25 Temmuz 2017 Salı

DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ BÖLÜM 14




DEMOKRASİ, DARBELER ve TÜRK MODERNLEŞMESİ  BÖLÜM 14


7. Yargı Birliği ve Askeri Yargı 

Demokratik bir sistemde askeri güç sivil otoriteye bağlı olup onun emrindedir. Türkiye’de anayasal süreç içerisinde askeri güç ilk olarak 1961 müdahalesinden sonra yapılan anayasa ile sisteme ağırlığını koymaya başlamıştır. 1971 ve 1980 askeri müdahalelerinden sonra da anayasal planda etkinliğini giderek arttırarak kendisine ait yargı alanını gerek ceza hukuku gerekse idare hukuku alanında genişletmiş, yürütme erkini Bakanlar Kurulu’ndan daha etkin bir şekilde kullanarak siyasi temsilcileri etkisiz bırakmış, dolayısıyla siyaset alanını da 
alabildiğine daraltmıştır.188 

Çift Başlı Yargı 

1961 Anayasası’nın 141. maddesi ile Askeri Yargıtay, askeri mahkemelerde verilen kararların temyiz incelemesini yapan bir yüksek mahkeme olarak düzenlenmiştir. Böylece ceza yargılaması alanında Yargıtay’ın yanına bir Askeri Yargıtay konularak yargılama birliği ilkesine aykırı, çift başlı bir ceza yargılaması yaratılmıştır. 20.9.1971 tarihli ve 1488 sayılı yasa ile yapılan değişiklikle, sivillerin askeri mahkemelerde yargılanacakları alan daha da genişletilmiştir. Bu değişiklikle askeri mahkemeler artık sivil kişileri sadece özel kanunda belirtilen askeri suçlardan dolayı değil, ayrıca kanunda gösterilen askeri mahallerde askerlere karşı işledikleri suçları nedeniyle de yargılar hale gelmişlerdir. 

Yine 353 sayılı yasanın 12. maddesine göre asker ve sivil kişiler müştereken bir suç işlerlerse bu işlenen suç askeri bir suç ise her iki sanık da askeri mahkemede yargılanacaktır. Bunun en somut örneği Sarmusak – Orakoğlu davası olmuştur.189 
Asker kişi olan Sarmusak’a yüklenen suç Türk Ceza Yasası’nın 54. maddesiyle askeri suç ile hiç ilgisi olmadığı halde askeri suç haline getirtildiğinden 
Sarmusak askeri mahkemede yargılanmıştır. Oysa Sarmusak’ın da asker kişi olmasına rağmen işlediği savlanan suç askeri bir suç olmadığından doğal yargıcı 
önünde yargılanması gerektirdi. Orakoğlu ise sivil bir kişi olmasına rağmen asker kişi olan Sarmusak ile müştereken bir suç işlediği savlandığından ve yüklenen 
suç yapay bir şekilde askeri suç kapsamı içine sokulmuş bulunduğundan askeri mahkemede yargılanmıştır. Bu durum doğal yargıç ilkesine tamamen aykırıdır. 

Yine 1971 değişikliğiyle ilk kez idari yargı alanında önemli bir düzenleme yapılmıştır. Bu düzenlemeyle artık askeri güç kendisine idare hukuku alanında yeni bir yargı yeri yaratmaktadır. 1961 Anayasası’nın Danıştay’ı düzenleyen 140. maddesine 20.9.1971 tarih ve 1488 sayılı yasa ile bir fıkra eklenmiş ve asker kişilerle ilgili idari eylem ve işlemlerin yargı denetimi Danıştay’dan alınarak yeni oluşturulan Askeri Yüksek İdari Mahkemesine verilmiştir. Askeri güç kendisine ceza yargılamasının yanında örneği bulunmayan bir Askeri Danıştay da yaratmıştır. Böylece idari yargıda gevşemeyle birlikte çift başlılık yaratılmıştır. Bu yüksek mahkeme hukuki bir mantığa ve ilkeye dayanmamaktadır. Her bakanlık kendi personeli için, kendi gölgesi altında yüksek mahkeme isteyebilir. Bu mantıktan hareket edilirse 800 bin personeli olan Millî Eğitim Bakanlığı’nın idari işlem ve eylemlerine ilişkin davaların Eğitim Yüksek İdare Mahkemesi’nde İçişleri Bakanlığı’nın idari işlem ve eylemlerine ilişkin davaların da İç Güvenlik Yüksek İdare Mahkemesinde görülmesi gerekir. Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, görev alanı daha da genişletilmiş haliyle 1982 Anayasasının 157. maddesinde yerini almıştır. Bu düzenleme ile artık AYİM askeri olmayan makamlarca tesis edilmiş olsa bile asker kişileri ilgilendiren idari işlem ve eylemlerden doğan 
uyuşmazlıkların yargı denetimini yapan ilk ve son derece bir yüksek mahkeme durumuna getirilmiştir. Hatta askerlik yükümlülüğünden doğan uyuşmazlıklarda ilgilinin asker kişi olma şartı aranmayacaktır. Böylece sivil kişiler de askerlik yükümlülükleri ile ilgili davalarını AYİM’de açacaklardır. Bu mahkemenin askeri yargıç üyeleri dışındaki subay üyeleri Genelkurmay Başkanlığınca her boş yer için gösterilecek üç aday içinden Cumhurbaşkanınca seçilmektedir. 1961 Anayasası ile başlayan süreç 1982 Anayasasında askeri gücün ceza ve 
idari yargısı ile (bir kısım suçları ve uyuşmazlıkları nedeniyle sivilleri de kapsayacak şekilde) kendisine ait, geniş ve etkili olduğu bir yargı alanı yaratması sonucuna ulaşmıştır.190 

Yargının Tarafsızlığı, Bağımsızlığı ve Ordu 

Anayasa yargısında asker etkisini inceleyen Hikmet Özdemir, 1962-1986 arasında Anayasa Mahkemesinin silahlı kuvvetler, askeri kurum ve kişiler ile savunma ve askeri yargı konularında 47 karar verdiğini tespit etmiştir. Varlık sebebi anayasada yazılı temel hak ve özgürlükleri korumak ve TBMM tarafından çıkarılan yasaların, başvuru üzerine anayasaya uygun olup olmadığını denetlemek olan Anayasa Mahkemesinin, dört kararını ele alan Özdemir; Türkiye’nin en yüksek mahkemesinin, verdiği kararlarıyla kendisine hayat veren 
orduya duyduğu şükran ve gönül borcunu ödediği ve verdiği kararlarda “askeri etkinin” ölçüsünün fazla kaçırıldığı sonucuna varmaktadır. 

Cumhuriyet Halk Partisi’nin açtığı davada, 1930 tarih ve 1632 sayılı Askeri Ceza Yasasındaki bazı maddelerin kimi hükümlerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasasının 7, 14, 30, 138. maddelerine ve ‘hukuk devleti’ ilkelerine aykırı olduğu ileri sürülerek iptalleri istenilmiştir. 1930’ların suç ve ceza sistemi ile 1961 Anayasasında kişinin temel hak ve hürriyetlerini ‘ileri’ bir şekilde düzenleyen anlayışın bağdaştırılması herhalde mümkün değildir. Bu durumun farkında olan Cumhuriyet Halk Partisi TBMM Grubunu, 14 Şubat 1963 günlü birleşiminde oybirliği ile Anayasaya aykırı yasalar için iptal davası açma kararı almaya zorlayan gelişme anlamlıdır. Ülkenin en büyük partisinin parlamento grupları toplanarak, Askeri Ceza Yasasında anayasa açısından ‘geri’ buldukları hükümlerin ayıklanması için girişimde bulunma kararı alma gereğini duyuyorlarsa, Anayasa Mahkemesinin de en azından böyle bir eğilim 
başladı diye sevinmesi beklenebilir. Beklenenin aksine yüksek mahkeme, ötekilere göre çok uzun (40 sayfa) kararında askeri disiplin ile ilgili 1930’lardaki düzenlemenin, 1961 Anayasasında temel hakların korunmasına yönelik hükümlere nasıl uygun düştüğünü kanıtlama çabasına girecektir: “Askerlik hizmetinde disiplinin ölüm-kalım derecesindeki önemine ve disiplini koruyabilmek için askerliğe özgü cezaların ve cezalandırma yollarının gerektiğine” inanan Anayasa Mahkemesi, Türk hukukunda askeri yönetim dönemlerinde başvurulan ‘çifte standart’ uygulamalarında öncülük yapar duruma düşmüştür. Daha kötüsü, yüksek mahkemenin askerlik görevinin önemini vurgulamak isterken kullandığı cümlelerdedir. On beş seçkin hukuk adamı şunları söylemektedir: 

Askerlik, şerefli bir görevdir. Bu şerefin korunması kaygısı en ağır müeyyideleri (cezaları) dâhil haklı kılar. Askerlik şerefine leke sürenlerin, yerine göre hapis, ağır hapis, hatta idam cezasıyla cezalandırılmaları yeterli değildir. Böylelerinin bir daha geri alınmaksızın asker topluluğunun dışına atılmaları, askerlikle olan ve askerlik hizmetinden doğan bütün ilişkilerinin kesilmesi ve bu ilişkileri hatırlatacak bütün izlerin silinmesi; kısacası, hiç askerlik hizmetine girmemişler gibi bir duruma getirilmeleri gerekir. 

Bir ülkenin Anayasa Mahkemesi, insanların: “Yerine göre hapis, ağır hapis, hatta idam cezasıyla cezalandırılmaları yeterli değildir” diye gerekçeli kararlar yazabiliyorsa, o ülkede hukuk diye başka bir şey yaşanıyor demektir.191 

Anayasada gösterilmediği halde Anayasa Mahkemesi tarafından uygunluk denetimi sırasında yapılan: “Türk Silahlı Kuvvetleri Türk Yurdunu, bağımsızlığını ve Cumhuriyeti korumakla yükümlü silahlı Devlet kuvvetidir.” veya “yurdumuzu, bağımsızlığımızı ve Cumhuriyeti dış ve iç düşmanlara karşı korumak ve kollamak görev ve sorumluluğunu yüklenmiş olan Türk Silahlı Kuvvetleri (…)” türünden tanımların anlamı ne olabilir? Yüksek mahkeme üyeleri de bilmektedirler ki, TC Anayasası millî güvenliğin sağlanmasından ve silahlı kuvvetlerin yurt savunması na hazırlanmasından (1961’de ‘savaşa hazırlanmasından’ denilmekte idi) Türkiye Büyük Millet Meclisine karşı Bakanlar Kurulunu sorumlu tutmuştur. Anayasa koyucu isteseydi söz konusu tanımlarda geçen silahlı kuvvetlerin ‘koruma ve kollama’ görevini belirtebilirdi. Özellikle böyle bir yola gidilmediği gibi 1961 ve 1982 Anayasalarında Bakanlar Kurulunun sorumluluğu hiçbir tereddüde yer bırakmayacak biçimde düzenlenmiştir. Yüksek Mahkemenin bu tutumunu açıklamak için iki yol vardır: Ya gerçekten silahlı kuvvetleri tanımlamak gerekmekte veya silahlı kuvvetler deyince cumhuriyetin (rejimin) gözetimi akla geldiğinden böyle bir tanıma ihtiyaç duyulmaktadır. Ne yazık ki her iki halde de Yüksek Mahkemenin tuttuğu yol yanlış ve demokratik rejim açısından sakıncalıdır. Silahlı Kuvvetleri tanımlayacak öğe yalnızca ‘koruma ve kollama’ mıdır? İkincisi, Anayasada yasama ve yürütme ile yargı güçleri açıkça düzenlenmesine rağmen neden başka kurumlar değil de Silahlı Kuvvetler öne çıkarılmaktadır. 

1963 yılında Adalet Partisi TBMM Grubu tarafından 1949 tarih ve 5398 sayılı, Millî Savunma Bakanlığının Kuruluş ve Görevlerine Dair Yasanın Anayasadaki hükümlere aykırı olduğu iddiasıyla açılan davada: Millî Savunma Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığı arasında değil bağlılık ilişkisini, “idari bir bağlantı kurulmasını” bile Anayasaya uygun bulmayan Anayasa Mahkemesinin: 
<Anayasanın 110’uncu maddesinin Genelkurmay Başkanlığının Millî Savunma Bakanlığına bağlanması hususunu kesin olarak önlemiş olduğunu kabul etmekte zorunluluk bulunmaktadır. Esasen bu dava dolayısıyla mahkememizce halli lazım gelen mesele de Genelkurmay Başkanlığının hangi Bakanlığa bağlanabileceğinin tayini olmayıp onu, Millî Savunma Bakanlığına bağlayan söz konusu kanun hükmünün Anayasaya uygun olup olmadığının tayininden ibaret bulunmaktadır. >
görüşünden hareket ile 1949’daki düzenlemede Millî Savunma Bakanlığına verilen görev ve yetkilerin iptali talebini yerinde bulması şaşırtıcı olmamıştır. Anayasa Mahkemesi, sivil otoritenin üstünlüğü ilkesini savunmak bir yana, Millî Savunma Bakanlığı ile Genelkurmay Başkanlığının 1970 tarihli ve 1325 sayılı Yasanın 6. maddesi ile düzenlenen ‘işbirliği’ çerçevesinde, her iki makamın görev ve yetkileri icabı, öteki makamlar ve kurumlar ile kuvvet komutanlıklarıyla yaptıkları yazışmalardan karşılıklı olarak birbirlerine bilgi vermeleri hükmünü bile Anayasaya aykırı bulmuştur. Anayasa Mahkemesi, Türk hukuk sistemindeki yerleşmiş hükümlerin açıkça ihlal edildiği bir olayda, askeri kaygıları hukukun önüne alma ve silahlı kuvvetleri korumacı çizgisini sürdürmeyi tercih etmiştir. 

1982 Anayasanın 119 ve 120. maddelerinde, doğal afet ve ağır ekonomik bunalım veya şiddet olaylarının yaygınlaşması ve kamu düzeninin ciddi şekilde bozulması sebepleriyle ilan olunacağı hükme bağlanan olağanüstü hal, toplumun günlük yaşamında esaslı değişiklikler getirmektedir. Bunlardan biri, 1985 tarih ve 3175 sayılı Köy Kanununun 74. maddesine İki Fıkra Eklenmesine Dair Yasanın 1. maddesidir.192 

< Yasa koyucu, köyde veya çevrede meydana gelecek olağanüstü hal ilanını gerektiren sebeplere ve şiddet hareketlerine ait ciddi belirtiler karşısında ‘Geçici Köy Korucusu’ adı altında yeni ve özel bir kolluk kuvveti oluşturmuştur. Bu durum 1985 yılında Halkçı Parti tarafından Anayasaya aykırı bulunarak iptal davasına konul edildiğinde Yüksek Mahkemenin, Mahalli idarelerin en küçük birimini oluşturan köylerde asayiş ve düzeni korumak Devlete olduğu kadar köy tüzel kişiliğini temsil eden muhtara ve onun emrindeki köy korucularına ait bir görevdir. > şeklinde bir yorum yapması, köy korucuları sisteminin uygulandığı Güneydoğu ve Doğu Anadolu’daki “köy korucuları ile 442 sayılı Köy Yasasında sözü edilen köylerde asayiş ve düzeni sağlamakla görevli muhtar ve bekçi” arasındaki farkı anlamadığının göstergesidir. 

Belki sadece bu nedenle Anayasa Mahkemesi, Olağanüstü Hal ilan edilen illerde hükümetin, eline silah verdiği eğitimsiz köy erkeklerini eş ve çocukları ile birlikte ölüme gönderişine ortaktır. Bu insanlar köy korucusu olduklarında ayrılma yanlısı silahlı grupların; bu işi kabul etmeyince de güvenlik kuvvetlerinin karşısında hesap vermek durumunda kalmaktadırlar. 

Anayasa Mahkemesinin önüne gelen davalara birey veya topluluklar açısından değil, devlet ve özellikle ne olduğu ve ne yana çekileceği belli olmayan “kamu yararı” gibi soyut kavramlarla bakması, kimi zaman yurttaşların canı pahasına uygulanan yasaları devlet ve toplum yaşamında tutabilmektedir. 

Belirtilmesi gereken diğer önemli bir husus; Türkiye’de askeri darbelerin geleneksel ürünü olarak ortaya çıkan 1961 ve 1982 Anayasalarından askeri yönetim uygulamaları ile ilgili olarak karar alanlar, tasarrufta bulunanlar ve uygulayanlar hakkında cezai, mali ve hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemeyeceği ve bu maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağı hükme bağlandığı için Anayasa Mahkemesine bir iş düşmemektedir.193 

Askerlerin 27 Mayıs 1960 müdahalesini eleştirmeyi Millî Güvenlik açısından sakıncalı bularak yasaklayan 38 sayılı Yasaya aykırı davrananların bir yıldan beş yıla kadar ağır hapis ile cezalandırılmalarını hükme bağlayan yasa koyucunun (parlamento çoğunluğu), bu şekilde bir uygulama ile darbe sonuçlarının tartışılmasını önlemek istediği açıktır. 

Anayasa Mahkemesinin de böyle bir yasağı yerinde bulması, darbe sonuçlarını koruma isteği dışında bir anlam taşımamaktadır. Anayasa Mahkemesine kendisine hayat veren 27 Mayısçı subaylara duyduğu şükranı ve gönül borcunu ödeme fırsatı yaratan bu kapsamdaki üç davada da ret kararı verilmiştir. İlginç bir nokta ise, her üç dosyanın da 20/21 Mayıs 1963’teki askeri ayaklanmadan kısa bir süre önce ve aynı gün (8 Nisan 1963) karara bağlanmasıdır. Anayasa Mahkemesinin tutum ve davranışları üzerinde öteki ülkelerde de tartışma 
yapılmaktadır. Siyasi sistem içindeki yeri yasama ve yürütme ile ilişkilerinin sistemin işleyişi açısından rolü hakkında birbirleri ile çelişkili görüşler öne sürülmektedir. 

Prof. Mümtaz Soysal’ın anlatımıyla: 

< Anayasa Mahkemesinin tutumu toplumdaki sosyal güçler dengesi üzerinde etki gösterir ama mahkemenin içtihatları da aynı sosyal güçlerin gelişmesinden kopuk olarak meydana çıkmaz mutlaka onların etkisi altında kalır. Anayasa Mahkemesi kararlarında çeşitli güçlerin etkisi bu anlamda kaçınılmaz olmaktadır. Bununla birlikte askeri etkide ölçünün biraz fazla kaçırıldığı da kabul edilmelidir. Bu durumda hemen bir soru akla gelebilir: Anayasa Mahkemesi kararlarında görülen askeri etkide askerlerin payı nedir? Herhalde bu pay, askerlerin rejim üzerindeki etkilerinden daha az değildir.194 >

Özdemir’in bulgularını, bir dönem Anayasa Mahkemesinde raportörlük de yapan Osman Can teyit etmektedir: “Bugün cari olan siyasal, sosyal ve yargısal hayatımıza ilişkin temel doğruların yüzde 80’den fazlası darbe zihniyetinin ürünüdür: Anayasa Mahkemesi bu güne kadar demokrasiyi güçlendirecek hiçbir şey yapmamıştır, temel hak ve özgürlükleri değer olarak görerek koruyucu hiçbir şeye imza atmamıştır.195 Askeri yargılama hukuk devletinin gerçekleşmesine engel oluşturmaktadır. Çünkü askeri yargıçlar bağımsız ve güvenceli değil. Çünkü askeri yargıçlar subay üniforması ve dolayısı ile hiyerarşik bir yapılanma içinde görev yapıyorlar. Askeri hâkimler biri mesleki, diğeri kıta amirlerinden aldıkları subay sicili olmak üzere iki tür sicil almaktadırlar. Bu sicillerin ortalamasına göre askeri hâkimler terfi etmektedirler. Bu, askeri hâkimlerin idarenin bir noktada emrinde olduğunun da göstergesidir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin benimsediği objektif ölçüte göre, Türkiye’de askeri yargı komutan etkisine maruz olduğundan, bağımsız ve yansız değildir. Türkiye bu ve benzeri kararlardan dolayı 1999’da Devlet Güvenlik Mahkemelerinden askeri üyelerin çıkarılmasını kabul etmiştir.196 Askeri hâkimlerin atanmalarında bağlı bulundukları kuvvet komutanları yetkilidir. Denetlemelerini Millî Savunma Bakanlığı’na bağlı teftiş kurulu yapmakta, Millî Savunma Bakanı kendilerine 
disiplin cezası verebilmektedir. Üstelik askeri mahkemelerde komutan tarafından görevlendirilen bir muharip sınıf subayı yargıçlık yetkisi kullanmaktadır. Hiçbir demokratik ve hukuki çerçeveye sığmayan bu mahkemelerin olağan dönemlerde dahi bazı suçları nedeniyle sivilleri yargıladığını düşünün. Türkiye’de televizyon programcısı iki sivil, halkı askerlikten soğutmak suçundan askeri mahkemede yargılandı. Anglosakson hukuk sistemine bağlı ülkelerde (İngiltere, Amerika, Kanada) askeri yargılamanın siviller üzerinde hiçbir yetkisi yoktur. Kaldı ki, salt sivillerin mi bağımsız ve güvenceli yargıçlar önünde yargılanma hakkı vardır? Subay, astsubay gibi doğal yargıçlarından bir süre için ayrılmış bulunan 
askerlerin de bu hakları anayasal planda yurttaş olmaları sıfatıyla vardır. İşte demokratikleşmenin ve hukuk devleti olmanın ipuçları burada yatmaktadır. Çoğulcu demokratik sistemle yönetilen ülkelerden Almanya, İsveç, Danimarka ve Norveç’te barışta; Avusturya’da ise savaşta dahi askeri mahkemeler bulunmamaktadır. Fransa, Belçika, Hollanda, İsviçre ve İspanya’da askeri mahkemelerin kuruluşuna sivil yargıçlar katılarak sivilleştirme yolu açılmıştır. Hatta Cezayir, Fas, Tunus gibi Afrika ülkelerinde dahi askeri mahkemelerin kuruluşunda sivil yargıçlar görev almaktadır. Ayrıca Belçika, Fransa, Hollanda, İngiltere, Kanada, Rusya, Cezayir ve Tunus’ta Askeri Yargıtay yoktur. 
O halde Silahlı Kuvvetlerin, iç disiplin açısından Almanya’da olduğu gibi disiplin yargılamasına sahip kılınması yeterli olup, askeri mahkemelerin kaldırılarak gerekiyor ise adliye içerisinde uzmanlık mahkemesi olarak; “Askeri” değil “asker” mahkemesi olarak düzenlenmesi (iş mahkemesi, basın mahkemesi, çocuk mahkemesi gibi) ve bu mahkemede görülecek davaların temyiz incelemesi görevinin de Yargıtay’ın ceza dairelerinden birine verilmesi, yargılanacak sivil ve asker kişiler bakımından güvence sağlayacaktır. 

Tarihsel süreç içinde asker-sivil ilişkileri bir dansa dönüşmüştür. Bugün her konuda yaşanılan ve demokratik sistemin önünü tıkayan ilişkiler zincirinin Osmanlı İmparatorluğundan miras alındığı bir gerçektir. Sorunları çözemeyen yöneticilerin asker üzerinden siyaset yapma çabaları, askeri siyasetin içine çekme ve hatta iktidarı askerle paylaşarak sorumluluktan kaçma gayretleri sivil kadroların ve dolayısıyla gerçek bir demokrasiye ulaşmanın çıkmazı durumuna gelmiştir. Öte yandan askerin, sivil kadroların yetersizliğini ve başarısızlığını kullanarak ve bazen de başarılı olmalarının önünü tıkayarak ya da demokratik süreç içinde bunalımların aşılabileceği noktalarda yapılan müdahalelerle bu süreci geciktirerek siyaset yapmak ve ülke yönetme hevesi de bu çıkmazı derinleştiren diğer bir boyut olmuştur. Orduların görevi yurt savunması ve buna bağlı olarak askeri hizmetleri, aksamadan ve düzenli yürütmeleridir. Bunu 
sağlayacak ise hazır olma ve itaat ilkeleri, yani sonuç olarak askeri disiplindir. İşte askeri ceza hukuku ve onu uygulayan askeri yargının varlık nedeni de ordu disiplinidir. Bu ölçüt çerçevesinde asker kişilerin söz konusu ilkelere aykırı eylemlerinin askeri mahkemelerde veya disiplin mahkemelerinde görülmesini anlamak olanaklıdır. Ancak asker kişileri bu suçların dışındaki suçlar bakımından askeri yargılamaya bağlı kılmak doğru değildir. Hele sivil kişilerin askeri yargılanmaya bağlı kılınmaları askeri yargılamanın varoluş nedeniyle açıklanmayacağı gibi doğal yargıç ilkesiyle de bağdaşmamaktadır. Askeri suçlar sırf askeri suçlara indirgenerek tanımlanmalıdır. Diğer bir deyişle askeri suçlar salt askerler tarafından işlenebilen ve doğrudan doğruya askeri disiplini bozan askeri yarar ve gerekleri ihlal eden eylemleri düzenlemelidir. Bu suçlar askeri mahkemelerin görev alanlarının belirlenmesinde ana ölçüt olmalıdır. Yine Anayasanın 37. maddesindeki “kanunen tabi olduğu mahkemeden başka” ibaresi “doğal yargıcından başka” olarak değiştirilerek doğal yargıç ilkesi anayasada ve net bir şekilde yer almalıdır.197 

BÖLÜM DİPNOTLARI;

188 Ümit Kardaş; Askeri Gücün Anayasal Bir Yargı Alanı Yaratması ve Yürütme Erkini Etkin Bir Şekilde Kullanması, Bir Zümre, Bir Parti Türkiye’de Ordu, Birikim Yayınları, İstanbul, 2009, s. 295-298. 
189 Köstebek Davası: 1997 yılında Emniyet İstihbarat Dairesi bazı önemli belgelere ulaştı. Belgelere göre Orgeneral Çevik Bir'in emriyle, Batı Çalışma Grubu (BÇG) adında bir birim oluşturulmuştu. 16 Nisan 1997 tarihli olan ve bütün askerî birimlere gönderilen ilk belgede, laiklik aleyhtarı faaliyetlerin arttığı 
vurgulanarak camilerin gözetim altına alınması emrediliyordu. Plana göre görevli askerî personel camilere gidecek ve laiklik karşıtı fiil ve sözleri ivedilikle 
garnizon komutanlıklarına bildirecekti. Çevik Bir imzasını taşıyan ve bütün askeri birimlere gönderilen 29 Nisan 1997 tarihli ikinci belgede her ildeki öğrenci 
yurtları, özel okullar, dernekler, vakıflar, Kur'an kursları, imam hatip okulları ve bu kurumlara giden gelenlerin sayısının ve kimliklerinin tespit edilmesi 
isteniyordu. Üçüncü belge ise birimin bilgi ihtiyaçlarının karşılanması hakkında idi. Emniyet İstihbarat Dairesi, askeri darbe hazırlığı olarak algıladığı belgelerle 
ilgili bir rapor hazırlayıp dönemin İçişleri Bakanı Meral Akşener, Başbakan Necmettin Erbakan ile Başbakan Yardımcısı Tansu Çiller'e iletti. 
Erbakan, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel'i BÇG belgelerinden haberdar etti. 
190 Ümit Kardaş (2009); s. 298-300 
191 Hikmet Özdemir (1993); s. 304, 314, 315.
192 Hikmet Özdemir (1993); s. 316, 317, 318, 322, 323, 328. 
193 Askeri yönetim dönemindeki uygulamalardan dolayı cezai, mali ve hukuki sorumluluk iddiası ileri sürülemeyeceği ve bu 
maksatla herhangi bir yargı merciine başvurulamayacağı hakkında: 1961 Anayasası, geçici 4.md. ve 1982 Anayasası, Geçici 15. Md. 
194 Hikmet Özdemir (1993); s. 329, 330, 334, 340. 
195 Muhsin Öztürk (2012); s. 55. 
196 Gültekin Avcı (2008); s. 100. 
197 Ümit Kardaş (2009); s. 303, 306, 308-310. 


KAYNAK PDF FORMATLI
https://www.tbmm.gov.tr/sirasayi/donem24/yil01/ss376_Cilt1.pdf
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ  DARBELERİ ARAŞTIRTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  
Türkiye Büyük Millet Meclisi (S. Sayısı: 376) 

15 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder