telsizle beni arayan vazifeli subay hükmün, saat 14’ü tam 26 geçe  infaz edildiğini bildirdi….
Ne çare? Gürsel’in dediği gibi: Olan olmuştu artık!…” (Tarık Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, s. 365)
İdamların yapılmasının aktif taraftarlarından Talat Aydemir’in itiraf ettiği üzere, Gürsel’in telefonlarla aradığı bütün kimseler idam taraftarları idiler: Cemal Tural, Faruk Güventürk ve Yassıada Başsavcısı  Atalay Egesel bunlardandı.
MBK İstanbul İrtibat Bürosu Komutanı Namık Kemal Ersun’un anlatılarına göre, Ankara’dan İstanbul’a gelen “Menderes’in idamını geciktirin”  telefonları karşısında en büyük rahatsızlığı  Cemal Tural duymuş, idamın geceye bırakılmayarak gündüz saat 14’de yapılmasını o sağlamıştı. (Osman Deniz, Parola: Harbiyeli Aldanmaz, İstanbul, 2003, s. 30)


Adnan Menderes’in İdamı

      Kanunda yazılı olduğu şekliyle idamlar sabaha doğru infaz edilirler. Nitekim, yukarıda gördüğümüz üzere Zorlu ve Polatkan’ın idamları böyle  yapılmıştı. Menderes’te bu geleneğin bozularak idamının çabuklaştırılması, idamının önlenmesi uğurunda Anakara’daki yoğun trafik ve ardından Gürsel’in telefon emri ile idamın geciktirileceğini anlayan idam taraftarlarının işi aceleye getirilip Menderes’i gündüz astıkları anlaşılmaktadır.
MBK, 16 Eylül 1961 günü Menderes’in iyileştiğine dair 60 nolu şu bildirisini yayınlamıştı: “Yassıada Garnizonu Hastanesi  Baştabipliğinden bildirilmiştir.
Sakıt Başbakan Adnan Menderes’in sağlık durumu salâha (iyiye)  doğru gitmekte olup, bugün 17 Eylül 1961 cumartesi günü sigara içmek, gazete okumak isteğinde bulunmuştur.” (Dünya, 17 Eylül 1961)
Yayınlanan bu bildiri ile kamuoyuna “Menderes iyileştiği için idamına bir engel kalmadı” mesajı verilmek istenmişti.
Menderes, 16 Eylül günü iyileşmişse, infazının 17  Eylül geçesi yapılması gerekirdi. Bunun böyle olmayıp, 16 Eylül günü saat 14. 30’da yapılması, son anda idamını engelleme girişimlerini akim bırakmak için olmuş, Menderes idam edilmek için saat 11’de İmralı adasına götürülmüştü.
Menderes de Zorlu gibi, idama giderken metanetini bozmadı. İki imam ona dini telkinde bulundu. Menderes onlara şunları söyleri: “Hoca efendiler, sizin yapmak istediğiniz vazifeyi, kendi kendime bizzat ifa ettim. Müsterih olunuz. Allah’a şükredeceğim. Kadere inanan insanlar daima huzur içinde olurlar:” (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, İstanbul, s. 333)
Menderes, idam önlüğü giydirilmiş olduğu halde, iki gardiyanın arasında idam sehpasına  doğru metanetle yürüdü. İdamını izleyenler sehpanın başına toplanmışlardı. İdam masasına çıkarıldı.  Son sözünü söylemesi istenince şunları söyledi: “Size dargın değilim. Sizin ve diğer zavallıların iplerinin hangi efendiler tarafından idare edildiğini biliyoruz. Onlara da dargın değilim. Kellemi onlara götürdüğünüzde deyiniz ki:
-Hürriyet uğruna ortaya koyduğu başını 17 sene evvel almadığınız için size müteşekkirdir (teşekkür eden).  İdam edilmek için ortada hiçbir sebep yok. Ölüme bu kadar metanetle gittiğimi, silahların gölgesinde yaşayan kahraman efendilerinize acaba söyleyebilecek misiniz? Şunu da söyleyeyim ki, milletçe bir gün kazanılacak hürriyet mücadelesinde sizi ve efendilerinizi yine ben 1950’de olduğu gibi, kurtarabilirdim.  Dirimden korkmayacaksınız.  Ancak millet ile el ele vererek, ölüm ölünceye kadar sizi takip edecek ve bir gün sizi silip süpürecektir. Buna rağmen merhametim yine sizinle beraberdir.” (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, s. 325)
Cellat  tarafından yağlı ip Menderes’in boynuna geçirildi. .Bu sırada sarf ettiği son sözleri şunlar oldu: “Milletim sağ olsun, memleket var olsun!”.  Kelimeyi şahadet getirdikten sonra, yüksek sesle “Allah” diye bağırdığı  sırada ayaklarının  altındaki sandalye celal tarafından çekilerek infazı gerçekleştirilmiş, tam bu sırada bazı sivillerin sivil ve jandarma erlerinin ağladıkları görülmüştü.
İdam sırasında, idamları müebbet hapse çevril lerden  Kur’a bilenler yüksek sesle Kur’an okumaya başlamışlardı. Bayar, Menderes’in son sesi “Allah” sesini  duyunca, yüzü sapsarı olmuş, çok üzülmüş, “Neden onu astılar da beni asmadılar” demiş, “Beni assalardı da onu asmasalardı. Biz yaşlandık o gençti…. O gençti…. Bizi assaydılar” şeklinde konuşmasını sürdürmüştü.  (Cevdet Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, s. 336)
Menderes’in idam edildiği 17 Eylül Pazar günü hava açık ve güneşli imiş. Bazı görgü tanıklarının yazdıklarına göre, Menderes’in sehpasının üzerini lokal bir bulut gelmiş, inceden bir yağır yağmış, üzerinden nereden geldikleri belli olmaya “yeşil kuşlar” uçmuş. (M. Kemal Biberoğlu, Demokrat Parti Sonrası ve Anılarım, Ankara, 1977, s. 65)
Menderes’in idamı tamamlanınca,  durum bütün yurda telsi anonsu ile “ Ameliyat yapılmıştır… Operasyon tamam olmuştur” şeklinde bildirildi. Ardından, Milli Birlik Komitesi şu bildirisi ile infazın yapıldığını ülkeye ilan etti:
“1-Ord. Prof. Sedat Tavat, Amiral Bristol Hastanesi Dahiliye Servisi Şefi D. Nevzat Yeğinsu ve Yassıada  Garnizon Hastanesi  tabiplerinden Dr. Ahmet Karahanlıoğlu, Dr. Zeki Kebapçıoğlu ve Dr.  Sedat Yürütken’den müteşekkil heyet tarafından düşük Başvekil Adnan Menderes’in sıhhi  muayenesi yapılmış ve sıhhi durumunun tamamen normale döndüğü raporla tespit edilmiştir.
2-Yüksek Adalet Divanınca verilen ve Milli Birlik Komitesince tasdik edilen idam cezası hükmü infaz edilmiştir. Tebliğ olunur.” (Cumhuriyet , 18 Eylül 1961)
Zorlu ve Polatkan’ın idamlarında olduğu gibi, Menderes’in de idam hükmü bir hafta süre ile ailesinin oturduğu evin kapısında asılı kaldı. Menderes’in oğlu Aydın Menderes’in anlattıklarına göre, bu sırada Devletin bir “garip davranışı”na şahit olundu. Menderes’i idam etmek için satın alınan  ipin masrafı ailesinden istenmiş. (Aydın Menderes, Babam ve Ben, s. 231)

Menderes’in Oğlu Yüksel’e Vasiyetnamesi     

Yıllar sonra, Menderes’in idam edilmeden önce oğlu Yüksel Menderes’e bir vasiyet yazdığından bahsedildi. Bununla ilgili olarak Hürriyet gazetesinin 1 Haziran 1967’de attığı manşet şöyle idi: “Menderes’in Vasiyetnamesi”. Haberinde, Menderes’in oğlu Yüksel Menderes’e şu yedi öğüdü yer alıyordu:

“Oğlum Yüksel’e Allahım’dan sözlerimin sana ulaşmasını niyaz ediyorum.
1-Sureti kat’iyede etrafına inanmayacaksın.
2-Bankadan para alınmasına asla tavassut (yardım etmek) etmeyeceksin.
3-Beşeri zaaflarım dışında benim suçlu olduğuma kat’iyen inanmayınız.
4-Cesaretinizi hiçbir surette kaybetmeyiniz.
5-İnandığınız şeyi, tahakkuk ettiremiyorsan bir an için mevkiinden ayrıl.
6-Bütün bu olanlardan sonra da benim mefkurem olan millet ve vatanını varlığınla hizmet etmekten fariğ (vazgeçmiş) olma.
7-Ruhumla daima sizin yanınızda olacağım. Sizi şefkatle anıyorum.
Ben hakkımı helal ediyorum. Siz de hakkınızı bir kere daha helal edin…” (Hürriyet, 1 Haziran 1967)

  Menderes’in bu vasiyetnamesi doğru ise, (Yüksel Menderes, böyle bir vasiyetnamenin olmadığından bahseder), bu vasiyeti ile hayatının bir “otokritiği”ni 
yapmaktadır.  Menderes’i hep, etrafındaki insanların harcadığından bahsedilir. Hatta bu uğurda, Menderes’in yakınlarından Nimet Arzık tarafından “Menderes’i 
İpe Götürenler” isimli bir kitap yazılmıştır. Etrafı, Menderes’i devamlı “aldatmış”, bu sebepten gerçekleri göremeyen Menderes bunların “kurban”ı olmuştur.
“Menderes, 26 Mayıs 1960’da Başbakanlıktan istifa etse idi 27 Mayıs darbesi olmazdı” denilmiştir. Menderes bu hatasını, vasiyetinin 5 inci maddesinde dile 
getirmiştir ki, geçici bir süre de olsa istifa etmemesinden yakınmıştır. Menderes’in bu vasiyetini, “DP ve Menderes’in mirasçısı ve devamı” olduğunu söyleyen 
Süleyman Demirel tutmuştur. Askerlerin sıkıştırması karşısında başı darda kaldıkça, meşhur laf “Şapkasını alıp kaçmış”, fakat bir müddet sonra aynı makamlara 
hem de daha yükseklerine (1993’ de   Cumhurbaşkanı olması) gelmiştir.
İmralı’dan Topkapı’ya
      
       Tarihimizde, siyasi idamlardan olarak en çok tartışılan ve haksızlığı herkes tarafından kabul edilen Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idamları olmuştur. 
Neredeyse tamamen sebepsiz yere ve ciddi suç unsurları bulunmadan asılmışlar, darbeciler ve onların etkisindeki Yassıada Mahkemesi tarafından neredeyse 
tamamen, suçlu olsun, olmasın, “27 Mayıs’ın meşruluğunu ispatlamak” gibi bir garip ve yakışıksız ana gerekçe etrafında idam cezasına çarptırılmışlar 
ve infazları yapılmıştır.
Bir kere, idamların yapılmasına, başta komitenin başkanı Gürsel olmak üzere MBK üyelerinin çoğunluğu  karşı idiler. İdamların onaylanması için yapılan 
16 Eylül 1961 tarihli son toplantı da bile idam aleyhtarları çoğunlukta idiler. Bunun birden bire idamlar lehine dönmesi, Meclisin silahlı subaylarla sarılı olmasının sonucu, MBK üyelerine idamlar lehine karar çıkmazsa “öldürülme ve darbe yapma korkusu” verilerek, oylamada hür iradelerinin tecelli etmesine imkan verilmemiş, son anda  “korku” sonucu birkaç üyenin idamlar lehine oy kullanması üç idamın onaylanması ve infazına yol açmıştır.
27 Mayıs Darbesi ve Rejiminin puslu ve baskılı havası dağıldıkça ve insanlarımız serbest iradeleriyle düşünmeye başladıkça, 27 Mayıs Darbesinin ve idamlarının haksızlığı daha iyi gün ışığına çıkmaya başlamıştır. Daha 27 Mayıs Rejiminin ertesi İsmet İnönü’nün başbakanlığı günlerinde Yassıada Mahkemesinde ceza alanların affı gündeme gelmiş, İnönü zamanında kademeli olarak başlayan af, Başbakan Süleyman Demirel döneminde (1965 – 1971) tamamlanmış, üstelik Demokrat  Partililere uygulanan “siyaset yapma yasağı” da 1969’da kaldırılmıştır.

Zaman geçtikçe 27 Mayıs darbesi ve idamlarının haksızlığı daha iyi anlaşılmaya başlanmış, Başbakan Özal dönemine (1983 – 1993) gelindiğinde darbe mağdurlarının “itibarlarının iadesi” ve İmralı’da mezarları bulunan Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın mezarlarının buradan taşınması karaları çıkmıştır.
22 Mayıs 1987  tarih ve 3377 sayılı kanunla üç mezarın nakilleri kararı alınmış ve Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın isimlerinin tesisleri verilmesi kabul edilmiştir. Buna ek olarak, 11 Nisan 1990’da alınan bir kararla  “itibarları iade” edilmiş, üç mezarın nakli büyük bir törenle İstanbul – Topkapı’da yaptırılan “anıt mezar”a idam yıldönümleri 16 Eylül 1990’da taşınmıştır.

Menderes, Zorlu ve Polatkan, her idam yıl dönümlerinde “devlet töreni” ile anılmakta, haklarında methiyeler yapılmaktadır. Onların devrilmesine ve idamına sebep olanların ise isimleri unutulmuş, mezarlarının bile nerelerde olduğu bilinmemektedir.


http://www.kayserihakimiyet2000.com/tarihize-dusen-kara-leke-idamlarin-icyuzu/

***

TARİHİMİZE DÜŞEN KARA LEKE İDAMLARIN İÇ YÜZÜ BÖLÜM 1


TARİHİMİZE DÜŞEN KARA LEKE İDAMLARIN İÇ YÜZÜ  BÖLÜM 1


SÜLEYMAN KOCABAŞ

SÜLEYMAN KOCABAŞ
suleymankocabas@kayserihakimiyet2000.com

15 Eylül 2014 - 17:19:08
    
TARİHİMİZE DÜŞEN KARA LEKE   İDAMLARIN İÇYÜZÜ,
ADNAN MENDERES – FATİN RÜŞTÜ ZORLU VE HASAN POLATKAN’IN İDAMLARI 15- 16 EYLÜL 1961
                                                               

TAKDİM

      Bugün 16 Eylül 2014, yarın 17 Eylül, bundan 53 üç yıl önce 16 – 17 Eylül 1961’de Başbakan Menderes ve iki arkadaşı, 27 Mayıs 1960 Darbesinin 
tezahürlerinden olarak  İmralı adasında idam edilmişlerdi.                  

       27 Mayıs 1960 Darbesi, Demokrat Parti Genel Başbakan ve Başbakan Adnan Menderes’in, 14 Mayıs 1950 Genel Seçimleri ve ardından gelen  1954 ve 1957 seçimlerini kazanması sonucu, 1950 – 1960 zaman dilimindeki “Menderes Dönemi” olaylar zincirinde, Türk Silahlı Kuvvetleri içinden daha 1954’de kurulmaya başlanılan  darbeci bir cunta tarafından bir “gece baskını” şeklinde kendisini göstermiş “hükümet darbesi” idi.
       Darbenin gerekçelerinden olarak, esasında hiçbir ciddi geçerliliği olmayan  Başbakan Menderes’in “Ülkeyi diktatörlüğe ve kardeş kavgasına doğru götürüyor” denilerek yapılan darbı sonucu, “sanıklar” denilen başta Cumhur başkanı Celal Bayar, Başbakan Adnan Menderes, Bakanlar, Demokrat Partili Milletvekilleri ve çok sayıda   bürokrat tutuklanarak, Marmara’da bir ada Yassıada’ya yargılanmak için götürülmüşler, darbe yönetiminin “bir ihtilal mahkemesi” statüsünde kurduğu Yassıada Mahkemesinde haklarında 19 dava açılarak 14 Ekim 1960 – 15 Eylül 1961 tarihleri arasında yargılanan bunların aldıkları cezalarla ilgili  kararlar 15 Eylül 1961 açıklanarak mahkeme son bulmuştu.
        Yargılananlar, başta idam cezaları olmak üzere, müebbet hapis, hapis, siyasi  yasaklı hale gelme , memuriyetten men vb. cezaları almışlardı.
        Bu cezalar içinde, o günden  bu güne haklılığı veya haksızlığı  çok tartışılan, benim bir tarihici yazar olarak ciddi gerekçelerinin olmadığını gördüğüm Başbakan Adnan Menderes, Dışişleri Bakanı  Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan’ın idamları olmuştur. Tarihimize  “Kaka Leke” olarak gecen ve üstelik de bütün normal kanunu teamüller aşılarak “jet hızı” ile yapılan bu üç idam, bütün tafsilatıyla bu yazı dizimizde anlatılmıştır.

        Okuyucularımıza faydalı olması dileğimdir. 

İdam Cezası Alanlar, Gerekçeleri ve Oylama Oranları

       İdam cezası alanlar:  Yassıada Mahkemesi kararları 15 Eylül 1961’de açıklandı.  İdam cezası verilen 14 kişi şunlardı:  Celal Bayar, Adnan Menderes, 
Fatin Rüştü Zorlu, Hasan Polatkan, Refik Koraltan, Agâh Erozan, İbrahim Kirazoğlu, Hamdi Sançar, Nusret Kirişçioğlu, Bahadır Dülger, Emin Kalafat, Baha Akşit, Osman Kavrakoğlu, Zeki Erataman.
Ayrıca, Anayasayı ihlal suçundan  31 kişiye de idam cezası verilmiş, buların cezası yine YAD hakimlerinin kararıyla  Türk Ceza Kanunu’nun 59. maddesine göre müebbet hapse çevrilmişti.
İdam gerekçeleri: İdam kararı verilenlerin hepsi de Anayasayı İhlal Davasından, Anayasayı ihlal ile bunu cezalandıran TCK’nun 146 /1 maddesi ve  “şiddet kullanmak” a yönelik 188. maddesinden ceza almışlardı. Bu ana davanın dışında, yargılandıkları çeşitli dava konularından da bunların Anayasayı İhlal Davası ile birleştirilmesi sonucu  üst üste birkaç idam cezasına çarptırılmışlardı.

İdam kararı vermede oy oranı: Bayar, Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın idam kararları Yüksek Adalet Divanına üye hâkimlerinin “oy birliği”, diğerlerinin kararları ise “oy çokluğu” ile olmuştu.
İdamların Gizli Sebepleri I

“İhtilalin Meşruluğu İçin” Yargılama Yapılması ve Ceza Verilmesi

       “Yassıada’da yargılananlardan Celal Yıldırım, 27 Mayıs’ı “hakiki bir facia haline getiren olayın Yassıda Mahkemesi olduğunu” şöyle dile getirmişti: “ Ben şahsen bu darbeyi bir tabiat afeti sayıyorum. 27 Mayıs’ı bir zelzele, bir su baskını, bir yangına benzetirim. Bence asıl 27 Mayıs’ı bir facia haline getiren mahkeme safhası olmuştur.” (Nazlı Ilıcak, 15 Yıl Sonra 27 Mayıs Yargılanıyor, İstanbul, 1975, s. 399) “Bütün hazırlığı tamamdı bunların. Kan akıtmadan, can almadan ihtilal meşru sayılmazdı.” (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, İstanbul, 1973, s. 158)
Yassıada Mahkemesinin cezai kararlar yönünden en çok tartışılan ve tenkit edilen yönü, “İhtilalin meşruiyetini ortaya koymak için suçlular ihdas edilmek ve bunlara mutlaka ceza verilmek isteniliyordu” görüşü etrafında yapılan tespitler ve yorumlar olmuştu. Yargılananlardan Mithat Perim, “Milli Birlik Komitesi, Demokrat Parti iktidarının  Yassıada’da tutuklu bulunanlarından baş istiyordu” görüşlerine yer verir. (Mithat Perim, Yassıada ve İnfazların İçyüzü, s. 22). Alınmak istenen “baş” sayısı hakkında da gazeteci yazar B. Faik şunları yazar:“Suphi  Gürsoytrak (MBK üyesi), İrtibat Bürosunda (İstanbul’da Yassıada ile irtibat bürosu)  toplanmış 30 – 40 subayın önünde: ‘En az 50 – 60 kişiyi asmaz isek, ihtilalin meşruiyeti sarsılır’ sözünü tam o günlerde söylemiştir. Ve İstanbul Radyosunun bir odasında idam sayısının 50’den az olmaması icap etiğini, aksi halde ihtilalin meşruiyetini kabul ettirmenin zor olacağını söyleyen gene Komite üyelerinden biri, Mucip Ataklı idi.” Bedii Faik, İhtilalciler Arasında Bir Gazeteci, İstanbul, 1967, s. 15)

Gürsoytrak ve Ataklı, yukarıdaki sözlerini Yassıada dışında söylemekle kalmamışlar, Yassıada’ya gelerek, burada mahkeme başkanı Salim Başol ile görüşüp ondan en az 60 kişiye idam cezası verilmesini istemişlerdir. Görgü tanığı olarak, Yassısada Komutanı Yarbay Tarık Güryay’ın söyledikleri: “Bir gün  Milli Birlik Komitesinin iki üyesi  Mucip Ataklı ile  Suphi Gürsoytrak öğle yemeğine geldiler, dediler ki, ‘Yemeği senin odanda yiyeceğiz.’  Mahkeme Başkanı Salim Başol’u da çağırdık ve dördümüz yemek yedik. Yemek yerken bunlar konuyu açtılar ve Salim Başol’a dediler ki, ‘Reis bey, kararlarda 60’dan aşağı idam kararı verirseniz, biz,  yani Milli Birlik Komitesi gayri meşru oluruz. Yani 59 kişi bizi meşru kılmaz…’
Başol da bunun üzerine dedi ki: ‘Bu kararları tek başıma ben verecek değilim. Dosyaları heyet olarak inceleyeceğiz. Belki yüz kişi asarız, belki üç kişi asarız. Bu benim tek başıma vereceğim bir karar değildir….’ Onlar da dediler ki: ‘İşte mümkün olduğu kadar fazla olsun…” (Emin Çölaşan, Unutulmayan Söyleşiler Tarihe Düşen Notlar, İstanbul, 2006, s. 106)

İnfazları  İmralı adasında yapılacağı için idam edileceklere,  80 mezar kazılması istenmiş, İstanbul savcılığından 5 cellat ve 5 adet de idam sehpası talep edilmişti. İstanbul savcısı sızlanmış: “Ben bu kadar celladı nereden bulayım” diye. Elde kadrolu yalnızca bir cellat varmış. İmralı Cezaevi  Müdürü Ahmet Acarol, “Bu emri üç ay önce (Haziran 1961’de) yerine getirdik. Zeytin ağacı dikeceğiz diye 80 mezar kazdık” der. (.M. Ali Birant, Demirgırat Bir Demokrasinin Doğuşu, İstanbul, 1987, s. 265)

Yargılanan ve mahkum olanlardan Karanis’e göre,  Yassıada Mahkemesine daha önceden “Ceza alacaklar kontenjanı verilmiş”, cezalandırma sayıları buna göre yapılmıştı.  Berat ettirilen 45 milletvekilinin  oy birliği ile suçsuz sayılması bunun bir delili imiş. Sonra, dört idam kararının da “oy birliği” ile alınmasında bu kontenjan etkili olmuştur ki, bunlar Bayar, Menderes, Zorlu ve Polatkan’dı.
MBK üyelerinin  bir kısmı (özellikle CHP yanlısı olanlar), Yassıada Mahkemesinden mutlaka mahkumiyet ve idam kararı çıkması gerektiğini daha mahkeme sürecinde istemişler, 14’lerden Dündar Taşer’in  yargılananlardan  Necmettin Önder’e  anlattıklarına göre bununla ilgili bir sohbet sahnesi MBK üyeleri arasında şöyle cereyan etmişti:
“İhtilalin takriben beşinci ayı  sıralarında (Ekim 1960 ayı) bir gün Mucip  Ataklı, Emanullah Çelebi, Fazıl Akkoyunlu ben ve bazı arkadaşlar bir arada iken Ataklı birden bire:
‘İnfazları nasıl yapacağız?’ diye ortaya bir soru attı. Ben hemen atılarak:
‘Bu nasıl söz? Henüz muhakeme edip haklarında karar verilmemiş insanlar hakkında böyle nasıl  konuşabiliyorsunuz? Hele ölüm cezaları verileceğini nereden biliyorsunuz?’ dedim.
‘Verirler…Verirler  ölüm kararı’ dedi.  Ben tekrar:
‘Olmaz öyle şey!’ deyince  hiddetlendi.
‘Buna karşı gelecek olanın alnının ortasına tabancanın namlusunu dayarım’ diye gürledi.
‘Bana bak Ataklı! Biz birbirimizi gayet iyi tanırız. Kimin kaçtığı kimin kovaladığı malumdur. Otur oturduğun yerde. Senin o ölü koyun göz önü patlatırlar sonra…’ diye karşılık verdim.
‘Zaten siz bir gün bizi paketleyeceksiniz…’ (O günlerde henüz 13 Kasım 1960 darbesi olmamış, 14’ler tasfiye edilmemişti) dedi. Emanullah Çelebi de ondan tarafa çıkarak söz aldı. İleri geri söylenmeye başladı. Fazıl Akkoyunlu (14’lerden)  tabanca çekip üzerine yürüdü. Vahim bir çatışma güçlükle önlendi.” (Necmettin Önder, Siyasi Hesaplaşma Yahut 27 Mayıs, Ankara, 2008, s. 177)

İdamların Gizli Sebepleri II

Darbecilerin Kişilere “Düşmanlığı” ve “İntikam”  Almak İstekleri
       Darbecilerin darbeden önce, “aşırı düşmanlık duydukları” denilen kimselerin bulunması ve bunlardan “intikam” alırlarcasına özellikle idam cezasına “mutlaka çarptırılmak istenilenler” denilenler, idamlarına oy birliği ile karar verilen Bayar, Menderes, Zorlu ve Polatkan olmuştu.
“Darbenin baş suçluları Bayar – Menderes” denilen bu ikiliden ”Bayar’ın MBK tarafından “mutlaka idam edilecekler kontenjanı”na sokulmasının birçok sebepleri vardır.

Bayar ile ilgili sebepler:

a-Bir kere,  Cumhurbaşkanı Bayar, İnönü ile “ebedi dargınlığı” olan birisi idi. İkisi de Atatürk ve Devrimlerine “candan bağlı” kimselerdi. Aralarındaki ihtilaf, bunlara muhalefetten değil, ülke yönetiminde “metot farkı” , “makam paylaşmak” ve “şahsi kin ”den meydana gelen ihtilaftı. İnönü ve ekibinin yönetim anlayışı, “Seçkinci –Devletçi – Devrimci”, Bayar ve ekibininki ise “Liberal – Evrimci – Muhafazakâr” anlayıştı. Atatürk döneminde Başbakan  İnönü,  Atatürk’ün kendisine danışmadan Bayar’a İş Bankası’nı kurdurması, onu İnönü’den habersiz  hükümete İktisat Bakanı olarak ataması ve İnönü’yü başbakanlıktan indirince yerine Bayar’ı getirmesini  hazmedememişti. Bayar’ın İnönü’ye  “şahsi kini” ne sebep,  oğlunun ölümünde İnönü’nün rolünün bulunduğuna yönelik iddialardır.

Sonra, İnönü, Bayar’ın Genel Başkanı olduğu DP’nin üst üste üç seçim zaferi kazanmasını hazmedemeyip DP’ye yönelik  “kırıcı ve yıkıcı muhalefet” e başlaması sonucu Bayar’ın İnönü’ye olan düşmanlığını daha da artırması, bardağı taşıran son damla olmuştu. Öyle ki, Bayar bu  büyük ihtilaflar sebebiyle 10 yıllık cumhurbaşkanlığı süresince İnönü ile Çankaya köşkünde yalnızca bir defa, o da 1953’de  Cumhuriyet Halk Partisi’nin mallarına el konan kanun çıkarılırken İnönü’nün isteği üzerine yaptığı 10 dakikalık görüşme olmuştu.
Bayar, İnönü’yü hiçbir resmi kutlama ve resepsiyonlarına davet etmemişti. İşte, 27 Mayıs darbesinin arifesinde İnönü – Bayar arasındaki ihtilaf böyle ayyuka çıkmıştı.

Darbeden sonra yargılamalar, âdeta DP’lileri CHP adına yargılamak, özellikle sanıkları, İnönü ile olan “çekişme ve ihtilafları” sebebiyle onları “İnönü adına yargılamak” ağır basınca, bu sebepten dolayı zaten İnönü ile “baş ihtilafçı” olan Bayar’ın bundan dolayı  “en ağır ceza” idamlığa mahkum edilmemesi mümkün değildi.

b- “Darbeye giden yolda  Bayar mı yoksa Menderes mi daha çok hatalı?” yorumları yapılırken  “Bayar hatalı” hükmüne varılması, bir çok konuda Menderes’i onun azmettirmesi  de “baş suçlular” dan denilen Bayar’a “mutlak idam cezası”nın verilmesinin diğer bir sebebi olmuştu. Hele Menderes’in, Yassıda da yargılanırken zaten “mahkemenin bir  parçası” olarak hareket eden Ada Komutanı Güryay’a (yazdıkları doğru ise) “Bayar’ın sözünü dinlemeseydim şimdi ben burada olmazdım” diyerek bütün suçu Bayar yüklemek gibi bir pozisyonun içine girmesi de bunda etkili olmuş, siyasi gözlemciler  de hep, “Bayar olmasa Menderes İnönü ile anlaşırdı” yorumları yapmışlardır.

c-Bayar’ın “askerlerle ihtilafından olarak” denilerek, “Darbeye yeşil ışık yakan” denilen 22 Mayıs 1960 Harp Okulu Yürüyüşünü müteakip, Çankaya’da yapılan bunu  değerlendirme toplantısında Bayar’ın “Harp Okulunu tenkil etmeli” şeklinde görüş belirtmesinin “Harp Okulunu İmha etmek” e yorumlanıp, darbeden sonra bunun “Yalan Furyası”ndan olarak yoğun propagandasının yapılması da subayların Bayar’ı kendilerine düşmanlık sebebiyle “bir numaralı hedefleri” haline getirmiş, bu sebepten bu ona MBK’nin “Askere düşmanlık sebebiyle  idam edilecekler kontenjanı”na alınmasına sebep olmuştu.
“Bayar’ın Harp Okulu’nu imha planı” yalan propagandası, Bayar ve arkadaşları daha Harp Okulunda tutuklu iken ortayı çıkmış, bunun etkisiyle galeyan gelen  darbeci subaylardan Harp Okulu Komutanı  Sıtkı Ulay ve  Haydar Tunçkanat’ın  tutuklu DP’lileri “kurşuna dizmek” istediklerinden, bunun engellendiğinden bahsedilmiştir.

Menderes ile ilgili sebepler:

a-Darbeciler nezdinde Bayar’dan sonra, belki de önce, Bayar Cumhurbaşkanı olarak Anayasa gereği “yönetimde sorumsuz”, Başbakan Menderes ise “yönetimde baş sorumlu” olduğu için darbecileri ilk hedefleri arasında idi. Menderes dönemi ve 27 Mayıs darbesini anlatan kitaplarımızda bahsettiğimiz üzere, darbe sebepleri sayılır ve bunun mesulü aranırken yönetimin başı olarak bütün suç Menderes’in üzerine yüklenmiş, “yönetimden mutlaka gitmesi gereken şahıs” olarak değerlendirilmiştir.

b- Başbakan olması sebebiyle Menderes’in Bayar’a nazaran İnönü ile olan ihtilaf ve çekişmeleri daha açık, kırıcı ve yıkıcı olmuştur. Zaten DP’liler,  CHP ve  İnönü’ye muhalefetten ana ekseni etrafında yargılandıkları için, İnönü ile daha çok saçla –başla mücadele eden Menderes’in MBK’nin  “idam edilecekler kontenjanı” nın baş sıralarında bulunmaması mümkün değildi.
c- Menderes’in orduya karşı “kötü tutumları” ndan  olarak iki hususu  ön plan çıkarmak mümkündür. Bunlardan birincisi, sürekli özlük haklarının kötülüğünden, bu cümleden olarak aldıkları maaşlarla geçinemediklerinden ve bu durumlarının düzeltilmesi için Menderes’e sürekli dosyalar veren subayların, bu isteklerinin dikkate alınmaması da darbenin sebeplerinden birisi olarak “subayların özlük haklarının düzeltilmesi” olmuş, bunu düzeltmeyen Menderes’ten onu idam cezası vermek suretiyle “intikam” alınmak istenildiği üzerinde durulmuştur.
İkincisi, Menderes’e atfedilen, orduyu küçük düşünmeye yönelik olarak “Ben orduyu yedek subaylarla idare ederim” demesi gibi sözleri söylediği şayiaları da subayları onun aleyhine çevirmiştir. Menderes ise, böyle bir söz sarf etmediğini, bu sözün kendisine iftira olarak atılan sözlerden olduğunu söylemiştir. (Orhan Erkanlı, Anılar, Sorunlar ve Sorumlular, İstanbul, 1972, s., 347)

Polatkan ve Zorlu ile ilgili sebepler:

Bayar ve Menderes’e yönelik yukarıdaki sebepler dışında,  Polatkan ve Zorlu’nun “MBK’nin idamlar kontenjanı”na alınması ve bunlara oybirliği ile idam cezası verilmesinin sebepleri de  görevleri sırasında “Subayları aşırı şekilde darıltmaları” gösterilmiştir.  Maliye Bakanı Hasan Polatkan, subayların özlük haklarını düzeltmeye yönelik olarak maaşlarının artırılmasını gerek  Kabine ve gerekse  TBMM’nin bütçe konuşmalarında engellemiş, Meclis’te bunun aleyhine konuşurken, görüşmeleri izlemek için oraya gelen pek  çok general ve subay, “pek büyük bir üzüntü ile salonu terk etmişlerdi.” (Fikri Karanis,Koltuk Değnekli Demokrasi  ve 27 Mayıs Darbesi, İstanbul, 1996, s. 470)
Bu sebepten Polatkan, “Oy birliği ile idam edilecekler kontenjanı”na alınmıştı. Bu tezi kuvvetlendiren bir delil de, Yassıada’da yargılananlardan Gıyasetttin Emre’nin hatıralarında yazdığına göre, Yassıada Mahkemesi duruşmalarında kendisini göstermiş, mahkeme başkanı Salim Başol, subayların özlük hakları ile ilgili olarak Menderes’e hitaben şunları söylemişti: “Menderes! Siz 10 senede 97 milyon yatırım yaptınız. Köylüsü, bakkalı, çakkalı her kim elini cebine atsa binlik demetler çıkarıyor. Omuzlarında şeref yıldızı taşıyan bu şerefli subaylar ise ya bordum katında ya da dam altında barınmak mecburiyetinde kalmak zorunda kalmışlardır. Eğer sizin ‘millet – millet’ dediğiniz o güruha yapmış olduğunuz hizmetlerin yüzde birini bu şerefli insanlara yapmış olsaydınız, bugün bu akıbete maruz kalmazdınız. Onlar gelsinler sizi kurtarsınlar bakalım, nasıl kurtaracaklar?” (Gıyasettin Emre, Malakat Medrese’den Meclise  Meclisten Yassıada’ya, İstanbul, 2006, s. 306)
Yine yargılananlardan Baha Akşit’in anlattıklarına göre, darbeciler darbelerini  “özlük haklarını düzeltmek” e yönelik yaptıkları, sanıkları bu sebepten yargıladıklarına dair kendilerinin koğuş nöbetlerini tutan teğmen ve üsteğmenlerin şunları söylediklerinden bahseder: “Biz bodrumlarda yatarken siz saraylarda oturur musunuz? Tabii işin akıbeti böyle olur. Biz sıkıntı çekerken siz bolluk içinde olursanız mesele böyle sonuçlanır.” Nezahat Belen, Türkiye’ye Damgasını Vuran Bir Dönem, Bir Olay Bir Yaşam Dr. Baha Akşit, İstanbul, 1995, s. 125)
Polatkan’ın idamı ile ilgili olarak Yılmaz Çetiner’in yazdıkları: “  Albay Osman Köksal (Çankaya Muhafız Alayı Komutanı), ‘Biz’ diyordu, ‘burada zeytin ve kuru fasulyeye talim ederken, hemen yanı başımızda (Çankaya Köşkü)       havyar yiyorlar, en lüks yemeklerle sofralarını donatıyorlardı. Davetler, içkiler, âlemler… Kadınlar güya konser veriyorlardı Köşke, Bir çümbüş, bir cümbüş.’
Sonra üniformasını gösterip ilave ediyordu:
‘ Bir sivil elbise alacak mali gücüm yok. Üniforma ile bir eğlence yerine gidemezsiniz. Yer bile vermiyorlar. Gazozcu diyorlar subaylara. Bir başka şey içemezmişiz paramız olmadığı için. Evimde üç beş parça tahta mobilya var. Taksitle aldım. Taksitleri ödemekte bile zorluk çekiyorum. Bir albay futbol maçlarına bile gidemez mi?’
Kanımca Albay Köksal şikayetlerinde yüzde yüz haklıydı. O yıllarda subay maaşları çok düşüktü gerçekten Silahlı Kuvvetlerden hep buna dair şikayetler geliyor, fakat hükümet bunları dikkate almıyordu. Basireti bağlanmıştı sanki. Ama maaşlar az diye ihtilali kafaya koymak da,  demokraside kabul edilebilecek bir mazeret değildi.
Dayım Albay Fahri Çoker anlatmıştı.
İhtilalden birkaç ay önce Milli Savunma Bakanlığında Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının durumlarını düzeltmek için bir yasa tasarısı hazırlanmış. Maliye Bakanı Hasan Polatkan’a götürmüşler. Polatkan’ı güçlükle görebilmişler.  Bakan dosyayı fırlatıp atmış.
‘Böyle bir tasarıyı kabul etmiyorum’ demiş.
Ben de bunu  Burhan Belge’ye aynen söylemiştim.
‘Hocam,Adnan Bey, bu olayı duysa sanırım bir önlem alır. Çare bulur. Askerler gerçekten büyük sıkıntı çekiyorlar’ diye, ama başbakanın bunları duyacak, duysa bile önlem alacak hali  yoktu ki!” (Yılmaz Çetiner, Nefes Nefese Ömür, İstanbul, 2005, s. 336)
Zorlu için  “idam” ve “oybirliği ile karar” sebebi şu imiş:  Genelkurmay Harekat Başkanı  Şerafettin Koniray Paşa,  Yasısada’da yargılananlardan Fikri Karanis’e anlatmış: “Dışişleri Bakanı, her toplantı evveli, genellikle bakanlıkta, bazen de Genelkurmay’da  NATO‘da görevlilerle müzakereler yapar, bir masa etrafında, konuları tartışmaya açar, katılacakları toplantılara çok iyi hazırlanmalarını tembih ederdi.
Son derece titiz bir insandı. Hiçbir noktanın ihmal edilmesine razı olmaz,  böyle bir durumda da sinirlendiğini belli ederdi. Özellikle 1960’dan evvel yapılan toplantılarda, albay veya general olsunlar, görevi ciddiye almada gördüğü aksayan noktalar üzerinde fazlaca sinirlenmiş, bir defasında da dosyayı masanın üstüne fırlatmıştı. Bunun sonucu olarak yapılan toplantıya da hiçbir görevliyi beraberinde götürmemişti.
Bunlar, Silahlı Kuvvetlerde dedikodusu yapılan konulardı. Bu yüzden F. Rüştü Zorlu’ya kin besleyenler çoktu.” (Fikri Karanis, Koltuk Değnekli Demokrasi ve 27 Mayıs Darbesi, s. 471)
Zorlu ile ilgili Milli Savunma Bakanı yaveri ve darbeci cunta üyelerinden Adnan Çelikoğlu’nun yazdıkları: “Fatin Rüştü Zorlu ise, 1950’den sonra ordunun ihmal edilmesi, askerlerin kenara itilerek dışişleri bakanlarının, Amerikan yardımı yönünde gösterdiği yaklaşım ve askerleri küçük gören tutumu, ordu içinde nefreti temsil ediyordu. 27 Mayıs 1960’ a kadar Fatin Rüştü Zorlu, Amerikalılardan iki zırhlı tümen teçhizatı ve silahı koparmak için savaştı. Halbuki Türkiye,  zırhlı tümen gibi çok büyük manevra sahası isteyen bir arazi yapısına sahip değildi ve muharebeyi kabul ettiği sahalarda, bu tümenler kullanılamazdı. Ama F. Rüştü Zorlu, askeri stratejiyi bilmiyordu ve projeye karşı gelen generalleri emekli etmekte bir mahzur görmüyordu.” (Adnan Çelikoğlu, Bir Darbeci Subayın Anıları 27 Mayıs Öncesi ve Sonrası, İstanbul, 2010, s. 136)
Darbenin daha ilk haftasında, darbenin lideri Devlet ve Hükümet Başkanı Orgeneral Cemal Gürsel’in Bayar – Menderes  Zorlu – Polatkan dörtlüsünün, oy birliği  ile idam cezası alacaklarını ve bunların infazına MBK tarafından izin verileceğini nereden biliyordu? 27 Mayıs rejiminin Adalet Bakanı Amil Artus, o günlerde Gürsel’den şunları işitmişti: “Celal Bayar, Adnan Menderes, F. Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan hakkında ölüm cezasına hükmedilirse, bu ceza infazına Komitede izin verilebilir.” (Amil Artus’un Anıları, Milliyet, 24 Mart 1967)
Bütün gelişmeler, darbecilerin bu dört siyasinin idamı yanlısı olduğu, mutlaka idam cezasına çarptırılmaları gerektiği ve idamlarının infazının mutlaka yapılmasına yönelik olduğunu göstermektedir. Bunların gerçekleşmesi için öyle ki, daha  Yüksek Adalet Divanı kurulurken, seçilecek hâkimlerin “Darbecilerin istediği idam kontenjanı verecek şekilde” seçildiği anlaşılmaktadır. Alpaslan Türkeş bunun böyle olduğunu hatıralarını anlatırken açıklar. Adalet Bankı Amil Artus MBK üyelerine şunları söylemiş:” Şu hâkimi tayin edersek, sizi dinlemez, idam kararı vermez. Ama şu hâkim sizi dinler, ne isterseniz yapar.” (Hulusi Turgut, Türkeş’in Anıları Şahinlerin Dansı, İstanbul, 1994, s. 189)

Menderes’in İdamının MBK’de Onaylanmasında
Neler Etkili Olmuştu?
Bu etkileri maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz:
1-Gelecekte Menderes’in darbecilerden “intikam” alabileceği korku ve endişesi: Bunlar, Menderes’in idamının onaylanması için başrollerde oynayan CHP – İnönü yanlısı MBK üyelerinden Mucip Atalı tarafından Hekimoğlu’na şöyle dile getirilmişti: “Bir gün ansızın sordum:
-İdam cezalarının uygulanması için oy kullanmaktan pişman mısınız?
Cevap çok sert oldu:
-Hayır, kesinlikle değilim. İnsan olarak hiç kimsenin ölümünü istemem. Ama Menderes ölmeseydi kahraman gibi gelecekti bugün… Bayar’ın neler yaptığını görüyorsunuz.” (Müşerref Hekimoğlu, 27 Mayıs’ın Romanı, İstanbul, 1975, s. 235)
Kendilerine “İlim Heyeti” denilen, 28 Mayıs 1960’da yayınladıkları bir bildiri ile  27 Mayıs darbesinin “meşru” olduğuna dair “fetva” veren profesörler grubu, idamlar konusunda da  yine “İhtilalcilerden çok ihtilalci”, bir başka deyimle  “İdamcılardan çok idamcı” kesildiler ve Menderes’in mutlaka idam edilmesi gerektiğini telkin ettiler. 27 Mayıs için “Müdahale iyi” oldu yönünde fetva veren 7 profesörden biri olan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, idamlar konusunda İnönü ile olan bir konuşmasını makalesinde dile getirir. Konuşmanın seyrinde İnönü, “İdamlar hiçbir şeyi halletmez. Bilakis vicdanlarda ve efkâr-ı umumiyede üzüntü yaratır. Suç sabit olursa hapsedilirler. Maksat, suçluyu zararsız hale getirmektir. Hapis de bu işi görür” sözlerini sarfetmiş.
Velidedeoğlu, İnönü’nün bu görüşüne  Said Nursi ve Nurculuk olayından örnek vererek itiraz etmiş. Şunları söylemiş: “Bir Saidi Nursi’nin dirisi ile başa çıkamayan devlet, ölüsüyle bile başa çıkamadı. Ve yeni bir kâbe meydana getirmemek için gömüldüğü yeri kaybettirdi… Eğer Saidi Nursi 31 Mart Vakasında layık olduğu cezayı bulsaydı bugün Türkiye’de bir Nurculuk meselesi olmazdı.” (Hıf1zı Veldet Velidedeoğlu, Siyasi İdamlar ve İnönü, Milliyet, 27 Ocak 1972)
Velidedeoğlu, bu gerekçesiyle, “Said Nursi gibi ileride Menderes de başımıza bela olur, onu idam edelim, kurtulalım” demek istiyordu.
Demokratlardan Yassıada’da yargılanan Rıfkı Salim Burçak’ın yazdıkları: “Bize göre bu üç infaz, DP ile bağlarını hâlâ çözmediği görülen halkımıza karşı ihtilalcilerin duyduğu kızgınlık kadar, Adnan Menderes’in  hayatta bırakılması halinde, memleketin başına günün birinde yeniden gelmesi ihtimalinden duyulan korkunun da tesiri altında yapılmış, Komitenin infaz yanlısı üyelerini işte bu faktör etkilemiştir.” (Rıfkı Salim Burçak, İdamların İçyüzü, Ankara, 1997, s. 71)
Menderes idam edilmeseydi, siyasete döner miydi, dönmez miydi tam bilinmez. Yalnız, darbeden yediği büyük dayak karşısında iyice sarsılmış, bir daha siyasete girmeyeceğine “tövbe” etmiş, bu cümleden olarak, Yassıda’da kendisini ziyarete gelen oğlu Yüksel Menderes’e şunları söylemişti: “Sağ kalırsam, beni hiçbir kuvvet siyaset alanının seyircileri arasından ayıramayacaktır.” (Nusret Kirişçioğlu, Yassıada Kumandanına Cevaplar Yassıada İmralı Kayseri Gerçekleri 2, İstanbul, 1970, s. 118)
“Siyaset, siyasi koltuklar tatlıdır, tadını alanlar bundan vazgeçmezler” derler. Bunun tarihimizde yaşanmış örnekleri vardır. En yakın örnekleri, darbelerle “siyasi yasaklı” hale getirildikleri “yargılandıkları”, hatta “hapis” yattıkları halde Süleyman Demirel, Necmettin Erbakan, Alpaslan Türkeş ve Bülent Ecevit gibi başbakanlık, parti genel başkanlıkları yapmış siyasi liderler, “ağızları yanmamış”,  “bir fırsatını bulup” yeniden siyasete dönmüşlerdir. Bu örneklerden hareketle “Menderes de dönebilirdi” denilmiştir ki, bu büyük ölçüde doğrudur, Hele, halkımızın siyasileri “pohpohlaması” da dikkate alınırsa Menderes yeniden dönebilirdi. Zaten bu ihtimal de göz önünde bulundurularak idam edilmiştir.
2-Weiker, Menderes’in idamına onay sebeplerinden olarak, “demokrasi karşıtı” olabileceklere ders vermek, DP’lilerin “asamazlar, assınlar da bir görelim” propagandasını boşa çıkarmak ve “hayatı bağışlandığı takdirde köylülerin onu tekrar olağanüstü bir varlık olarak görebilecekleri, ‘suçlu buldukları halde Ordu bile öldüremedi onu’ diye düşünebilecekleri görüşü”nü gösterir. (Walter F. Weiker, 1960 Türk İhtilali, İstanbul, 1967, s. 68)
Menderes, 17 Şubat 1959’da  Londra yakınlarında geçirdiği bir uçak kazasında  herkes öldüğü halde kendisinin kurtulmasını halkımız, “Allah’ın sevgili kulu ki ölmedi” gibi olağanüstülüklere yükselterek onu iyice büyükmüş, “kutsamış” tı.
3-Menderes’in idamı “eksen değiştirme girişimi” ve “devrimlerden tavizi” ne de bağlanır. Yassıada’da yargılananlardan Gıyasettin Emre, bu cümleden birer örnek olarak  Menderes’in “Bağdat Paktı” kurarak, bununla “İslâm Birliği” kurmak istediği, İstanbul Topkapı’da “Mukaddes Emanetler” i yeniden eski yerini iade ettiğini gösterir. (Gıyasettin Emre, Malakat, s. 269) Hele, “Devrimlerden tavizlerin en büyüğü” denilerek Ezanın yeniden Arapçaya çevrilmesi başlı başına bir olaydır.
4- Menderes’i ipe götüren bir yol da “avanesi faktörü” nden olarak “çevresi” oluştu. Ona yaranmak için hiç kimse hatasını söylememiş, sürekli pohpohlamış, bunların etkisiyle Menderes “Meğer ben neymişsim” duygusuna kapılarak hata üstüne hata yapmıştı.
İleride göreceğimiz gibi Menderes idam edilirken “vasiyeti”nden olarak oğullarına yazdığı mektupta “çevrenize sakın aldanmayım” öğüdünde bulunacaktır.
“Aydın Menderes’le babasının naşını İmralı’daki mezarından almaya heyetle birlikte giderken, kendisiyle gelen bazı eski DP’lilere dönerek, ‘Babamın asılmasına sizler sebep oldunuz’ dediğini duymuştum.” (Recep Bilginer, Üç İktidar Üç Hayal Kırıklığı, İstanbul, 2005, s. 283)
5- Menderes’in “mutlaka idam edileceği” ailesinin içine doğmuştu. Oğlu Aydın’ın yazdıkları: “15 Eylül arifesinde biz mahkemenin ‘ölüm cezası’ vereceğini biliyorduk. O an için tek düşünce, acaba onaylarlar mı onaylamazlar mı noktasındaydı.”(Muammer Yaşar, Aydın Menderes Anlatıyor, Acılı Günler 1960, İstanbul, 1987, s. 109)
Aydın Menderes, annesi Berrin Menderes’in eşini idamdan kurtarmaya yönelik bütün girişimleri sonuçsuz kalınca şunları söylediğini yazar: “Oğlum, babanızı kolay kolay hayatta bırakmazlar bu gidişi de ayrıca hiç iyi görmüyorum.
Kin onun peşini bırakmaz ve bir de onu hayatta bıraktıkları takdirde kendisini hiç tanımadıkları için, kendisinin böyle bir yola asla başvuramayacağını bilmedikleri için kendileri için bir tehlike sayarlar, bizden intikam alır diye düşünürler, bu iki sebepten kolay kolay hayatta bırakmazlar. Zaten görüyorsun gelişmeler de iyi doğru gitmiyor.” (Aydın Menderes, Babam ve Ben, İstanbul, 2012, s.199)

İdamları Önleme Girişimlerinin Erkenden Başlaması
      
      İdamlara karşı olmanın mantığı: İdamlar hoş bir şey değildi. Hele bunun konusu “ünlü siyasiler” olunca hiç de hoş karşılanmıyor, “suçları yanında” denilerek “ülkeye verdikleri büyük hizmetler” göz önünde bulundurularak siyasi idamlara iyi gözle bakılmıyordu. “İleri demokratik ülkeler” denilen ve demokrasileri Türkiye’de taklit edilen Batı ülkelerinde siyasi idamlar çoktan kalkmıştı. Bütün bunların etkisiyle, Türkiye’de de “idamlar olmasın” havası kamuoyu ve yöneticiler nezdinde kendisini daha 27 Mayıs darbesi günü ve ertesinde hemen göstermişti.
       MBK’nin radikal kanadının veya 14’lerin idamlara karşı oluşu: MBK üyesi Türkeş’in lideri olduğu bunlar, daha işin başında DP’lilerin yargılanmaması taraftarı idiler. “Suçlu bulunanlar” denilenlerin İsviçre’ye “sürgün”e gönderilerek burada bir müddet kaldıktan sonra yurda dönmeleri taraftarı idiler. Türkeş, bu uğurda Gürsel’i ikna ettiğini, fakat daha sonra onun bundan nasıl vazgeçirildiği hakkında şunları yazar: “27 Mayıs’tan sonra Gürsel’i, Menderes ve arkadaşlarını İsviçre’ye göndermek üzere ikna ettim. Fakat CHP’nin Komite ve Ordu içindeki âletleri olan Mucip Ataklı, Osman Köksal, Ekrem Acuner, Cemal Madanoğlu, Sami Küçük, Fikret Kuytak ve Gürsel tarafından bu teşebbüsüm baltalandı ve çok şahsiyetsiz olan Gürsel de bunların fitnesi ile ilk aldığız karardan vazgeçti.” (Alpaslan Türkeş, Türkiye’nin Meseleleri,İstanbul, 1969, s. 288)
14’lerin bir görüşü de şu idi: “Mutlaka yargılama”  olacaksa, yalnızca Bakanlar Kurulu üyeleri ve Meclis Tahkikat Komisyonun  başkanı ile 15 üyesi yargılanmalı, suçları varsa, bu idam olmamalı, hapis yatarak cezalarını çekmeleri idi. 14’ler 13 Kasım 1960 darbesi ile tasfiye edilmeselerdi idamlar olmazdı. 14’lerden Numan Esin, MBK’de 37 kişi olduklarını, tasfiye edilmemeleri halinde idamların oylaması yapılsa aleyhte oy çıkacağını yazar. (Numan Esin, Devrim ve Demokrasi Bir 27 Mayısçının Anıları, İstanbul, 2005, s. 226) Bundan, 14’lerin tasfiyesinin sebeplerinden biri olarak da karşımıza “idamlara karşı olmaları” gerçeği çıkmaktadır. Onar tasfiye edince engel aşılmıştır.

İdam Olmaması İçin Gürsel’in Görüşleri ve Erken Temasları

      Kendisi darbenin başı olarak Gürsel, idam cezaları  verilmesi ve infazlarının yapılmasını istedi mi, istemedi mi hususu devamlı sorulmuş ve tartışma konusu olmuştur.
Gürsel, darbecilerin ve MBK’nin “en yaşlı üyesi” olarak, hem tarihi tecrübesi hem yargılananlarla hukuku ve dostluğu olan bir kişi olması ve hem de yabancı devlet başkanlarının idamların olmamasına yönelik istekleri sebepleriyle, idam cezası verilmesi, verilse bile infazlarının yapılmasına genelde sıcak bakmadı.
Prof. Nihat Erim, 24 Şubat 1961’de Gürsel’le görüşmesi sırasında Gürsel ona, “İdamlar infaz olunursa çok fena olur” demiş. Belçika’dan örnek vermiş:  1945’de siyasi suçlulara verilen idam cezalarının infaz edilmediğini söylemiş. Bizde idam olarsa bunu Batı’nın iyi karşılamayacağından bahsetmiş ve sonuç olarak “İdam ettirmeyeceğim” demiş. (Nihat Erim, Günlükler, 1925 – 1979, İstanbul, 2000, s. 730)
Devlet ve Hükümet Başkanı Gürsel, 3 Mart 1961’de İnönü’yü onunla görüşmek için makamına çağırdı. İnönü geldi. Ona idamlar konusunu da açtı. İnönü’nün damadı Metin Toker’in yazdığına göre İsmet Paşa’ya “Sizin yardımınız çok kıymetli olacaktır. Fakat Komiteye infaz yaptırmayacağım katidir” dedi. (Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1960 – 1961, Ankara, 1967, s. 264) İnönü’de bu görüşme ile ilgili olarak 18 Nisan 1961 tarihli notu olarak “not defteri” ne şu notu düşer: “Gürsel’le görüştüm. İdamları yaptırmamakta kararlı”. Aynı toplantıda İnönü “İnkılap Mahkemeleri’ne izin vermeyeceğini söylediği için Gürsel’i “tebrik” etmiş.” (İsmet İnönü, Defterler, C.I, İstanbul, 2000, s. 816)
Gürsel’in İnönü ile olan bu görüşmesinden anlaşılan, idamların yapılmamasında İnönü’nün de “büyük rolü” olacağından, onun kendisine bu konuda yardımcı olmasını istemesi olmuştur.
Gürsel, 18 Nisan 1961’de Yassıada Komutanı Güryay’la görüştü. Gürsel’in çağırması üzerine Güryay onunla 3 saat konuşmuş. Gürsel, yabancı devlet adamlarının idamların yapılmamasını istediğinden bahisle “İhtilali,  hepsi de tasvip ve taktir ediyorlar, fakat son perdenin ölümsüz kapatılmasını diliyorlar” dedikten sonra, “Bu isteğimin tahakkuk edebilmesi için ben ne yapabilirim, nasıl davranabilirim?” diye Güryay’a sorunca ondan şu cevabı almış:  “ Sayın Orgeneralim, dedim, o yabancı krallar, devlet başkanları, başbakanlar ve bütün öteki ünlü  kişiler, hükümlerini uzaktan verirken, bizim iç yüzümüzü, bizdeki ortamın gerçekten müstesna özeliklerini elbette ki sizin kadar, bizim kadar bilemezler. Benim naçiz inancıma göre, bir Devlet Başkanı olarak size düşen en doğru davranış, kendisine çok ağır bir görev yüklenilmiş bulunan Yüksek Adalet Divanını, adaletin belli yolları ve ölçüleri içinde ve kendi vicdanları karşısında, tamamen müstakil bırakmaktır.” (Tarik Güryay, Bir İktidar Yargılanıyor, İstanbul, 1971, s. 318)
Güryay’ın bu cevabı karşısında Gürsel şunları söylemiş: “ Peki Tarık dedi, verdiğiniz izahata teşekkür ederim. Bu meseleyi ileride yine görüşürüz. Fakat, benim niyetim, MBK’ni ölümsüz karara ikna etmektir!…” Ve ayrılırken ilave etti:
Beceremezsem kararlıyım: İstifa edeceğim.” ‘(Güryay, s. 318)
Kemal Bağlum, Gürsel’in  Güryay’la konuşması sırasında ona, ”Ben idam falan istemiyorum. Bunu hâkimlere söyle, zaten tutuklular için bir formül düşünüyoruz” dediğinden de bahseder. (Kemal Bağlum, Bir Dönemin Uyuyan Kulağı, Ankara, 2002, s. 152)
İdamlar konusunda Gürsel’in İnönü ile görüşmesinin hemen ardından Güryay’la buluşmasının sebebi, Güryay bir nevi Yassıada Mahkemesinin bir parçası olduğu, hâkim ve savcıları ile her gün teması bulunduğu için Gürsel onun vasıtasıyla yargıçlara “idam cezası vermeyiniz” isteğini direk olarak söylemesi veya ima,  ihsasla hissettirmesinden kaynaklanıyordu. Yani, bir türlü mahkemeyi etkilemek.
Gürsel, Temmuz 1961 ortalarında İstanbul / Florya Köşkü’nde idamlar konusunda yardımını almak için Cihat  Baban’ı  davet edip onunla görüştü. Gürsel ona şunları söyledi: “Ben sizinle iki meseleyi konuşmak istiyorum. Birincisi, şu idamlar meselesi… Ben de sizin gibi idamlara taraftar değilim, hiç kimsenin asılmasını istemiyorum; nihayet bir inkılap yaptık, bugüne kadar bu kansız oldu…(Şimdiden sonra da kansız olmalı). Onun için de Yassıada Yüce Divanından idam cezasının çıkmasını istemiyorum.  İdam soğuk şeydir, aslında gayri medenidir.” (Cihat Baban, Politika Galerisi Büstler ve Portreler, İstanbul, 1970, s. 256)
Gürsel, Baban’ la konuşmasında, idamların olmaması konusunda “Ben kendi çevremi ikna ederim; İnönü de kendi çevresini ikna etsin” e yönelik olarak şunları da söylemiş: “Haber aldım ki, bazıları suçlular asılsın diye yoğun bir propaganda yapıyormuş. Bizimkilerden bazıları çok sert gidiyorlarmış. Kurucu Mecliste olan bazı Halk Partililer de bunları tahrik ediyormuş. Senden ricam, git İnönü’yü bul, kendisine benden selam söyle, hem kendi partisindeki kışkırtıcıları sustursun, hem de bizimkilerle biraz meşgul olsun ve onları bu niyetten vazgeçirsin.” (Baban, Politika Galerisi, s. 256)
İdamlara karşı olan MBK üyesi Suphi Karaman, Gürsel’in 2 Ağustos 1961’de kendi arkadaşları ve  YAD Başkanı Başol ile, Gürsel’in kendilerini Florya Köşküne daveti üzerine olan konuşmalardan bahseder. Toplantıya, MBK’den Suphi Karaman, Fikret Kuytak, Ekrem  Acuner, Sami  Küçük,  Mucip Atalı ve Sezai Okan ile  YAD’dan başkanı Başol ve yardımcısı Hâkim General Rıza Tunç davet edilmiş.  Davetin esası, Gürsel’in idam cezası verilmemesine, verilse bile onaylanmamasına yönelik her iki tarafa da ima ve ihsasla da olsa mesaj vermekmiş. Gürsel, özetle şunları söylemiş: “ Duruşmalar sonunda vereceğiniz âdil kararların gelecek politik yaşam üzerindeki etkisi çok önemli olacaktır. Hiçbir politik mülahazanın sizlere etki yapmayacağına eminim. Vereceğiniz kararlara sadece hukukun gereklerini ve Türkiye’nin geleceğini düşünerek, vicdani kanaatlerinizle varacağınıza inanıyorum. Şimdi burada 6 MBK üyesi var. Eğer vereceğiniz kararlar arasında ölüm cezaları da bulunacak olursa, bu arkadaşlarımın şu anki düşüncelerine göre, bazıları bu cezaların infazından yana, bazıları da bu cezaların müebbet hapse çevrilmesinden yanadır.  O güne kadar düşüncelerini değiştirebilirler de. Tarih huzurunda ve arkadaşlarımın önünde size açıklıyorum ki, bugüne kadar sizin işlerinize karışmadık, bundan sonra da karışmıyoruz. Bu konuda MBK’ ya atfen size aktarılacak hiçbir telkini kabul etmiyoruz. Sizlerin bu gibi telkinlere itibar etmeyecek yüksek karakterinizi bilerek bu hususu tarih huzurunda bir kez daha yenilemek için toplantıyı yaptık.  YAD’ın diğer üyelerine de bunu anlatın.”
Başol, Gürsel’i şu cevabı vermiş: “Bize hiçbir telkin yapılmamıştır, bundan sonra da yapılmayacaktır. Biz, hukuki sorumluluğumuzun ağırlığını biliyoruz. Ülkenin yüksek çıkarlarından başka bir düşüncemiz yoktur. Bu toplantı vesilesi ile size ve MBK’ya bu düşüncelerinden dolayı minnet duygularım sunarım.” (Suphi Karaman, 30 Yıl Sonra 27 Mayıs, Cumhuriyet, 27 Mayıs 1960)
İdam olmaması için hükümetten Gürsel’e “muhtıra”: 27 Mayıs Rejiminin hükümeti idamlara karşı idi. Bu hükümetlerde Basın Yayın ve Turizm Bakanı olarak bulunan Cihat Baban’ın yazdıklarına göre, kendisinin yanında başta  Milli Savunma Bakanı Orgeneral Fahri Özdilek olmak üzere, Devlet Bakanı Mumcuoğlu,  İçişleri Bakanı Nasır Zeytinoğlu ve  Dışişleri Bakanı Selim Sarper idamlara karşı olanların en hızlıları imişler. Diğer bakanlar da aynı fikirde imişler. “Hükümet, bu konu etrafında düşündüklerini Milli Birlik Komitesine bildirmeliydi. Bir oldu bitti ile karlaşmamalıydık. Bu konuda Komiteden mülakat istendi, fakat cevap gelmedi. Günler geçiyordu. O zaman ben Basın Yayın ve Turizm Bakanlığından ayrıldığım için  arkadaşların muhtırayı yenilediler.  Aşağıda okuyacağınız  ve ilk defa gün ışığına bu kitapta çıkan muhtıra, o zamanki hükümetin idamlar karşısındaki  düşüncelerini aksettirmektedir. Tarih 22 Temmuz 1961’dir.” (Cihat Babam, Politika Galerisi,s. 226)
Gürsel’e hitaben yazılan 22 Ağustos 1961 tarihli hükümetin “muhtırası”, “Sayın Orgeneral” hitabıyla başlıyor, idam yapılmaması talep edilerek, bunun mahzurları anlatılıyordu. “Bizler, idam cezası şeklinde tecelli edeceklerin  tasdikinde en az mahzurlu yolun ihtilali kansız bir şekilde başaran ordumuzun, bunu aynı şekilde  tebdil edilmesinin  milletçe ihtiyar olunacak en isabetli ve selametli hal tarzı olduğu kanaatine varmış bulunuyoruz” deniliyor, Gürsel’in idamları önlemesi için müdahalede bulunması isteniliyordu. (Cihat Baban, Politika Galerisi s. 227)
      
İdamların Olmaması İçin İnönü’nün Görüşleri ve Erken Temasları

      İnönü’nün de Gürsel gibi, idamların yapılması ve yapılmaması konusunda “zikzaklı bir yol” çizdiği, genelde idamlara karşı olduğu üzerinde durur. İnönü için de bu  başta “tarihi tecrübesi”nden ileri gelmiştir. Kendisinin anlattıklarına göre, Atatürk ona “İdam ettikte ne oldu? Adamları meşhur ettik” demiş. Bu sebepten İnönü, idam edilecek DP liderlerinin de “Kahraman olacakları” düşüncesi ile yaşıyordu ve düşüncesinde haklı çıktı. Menderes, Zorlu ve Polatkan idam edilmeselerdi diğer DP ileri gelenleri gibi unutulup giderler, adlarına anıt mezar- türbe yapılmaz, her gün ziyaretgah yeri olmazdı. Ayıraca İnönü’yü, Avrupa’da siyasi idamların kaldırılması da etkilemiştir.
Yalnız, CHP’nin tabanı – hele bunların ifritleri, MBK’deki CHP yanlısı ifrit üyeler de dahil – idamların mutlaka yapılması yanlısı idiler. Böylece Menderes ve arkadaşlarından hem “10 yılın intikamı”nı almak hem de gelecekte bunların tekrar kendileri için “kuvvetli rakipler” olmaya devam etmemek uğrunda vücutlarının ortadan kaldırılmasını istiyorlardı. Hatta bu düşüncelerle İnönü’nün de işin başında iken “idamların infazı taraftarı” olduğundan bahsedilir ve  daha da ileri gidilerek “İdamların önlenmesi  gibi bir taraftarlık içine giren İnönü’nün bunda samimi olmadığı” üzerinde bile durularak, idamları açıktan olmasa bile gizliden “mutlak istediği” yönünde yorumlar yapılır.
İnönü’nün daha erkenden idamlara karşı olduğuna dair bilgi ve belgeler, CHP yanlısı kimselerin yazdıklarında yer almaktadır.  CHP Uşak Milletvekili Ali Rıza Akbıyıkoğlu’nun hatıralarında anlattığı göre, YAD’ın kurulduğu günlerde (Eylül –Ekim 1960’da) MBK üyelerinden Ahmet Yıldız,   bazı komite üyesi arkadaşları ile birlikte İnönü’yü ziyaret etmişler. İnönü onlara, “Eğer  YAD’dan ölüm cezası çıkarsa onaylamayın.  Bunların artık bir etkisi olmaz” demiş. (Ali Rıza  Akbıyıkoğlu, Demokrasimiz ve İsmet Paşa, Ankara, 1996, s. 171)
Yukarıda bahsettiğimi üzere, Gürsel, Temmuz 1961 ayının ortalarında Baban’la görüşerek, ondan idamların yapılmaması içini İnönü’nün de desteğini istemiş, Baban, bu isteği İnönü’ye iletmek için, Gürsel’le olan görüşmesinin hemen ardından, o sırada (Temmuz 1961’de)  İstanbul / Maltepe’de evinde bulunan İnönü ile görüşmüştü.  Baban, İnönü’yle olan konuşmasının seyrini şöyle anlatır: “ ‘Ben de idamların şiddetle aleyhindeyim.  Bu hususta bazı  MBK üyeleriyle de  konuştum… Ama onlar sert, bir türlü yumuşatamadım. Konuştuklarımdan hiçbirini ikna edemedim.’
Sonra gözlerini elinde tuttuğu kağıdın üzerinde dikkatle gezdirdi:
‘Ama dedi… Benim bildiğim, bu iş MBK’nin de elinden çıktı. MBK ile Silahlı Kuvvetler Birliği arasında yapılan protokolün bir maddesine göre, MBK, Yassıada Yüce Divanından çıkacak olan kararlar üzerinde hiçbir  tasarrufta  bulunmamak taahhüdünde  bulunmuş.
İnönü elinde MBK ile Silahlı Kuvvetler Birliği arasında hazırlanıp imzalandığını zannettiğim protokolün suretini tutuyordu.
-‘Bizim Halk Partisi mensuplarından bazılarının eğer Gürsel Paşa’ya doğru aksetmiş ise, idamlar için etrafın kışkırtmalarını süratle önleriz, ben onlara söylerim, sonra,  bu iddia ne kadar doğrudur bilmem… Geçenlerde yine birisi hakkında bana söylediler,  kendisiyle görüştüm, katiyen inkar etti. Sen sayın devlet başkanına söyle, MBK’sinden değil, SKB cephesinde bulunan büyük kumandanlarla görüşeceğim kimselerin isimlerini versin. Onlarla görüşeyim… Kendilerini ikna etmeye çalışayım…

Sonra ilave itti:

-‘Gürsel Paşa çok haklı, idam hiçbir şeyi halletmez, aksine başımıza yeni dertler, bünyede yeni yaralar açar. Halk arasına husumet yayar, bu kin duygusunu canlı tutar.
Biz bir süre politikada ölüm cezasının yeri olmaması lazım geldiği üzerinde konuştuk, sonra İnönü konuya döndü.
-Gürsel Paşa’yı ne kadar çabuk görmek mümkünse o kadar çabuk gör, kendisine söyle, bana yol göstersin, bilhassa hangi paşayla, hangi kumandanla görüşmem lazım geldiğini bana bildirsin. Bu iş için özellikle Ankara’ya gider görüşürüm.” (A.Rıza Akbıyıkoğlu, Demokrasimiz ve İsmet Paşa, s. 258)
İnönü, Gürsel’in Baban vasıtası ile kendisine idamların yapılmaması için isteğini bildirmesi üzerine, ardından  bu uğurda hemen harekete geçmiş olacak ki,  “27 Mayıs’ın Romanı” nı yazan Hekimoğlu’nun kitabında şu kayıtlar vardır: İnönü ile MBK üyelerinden Erek Acuner İnönü ile atışmış. İnönü, idamlar ve infazlarını istemeyince Acuner ona karşı çıkarak, “O Komiteci (Acuner)  Paşa’dan (İnönü)  işlerine karışılmamasını, hele davalar konusunda yalnız susmasını istiyor.” Bu tavır İnönü’yü  kızdırmış: “Tarihe katil diye geçeceksiniz!… Ortalığı kana bulayacaksınız!…” demiş. İnönü bağırmış, Acuner bağırmış, Acuner demiş: “Paşa sen bu işlere karışma, bizi birbirimize düşürme.” (Müşerref Hekimoğlu, 27 Mayıs’ın Romanı, s,236)

İnönü’nün “Komutanlarla teması”ndan olarak, MBK üyesi Suphi Gürsoytarak, Sunay, Önür ve Aydemir’le olan temaslarından bahseder. İnönü, idamları durdurmak isteği ile Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay’ın yanına gitmiş. Sunay, “Bu benim boyumu aşar, git KKK Korgeneral Muhittin Önür ile konuş” demiş. İnönü, Önür’e gitmiş. O da “Eğer Talat Aydemir kabul ederse ben de hayır demem” diyerek gidip Aydemir’in “olur” unu almasını istemiş. İnönü, bu sefer Harp Okulu Komutanı Aydemir’e gitmiş. Aydemir ona şunları söylemiş: “ Bizim ne yapacağımıza kendimiz karar veririz. Sizin bu işlere karışmamanızı tavsiye ederim.” İnönü kızarak şu cevabı vermiş: “Siz nihayet bir alay komutanısınız. Ben ordular yönetmiş bir komutanım. Bunun hesabını sizden sorarım” diyerek Harp Okulundan ayrılmış. (Kemal Bağlum, Bir Dönemin Uyuyan Kulağı, s. 62)
Bu konuşmalardan, idamlar ve infazları konusunun artık “İnönü’yü de aştığı” anlaşılmaktadır. Devlet, Hükümet ve MBK Başkanı olması sıfatıyla “Birinci derecede etkili” denilen Gürsel’i de aşmışa benziyordu. Gürsel,  sanki kendisini aştığı için İnönü’nün yardımına başvurmak zorunda kalmıştı.
Fahri Özdilek’in söyledikleri: “ Biz, bu idamların yapılmaması için müessir olmaya çalıştık. Rahmetli İnönü de bu idamları önlemek için yalnız bana üç defa gelmiştir.” (Nazlı Ilıcak, 15 Yıl Sonra 27 Mayıs Yargılanıyor, C. II, s. 613)
Dört MBK üyesi Sami Küçük, Suphi Görsoytarak, Ahmet Yıldız ve Suphi Karaman, 6 Eylül 1961’de İnönü ile Ankara / Ayten sokaktaki evinde bir görüşme yaparlar. Karaman’ın anlattıklarına göre, görüşmenin konusu idamlardır. İnönü’ye, MBK üyeleri arasında idamları onaylama oranının  9’a 13 olduğunu (13 oy, onaylanmasın oyu idi), durumun kritik olup, oranın her an idamların lehine değişebileceğini, bunun için İnönü’nün “açık tavır” alarak idamları önlemesini  istediklerini söyler. Konuşma şöyle geçmiş: “Kararın açıklanmasından önce bir demeçle kamuoyuna duyurmasını rica ettik. Aramızda geçen konuşmanın idamlara ilişkin bölümü özetle şöyle idi:
-MBK üyelerinin hepsini akıllı insanlar sanıyordum. Kansız bir ihtilal yaptınız. Başarınız için ne büyük bir ölçüdür. 27 Mayıstan sonra 16 ay geçti. İçinizde hâlâ idam düşünenler olduğuna şaştım.

-Kararların açıklanmasından önce bir demeç verirseniz baskılar azalır.
-O zaman görüşülmekte olan bir dava için siyasi bir demeç vermekle yeni Anayasa’yı ihlal eden ben olurum. Kararların ilanından hemen sonra bunu yaparım.

-Geç kalırsınız. Çünkü ertesi gün infazlar yapılacak.
-Bu kadar acele neden?
-Bu planlama bizim irademiz dışında yapıldı.

İnönü’nün yanından, onu son derece huzursuz ederek ayrıldığımızı fark etmiştik. Anayasaya konan yeni hükümden dolayı İnönü kamuoyuna yansıyacak bir demeç veremezdi.” (Rıfkı Salim Burçak, İdamların İçyüzü, s. 78)
MBK üyelerinden Ahmet Yıldız ve Suphi Karaman 13 Eylül 1961’de İnönü’yü evinde ziyaret etmişler. İnönü onlara, idamların aleyhinde olduğunu ve kendisine bir görev verilirse hazır olduğunu söylemiş. (A. Rıza Akbıyıkoğlu, Demokrasimiz ve İsmet Paşa, s. 171)
Bu görüşmenin olduğundan bahseden Yıldız, Nokta dergisine verdiği röportajında, İnönü’nün kendilerine neler söylediğinden ve kendi görüşlerinden olarak şunları yazar: “Bir gün İnönü bana: ‘İdam kararları çıkarsa sakın onaylamayın. Bu kadar hapiste kaldıkları yeter. Bir gün Atatürk bana demişti ki ‘Biz İstiklal Mahkemelerinden şunları, şunları astık… Şu, şu rezaletleri yok muydu? Vardı ama İsmet, bütün rezaletleri unutuldu, ama asıldıkları unutulmuyor’ dedi. İnönü sözlerini şöyle bağladı: ‘Onların bütün kusurları unutulur ama asıldıkları unutulmaz. Sakın ola ki asmayasınız!’ Hatta bu hususta MBK’ya çok kesin bir yazı da yazdı.

Üç kişinin asılmasına yol açan iki karşıt gücün çatışmasıydı. Şöyle ki, bir yanda Silahlı Kuvvetler Birliği ve o zamanki gençlik kuruluşları ‘Ya hepsini, ya hiçbirini’ diyordu. Bazı genç subayların ‘Çıkan idam kararlarının hepsi uygulanmazsa, tümünü biz vuracağız’ sözleri duyuluyordu. Diğer yandan DP yanlılarıysa ‘Astığınız kadar sehpa kurarak sizden asacağız’ diyorlardı. Tüm idamları onaylarsak, bütün partiler ve sivil kamuoyunun karşısında bulunduğu, seçim ortamını bozan bir ortam oluşacaktı. Hepsini onaylasak, Silahlı Kuvvetler Birliği,  gençlik kuruluşlarıyla işbirliği yaparak seçimleri engelleyecekti. Peki ne yaptık?  15 idamdan oybirliği ile alınmayanları bozduk.  Celal Bayar hakkındaki kararı ise hem yaş haddinden hem de devlet başkanlığı yapmış olduğundan bozduk. Böylece seçim ortamını kurtararak demokrasiye geçişi kolaylaştırdık.” (Rasih Nuri İleri, 27 Mayıs Menderes’in Dramı, İstanbul, 1986, s.97)

İdamların Olmaması İçin Gürsel’in Son Temasları

    İdam ve infazlarının olmaması uğrunda Gürsel’in son temaslarından olarak 13 Eylül 1961’de Başol’a mektup yazdığından bahsedilir. Gürsel, “Sayın Başol” diye başlayan mektubunda, idam cezası verileceği söylentilerinin çıktığından bahisle, bunun milli bünyede tehlikeli tesirler yaratacağı, milleti iki hasım zümreye böleceği üzerinde durarak,  mümkün görülüyorsa idam cezalarının müebbet hapse çevrilmesini “temenni” olarak bildiriyor, bu mektubunun “gizli” tutulmasını istiyordu. Gürsel’in bu mektubu Başol’a, Yassıada İstanbul İrtibat Bürosu kanalı ile gönderilmiş. Mektup Başol’ün eline ulaşmamış. (Sadi Koçaş, Atatürk’ten 12 Mart’a Anılar, C.II, Ankara, 1977, s. 996)

Mektuptan iki gün sonra idam kararları açıklanmış, ertesi gün üç idam infaz edilmişti. Mektup, ya yazılmamış, yazıldı gibi gösterilmiş,  ya gecikmiş ya da İrtibat Bürosuna bakan subaylar Silahlı Kuvvetler Birliğine mensup subaylar oldukları ve bunlar idamların infazını istedikleri için mektubu açıp okumuşlar,  Başol’a kasti ulaştırmamışlardır.  

       Hükümetin MBK’ne son müracaatı: 27 Mayıs rejimi hükümetinin MBK’ne idamların durdurulması için son müracaatı 13 Eylül 1961’de olmuştur. Hükümetin sivil bakanları kendi aralarında toplanmışlar, Komite’ye son bir muhtıra daha vermeyi kararlaştırmışlardır. İçeriği, “Kansız başlayan ihtilal kansız bitmeli” olan muhtıranın MBK’de tartışılmasına başlanmış fakat yarıda kalmış. Bunun üzerine,  Dışişleri Bakanı Selim Sarper ile Maliye Bakanı Kemal Kurdaş ellerinde dosya ile  MBK’nin toplantı halinde olduğu TBMM binasına gitmişler. Kapıda onları, Talat Aydemir ve Halim Menteş karşılamışlar.  Bunlar, büyük bir “hiddet ve öfke” içinde imişler. İki bakanın geliş sebeplerini sormuşlar. Komiteye “maruzatta bulunmak” istediklerini söyleyince sert muamele ile karşılaşmışlar ve tomsonlu askerlerin silahları kendilerine çevrili olduğu halde “Burayı terk edin” diye geri çevrilmişler. Ardından, toplantıda 4 idam kararı MBK’de onaylanmış. (Mithat Perim, Yassıada Faciası, C. II, s. 262)

Dört idamın onaylanmasını Gürsel’in teklif edişi: Yassıada Mahkemesi kararları 15 Eylül 1961’de  açıklanmış, aynı gün Ankara’da onaylanması MBK toplantısında görüşülürken idamlardan 4’ünün infazını Gürsel’in istediğinden bahsedilir. Hekimoğlu’nun yazdıklarına göre, toplantı havası çok elektrikli idi.  Giderek 15 idamın taraftarları artıyordu. Gürsel, bu havayı dağıtmak için “son bir çözüm teklifi” olarak şu teklifi ileri sürdü: “ Çoğunlukla (Oybirliği) ölüm cezası alanları onaylayalım şimdi.” Onaylanmış, dört idam kararı çıkmış ve diğerleri müebbet hapse çevrilmiş. İdamlarına mahkemede oybirliği ile karar verildiği için Bayar, Menderes, Zorlu ve Polatkan’ın onayları çıktı. Onaylamanın ardından Gürsel, yeni bir teklif de daha bulundu: 65 yaşını geçenlerin kanun gereği idam edilemeyeceklerini hatırlatarak, Bayar bu yaşı geçtiği için, idamının müebbet hapse çevrilemesini istedi. Oylamada kabul edildi. (Müşerref Hekimoğlu, 27 Mayıs’ın Romanı, s. 183)
Osman Bölükbaşı’nın Demeci ve Mektubu

        Bölükbaşının Demeci: Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Genel Başkanı Bölükbaşı, 20 Ağustos 1960 günü idamların yapılmamasına yönelik olarak verdiği demeçte şunları söylemişti: “Kansız başlayan ihtilalin kansız bitmesi kanaatimizce memleket için hayırlı olacaktır. Bu bakımdan, Yüksek Adalet Divanı’ndan idam kararları çıkarsa, bunları MBK’nın onaylamaması, bir atıfette bulunması en halisane temennimizdir. İhtilalin, gerisinde memleketin yarısını tehdit edebilecek bir kin ve intikam duygusu bırakmaması, bizi bu temenniye sevketen başlıca âmildir.” (Deniz Bölükbaşı, Türk Siyasetinde Anadolu Fırtınası Osman Bölükbaşı, İstanbul, 2005, s. 305)

Bölükbaşının, Yassıada Mahkemesi kararları daha açıklanmadan erkenden verilen bu demeci şu bakımdan önemli idi: İsteklerini yüksek sesle, kamuoyu ile paylaşacak şekilde dile getirmek. O günlerde ve hatta daha öncesinde Gürsel ve İnönü de idamların olmamasını istiyorlardı ama, “Mahkeme devam ediyor, bu süreçte yargı kararlarını etkilemeyelim, bu Anayasa ve ahlâka uygun düşmez” gerekçesi ile isteklerini açıktan dile getirmiyorlar, kapılı kapılar ardında taleplerde bulunuyorlardı.
İnönü – Gürsel ikilisinin isteklerini yüksek sesle dile getirmeleri önemli idi. Çünkü, bunlar çok etkili olup herkes onların ağızlarına bakıyordu. Bu yola başvurmaları büyük ölçüde idamların yapılmamasını etkiler, idam olmazdı. Gerçi Bölükbaşı yüksek sesle dile getirmişti ama o “küçük parti, küçük adam” olduğu için onu takan yoktu.
Bölükbaşı’nın MBK’ne mektubu: İdamların yapılmaması için Bölükbaşının son girişimi 15 Eylül 1961 günü saat 16’da MBK’ne bir mektup yazmak oldu. Mektupta, “Kansız başlayan ihtilalin kansız bitmesi” gerektiğinden bahisle, idamların olması halinde bunun toplumu “kin ve intikam”  duygularına sevkedeceği, bunun önlemesi  için idamların yapılmaması temennisi yer alıyordu. (Deniz Bölükbaşı, Türk Siyasetinde Anadolu Fırtınası, s. 302)  
      Bölükbaşının mektubunu gönderdiği saat 16 idi. Zaten bu sırada MBK idamları onaylamak için toplantı halinde idi. Mektubu, muhtemelen geç kaldığı için MBK’ne ulaşamamış, ulaşsa bile “ciddi” ye alınıp okunmamıştır. Hele, “etkin adam” denilen İnönü’nün mektubu okunmadıktan sonra…

       Bölükbaşı – Berrin Menderes görüşmesi: Menderes ailesi, mahkeme tarafından idam kararları açıklanınca, siyasiler nezdinde hemen harekete geçerek, idamların durdurulmasını onlardan talep etmişti. Berrin Menderes, İnönü ile olan görüşmesini onu evine giderek yapmıştı. Bölükbaşı ile telefonla görüş. Oğlu  Aydın Menderes’in söyledikleri: “Bu arada bir noktayı da eksik bırakmamalıyım. Annem, o zaman CKMP  lideri olan Osman Bölükbaşı ile  de bir telefon konuşması yaptı. Gününü tam hatırlamıyorum. 15 Eylül  ya da 16 Eylül olabilir. Bu telefon konuşması bize zor gelen, bizi düşündüren bir konuşma olmamıştır. Sayım Bölükbaşı’nın Yuvarlak Masa Toplantısına gitmediğini  ‘Bunlar orada bize idamları kabul ettirmek  isteyecekler’ dediğini biliyorduk.  Sayın Bölükbaşı, olaydan duyduğu üzüntüyü söylerken, anneme elinden geleni yapacağını çok samimi bir şekilde bildirdi.” (Muammer Yaşar, Aydın Menderes Anlatıyor Acılı Yıllar 1960, s. 139)
Ragıp Gümüşpala’nın  Garip Teklifi
                          
        13 Şubat 1961’de kurulduğu günden beri “Biz Demokrat Parti’nin devamıyız” propagandasını gizli ve açık olarak yapan Adalet Partililer,  bu misyonları sebebiyle herkes ve her kuruluştan çok kendileri idamlara karşı idiler. Kendi içlerinden olarak idamları durduracak kişi olarak AP Genel Başkanı Emekli Orgeneral Ragıp Gümüşpala’yı görüyorlar, Gümüşpala, biraz da asker kişiliğine güvenerek partililerini “İdamları yaptırmamak için çaba harcayacağım” vaadinde bulunuyordu.
Gümüşpala’nın, “DP’nin devamı oldukları” propagandası sonucu MBK ile arası iyi değildi. Bu sebepten idamların yapılmamasını yüksek sesle dile getirirse, adı geçen komite nezdinde bunun aksi tesir uyandırabilirdi. Bu sebepten daha işin başından beri Gümüşpala’nın meseleyi yüksek sesle dile getirmediği görüldü. Gürsel ve İnönü gibi kapalı kapılar ardında temasları oldu mu onu da bilmiyoruz.
İdamların durdurulması konusunda Gümüşpala ile ilgili bildiğimiz tek şey, Menderes’in intihar girişimi sırasında MBK üyeleri ile görüşmesidir. Gümüşpala,  16 Eylül 1961 sabahı Zorlu ve Polatkan’ın idamları yapıldıktan sonra, “İntihara kalkıştığı için henüz idam edilmedi” denilen  Menderes’i kurtarmak için son bir temas olarak Gürsel’den acele randevu talep  edip onuna konuşmak istedi. Gürsel, rahatsız olduğunu ileri sürerek randevu vermedi.  Devlet Bakanı Sıtkı Ulay’ın makamında Suphi Karaman ve Refet Aksoyoğlu’nun kendisi ile görüşmeye hazır olduğunu bildirdi. Toplantıya AP Genel Sekreteri Şinasi Osma da katıldığı halde görüşme 17 Eylül 1961 günü yapıldı.
Gümüşpala, Komite üyelerine idamlar sebebiyle AP teşkilatında panik başladığını, yurdun çeşitli yerlerinden 17 ilden partililerin sabaha kadar yol alarak Ankara’ya gelerek Genel Merkezi baskı altına aldıklarını ve kendilerinin büyük bir sıkıntı içine düştüklerini söyledi. Komite üyelerine taleplerini şöyle ileti: “ Hiç olmazsa Menderes’in idamı birkaç gün geciktirilsin. Hatta idam edilmeden ölümü sağlansın; gazetelerde  resmi basılmasın” Bunlar anlatan Suphi Karaman göre, Gümüşpala ile görüşme saat 13.30’da yapılmış, bu saatte Menderes asılmaya götürüldüğü için  Gümüşpala’nın istekleri havada kalmıştı. (R.Salim Burçak, İdamların İçyüzü, s. 102)
Ulay da hatıralarında, Gümüşpala ile görüştüklerinden bahsettikten sonra, onun kendilerine, Bayar’ın boynunu kayışı ile sıkarak,  Menderes’in de fazla uyku ilacı alarak  intihar girişiminde bulunduklarını söyledikten sonra “ Bıraksaydınız kendi haline, bu durumdan sonra  onları asarsanız göreceksiniz ki kahraman edersiniz” diyerek âdeta kendi vadeleri ile ölmelerini istemiş. Ulay, “daha sonra olup bitenleri görünce” diyerek,  Gümüşpala’nın teklifine “Bence de bu sözleri pek de yanlış değildi” şeklinde değerlendirir. (Sıtkı Ulay, Giderayak, İstanbul, 1996, s. 72)
Toker’in yazdıklarına göre,  Rafet Aksoyoğlu, Gümüşpala’ya çok kızarak, “Paşa, Paşa!  Siz bize, cinayet teklif ediyorsunuz. Biz katil değiliz” diye cevap vermiş. İdamlardan sonra Gümüşpala’nın korktuğu başına gelmiş. İdamları önlemediği için herkes ona yüklenmiş. Yurdun çeşitli illerinden gelen AP’liler parti genel merkezini basmışlar, birçok yerde istifalar olmuş. (Metin Toker, Demokrasimizin İsmet Paşalı Yılları 1960 – 1961, s. 290)
     
      “Asamazlar…” Propagandasının Etkileri ve İçyüzü

       İdamlar için hep “Halk tepkisini gösterse idi, idam edemezlerdi” denilmiştir. Bundan genelde, halkın sokağa dökülerek tepkisini fiili olarak göstermesi kastediliyordu. Böyle bir tepkinin olmaması, halkın 27 Mayıs rejiminden “Benim de başıma bir iş gelir” diye “korkması” ve adı geçen rejimin “baskı” politikasına bağlanır. Gösteriye katılanlar birkaç kişi olsa idi, belki onları tevkif ile etkisiz hale getirmek mümkündü. Ama bir meydanda binlerin, on binlerin haykırması karşısında darbe yönetimi hiçbir şey yapamazdı. Meydanlarda Menderes’i “Yaşa, var ol!” diye bağırarak dinleyen 150 binler 300 binler nerede idi?  Onu uçak kazasından sonra “kutsallaştıranlar”, Tarsus’ta oğlunu uğruna kurban etmek için arabasının öne yatıranlara ne olmuştu? Herkes bir anda tuz – buz olmuştu. “Kalabalıklara sığınmak, karınca yuvasına sığınmak gibidir” sözü herhalde bu an için söylenmiştir.
Menderes ve arkadaşlarını kitlesel gösterilerle kurtarmak imkanı olmayınca, “psikolojik savaş” a başvuruldu. Bu, Menderes’i asacaklara tehdide yönelikti. Beylik propagandası, “Asamazlar, assınlar da görelim, onları asanları biz de asarız” sözleri olup, bu büyük ölçüde DP’li seçmen kitlesine inhisar ediyordu. Darbeci subaylardan M. Emin Aytekin’in yazdıklarına göre, bu propaganda için “Yer Altı Teşkilatı ” kurulmuş, “Kulak Gazetesi” oluşturulmuştu. Köy kahvelerinde, dağda bayırda hep “Asamazlar….” propagandası yapılıyordu. Yine ona göre, bu propaganda ters tepmiş, idamların onaylanmasının diğer bir sebebi olmuştu. (M. Emin Aytekin, İhtilal Çıkmazı, İstanbul, 1967, s. 109)
Suphi  Karaman, 2 Şubat 1972’de Cumhuriyet Senatosunda yaptığı konuşmada “Asamazlar….” propagandasının idamların onaylanmasında etkili olduğunu şöyle dile getirdi: “Arkadaşlar, o infazların birkaç gün evveline kadar, ibre lehlerine idi. Aleyhlerine dönmesine sebep, o akılsız yer altı politikacılarının  ‘Yapamazlar, yapsınlar da görelim’ sözleri idi. Büyük ölçüde tahrik etmişlerdir… İnfazları onaylamak durumunda bulunan Milli Birlik Komitesi işte o homurtuların 27 Mayısın hukuki dayanakları  üzerinde, ihtilalin haysiyeti üzerinde, dayandığı Silahlı Kuvvetlerin haysiyeti üzerindeki etkilerini düşünerek  bunların infazı durumunda kalmıştır.” (Rıfkı Salim Burçak, İdamların İçyüzü, s. 69)
Muammer Aksoy’un söyledikleri: “İdamların sebeplerinden biri de şu: Binlerce, hatta on binlerce mektup yağdırılmış DP’liler tarafından Milli Birlik’e, ‘Sıkıysa idam edin, gösteririz size’ diye.  Zannediyorlar ki, bu tehditler onları durduracak. İşte tam aksi tesir yapıyor askeriyede. ‘Haa demek ki bunlar böyle diyor, biz berat ettirdik ama şimdi tekrar müzakere edelim’ diyorlar, müzakerenin yeniden ele alınması, yeniden oylama yapılmasından sonra 3 oy farkla idamlar oluyor.” (Bedri Baykam, 27 Mayıs İlk Aşkımızdı, Ankara, 19945, s. 52)
MBK üyesi ve Milli Savunma Bakanı Orgeneral Fahri Özdilek’e göre de “Asamazlar…” propagandasının idamların onaylanmasında etkisi olmuştu. “MBK haricinde teşekkül eden cuntanın (Silahlı Kuvvetler Birliğinin) rolü idamların tasdikinde % 30’dur. Asıl sebep, ‘Assınlar görelim’ şeklindeki tahriklerdir.” (Nazlı Ilıcak, 15 Yıl Sonra 27 Mayıs Yargılanıyor, C. II, s. 613)
DP’nin ileri gelenlerinden ve Yassıada’da yargılanıp ceza alanlardan Mithat Perim’e göre, “Asamazlar…” propagandasını yapanlar, DP’liler değil, bizzat darbecilerin kendileri olup, idamlarının oluruna, tahrikleri sonucu destek kazandırmak için bu propagandayı yapmışlardı. “Kararlardan önce, ‘Menderes’i asamazlar, asılamaz!’ diyenlerin, bu sözleri yayanların eski DP’liler olmadığı, aksine,  bunların Menderes’in asılmasını isteyen etkili (tahrikçi) unsurlar oldukları, o gün kudreti elinde tutanları, ‘Asalım da görsünler’ dedirtmek amacıyla bu havayı yoğun bir şekilde yaydıkları anlaşılmıştır.” (Mithat Perim, Yassıada Faciası, C. II, s. 266)
Diğer bir sebep, Türk milleti “ordu – millet” geleneğine sahip olup, ordusuna saygılı bir milletti. “Bir bildiği var” diyerek, “Ordusuna baş kaldırmaz” deniliyor, çoğu kimse, “Ordu acır, idam ettirmez” düşüncesi ile yaşıyordu. Ordu da zaten halkın idamları istemediğini, ölüm olursa bunlara acıyacağını biliyordu. İdamların aceleye getirilmesinin bir sebebi de sivil – asker bir kısım bürokratların zaman kazanıp idamları önleyebileceği yanında halktan da tepki gelebileceği ihtimali idi.
Menderes’in Avukatı Burhan Apaydın, halkın tepki göstermemesini, “Halk suçludur” şeklinde değerlendirerek,  “Kendisine hizmet edenlere vefasızlık örneği” olarak görür. (Menderes’in Avukatı Burhan Apaydın’ın Anıları, İstanbul, 2012, s. 145)

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***