8 Mart 2021 Pazartesi

KIZILAYCILAR NE YAPMAK İSTİYOR?

KIZILAYCILAR NE YAPMAK İSTİYOR?




Dr. Tahir Tamer Kumkale
7 Şubat 2020


Arkadaşlar, efendiler ve ey millet, iyi biliniz ki, Türkiye Cumhuriyeti şeyhler, dervişler, müritler, meczuplar memleketi olamaz. 
En doğru, en hakiki tarikat, medeniyet tarikatıdır.(Gazi Mustafa Kemal Atatürk)

     Kızılay yönetiminin Başkent Gaz Şirketinden aldığı 8 Milyon Dolar bağışın 7.925.000 Doları doğrudan Ensar vakfına aktarılmış. 
Hukuksuzluk içinde hukuksuzluk yapılıyor. Devletten açıkça vergi kaçırılıyor ve buna Türk insanının göz bebeği Kızılay aracılık yapıyor.



     Çocukluğumun, gençliğimin ve ihtiyarlığımın en gurur verici unsuru olan KIZILAY imajını yıkan Kızılay Başkanı Kerem Kınık Efendi ve ekibini şiddetle kınıyorum.

Elimde kumbara kapı kapı dolaşıp bağış topladığım günleri hatırlayıp bugün gelinen noktadan sadece utanıyorum.
Eski Başkan Tekin Küçükaliyi yeniden göreve davet ediyorum. 
Bu konuda duyarlı olan Türk vatandaşlarından da kınama bekliyorum.

***

Kanal Projesi; Üç İstanbul’a yol açar mı?

Kanal Projesi; Üç İstanbul’a yol açar mı? 



Prof.Dr. Sait Yılmaz 
18 Aralık 2019 

 

Giriş.. 

Türkiye konumu göz önünde bulundurulduğunda, Avrupa kıtası ile dünya petrol 
rezervlerinin yaklaşık her birinde %45 petrol ve doğalgaz rezervlerine sahip Ortadoğu, petrol rezervlerinin % 8,8‟ine, doğalgaz rezervlerinin % 28,7‟sine sahip Kafkasya arasında enerji köprüsü olan bir ülkedir. Türk Boğazları, ülkemizin olduğu kadar, Karadeniz'e kıyıdaş ülkelerin de gerek ekonomisi, gerek askeri güvenliği açısından hayati önem taşımaktadır. 
Boğazlar, Karadeniz ülkelerini dünya piyasalarına bağlayan ana ticaret güzergâhı dır. Yeni gündemimiz İstanbul Kanalı Projesi.. Bu makalede de İstanbul Kanalı Projesi ile ilgili düşüncelerimizi bilimin gözü ile tartışmaya çalışacağız.. Ancak, proje pek bilimsel değil, bu yüzden uluslararası tecrübelerimiz devreye girecek, gene stratejilerden ve geri plandaki şüphelerden bahsedeceğiz.. 

 İstanbul Kanal projesi güvenlik ve gelir sağlar mı?. 

İstanbul Boğazına paralel olarak açılması planlanan İstanbul Kanalı‟nın uzunluğu 40-45 km.; genişliği yüzeyde 145-150 m., tabanda yaklaşık 125 m., suyun derinliği ise 25 m. olacaktır. Kanal İstanbul normal şartlarda ulusal bir kanal olacaktır ancak finansman yapısı, krediler ve kredi anlaşmaları bilinmiyor. 
 Kanal İstanbul Projesi‟ni savunanlar temel olarak iki gerekçe öne sürmektedirler; 
boğazlardaki deniz ulaşımında güvenlik ve gelir sağlamak. Projeye olumlu bakanlar; İstanbul Boğazı'nın gemi trafiğini rahatlatmak ve boğazdan geçen nükleer bomba eşdeğerindeki yılda 10 bin tankere buradan geçiş sağlamak iddiasındadır. Rakamlara göre; İstanbul Boğazı‟ndan yılda ortalama 43 bin gemi geçmekte, bunların 3 bin kadarı kimyasal yük ya da gaz taşıyan tanker dir 
(Tablo 1). 

Tablo 1: İstanbul Boğazı'ndan Geçen Gemilerin Tipleri Ve Yıllarına Göre Dağılımı 

Öte yandan, boğazı geçen gemilerin transit geçiş hakları olduğu için kılavuzluk ve bazı vergiler dışında gelir seviyesi oldukça düşüktür. Tablo 2‟de görüleceği gibi yıllık gelir Süveyş ve Panama Kanalı‟nda milyarlarca dolar iken, İstanbul Boğazı‟ndan 180 milyon dolar civarındadır. 

Tablo 2: Süveyş ve Panama Kanalı ile İstanbul Boğazı Yıllık Gelirleri (2015). 
 
 Kanal Projesi‟nin hem ticari hem de turizm etkinliklerini artıracağı söylenmektedir. 
Kanal İstanbul‟a destek daha çok reel sektörden gelmektedir. Projeye inşaat ve iş makineleri sektörü Türkiye ekonomisinin büyümesine büyük katkı sağlayacak sektör olarak bakmaktadır. 
Bu projede ele alınması gereken bir diğer önemli ekonomik konu ise arazi rantıdır. Ancak, bu konuya girmek istemiyoruz. 
 Projenin kendi kendisini finanse edebilecek bir proje olduğu iddia edilse de etüdü 
henüz yapılmış değildir. 50 milyar dolara mal olması beklenen projeden 7-15 bin kişilik istihdam sağlanacağı düşünülmektedir. Yetkililer bu proje sayesinde yıllık 6-8 milyar dolar gelir beklemektedir. Projenin tamamlanması ile birlikte her gün 150-160 geminin geçmesi düşünülen Kanal İstanbul‟un Boğaz‟ın yükünü ciddi derecede azaltacağı öngörülmektedir. 

İstanbul Boğazı‟ndan yılda geçen 44 bin ticari geminin tamamı Kanal İstanbul‟dan geçmiş olsa ve gemi başına kaba bir hesapla 136 bin dolar geçiş ücreti alınsa ancak yıllık 6 milyar dolara ulaşılır1. 
 Kanal İstanbul projesinin başarılı olabilmesi için gemilerin ve özellikle tehlikeli yük taşıyan gemilerin İstanbul Boğazı‟nı değil Kanal İstanbul‟u kullanmaları gerekir. Montrö Antlaşması'na göre Türkiye'nin Boğaz'ı trafiğe kapatması ve isteği doğrultusunda trafiği Kanal'a aktarması mümkün değildir. Ülkemiz hem Montrö Sözleşmesine, hem de uluslararası hukuka göre, gemileri Kanal İstanbul‟u kullanmaya zorlayamayacaktır. 
Günümüz küresel ekonomik şartları bağlamında bir değerlendirme yapıldığında, geçiş yapmak isteyen gemilerin maliyet ve zaman açısından zorunda kalmadıkları sürece Kanal İstanbul‟u tercih etmeyecekleri tahmin edilmektedir 2. 
Kısaca, Kanal Projesi‟nin iki önemli argümanı da geçersizdir yani bilimsel değildir. 
Öncelikle İstanbul Boğazından gemi başına verilen hizmet karşılığı yaklaşık 90 dolara geçmek var iken ticaret gemilerini Kanal İstanbul‟dan geçişe nasıl zorlayabilirsiniz? 

 Güvenlik yani tanker tehlikesine gelince; Kanal Projesi‟nde de hemen hemen aynı tehlikeler yaşanacaktır. Kanalın 25 m. derinliği olup 20 m. su altı derinliği olan gemileri geçirme durumunda gemilerin hareket alanını kontrol etmek mümkün olmayacak belki boğazlardan daha fazla kaza riski ile yüz yüze kalınacaktır 3. Derine indikçe özellikle su kaynakları olmak üzere doğal felaketle ile tehlikeler artacaktır. 

 Kanal Projesi’nin olumsuz yanları.. 

İstanbul Kanal Projesi‟nin olumsuz yanları ile ilgili elimizde aşağıda özetlediğimiz 
uzun bir liste var. Bu olumsuzlukların başında genel olarak Montrö Sözleşmesinin tekrar gündeme gelmesi öne sürülse de asıl mesele yol açacağı çevre felaketine odaklanmaktadır. 

Karadeniz ve Akdeniz arasındaki biyolojik, kimyasal ve fiziksel farklılıklar, 
Çanakkale ve İstanbul Boğazları ile Marmara Denizi‟nden oluşan Türk Boğazlar Sistemi aracılığı ile dengelenmektedir. Birbirinden farklı sıcaklık ve tuzluluk oranlarına sahip olan Akdeniz ve Karadeniz, türbülans ile aralarında ısı, madde ve su değişimi sağlayarak birbirine karışmaktadır. Bu sisteme yapılacak olan bir müdahale sonucunda sistem tamamen çökecek ve Marmara Denizi‟nin felaketi gerçekleşecektir. 
Proje‟nin, Küçükçekmece Gölü ve Sazlıdere Barajı‟nı kapsayan bir rotada inşa 
edileceği ileri sürülmektedir. Günümüzde gerekse insan hayatı için gerekse kuşlar ve yaban hayatı yaşamsal öneme sahip olan bu su kaynakları, Kanal İstanbul ile devreden çıkarılacaktır. 

Orman ekosistemi ve iklim değişikliği üzerine de tahribata neden olacak etkilerinin bulunduğu Proje‟nin inşasıyla beraber ekolojik sistem tamamen çökecek, İstanbul‟un doğal yaşamı altüst olacaktır. 

Harita 1: İstanbul Kanalı Projesi İçin Seçilen Güzergah 
 
Uzmanlar Karadeniz‟i dev bir havuza benzetmektedir. Uzmanlara göre, derinliği 25 metre olan ikinci bir musluk açıldığında Karadeniz'in suyu Marmara‟ya daha hızlı akacak, bol besinli üst tabaka zaten çan çekişen alt tabakaya baskı yaparak oksijenin hızla azalmasına neden olacaktır. Karadeniz‟in suyunun Marmara Denizi‟ne boşalacağını ve çevrenin çılgınca tahrip edileceği öngörülmektedirler. Projenin tamamlanmasıyla birlikte Terkos, Küçükçekmece ve Büyükçekmece gölleri kuruyacak, Marmara Denizindeki su ürünlerine zarar verecektir 4. 
İstanbul‟un yer altı su damarları kesilmiş olacaktır. Karadeniz‟in tuzlanma süreci daha da hızlanacaktır. Oksijen oranının azalması, milyonlarca yıldır oluşan doğal dengede oluşan tuzluluk oranının değişmesi, balık cinslerinin olumsuz etkilenmesi, Marmara‟dan gelecek dip akıntılarıyla Karadeniz‟in kirliliğinin artması, Karadeniz ‟in renginin ve veya kokusunun değişmesi vs. görülecektir. 
 Olumsuz yanları saymakla bitmiyor, biz özetlemeye devam edelim; 
 - İstanbul, bugüne kadar yapılan bütün planlarda doğu-batı istikametinde gelişmesi gereken ve kuzeye asla gelişmemesi gereken bir coğrafyada bulunmakta dır. İstanbul'un su havzaları ve ormanları kuzeyde olduğundan kuzeye doğru büyümesi sakıncalıdır. İstanbul ormanları yüksek miktarda karbon depolamaktadır ve tüm bu nedenlerden dolayı kuzey ormanları yaşamsal önem taşımaktadır5.Yeni yerleşim bölgelerinin açılması bu anlamda risk teşkil etmektedir. 
 - Proje öz itibariyle kentte hava kirliliğine ve sağlık sorunlarına neden olacak, gemi kazası/patlama vb. tehlikeler İstanbul Boğaz kıyısından, Kanal İstanbul kıyısına taşınmış olacaktır. 
- Proje kapsamında E-5, TEM ve tren yolu için inşa edilecek en az üç yüksek köprü, İstanbul‟un batıyla olan ulaşımını zorlaştıracaktır. Doğal ulaşım ağı köprülü ve sınırlı sayıda geçişe izin veren kapasiteli geçiş ile Trakya ve Avrupa‟ya açılan güzergâhı sınırlandırmış olacaktır. 

Halen kullanılmakta olan ancak kanal için deplase edilmesi gereken İstanbul-Trakya demiryolu, TEM Otoyolu, E5 Otoyolu, onlarca önemli karayolu, Terkos-Alibey tarihi su galerisi, içme suyu isale hatları, atık su kolektör leri gibi sayısız büyük yapıyı da unutmamak gerekir. 

- Proje kapsamında ulaşım, enerji ve çevre uygulamalarının yanı sıra kanal çevresinde modern bir yaşam alanı oluşturulması hedefleniyor. Dolayısıyla bölge yoğun bir yapılaşma baskısı altında kalacaktır. 
- Proje deniz canlılarının, su havzalarının, verimli tarım alanlarının ve ormanların ciddi şekilde olumsuz etkileneceğini bir gerçektir. Milyonlarca yıldır buraya uyum sağlamış balık popülasyonlarının çok ciddi şekilde etkilenmesi, bunun sonucuna balık popülasyonlarında ciddi düşüşler yaşanmasına neden olacaktır. 
 - Proje, İstanbul‟un uluslararası öneme sahip deniz ve kıyıları, doğal ormanları, nadir fundalıkları, kumul alanları ve sulak alanlarının geri dönülmez bir şekilde gözden çıkarılması anlamına geliyor. 
 - Kanal İstanbul Projesi‟nin gerçekleşmesi halinde zarar görecek diğer bir alan ise tarım arazileridir. İstanbul sınırları içerisinde genel olarak 5 bin hektar sulu tarım arazisi yer almaktadır. Fakat sulama olanaklarının yetersizliği ile bu alanın yaklaşık 3 bin hektarlık kısmı devlet yatırımlarıyla gerçekleşmiştir. Denizden ormanlara, bitkilerden tarım arazilerine bölge ciddi bir çevre tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır. Proje ile kilometrekarelerce memleket toprağı suların altında kalacaktır. 
 - Kuş göçü üzerine etkileri; önemli bitki alanı olmasının yanı sıra Terkos Gölü‟nü de içinde barındıran Terkos Havzası, sahip olduğu fauna türleri (memeli, kuş sürüngen, vs.) ve bu türlerin yaşamasına olanak veren doğal yaşam alanları (habitatlar), biyolojik çeşitlilik açısından İstanbul‟un arda kalan son doğal alanlarından birisidir. Kış aylarında 10 binden fazla su kuşu türünün barındığı ve üreyiş gösterdiği Terkos Gölü ile çevresi Doğal Hayatı Koruma Derneği tarafından belirlenmiş olan “Önemli Kuş Alanları” içerisinde yer almaktadır. 
Tüm bu canlıların yaşamı, 3. Havaalanı‟nın Terkos Gölü koruma kuşakları içerisinde yer almasından dolayı projeden doğrudan etkilenecektir 6. 
- İklim değişikliği; ilk olarak küçük ölçekli iklimi; sonrasında ise bölgesel iklimi etkileyebilecek güce sahiptir. 

 Montrö Boğazlar Sözleşmesi ve Kanal Projesi ile ilgili stratejik meseleler.. 
 Tarihi olarak Ruslar tarafından Türk boğazlarının ele geçirilmesi, kontrolü veya 
serbest geçiş hakkı beka konusu olarak görüldü. Coğrafya ülkelerin kaderini belirlemektedir. 
Dün olduğu gibi bugün de Ruslar, Baltık ve Pasifik‟e açılmak yerine ticari ve askeri maksatlar için çok daha önemli olan sıcak denizlere yani Akdeniz‟e ulaşmak, Türk Boğazları‟ndan geçmek zorundadır. Tarihte Ruslar ile olan savaşlarımızın ve İngilizlerle olan müttefikliğimizin ardında hep boğazlar meselesi vardı. Kırım Savaşı‟nın sebebi de buydu, 1. Dünya Savaşı‟na girmemizin nedeni de. Soğuk Savaş boyunca da boğazlar üzerindeki kontrolümüzün korunması hayati idi. Sovyetler Birliği başkanı Josef Stalin, II. Dünya Savaşı esnasında tarafsız olan 
Türkiye‟nin Montrö Boğazlar Sözleşmesi gereği boğazları savaşan taraflara kapatmasının en çok kendilerine zarar verdiğini düşünüyordu. Bu yüzden, Türkiye‟yi boğazların kontrolü ve toprak talepleri ile tehdit edince, Batı kampının yanında yer almaktan başka şansımız yoktu. 

Montrö Sözleşmesi‟ne göre, esas itibarıyla gemilerin Boğazlardan “geçiş ve ulaşım serbestisi” ilkesi ortaya konulmuş, ancak, savaş gemilerinin barışta ve savaşta geçiş rejimi, Karadeniz‟de kıyısı bulunan devletler ile bulunmayanlara göre değişiklik göstermek üzere düzenlenerek tonaj, zaman ve geçiş kısıtlaması gibi çeşitli sınırlamalara tâbi tutulmuştur. 

Sözleşmesinin 2. maddesine göre; barış zamanında, ticaret gemileri, gündüz ve gece, bayrak ve yük ne olursa olsun, a 3. Madde hükümleri saklı kalmak üzere, hiçbir işlem olmaksızın, Boğazlar'dan geçiş ve gidiş-geliş tam serbestisinden yararlanacaklardır. Bu gemiler, Boğazların bir limanına uğramaksızın transit geçerlerken, Türk makamlarınca, alınması Sözleşme‟nin I sayılı Ek'inde öngörülen vergilerden ve harçlardan başka, bu gemilerden hiçbir vergi ya da harç alınmayacaktır. 

Sözleşmenin 14. Maddesine göre; Boğazlar‟dan geçiş halinde bulunabilecek bütün 
yabancı deniz kuvvetlerinin en yüksek toplam tonajı 15.000 tonu aşmayacak ve bu kuvvetler dokuz gemiden fazla gemi içermeyeceklerdir. Karadeniz‟e kıyıdaş olmayan devletlerin barış zamanında bu denizde bulundurabilecekleri gemilerin toplam tonajı 30.000 tonu aşmayacaktır. Ayrıca, Karadeniz‟de bulunmalarının amacı ne olursa olsun, kıyıdaş olmayan devletlerin savaş gemileri bu denizde 21 günden fazla kalamayacaktır. 
Eğer sözleşmede belirtilen şartlar konusunda tarafında değişiklik talebinde 
bulunulursa, oybirliğinin sağlanması gerekir. Bununla birlikte 14. ve 18. maddelerin değiştirilebilmesinde Türkiye‟nin muhakkak içinde bulunduğu Karadeniz‟e kıyıdaş devletlerin dörtte üçünü içermek şartıyla sözleşmeye taraf devletlerin dörtte üçünün olumlu oyu aranmaktadır. 

Montrö Sözleşmesi uyarınca “Boğazlar” deyimiyle ulaşım açısından Çanakkale 
Boğazı, Marmara Denizi ve İstanbul Boğazı kastedilmektedir. Kanal ise sadece İstanbul Boğazı‟na seçenek oluşturacaktır. Gemilerin Çanakkale Boğazı ve Marmara Denizi‟nden geçiş rejimi ise Montrö Sözleşmesi kapsamında aynı kalacaktır. 
Kanal İstanbul için en güzel örnek Corinth Kanalı‟dır. Mora‟nın etrafından gemilerin transit geçiş hakkı vardır ama isteyenler para ödeyip Corinth Boğazı‟nı kullanırlar. Corinth Boğazı da uluslararası statüde değil Yunanistan kontrolündedir. 

Kanal Projesi‟nin arka plânında Orta Asya, Orta Doğu ve Karadeniz arasında bir enerji bağı tesis etme eğilimini yansıtan bir dış politikanın bulunduğu ve Rusya, Ukrayna, Kazakistan ve Gürcistan‟dan taşınan petrolün önemli bir bölümünün Akdeniz‟den dünyanın en büyük petrol şirketlerine dağıtılacağı değerlendirmeleri de söz konusudur. 
Bazıları Çin‟in yeni „İpek Yol‟ ya da „Tek Yol Tek Kuşak‟ projesinin de bu proje ile 
alakalandırmakta ve bu ülkenin projeye yatırım yapma niyetinden bahsetmektedir. 
Rusya, Kanal‟ın mevcut boru hattı projelerinde zayıflatıcı bir etkiye sahip olmasından da endişe duymaktadır. Bu sebeple, proje duyurulur duyurulmaz, Rusya‟dan derhal olumsuz bir tepki gelmiştir. Bu proje, yukarıda da belirttiğimiz gibi sadece Rusya için değil, Karadeniz‟e kıyıdaş olsun olmasın pek çok ülkenin geleceği için önemli sonuçları olabilir ve her biri kendine göre bazı sakıncalar öne sürebilir ya da engel olmaya çalışabilir. 

Bu kapsamda, özellikle NATO‟nun ve özelde ABD‟nin girişimlerini gözden geçirmekte yarar vardır. 

 NATO ve ABD’nin Karadeniz’den beklentileri Üç İstanbul’a çıkar mı?.. 
11 Eylül sonrası terörle mücadele konseptinde değişikliğe giden ABD, 2003 yılında 
yapılan Irak Savaşı öncesi ABD ile Türkiye arasındaki mutabakat görüşmelerinde Samsun ve Trabzon limanlarının istenmesi hepimizi şaşırtmıştı. ABD, Trabzon'da büyük bir üs kurmak talebinde de bulunmuştu. 

Daha sonra, Akdeniz‟de başlatılan “Etkin Çaba Harekatı‟nı Karadeniz‟e genişletmeye çalıştı, ardından 2004 yılında Romanya ve Bulgaristan‟ı NATO‟ya alarak, bölgedeki gerginliğin fitilini ateşledi. 
 2006 da ABD Kongresinde 1936 tarihli Montrö Sözleşmesi‟nin günün şartlarına göre yeniden düzenlenmesi gerektiği gündeme getirildi. 

ABD, 2008 yılında Gürcistan'ı Rusya'ya karşı kışkırtıp savaş çıkarmıştı ama 
Karadeniz‟de daha fazla tonajlı gemi bulundurma isteği Türkiye‟den kabul görmemişti. ABD, Bulgaristan ve Romanya'dan sonra Gürcistan'ı da NATO'ya alarak Karadeniz'i bir NATO gölü haline getirmek istiyordu. 

NATO‟nun Standing Naval Force in the Black Sea adlı deniz gücü varlığını giderek 
artırmakta, NATO‟nun Bulgaristan ve Romanya‟yı destekleme planında, Kanada, Fransa, Almanya, Macaristan, İtalya, Lüksemburg, Hollanda, Polonya, Portekiz, İspanya, Birleşik Krallık ve ABD yer almaktadır. İlginç olan Karadeniz‟de Rus hassasiyetinin farkında olarak bir denge politikası güden Türkiye, NATO‟nun Rusya‟yı Karadeniz‟de çevrelemesini amaçlayan bu planı onaylamıştır. 

2014 yılında Rusya‟nın Ukrayna‟nın doğusundaki örtülü işgali ve Kırım‟ı ilhak 
etmesi, Rusların Karadeniz‟e hapsedilmesi ya da yumuşak karnına daha çok sokulma stratejisini daha da önemli hale getirdi. 
 2018 Şubatında toplanan NATO Savunma Bakanları, İttifak‟ın Karadeniz‟deki askeri varlığını güçlendirmeye yönelik yeni bir tedbir paketi hazırladı. Temmuz ayındaki Brüksel Zirvesi‟nde, NATO‟nun Karadeniz‟deki askeri varlığını artırması kararı alındı. Bu kapsamda, devriye ve tatbikat sayısı yükseltildi. 2018 içinde Sea Breeze ve Sea Shield gibi isimlerle çok sayıda tatbikat düzenlendi. 

 Soğuk Savaş sonrası ilk kez bir İngiliz muhribi, HMS Diamond, Karadeniz‟e girdi. 
Romanya‟ya 5 bin kişilik bir NATO gücü ile gözetleme uçaklarının yerleştirilmesi 
kararlaştırıldı. Bulgaristan, Novo Selo‟da ABD‟ye yeni bir üs tahsis ederken, ABD 
Donanması‟na ait güdümlü füze destroyerleri ile casus uçaklar Karadeniz üzerindeki faaliyetlerini yoğunlaştırdı7. 

Kanal İstanbul Projesi üzerinden Montrö Sözleşmesi‟nin değiştirilmesi, ABD‟nin NATO gücü ile Karadeniz‟i kontrol etmesini ve Rusya‟yı çevrelemesini kolaylaştıracaktır. 
ABD‟nin hayali budur. Ancak, Türkiye‟nin güvenliğinin önemli bir parçası boğazların güvenliğidir ve kanal projesi fantezisinden tüm Anadolu‟nun güvenliği etkilenebilir. 
Montrö‟nün kurduğu dengenin korunması kadar başka bir Batı hayaline karşı da dikkatli olmalıyız; Üç İstanbul. 
Fener Rum Patrikhanesi‟ni Vatikan benzeri bir devletçik haline getirme çabalarının bir ayağı da toprak kazandırma projeleridir. Bu projelerden en büyüğü ise, ABD Başkanı Clinton‟un, Nisan 1994‟te dönemin Başbakanı Tansu Çiller‟e tavsiye niteliğinde sunduğu “Üç İstanbul Planı”dır. Özellikle 2002-2003‟teki düzenlemelerden sonra, bazı Türk ve Rum işadamlarının Sultanahmet bölgesinde aldıkları gayrimenkuller, bir müddet sonra Rum vakıflarına hibe yoluyla devredilmeye başlanmıştır. Özellikle, “Sur İçi”, 1950‟li yıllardan itibaren kademeli olarak iş merkezlerine dönüşmekte ve meskun nüfus “Sur Dışı”ndaki semtlere kaymaktadır8. 
İşte, bu durumla bağlantılı olduğu açıkça ortada olan ABD Başkanı‟nın Planı, 
İstanbul‟u üçe bölmeyi amaçlamıştır. Plana göre, kentin nüfus ağırlığı Anadolu Yakası‟na kaydırılacak, Haliç‟in doğusunda kalan ve “Pera” (Beyoğlu) diye anılan bölüm, finans, ticaret, sanayi ve yerleşime ayrılacaktır. Haliç'in batısında surlar içinde kalan en eski kesim ise, ABD, Avrupa Birliği, Avrupa ülkeleri, Dünya Bankası, Dünya Kiliseler Birliği ve UNESCO'nun maddi ve siyasi desteğiyle “dünya kültür kenti”ne dönüştürülecektir. Bu amaçla surların içi aşamalı olarak tamamen boşaltılacak ve “Bizans özelliği” öne çıkarılan bir açık hava müzesi olacaktır 9. 

ABD planına göre, uzun vadede devlet içinde ayrı bir devlet haline gelecek olan 
Patrikhane, “egemenlik alanını”, surların dışına bütün Trakya'ya taşıracaktır. O dönemde Milli Güvenlik Kurulu‟nun müdahalesi ve Türkiye‟nin seçim atmosferine girmesi sebebiyle proje rafa kaldırılmış, ancak bu sefer de “Fener ve Balat‟ı Güzelleştirme Projesi” devreye girmiştir. 150 evin restorasyonunun planlandığı projeye Avrupa Komisyonu 7 milyon Euro‟luk kaynak tahsis etmiştir. Proje ile Hıristiyan bir merkez oluşturulmaya çalışıldığı, bu yüzden özellikle İstanbul‟un Bizans dokusunu ön plana çıkarabilecek olan Fener-Balat semtlerinin seçildiği, nihai amacın Balat‟ta ikinci bir Vatikan oluşturmak olduğu yönünde tartışmalar yaşanmaktadır. Bu tartışmalar sebebi ile semt sakinleri de projeye temkinli 
yaklaşmış, restorasyon sonrasında buraların Yunanistan‟dan gelecek Rumlara verileceği korkusu yaşanmıştır10. Son yıllarda iyice azan Rumların metropolit açma ve önü açılan vakıf faaliyetleri bu endişeleri gündemde tutmaktadır. 

Sonuç.. 

Kanal İstanbul Projesi bölgesel denizlerin kimyasının, tuzluluk oranlarının 
değişmesinden tutun da İstanbul'a su sağlayan su havzalarının ortasından kanal geçirilerek bütün su rejiminin hidrolojisinin bozulmasına kadar, bu bölgede bulunan bitki örtülerinin ortadan kalkmasına yol açacaktır. İki deniz arasındaki 57 cm‟lik kot farkı pek tabii ki çevresel sorunlara neden olacak, önce Marmara sonra Ege ve Akdeniz oksijensiz kalacaktır. 

İstanbul‟dan Trakya Bölgesine geçiş yeni yapılacak 6-7 köprüye bağımlı hale gelecek, trafik keşmekeşi yanında bunun savunma planlarımıza da olumsuz etkisi olacaktır. 
Aynı zamanda proje hinterlandı içerisinde bulunan Trakya'da son derece azalan 
verimli tarım arazilerinin yapılaşmaya açılmasına sebebiyet verecek ve yeni kentleşme dürtüsüyle birlikte İstanbul beklenmedik göç alacaktır. Kanal projesi gerçekleşir ise bölgede çevreye verilebilecek zararın geri dönüşü mümkün olmayacaktır. 
Montrö ile tesis edilmiş bölgesel barış süreci tekrar gerilecek, Karadeniz kıyısındaki devletler ile olan ilişkilerimiz kesintiye uğrayacaktır. Kanal projesinin bir süre sonra kanalın yönetimi konusunda tartışmalara neden olacağı açıktır. Ticari boyuttan çok askeri ve stratejik boyut her zaman ulusal ölçekte kapımızı çalan bir gündem olacaktır. Başlangıçta ekonomik ve ticari nedenlerle inşa edilen Süveyş Kanalı benzeri bir durumla karşı karşıya kalabiliriz. 
   Eğer illa da yapılacak ise Montrö Sözleşmesi‟ne aykırı olmayacak ve varlığının 
tartışılmasına yol açmayacak bir hassasiyet içinde hareket edilmesi gerekmektedir. Kanal geçiş rejimlerinin düzenlenmesi, Montrö Sözleşmesi‟ne aykırılığın olmaması ve anlaşmanın varlığının tartışılmasına yol açmaması hassasiyetine dayanarak gerçekleştirilmelidir. Kanal‟ın Türkiye tarafından sadece ticaret gemilerine açılması ve Karadeniz‟e kıyıdaş olan ve olmayan devletlerin savaş gemilerinin tümünün Montrö Sözleşmesi‟ne göre boğazlardan geçişinin hukuken süreceğinin bildirilmesi uygun olacaktır. Mümküne projeye kıyıdaş ülkeleri ortak etmek akıllıca olacaktır. 
Şahsi kanaatim, Kanal‟ın hiç yapılmaması yönündedir. 

Bu projenin ne karlı bir yatırım ne de stratejik bir hamle olmadığı görülmektedir. 

Karar için, halk oylamasına gidilmesi de bir fikir olabilir. Son olarak, Ekonomik krizleri İstanbul ve benzeri rantı yüksek kentlerde inşaat sektörü ile finanse etmek ülke çıkarları açısından düşünülmemesi gereken bir Politika olmalı, bu anlayıştan vazgeçilmelidir. 

DİPNOTLAR:

1 İhsan Sefa, Kanal İstanbul Çılgın Proje mi, Çılgınlık mı? Aydınlık, (13 Aralık 2019). 
2 Ali Şahin, Kanal İstanbul Projesi ve uluslararası ticarete etkisi, Yüksek Lisans Tezi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, 
İstanbul Gedik Üniversitesi, (2017), 56-57. 
3 Cavid Abdullahzade, Gemilerden Kaynaklanan Petrol Kirliliği: Türk Hukukundaki Son Gelişmelerin 
Değerlendirilmesi, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, Cilt. 58, Sayı. 4, 2009. 12. 
4 Cemal Saydam, Çılgın Proje Kanal İstanbul, Kaynak Yayınları, (İstanbul, 2014), 13. 
5 Doğanay Tolunay, İstanbul’da yapılması planlanan projelerin orman ekosistemi ve endemik türler üzerindeki 
etkileri, Kanal İstanbul‟un Geleceğini Etkileyecek Üç Proje, TEMA Vakfı, (İstanbul, 2014), 24. 
6 Fikret Adaman, Ya Kanal ya İstanbul-Kanal İstanbul Projesinin ekolojik, sosyal ve ekonomik 
değerlendirilmesi, WWF Rapor, (İstanbul, 2015), 69. 
7 Tevfik Kadan, Montrö, Türkiye’nin güvenliğini sağlıyor, Aydınlık, (16 Aralık 2019). 
8 Mehmet Çelik, Fener Patrikhanesi’nin Ökümeniklik İddiasının Tarihi Seyri, Akademi Kitabevi, (İzmir, 2000), 146. 
9 Uğur Yıldırım, Dünden Bugüne Patrikhane, Kaynak Yayınları, (İstanbul, 2004), 143. 
10 Yeniçağ, Fener-Balat’ta Vatikan Masalı, (30 Mayıs 2005). 

https://www.academia.edu/41348479/Kanal_Projesi_%C3%9C%C3%A7_%C4%B0stanbula_yol_a%C3%A7ar_m%C4%B1

***

7 Mart 2021 Pazar

Eğitim Kişiye Bütünü Kavrama Yeteneği Kazandırmalı

 Eğitim Kişiye Bütünü Kavrama Yeteneği Kazandırmalı.


Prof. Dr. İbrahim ORTAŞ 
iortas@cu.edu.tr
28 Şubat Paz 13:10 
Alıcı: kotanlartr

11 Şubat 2021, Adana

Eğitim Kişiye Bütün Kavramayı kazandırmalıdır

Kişilerin içinde yaşadığı dünyayı ve onun işleyiş mekanizmasını öncelikle kavrama sı gerekir. Yaşamı bütünsel kavraması sosyal yaşamında da kişilerin olay ve olgular arasında doğru ilişki kurmasına yol açacaktır. Doğal olarak insan içinde doğduğu doğayı, toplumu ve ortanı tanımak ve ona göre kendine bir yaşam yol haritası çıkarmak ister. Bu süreçte insanı asıl insan yapan verdiği uğraşılarıdır. 

Bu süreçte doğal ihtiyaçların giderilmesi konusundaki çabaların ötesinde yaşama ne katmak istediği, savundukları ve bunları gerçekleştirmek için uğraşısı daha da önemlidir. Uğrunda mücadele edilmeyen hiçbir şeyin kıymeti yok ve kıymeti de bilinmez. Kişinin yaşam dair beslenme ve üremenin dışında bir ereği ve bu uğruda verdiği bir çabası olmalıdır. 
Ereği ve eylemi akla uygun, yapılabilirliği ve sonuçları da gerçeğe uygun olmalıdır. Eğitim birazda bu tür konuları kişiye kazandıracak ortam ve eylemlilik içinde olmalıdır. 

“Goethe’ye göre ise, “eğitim temeli olarak bütün bir kültürü teşkil etmektedir”. Kızılderili kültürünü korumak için halen insanını kendi binlerce yıllık geleneksel kültürü ile eğitiyor. Eğitim kişiye farkındalık yaratıyorsa, kişinin kendi bilincini oluşturuyorsa önemlilik kazanmıştır demektedir. 

Yunus Emre’nin, “ilim ilimdir, ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmesen bu ne tür okumaktır”. Kişi kim olduğunu, ne yaptığını ne tür sorumlulukları ve sınırları olduğunu bilmiyorsa bir sorun var demektir. Eğitim ve öğretim alan kişinin bu süreçte kendini tanıması için bütün dünyada eğitmenlerin niteliği kadar eğitim ortamının yaratığı ortamda ayrı önem taşımaktadır. Okul üniversite ortamı kişinin içinde yaşadığı doğayı kavraması (başta kozmosu bilmesi), fen okuryazarı olması, tarih, coğrafya, sosyoloji felsefe, mantık ve psikoloji bilmesi önemli. Ayrıca çalışma prensipleri ve değerler eğitimi alarak yetişkin bir birey olması önemli. Ancak son yıllarda öğrencilerimizin gerek sınıf içindeki derse ilgisi, gerek sınıf dışındaki  davranışları beni düşündüren derecede geride olmalardır. 

Ayrıca son dönemlerde öğrencilerin sınav kâğıtlarında yazdıkları çok daha korkutucu. Adeta bu gençlik ile ülkemiz “ileriye taşınamaz “dedirtiyor. 
Gençliğini koruyamayan geleceğini koruyamaz görünüyor.

Yetişkin Birey Olma Özeliğini Kazanmak Önemli

Birey olma yanı evet veya hayır kavramlarını yerine göre kullanmaktan geçer. Başkaları için yaşayan ve başkasını önemseyen kişi karşılığını almayanınca 
hayal kırklığına uğrar.
Birçok insan gerek eğitim sisteminin yetersizliği veya yaşamda aile ve arkadaş çevresinde ve kendi gözlemleri ile kendi yaşam yol haritası sağlıklı kuramamışsa muhtemelen hep sorunlu yaşayacaktır. Hayata mutlu olmak için değil de para kazanmak için mesleğini ve diğer hayatı derecedeki ilişkilerine yönelmişse başından sorunlu başlamış olabilir. Hep derler ya kendini tanımak en büyük başarıdır, kişinin kendi potansiyelini keşfetmesi veya farkına varması ve yeteneklerini ortaya çıkarması en büyük başarıdır. Kişinin kendi kendisi ile diyaloğa geçmesi, kendisini sorgulaması gerekiyor. 
Ben kimim, ben yaşamda ne istiyorum, hayallerim neler, nelerden hoşlanıyorum veya tersinden neyi istemiyorum sorularının cevaplarını sorularını kendimize sormalıyız. Görünen o ki, hayatında kendi kendisine “Ben ne istiyorum” veya ben ne istemiyorum sorularını kendine hiç sormayan o kadar çok insan var. 

Böyle kişilerin ezbere yaşadıkları çok rahatlıkla günlük yaşamdaki pratiklerinde söylemlerinde sıkça rastlarız.

Felsefe, Sanat ve Bilim İnsanın Aydınlanması İçin Şart

Kişilerin ve toplumların gerçeğe ulaşması için felsefe, bilim ve sanat en önemli yardımcı araçlardır. Bu araçlardan yoksun kişi ve toplumlar ne yazık ki 
gelişme ve uygarlaşma yolunda geride kalmaktadırlar. İleri bir gelişmişliğe ve medeniyet düzeyine ulaşmış toplumların tamamında felsefe, bilim ve sanat eğitiminin öğrenim programlarında önemli yer tutuğu görülecektir. Bugün Avrupa ülkelerinin bir bütün olarak 2500 yıllık bir geçmişten gelen felsefe ve sanat eğitimi ve tanışması ve Rönesans’la birlikte de bir bilim eğitimine sahip oldukları ve bu sayede görece ileri toplumlar olarak kabul edilmektedirler. Son yıllarda eğitim sistemimizin yaşadığı sorunlar ve öğrencilerimizin araştırmacı ve sorgulayıcı yönünün gelişmemesinin altında felsefe, mantık, sosyoloji, psikoloji ve sanat eğitiminin bilimsel esaslara göre verilmemesi sorgulanıyor. Araştıran, sorgulayan ve bilgi üreten ürettiği bilgiyi teknolojiye dönüştürmeyi bilen yaşama farklı boyutlarda bakabilen dünce geliştiren insanlar yetiştirmek istiyorsak, öncelikle eğitim sisteminin ve ortamının değişmesi acilen değişmesi gerekir. 
Tevfik Fikret’in belirtiği gibi fikir ve düşüncesi hür nesiler yetiştirmek için gençlerin mutlaka bu bilinci ve özgürlüğü sağlayacak bilime, felsefeye ve sanata eğitimi almaları gerekiyor.

Baştan Sona Eğitim Sitemimizi Gözden Gerekir Gerekir, 

Durum Çok Parlak değil

Ülkemiz düşün hayatı ve sağlıklı geleceği için nitelikli eğitim hayati önemde bir konu. Maalesef ülkemiz Cumhuriyetin ilk yıllarında benimsediği ve amaç 
edindiği muasır medeniyetler seviyesine çıkma konusunda amaç edindiği eğitim amacını soğuk savaş sürecinde kaybetti. Nitelikli eğitim kurumlarının başında gelen Köy Enstitülerini kapattı. Öğretmem yetiştirme sistemini sulandırdı. Üniversitelerini uluslararası ölçekte nitelikler kazandıracak özerk kurumlar durumunda muhafaza edemedi. Ulusal düzeyde bir bilim politikası ve stratejisi geliştiremedi. Üniversitelerinde nitelikli bilim insanı barındırmadı. 
İyi eğittiği çoğu insanında beyin göçüne feda etti. Halende iyi gençlerini elinde tutacak bir mekanizması ve programı bulunmamaktadır. Son 40 yılda teste 
dayalı sınavlar kıskacında öğrencilerini hayata hazırlamadı. Temel eğitimde hayta nitelikli öğrenci hazırlama yerine sınava hazırlana öğrenciler, hiçbir kültürel ve sanatsal yetkinlik kazanmadan, hiçbir değer ve bilinç kazandırılmadan mezun edilir oldu. Çoğu gencimiz tarih, edebiyat ve tartışmadan uzak görmek üzüyor tabii. Dünyadaki olay ve olguları tartışmaktan çok genel bilgi sahibi ancak derinlemesine analiz etme, analitik sorgulamadan uzak oldukları görülüyor. Çoğunlukla sahip oldukları bilgi sosyal medya üzerinden kırıntı bilgiden öteye geçemiyor. 
Son sınavlardan sonra öğrencilerimizde gömdüğüm boşluğun korkunç boyuta olduğunu hissetim ve içim yanıyor. Sorun belki tek tek öğrencilerin kendi 
sorumluluğunda. Ancak bir de işleyen bir yapı ve okul, üniversite yapısı var. Üniversitenin en azında kişinin kendisinin bilincine varması farkı fark ettirecek ortamlar sunması beklenir. Biraz analitik düşünme, yöntem kazandırması beklenir.
Bu bağlamda yeni eğitim dönemi hayırlı olsun. Önce sağlık, sonrada gençlerimizin kendilerine ve beyinlerine değer vermesi dileği ile.
Not: Sayın hocam, birçoğunuzun e-posta adresi bir şekilde makinemdeki adres defterime yerleşmiştir. Amacım kimsenin zamanını almak ve rahatsız etmek değildir. Hepimizin ortak sorununu bir şekilde dile getirmektir. E-posta bu bakımdan düşüncelerimizi kolay paylaşabildiğimiz bir ortam. 

Ancak peşinen eğer istenmeden e-posta aldıysanız özür dilerim. Eğer geri bildirimde bulunursanız listeden adresinizi hemen çıkarırım.

kotanlartr@googlegroups.com

***

MUZAFFER ÖZDAĞ VE ÜLKÜCÜ HAREKET

 MUZAFFER ÖZDAĞ VE ÜLKÜCÜ HAREKET



Dr. Sakin ÖNER
07 Şubat 2014



















6 Şubat 2002 tarihinde aramızdan ayrılan Muzaffer Özdağ şerefli bir Türk subayı, milliyetçi bir fikir ve siyaset adamı, gerçek bir entelektüel, parıltılı bir aydın, başarılı bir hatip, bilinçli bir Atatürkçü ve samimi bir Müslümandı.

Muzaffer Özdağ’ın adını ilk defa 27 Mayıs 1960 İhtilâlinin gerçekleşmesinden sonra Türkiye radyolarından işittim. İhtilâli yapan Milli Birlik Komitesi’nin 38 kişilik kadrosunun en genç üyesiydi. Henüz 27 yaşındaydı. “Cumhuriyet döneminin üsteğmen rütbesiyle kurmay sınıfına katılan en genç subayı” olarak askeri literatürümüze geçmişti.

Komitenin adı toplumca tanınan ve en çok dikkati çeken iki isminden biri Alparslan Türkeş, biri de Muzaffer Özdağ’dı. İhtilâlden bir müddet sonra Milli Birlik Komitesi’nde Demokrat Partilileri şiddetle cezalandırmak ve iktidarı CHP’ye teslim etmek isteyen zihniyeti savunanlarla, Demokrat Parti yöneticilerinin idamlarına karşı çıkan ve devlet yönetimini çağdaş normlara göre yeniden yapılandırdıktan sonra adil seçimlerle demokratik hayata geçilmesini savunanlar arasında ciddi bir ikilik meydana geldi. Birinci grup, 13 Kasım 1960’da, 14 kişiden oluştuğu için “14’ler” adı verilen ikinci grubu bertaraf etti ve hepsini ayrı ayrı dünyanın çeşitli ülkelerine askeri ateşe olarak sürgün etti. Muzaffer Özdağ da bu süreçte Tokyo’ya sürgün edildi.

14’ler, 1963 yılı Şubatından sonra peyderpey yurda döndüler. 14’ler içinde Türk milliyetçiliği fikrini benimsemiş Alparslan Türkeş liderliğinde toplanan 10 kişi birlikte hareket ettiler. Bunlardan biri de Muzaffer Özdağ’dı. Bu kadro, fikirlerini ancak siyaset alanına taşıyarak devlet hayatında etkili olacaklarını düşünüyorlardı. Bu düşünceyle Alparslan Türkeş ve arkadaşları 31 Mart 1964’te terazi amblemli CKMP (Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi)’ne üye oldular. Türkeş 1 Ağustos 1965’teki kongrede CKMP Genel Başkanı oldu. 10 Ekim 1965 tarihinde yapılan genel seçimlerde CKMP, 11 Milletvekili çıkardı. Bu 11 Milletvekilinden biri de Afyon Milletvekili Muzaffer Özdağ’dı.

Muzaffer Özdağ’la ilk tanışmamız 1966 yılında Cağaloğlu- Klodfarer Caddesindeki CKMP İl Merkezinde gerçekleşti. O zaman Özdağ 33, ben de 19 yaşında bir üniversite öğrencisi ve aynı zamanda Babıalide Sabah gazetesi muhabiriydim. Sonra İstanbul’a her gelişinde il merkezinde karşılaşıyorduk. Devamlı güler yüzlü ve mütevazıydı. Gençlere değer verir, onlarla sohbet etmekten zevk alırdı. Türkeş ve arkadaşları her fırsatta gençleri eğitme misyonunu yüklenmişlerdi. Özdağ da bunların başında geliyordu.

Muzaffer Özdağ, gerçek bir kültür adamı ve entellektüeldi. Çok zekiydi. İfadesi çok düzgündü. 1966 yılında hareketin ilk yayın organı olarak İstanbul’da aylık Milli Hareket dergisi yayımlandı. Derginin sahibi 7. Sayıya kadar Ali Muammer Işın’dı. Dergiyi 7. Sayıdan sonra, Işın’la birlikte yola çıkan değerli dava adamı Ahmet Büyükkarabacak çıkardı. İlk üç-dört sayısından sonra kapandığı 50. Sayısına kadar ben de derginin çıkarılmasında teknik sekreter ve yazı işleri müdürü olarak kısa adıyla “Karabacak” Ağabeyimle birlikte yer aldım. Partinin yöneticilerinin dergimizde sürekli yazılarının bulunmasını arzu ediyorduk. Özellikle Muzaffer Özdağ ve Dündar Taşer’den yazı istiyorduk. Fakat ikisi de yoğun çalıştıklarından vakit bulup yazamıyorlar dı.
1967 yılında soğuk bir kış günü CKMP’nin Ankara Kızılay’daki genel merkez binasına gittiğimde Muzaffer Ağabey’le karşılaştığımda “Ağabey, bu defa derginin önümüzdeki sayısına mutlaka bir yazınızı istiyoruz” dedim. Partinin parası olmadığından genel merkezin kaloriferleri yanmıyordu. Rahmetli Türkeş, Genel Başkanlık odasında uzun siyah paltosuyla oturuyordu. Herkes gibi Muzaffer Ağabeyin üzerinde de paltosu vardı. “Madem çok istiyorsun, otur şu masanın yanına, kalemi kâğıdı çıkar, yaz bakalım” dedi. Ben oturuyordum, kendisi ayaktaydı. Kırk beş dakika içinde irticalen bir makaleyi hiçbir kelimesini tekrar etmeden, düzeltmeden baştan sona yazdırdı. Yazı Atatürk, Cumhuriyet’in erdemleri ve milliyetçilik üzerindeydi. Milli Hareket dergisi koleksiyonunda bulunabilir. Ben hayretler ve hayranlık içindeydim. Çünkü bir makaleyi böyle irticalen bir defada kesintisiz yazdırabilecek çok az insan vardır. İşte Özdağ bunlardan biriydi. İnsanın bu eylemi yapabilmesi için, engin bir entelektüel birikime, kuvvetli bir mantığa, zengin bir kelime dağarcığına, güçlü bir ifade kudretine, insicamlı bir mantık ve düşünce yapısına sahip olması gerekir. 

Onun için “Muzaffer Özdağ gerçek bir entellektüeldi” diyorum

1967 yılında Ankara’da yapılan ve İstanbul delegesi olarak katıldığım CKMP Genel Kongresinde bir konuşma yapmıştım. Çok heyecanlı ve hareketliydim. Özdağ, Dündar Taşer’le birlikte beni yanlarına çağırdı. Genel İdare Kurulu üyeleri Koç Otobüs firması sahibi Kamil Koç ve İsmail Hakkı Yılanlıoğlu’na “Bilin bakalım bu delikanlının adı ne?” diye sordular. Tabii ikisi de “Sakin” olduğunu tahmin edemediler. Sonra “Sakin” olduğunu söyleyip, hep birlikte güldüler. Rahmetli Türkeş, 1969 seçimlerinde Rahmetli Galip Erdem(Burdur adayı idi) ile birlikte propoganda için Denizli’ye geldiğinde beni de aracına aldı. Gittiğimiz yerlerde önce ben, sonra Galip Erdem ve sonunda Türkeş konuşuyordu. Kale ilçesine giderken yolda bana “Sakin, bu isim seni tam anlatmıyor, senin adın eski Türklerde –şimşek- anlamına gelen – Çakın - olsun” dedi. Rahmetli Türkeş beni Denizli’den Adana’daki kendi seçim kampanyasına gönderdi. Orada Ankara’dan gelen Şevket Bülent Yahnici ve merhum Mehmet Nedim Budak’la birlikte propaganda çalışmalarında görev aldık.

Muzaffer Özdağ, aynı zamanda başarılı bir hatipti. Kendisinin partinin İstanbul’daki ve Ankara’daki toplantılarındaki konuşmalarını dinlemiştim. İrticalen sakin ve akıcı konuşuyordu. Ama onun gerektiğinde muhalif dinleyicilerini bile bir anda ardından sürükleyecek kadar etkileyici bir hatip olduğunu, meşhur 1969 Adana Kongresinde gördüm. Hareket için bu kongre, bir dönüm kongresiydi. Artık terazi amblemli CKMP, adıyla ve amblemiyle genç ve dinamik bir kadroya sahip olan Hareket’i tatmin etmiyordu. Kongreden altı ay kadar önce Milli Hareket dergisinin kapağında dönen üç hilal amblemini tanıtmaya başladık. Bu amblemi bu şekliyle Dündar Taşer düşünmüştü. Hareketin dinamizmini ifade etmesi bakımından hilaller döner biçimde düşünülmüştü. Bir müddet sonra hilaller bu şekliyle karşıt partililerce Hitler’in, Nasyonal Sosyalistlerin gamalı haçına benzetilmeye başlandı.

   Partinin genç ve yaşlı bütün taraftarları isim konusunda hemfikirdi. Herkes “Milliyetçi Hareket” isminde birleşmişlerdi. Yalnız amblemi “Üç hilâl” veya “Bozkurt” olması konusunda ciddi bir ikilik oluşmuştu. Gençliğin bir bölümü ile partinin halk tabanı, partinin Türk milliyetçiliğinin yanısıra İslami hassasiyetini de vurgulayacağı ve muhafazakar kitlelere daha rahat ulaşabileceği için amblemin “Üç hilâl” olmasını istiyorlardı. İstanbul delegesi olan ben de, bu nedenle üç hilâl amblemini destekleyen gençlerin içindeydim. Aslında biz de, Bozkurt’a karşı değildik. Nihal Atsız ve Türkçüler Derneği çizgisinden gelen gençler ile bazı 21 Mayısçı arkadaşlar ise amblemin, mutlaka “bozkurt” olmasını arzu ediyorlardı. Başbuğ Türkeş bu amblem konusunda tarafsız görünüyordu. Fakat her iki taraf da kulislerde Başbuğ’un kendilerini desteklediğini iddia ediyordu. Üç hilâli savunan kitlenin önünde Dündar Taşer, Ahmet Er, Mehmet Altınsoy, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu, Osman Yüksel Serdengeçti ve Faruk Akkülah gibi büyüklerimiz vardı. Bozkurt’u savunan kitlenin önünde ise 14’lerden Muzaffer Özdağ, Rıfat Baykal, Numan Esin ve Şefik Soyuyüce ile siyaset arenasında pek görünmeyen Türkçü kanaat önderleri vardı. Halk ve delege planında “Üç hilâlciler”, ülkücü gençlik planında ise “Bozkurtçular” güçlü idi.

Efsane Adana İl Başkanı merhum Faruk Akkülâh’ın liderliğinde hazırlanan tarihi Adana Kongresi, 8 Şubat 1969 sabahı mehter takımı eşliğinde yapılan muhteşem bir yürüyüşle başladı. Bu yürüyüş Adana halkından da büyük ilgi gördü. Adana Kapalı Spor Salonu’nda başlayan kongrenin birinci günü, divan teşekkülü ve protokol konuşmaları ile geçti. Divanı, “Üç hilâlciler”in adayları kazandı. Bu seçimi kaybeden “Bozkurtçu” gruba mensup, çoğu da delege olmayan gençlerle delegeler arasında yer yer kavga boyutuna ulaşan amblem tartışmaları yaşanıyordu. Gün boyu süren bu tartışmalar, gece de tarafların kaldığı otellerde kulis biçiminde sabaha kadar devam etti.

İkinci gün (9 Şubat 1969), dananın kuyruğunun kopacağı gündü. Atmosfer, partinin bir yol ayrımına geldiğini gösteriyordu. Benim gibi bir çok arkadaş, düne kadar birlikte olduğumuz ve aynı idealleri paylaştığımız dava arkadaşlarımızla bir amblem meselesinden dolayı karşı karşıya gelmemizden dolayı çok üzülüyordu. Bir ara salonda bağırma, sürtüşme ve kavga oldukça yoğunlaştı. Adalet Partisi Milletvekilliğinden kısa süre önce CKMP’ye katılan ve herkesin sevdiği Osman Yüksel Serdengeçti ağabeyimiz sinirlenerek kalpağını havaya fırlattı. Altınsoy ve Yılanlıoğlu kızarak protokoldan kalkıp delegelerin arasında oturdular. Çoğu delege olmayan ve çoğunluğu gençlerden oluşan Bozkurtçular ise salonun ortasına doğru toplu halde yürüdüler. Önlerinde de Özdağ, Baykal ve Esin vardı, fakat aslında bu gençleri sakinleştirmek istiyorlardı. Karşılıklı protestolardan kongre yapılamaz duruma gelmiş, tıkanmıştı. Bu duruma üzülen birçok insan benim gibi hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Çünkü göz göre göre bölünüyorduk ve partinin dinamik unsuru gençliğin önemli bir bölümü kopuyordu.

İşte o anda sahneye Muzaffer Özdağ çıktı. Muhalif grubun liderlerinden olduğu için delegeler kendisini pek alkışlamadı. Özdağ mikrofon kablosunun oldukça uzun olmasından da istifade ederek salonun ortasına kadar ilerledi. Salonun içinde dolaşarak, jest ve mimiklerle, konuya göre değişen ses ritmiyle yaptığı akıcı konuşmada; Türk ve İslam tarihinden, Peygamberimizin hayatından iftihar tabloları sundu. Müslüman Türk’ün faziletlerinden, zaferlerimizden, Alparslan’dan, Fatih’ten, Kanuni’den Barbaros’tan, üç hilâlli bayrağın gölgesinde gerçekleştirilen üç kıtadaki Türk hâkimiyetinden bahsetti. Son olarak Türk milletinin Atatürk’ün önderliğinde gerçekleştirdiği Samsun’dan başlayıp İzmir’de sona eren şanlı Kurtuluş Savaşımızdan ve Cumhuriyet’in kuruluşu ile modern Türkiye’nin oluşumu yönünde atılan adımlardan söz etti. Konuşmasını Türk milliyetçiliğinin ve “Ülkücü Hareket”in millet hayatımızdaki önemini vurgulayarak bitirdi.

Bütün delegeleri kapsayacak bir şov görünümündeki bu tarihi konuşma, kısa sürede salonu etkisi altına aldı. Konuşma ilerledikçe salonda büyük bir heyecan dalgası oluştu. Özdağ, başlangıçta kendisini soğuk ve tepkisiz karşılayan muhalif delegelerin tamamının kısa sürede beğenisini kazandı ve konuşmasının her bölümü büyük alkış aldı. Kavga unutulmuştu. İşte Muzaffer Özdağ, üstün hitabet kudreti ve engin kültürü ile ortamı hem yumuşattı ve hem de kendine kızanlara kendini alkışlatmayı başardı. O gün örnek bir davranış daha sergiledi, arkadaşları ile birlikte partinin daha fazla zarar görmemesi için, konuşmasıyla biraz sakinleştirdiği Bozkurtçu gençleri salonun dışına çıkardı. Tabii gençler kızarak, marşlar söyleyerek ve delege olanlar kartlarını atarak salonu terkettiler.

Burada bir konuya açıklık getirmek istiyorum. Partinin adı ve amblemi bu kongrede değişmedi. Çünkü o kavga ortamında bu değişikliğin yapılması uygun değildi. Kongrede delegeler, bu değişikliği yapma yetkisini Genel İdare Kurulu’na bıraktılar. Bir ay kadar sonra Genel İdare Kurulu, partinin adını “Milliyetçi Hareket” ve amblemini “Üç hilâl” olarak değiştirdi. “Üç hilâl” ambleminin öncülüğünü yapan Dündar Taşer, gençlerin de isteklerini karşılamak için Gençlik Kollarının ambleminin de, İslâmiyet ve Türklüğü birlikte temsil eden “Hilâl içinde bozkurt” olmasını önerdi ve kabul edildi. Bu formül, Adana Kongresi sonucu kırgın olan birçok gencin de yeniden Hareket’e ısınmasını sağladı.

MHP’sinde Alparslan Türkeş’le birlikte partiye katılan 14’lerden konuşmaları, düşünceleri ve yazıları ile en etkili olanlar; Türkeş dışında Dündar Taşer, Muzaffer Özdağ ve Ahmet Er olmuştur. Bu arada şunu da ifade edeyim, o zamanlar partinin temeli, 1948 yılında Mareşal Fevzi Çakmak tarafından kurulan Millet Partisi’ne dayandırılıyordu. Partide o tarihlerde çok sayıda o partiden kalan büyüklerimiz vardı. O yüzden, geçmişte o partide genel başkanlık yapmış olan Osman Bölükbaşı da partinin toplantılarına katılıyor ve büyük ilgi görüyordu. Bizzat Alparslan Türkeş, her ölüm yıldönümünde partide Mareşal Fevzi Çakmak anısına anma toplantısı düzenletiyordu.

Muzaffer Özdağ 1971’den sonra partide aktif bir görev almadı, fakat Hareket’le, Türkeş’le ve ülkücü camia ile ilişkilerini kesmedi. Milliyetçi teşekküller içinde yer aldı, faaliyetlerine katıldı. Kendisiyle son görüşmemiz, vefatından bir müddet önce, Ankara’da Türk Dil Kurumu’nun Konferans Salonu’nda yapılan İLESAM (İlim Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği)’ın Genel Kongresinde oldu. Uzun yıllar görüşmemiştik. Fakat beni görünce hemen tanıdı. Sanki hiç ayrılmamış gibiydik. Orada kendisine söz verildi. Yine irticalen güzel bir konuşma yaptı. O günlerde Nazım Hikmet’in mezarının Türkiye’ye getirilmesi ve itibarının iadesi tartışılıyordu. İyi bir antikomünistti. Nazım Hikmet’in büyük vatan şairi gösterilmesine kızıyordu. Onun bir şiirinin sonundaki meşhur: “Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür/ve bir orman gibi kardeşçesine,/ bu hasret bizim…” mısralarını ele alarak, ağacın toprağa bağlı olduğu için hür olmadığını, bu yüzden şiirde bir mantık zafiyeti olduğunu, ayrıca Nazım’ın Türkiye’den kaçtıktan sonra yurt dışında yaptığı konuşmalardan ve faaliyetlerden örnekler vererek bir milli şair olamıyacağını, bir vatan haini olduğunu ifade etti.

1965-1970 yılları arasında yetişen gençler olarak biz Alparslan Türkeş, Muzaffer Özdağ ve arkadaşlarından çok şeyler öğrendik. Türk milliyetçiliğini, Türk töresini, Türk tarihinin büyüklüğünü, Türkiye’nin meselelerinin çözüm yollarını, “Milliyetçi Türkiye” idealini, kültürlü olmanın kazanımlarını, erdemli olmayı, dürüstlüğü, cesareti, vakur duruşu, idealistliği, vefayı, dâva adamı olmayı onlardan öğrendik. Mesela “liderin fikir, yani dâvanın kendisi olduğunu” Muzaffer Özdağ’dan öğrendim. Gençliğimde anlamını kavrayamadığım bu düşünce, ileriki yıllarda parti hakkında düştüğüm tereddütlerde cankurtaran simidim oldu. Onlar bizi kardeşleri ve evlatları gibi sevdiler ve özenle yetiştirdiler. Biat ettirmediler, şahsiyet verdiler, lider kimlikli yetiştirdiler. Türk milliyetçiliği dâvasının bugünlere gelmesinde onların çok büyük emekleri vardır. Hepsini ayrı ayrı rahmetle, minnetle ve şükranla anıyorum ve mekânları cennet olsun diyorum.
***

4 Mart 2021 Perşembe

Biden ve Türkiye BÖLÜM 2

Biden ve Türkiye BÖLÜM 2


Joe  Biden ve Türkiye, 
Prof.Dr.Sait Yılmaz, KIBRIS, ECEVİT, Yunan ve Ermeni lobisi,

ABD, Avrupa ve Türkiye Dengeleri.. 

 Türkiye‟nin Kıbrıs‟ın kuzeyinde enerji rezervi arama çalışmaları önce Yunanistan‟ ın tepkisine yol açtı. Bir süre iki ülke arasında arabulucu olmak isteyen Avrupa Birliği (AB) dönem başkanı Almanya, daha sonra Yunanistan‟ı desteklemeye başladı. Türkiye ve Yunanistan arasında Kıbrıs‟ın etrafındaki enerji rezervleri için başlayan tartışma, Doğu Akdeniz‟de münhasır ekonomik bölgeler üzerinde yeni bir anlaşmazlığa dönüştü. Ankara‟nın Libya ve Suriye‟deki politikaları AB‟nin konuya müdahil olmasında yeni bir boyut oluşturdu. 
 Türkiye‟nin birliğe katılma hevesi kaybolunca, Avrupa Birliği‟nin Ankara üzerindeki etkisi de azaldı. Avrupa Birliği Türkiye‟ye karşı kendi içinde ikiye bölünmüş durumda. 
Fransa, Yunanistan ve Kıbrıs, tamamen Türkiye karşıtı cephenin başı iken, Almanya ise çoğunlukla arabuluculuk ve yatıştırma peşinde. Avrupa Birliği için de Yunanistan, Fransa, Avusturya, Hollanda, Belçika, Baltık ülkeleri ve İrlanda; Türkiye‟ye karşı sert tedbirler istiyorlar 6. Almanya arabulucu konumu edinse de Alman diplomatlar da Türkiye konusunda büyük bir olumsuzluk içinde. Türkiye‟ye olumlu bakan ya da bundan ticari olarak zarar göreceklerini düşünen ülkeler ise İspanya, İtalya ve Polonya. 
 Avrupa ülkelerinin çoğu uzun zamandır tatilde yani savaşmayı unuttu. Rusya‟nın Kırım‟ı işgali bazılarını uyandırdı. NATO üyesi olmayan İsveç, savunma bütçesini %40 artırdı. Almanya ve bazı NATO ülkeleri savunma harcamalarını artırmaya söz verdiler. NATO uzun zamandır büyük bir askeri güç görüntüsü verse de, Avrupa‟ nın üç büyük ülkesi Fransa, İngiltere ve Almanya bir haftada bir Zırhlı Tabur, bir ayda Üç Zırhlı Tugay‟dan daha az bir kuvveti savaşa hazır hale getirebiliyorlar 7. Bu durumda, ABD‟ye Asya‟da gönülsüz destek olmaktansa, NATO için Rusya‟ya odaklanarak Çin‟in kontrol edilmesine katkıda bulunması görevi verilmesi öngörülüyor. 
Fransa başkanı Macron‟un “ölmüş beyin” olarak adlandırdığı NATO‟yu hayata döndürmek için Genel Sekreter Jens Stoltenberg kuvvetli bir reçete sunuyor. 

Yeni reformlarla birlikte yeni odak Çin olacak. Hazırlanan raporda8 yer alan 138 tavsiye, detaylı bir uygulama planı oluşturuyor. Planın içinde Çin dezenformasyonu ile mücadeleden Süveyş Kanalı‟nın ötesinde Asyalı ortaklar ile bağları güçlendirme ye kadar pek çok eylem var. Ancak, NATO üyesi ülkeler bu görevlere hazır değil. 
İngiltere‟nin savunma bütçesinde önemli bir delik var, hem konvansiyonel savaş uçağı hem de F-35 alımına öncelik vermiş durumda. Çin‟e karşı deniz kuvvetleri öne çıkıyor. 
Almanya‟nın deniz kuvvetleri çok kötü durumda olsa da diğer pek çok ülke bu alanda iyi. 
Ancak yetenekli personel orada olsa da kapasite yok, gemi sayıları yetersiz. İngiltere toplam 23 yüzey gemisine sahip olmasına rağmen bunları tamamen dolduracak askeri yok. 
NATO‟nun en kritik hassasiyeti toplam altı taarruz deniz altısının olması. 2018 yılında NATO, Kuzey Atlantik‟te devriye gezdirmek için bir deniz altıya kalmıştı. 
İtalya, Çin‟in İpek ve Yol Projesi‟ne katıldı. Balkanlardaki Çin alt yapı yatırımlarından bazı Avrupa ülkeleri de yararlanıyor. Avrupalılar geç de olsa Huawei‟nin 5G şebekesi tehlikesinin farkına vardılar ve Koronavirüs Çin hakkında şüpheleri artırdı. Bununla beraber, Çin ile karşı karşıya gelmek bir hevesleri yok. 2019 yılında Avrupa CFR‟si tarafından yapılan ankette bir ABD-Çin Savaşı esnasında Almanların %10‟u ABD‟nin yanında olacaklarını, %70‟i tarafsız kalacaklarını ifade ettiler9. Diğer 13 Avrupa ülkesinde de benzer sonuçlar alındı. 
 Modern savaşlarda A2/AD10 teknolojisinin önem kazanması ABD‟nin Avrupa‟yı destekleme kabiliyetini de engelliyor. ABD ordusunun yeni savaş konsepti, çoklu savaş ortamında büyük bir savaş için hazırlandı11. Yakın bir kıtadaki savaşa takviye kuvvet göndermek eski konsept idi. Bu durumda; ya ABD, Avrupa‟daki birliklerini önemli sayıda artıracak ya da Rusya‟yı kontrol etme sorumluluğunu Avrupalı NATO üyeleri üslenecek. En akıllı çözüm Rusya ile Çin‟in ittifak yapmasını önlemek ama Rusları yanınıza çekmeniz ya da uyutmanız gerekir. Ancak, yapılan hesaplamalar Çin ile karşı karşıya gelmede Avrupalılardan mutlaka destek alınması gerektiği yönünde. Bu da Avrupalıları uykularından uyandırmayı her zamankinden daha önemli kılıyor. 2018 yılında Amerikalı gözlemciler NATO için şöyle bir rapor verdi; “Büyük bir yalan içinde yaşıyormuşuz 12.” 

Trump Dönemi Türk-ABD ilişkileri.. 

Amerikalılara göre, geçmiş dönemde Türkiye-ABD ilişkileri değil, Erdoğan-Trump iletişimi vardı. Bu iletişim Ankara ile Washington arasındaki tek bağlantı idi13. Trump, Ankara‟yı Rusya‟dan silah aldığında, İran‟a yönelik yaptırımları ihlal ettiğinde yaptırımlardan korudu. Ayrıca, Suriye‟de Türkiye‟nin askeri harekâtına engel olmadı ve uygulanmasa da Türkiye‟nin ikna etmesi ile üç kez askerlerini çekmek istedi. 
Trump, ABD‟nin Suriye‟deki varlığı konusunda rahat değildi. Sonu gelmeyen savaşlardan biri olarak görüyordu. „IŞİD halifesi de ele geçirildiğine göre neden hala oradayız?‟ sorusunu soruyordu. Soruyu cevaplayacak olan Savunma Bakanlığı (Pentagon) idi ve onlar da „teröristler savaşmak‟ için dediler. 
Türkiye, 2018 yılında ABD‟nin Suriye‟nin kuzeyinde yeni bir oluşuma gitmesinden ve güney sınırlarındaki gelişmelerden oldukça endişeli idi. Amerikalı yetkililer, Türkiye‟nin olası harekâtını önlemek için başkan seviyesinde baskı yapmanın yeterli olacağını düşünmüşlerdi. Bu amaçla, Suriye temsilcisi James Jeffrey ve güvenlik danışmanı John Bolton Ocak 2019‟da Ankara‟ya geldiler. Üzerinde çalışılan harita Amerikan askerlerinin YPG/PKK ile çizdiği harita idi14. Bolton, oralarda herhangi bir Türk görmek istemediğini söylüyordu. Sonunda haritayı göstermeme ama Türk unsurlarını haritadaki konsept çerçevesinde yerleştirme kararı alındı. Barış Pınarı Harekâtı, ABD‟nin Suriye görevi için önemli bir dönemeç oldu. Türk devriyeleri M4 yolunun güneyine, 30 km. derinliğe inebilecekti. Ancak, SDF kendi bölgelerinde emniyette olacaktı. Bu ABD için iyi bir anlaşmaydı. 
Trump ve Erdoğan‟ın 2019 yılında yaptığı görüşme dönüm noktası oldu. ABD‟den Türkiye‟nin Rusya‟dan S-400 alımına ilişkin sert yaptırımlar beklenirken tam tersine övgüler çıktı. Trump‟ın ABD Kongresi ve NATO ile S-400 konusunda aynı endişeleri paylaşmadığı düşünüldü. Öncesinde Ankara, aylardır Halkbank soruşturması için Trump‟ı sıkıştırıyordu 15. 
İki pragmatik liderin Washington‟da kapılar arkasında pek çok pazarlık yaptığı aşikardı. 
ABD‟de başta Kongre, Savunma Bakanlığı ve istihbarat teşkilleri olmak üzere “derin devlet” denilen pek çok kurum başkan Erdoğan‟a uzun zamandır olumlu bakmıyor. Biden ise onların istediği başkan ve onlara rağmen Biden başka bir yola girmez. Derin devlete göre; başkan Erdoğan şimdiye kadar boşlukları kullanarak manevra yaptı ama sınırları aştı. 
Öngörülemez biri ve kazan-kazan çözümünü kabul etmiyor. Baskı gördüğünde kararını değiştirebiliyor. Ekim 2019‟daki ateşkes görüşmelerinde olduğu gibi Erdoğan, çok baskı görmedikçe geri adım atmayacaktır. ABD, Türk ekonomisini çökertmeye hazır. 

Son NATO Zirvesi‟nde ABD dışişleri bakanı Pompeo, Türkiye‟yi eleştirmişti. Stephen Cook ve Philipp Gordon gibi önemli isimler de ABD‟nin artık Türkiye‟yi müttefik olarak görmeyeceğini söylüyorlar. Türkiye‟nin 16 Ekim 2020‟de Karadeniz bölgesinde S-400‟lerin ateşleme testlerini yapması ABD yaptırımlarını tetikledi. 

Biden’ın Kişiliği.. 

Biden, 2011-2016 arasında Obama‟nın yardımcısı olarak defalarca Türkiye‟ye geldi. Biden‟ın Türkiye ile ilgili gündeminde; Suriye‟nin kuzeyi, IŞİD ile mücadele ve ABD‟nin YPG‟ye verdiği askeri ve lojistik destek vardı. Biden‟ın işi Türkiye‟yi oyalamaktı, ABD derin devleti gibi o da Kürt projesinin peşinde idi. Washington ve Suriye‟nin kuzeyi arasında bond çantasında sakladığı gizli dosyalarda yazılı önemli işleri yaptığını düşünüyordu. Türkiye ancak Ekim 2019‟da Trump‟tan Suriye‟nin kuzeyine girmek için onay alabildi. 
Ankara‟ya göre, Biden ile ilişkilerin normale girmesi bir geçiş dönemi gerektiriyor. Biden, zik zak yapan biri; 2014 ve 2016‟da hemen öncesinde Erdoğan hakkında söylediği sözler için özür diledi. 
 Biden‟ın Kürt sempatizanı olduğu biliniyor ve bunun Ortadoğu‟daki ABD politikalarında etkisi olacak. 2000‟lerin ortasında Biden, Irak‟ın üç de-facto devlete bölünmesinden ve birinin Kürt devleti olmasından yanaydı. ABD, Suriye‟nin kuzeyinde YPG‟ye silah ve araç göndermeye başladığında da başkan yardımcısı idi. 
Aslında Biden kariyerini Türkiye‟ye geleneksel olarak düşman gruplar ve oluşumlar üzerine yapmıştı. Ekim 2020‟de seçim kampanyasında yayınladığı “Yunanistan İçin Vizyon” başlıklı resmi açıklamaya bakalım; 
“Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ı işgali kabul edilemez. 
İki bölgeli, iki toplumlu, siyasi eşitliğe dayalı bir federasyon dâhilinde adayı birleştirecek bir çözümü destekliyorum.” 
Bunlar, Türk tarafını hala azınlık bir toplum olarak gören Rum tarafının birebir görüşleridir. Adada Rum yönetimi altında Türk nüfusun yutulması hedeflenmektedir. 
Biden, yakın zaman önce Trump yönetimine Türkiye‟nin Yunanistan‟a karşı provokatif davranışlarından dolayı kuvvet tehdidi de dâhil baskı yapma çağrısında 
bulunmuştu. Yetmedi, Biden İstanbul‟daki Ekümeniklik iddiasının ve 2011‟de ziyaret ettiği Patrik‟in kuvvetli destekçisi. Bartholomeos‟un Ankara‟dan isteklerini destekliyor. 
Biden, her zaman Yunan-Amerikan toplumunun bir dostu oldu ve onlardan sürekli destek aldı. 
Doğu Akdeniz‟deki gelişmeler için Yunanistan‟ın sözünü dinleyeceğinden şüphe yok. Trump‟ın tersine Biden, Türkiye‟nin uluslararası hukuka uymadığını, NATO‟ya ilişkin yükümlüklerini yerine getirmediğini, Yunan hava sahasını ihlal ettiğini düşünüyor. 
Diğer bir sıkıntılı konu Ermeni soykırımı iddiaları. Nisan 2020‟de Biden, başkan seçilirse iddiaları resmen tanıyacağını açıkladı. Bu konu, 24 Nisan‟da Biden ile Türkiye ilişkilerinde ilk önemli test günü olabilir. 

ABD‟nin Ankara‟nın liderliğine bakışı şöyle özetlenebilir; Irak, Suriye ve Libya‟dan Doğu Akdeniz‟e eski Osmanlı topraklarına dönmek isteyen, Yunanistan ile askeri gerginlik yaratan, eski Sovyet silah sistemlerini alan ve Kudüs‟ü özgürleştirerek Müslümanların başkenti yapmak isteyen bir Türkiye. 
Aralık 2019‟da ortaya çıkan bir videoda Biden, New York Times ile mülakatında; Türkiye‟deki rejimleri ile ilgili sert eleştiriler bulunuyor ve “darbe ile değil ama seçim süreci” ile iktidar değişikliğinden bahsediyordu 16. 
Başkanlık seçimi döneminde Trump‟tan yana tavrını belli eden Ankara, Biden‟ın başkanlığını en son tebrik eden NATO ülkesi başkenti oldu. 

Biden ve Türkiye.. 

Ocak ayında başkanlık görevini alacak Joe Biden‟ın önceliği ülke içi olacak; salgınla mücadele ve ekonominin düzeltilmesi en acil konular. Dış politikada ise Çin ana hedef tahtasına oturtulurken, Ortadoğu‟da hızlı değişimler bekleniyor17. Bu değişimler Türkiye ile ilişkilerinin geleceğini de etkileyecek. Trump döneminde Türkiye-ABD ilişkileri için başkanlık düzeyinde özel ilişkiler öne çıktı. Biden‟ın bu kişisel ilişkilerden hiç mutlu olmadığını ve Ankara için olumsuz pek çok görüşünü saklamadığını biliyoruz. 

ABD‟nin asker, istihbarat ve diplomasi bürokrasisi içindeki derin devlet, Türkiye konusunda ikiye bölünmüş durumda. Pragmatik olanlar Türkiye ile olan ilişkileri çok fazla bozmak istemezken, ideologlar sert yaptırımlarla kuvvetli bir mesaj vermek istiyor. Ancak iki grup şu konuda birleşiyor; “yaptırımlar Türkiye‟yi istenen yola sokacak kadar büyük olmalı”. 

Amerikalıların diğer bir değerlendirmesi ise şöyle; Rus-Türk Stratejik Ortaklığı bir jeopolitik gerçek olsa da bir yere varamaz ama Amerikan-Türk Stratejik Ortaklığı da tamir edilemeyecek kadar hasar gördü. 

Eğer Biden, seçim öncesi yaptığı konuşmalarına sadık kalırsa Türkiye‟yi değil ama hükümeti sert yaptırımlarla cezalandıracak. Her şeye rağmen, Ankara, Biden ile yeni bir çalışma trendine girebilir. Ama bunun bir bedeli olacaktır. 

Önümüzdeki dönemde Türkiye-ABD ilişkilerinde en önemli iki konu; Washington‟un YPG/PKK‟ya desteği ve S-400 konusu olacak. ABD tarafında öncelikle şu konular masaya konacak; 
- ABD ve NATO‟nun itirazlarına rağmen Rusya‟dan alınan S-400 füze savunma sistemi ile ilgili yaptırımlar, 
- Türkiye‟nin ABD‟nin Suriye‟de kendine müttefik seçtiği YPG/PKK‟ya karşı yürüttüğü operasyonlar, 
- Doğu Akdeniz‟de Türkiye‟nin ABD‟nin müttefikleri İsrail, Mısır, Yunanistan ve İtalya‟yı da içine alan enerji hakları ile ilgili anlaşmazlıklar. 
Bunları gerisinde ise; Halkbank soruşturması, ABD‟nin İran ile ilgili yaptırımlarının Türkiye tarafından sulandırılması, Türkiye‟de hapiste olan Amerikalı çalışanlar ve ABD‟nin Türkiye‟deki rejim ile ilgili (demokrasi, sivil özgürlükler, insan hakları vb.) beklentileri gündeme gelecek. 
 ABD, Türkiye ve Rusya‟ya karşı ikili çevreleme stratejisi izleyecek. Bu durum önümüzdeki 4 sene Türkiye için kuvvetli yaptırımlar demek. ABD‟nin koşulları tabii ki Rusya‟dan uzak durmak ve bağımsız politikalar izlemekten vazgeçmek ile sınırlı olmayacak. ABD ileri aşamada Türkiye‟de bir rejim değişikliği planını da devreye sokabilir 18. Gelecekte ne olacak bilemeyiz ama Türkiye-ABD ilişkileri artık hiçbir zaman eski günlerdeki gibi olmayacak. 

James Jeffrey’in Mirası.. 

 Obama döneminde Ortadoğu‟daki karanlık işlerin arkasında olan ABD büyükelçisi James Jeffrey, 2018 yılında Trump tarafından başta Suriye olmak üzere sözde Obama döneminde yolunda gitmeyen işleri düzeltmek için tekrar görevlendirildi. Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ile birlikte yaptıkları ilk plan; Beşar Esat rejimi BM tarafından desteklenen seçimleri yapana kadar IŞİD‟i sahnede tutmak ve böylece Suriye‟de kalmaktı. ABD Kongresi tarafından Amerikan güçlerine verilen görev tanımında ise Suriye‟nin petrol sahalarına Esat‟ın girmesini önlemek, bunun için Kürt güçlerini desteklemek ve İran‟ın Doğu Akdeniz‟e askeri olarak nüfuz etmesine mani olmak yazılı idi. Ancak, Trump bu görevi sevmedi. 

Jeffrey‟e göre, Trump sonu olmayan savaşlar ile uğraşmak istemiyordu. 
Trump, Aralık 2018‟de en üst düzeydeki danışmanlarını kovdu ve 2.000‟den fazla Amerikan askerini Suriye‟den çekeceğini söyledi. Bu süreç dört büyük güç arasındaki dengelerin değişmesi ve Kürtlerin bir kez daha yeni bir konuma zorlanması demekti. Aynı zamanda, ABD‟nin lideri olduğu IŞİD ile mücadele koalisyonunun da çökmesi anlamına gelecekti. Jeffrey, Trump‟ın kararı sonrası şöyle diyordu; “Trump’ın Afganistan ile ilgili endişelerine katılıyorum ama Suriye, elimizde tutmamız gereken bir hediyedir.” Avrupalı müttefiklerinin muhalefeti üzerine Trump kararını değiştirmek zorunda kaldı. Ekim 2019‟da Türk birlikleri Suriye sınırına tekrar yığınak yapınca, Amerikalı yetkililer Trump ve Erdoğan 
arasında yeni bir telefon görüşmesi ayarladılar. 
Türkiye‟nin Barış Pınarı Harekâtı‟nın Suriye için çok daha önemli sonuçları olabilirdi. Ama Amerikalı yetkililer en başından beri bu harekâtı nasıl yönlendirecekleri ve YPG‟yi nasıl muhafaza edeceklerini hesaplamaya çalıştılar. Jefrrey, sahada parçaları topluyordu ve bir yandan da Türkiye‟ye karşı Kongre‟yi harekete geçirmek istiyordu. Jeffrey, şimdilerde Suriye‟de Türkiye‟nin Kürtlerle mücadelesinde etkisinin azaldığını düşünüyor ve hala YPG/PKK‟nın siyasi kanadı olan SDF‟nin nasıl korunacağına ilişkin reçeteler hazırlıyor. Ona göre; ABD için Türkiye ve YPG arasındaki ilişkiler, ABD‟nin İran, Esat rejimi ve Rusya‟ya karşı kendi ve İsrail‟in çıkarlarını koruduğu karmaşık bir politika yapısı içinde sadece sorunlu bir köşe. 
2017 yılında Trump iktidarı alınca yönetim içinde özellikle İsrail‟in etkisi ile yeni tartışmalar başladı. İsrail Suriye‟ye kendi başına hava taarruzları yapıyor ve ABD‟ye askeri ve istihbarat desteği yeterli görülmüyordu. İsrail görmezden gelinecekti ama Türkiye olmadan ABD stratejisinin işlemeyeceğini düşündüler. Suriye‟nin kuzeyinde Türkiye ile işleri koymak için bir kez daha James Jeffrey‟e görev verdiler. 
Temmuz 2018‟de ABD, IŞİD ile mücadelede İran ve Türkiye‟ye rağmen ABD stratejisini sahada yoluna koymak üzere özel bir temsilci daha atamıştı. O zamana kadar Suriye stratejisi Obama döneminden kalma idi ve İran‟ı çevreleme üzerine kurgulanmıştı. 
İran gitmedikçe Esat‟a yönelik stratejinin başarılı olamayacağı düşünülüyordu. İran‟ın stratejisi Güney Lübnan üzerinden İsrail‟i uzun menzilli silahlar ile vurmak üzerine kuruluydu. ABD ve İsrail, Suriye‟de İran‟ı bloke ettiklerini düşünüyordu. Suriye‟deki varlığı İran için mali olarak çok pahalıya gelmeye başlamıştı ve bazı unsurlarını çekmeye başladı. 
Ancak, baskı yeterli değildi. İran ile ilişkiler ancak daha büyük bir anlaşmanın parçası olursa bir yola girebilirdi. 
Jeffrey, Suriye‟de kimyasal silah kullanılmaması, ABD ve Türk askeri varlığı, İsrail hava hâkimiyeti arasında bir denge sağlayacaktı. Bunların hepsi İran ve Ruslara karşı gözükse de hedefte Esat vardı. Jeffrey, Türkiye‟yi ikna ederek göreceli bir başarı sağladı. Yapılan anlaşmaya göre; Türkiye, İdlib‟in güneyinde Esat güçlerini püskürtmüştü. Amerikan tarafından Esat‟a karşı izolasyon ve yaptırım kararları geldi. Anlaşmanın gerisinde Suriye‟nin altyapısının yeniden inşası ve ekonomisinin düzeltilmesinde pasta paylaşımı vardı. 
ABD ve SDF arasında yapılan anlaşmaya göre silah ve teröristler Suriye sınırından Türkiye‟ye gönderilmeyecekti. Jefrrey‟e göre, SDF içindeki Kürtler iyi çocuklar, çok disiplinliler ve özel olarak PKK gündemini takip etmiyorlar 19. YPG sanki Amerikan askerlerini koruyacakmış görüntüsü vermiş ve Amerikalılara Türk sınırlarına dış postalar yerleştirilmesi için baskı yapmış. Jeffrey, bunlar Türkiye‟yi provoke eder diye reddetmiş. Amerikalılara Türk askerlerine ateş etme yetkisi verilmemiş ancak etrafında hareket edebilirlermiş. Özetle, Amerikalıların Türklere karşı bir planı yoktu, ne yapacaklarını bilmiyorlardı. 
Esat‟a yönelik yaptırımların nedeni onu devirmek değil, davranış değişikliğine zorlamaktı. Ama Esat‟ı istenen barışa zorlama stratejisi yürümedi. Ekonomik yaptırımların ülke içindeki etkilerine yönelik bir istihbaratta yok. 
Suriye‟de Ruslar da dâhil taraflar artık askeri bir zafer olmayacağını biliyor ve mevcut durumu en iyi siyasi zafere dönüştürmenin yollarını arıyor. Ruslar, BM liderliğindeki süreçte etkili olarak, BM gözetiminde 2021‟de yapılacak seçimler ile gelecek bir çözüm peşinde iken, diğer yandan göçmenler ve diğer konuları Esat ile birlikte kendi kontrollerinde tutmak istiyorlar. ABD ise uluslararası toplumu bunlara karşı olmak için kullanıyor ve yaptırımların gevşetilmesi karşılığı Esat‟a siyasi çözüm dayatmak istiyor. ABD istekleri 2019 yılında Soçi‟de Pompeo tarafından Putin‟e iletildi ama Ruslar herhangi bir şey yapmadı. Jeffrey, Ruslara yapılan teklif hakkında konuşmama talimatı almıştı. 

Biden, Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz.. 

 Biden, Ortadoğu‟da beş ülke ilişkileri yeniden kurgulayacak; Suudi Arabistan, Libya, Suriye, Katar ve İran. Suudi Arabistan‟da Salman yönetimine iyi bakmaması Türkiye için olumlu fırsatlar doğurabilir ya da bu konuda Biden yönetimi ile işbirliği yapabilir. Kaşıkçı cinayeti ve Yemen‟deki Suudi askeri harekâtı bu kapsamda gündeme gelebilir. Biden‟ın Türkiye‟nin Arap rakipleri olan Suudi Arabistan, BAE ve Mısır‟a Katar‟a uyguladıkları ablukayı sona erdirmelerini söyleyebilir. 
Suriye‟deki iç savaş ise Biden ile birlikte yeni bir aşamaya girecek. Zaten ABD ve Türkiye, İdlib üzerinden bir yakınlaşma sağlamışlardı. Altı ay önce Biden‟ın dış politika danışmanı Antony Blinken, Biden‟ın Suriye‟nin kuzeyini isyancıların elinde tutmak istediğini söylemişti. Ayrıca ABD‟nin istediği gelişmeler olmadan Beşar Esat ile görüşme yapılmayacağını da açıkladı. 
Biden, Suriye‟deki Amerikan askerlerinin sayısını Irak sınırına da yayılacak şekilde artırabilir. Ekonomik yaptırımların devam ederken, askerlerin görev tanımına; (ortada olmayan) IŞİD ile mücadele, petrol alanlarının korunması, Kürt bölgeleri nin ve diğer oluşturulan bölgelerin korunması, Rus etkisinin sınırlanması, Şam yönetimine baskının artırılması eklenebilir 20. 
ABD‟nin Suriye‟deki politikası büyük ölçüde Türkiye ve İsrail ile ilişkilerine bağlı olacak. ABD‟nin İran ile yapacağı görüşmelerin de etkisi olacak. ABD‟nin Türkiye ile yakınlaşması İsrail ve Suudi Arabistan ile uzaklaşması anlamına gelecek ya da tersi olacak. 
Şu anda Suriye‟ye en büyük tehdit ne askeri ne de ekonomik; salgın hastalık. Suriye‟de ulusal bir barış anlaşmasının içeriği ile ilgili görüşmelerden sonuç alınması zor gözüküyor. Anayasal reform konusu da yıllar alabilir. Suriye‟nin geleceğinde şu üç konu iyi anlaşılmalıdır 21; 
- Rusya olmadan siyasi çözüm mümkün değil. 
- Türkiye olmadan düşmanlıklar bitmez. 
- ABD olmadan ekonomik yeniden yapılanma sağlanamaz. 

Türkiye ile ilgili iki ana konu önemli; öncelikle Türkiye Suriye, Libya ve Dağlık Karabağ‟da Rus etkisine karşı denge sağlıyor. İkinci olarak Türkiye, Rusya ile ilişkilerde Batı için yapıcı bir rol oynayabilir. Bu varsayımlarla Ankara, Biden yönetimine Rusya‟yı da yanlarına çekme önerisi getirecek. 

 Türkiye ve Rusya, her ne kadar yakın işbirliği içinde pek çok askeri ve ticari ilişki kurmuş olsalar da; Güney Kafkasya, Suriye, Libya ve Doğu Akdeniz‟de kendi etki bölgelerini kurmak ve çıkarları için rakipler. 
Amerikalıların Suriye‟de Ruslar, Esat ve İranlıların sevmeyeceği bir A Planı var. Bir de içinde SDF‟nin olduğu B Planı. Yani SDF, B planı için elde bulunduruluyor 22. 

A Planı nihai bir barışa esas olursa SDF‟nin Esat ile kaynaşmasında bir sorun görmeyecekler. YPG ise Kandil, Türkiye, Rusya ve ABD‟nin çıkarları içinde bir denge bulmaya, kendi nüfusunu korumaya, kontrolü altındaki bölgeleri elde tutmaya ve bölgesindeki Arapları idare etmeye çalışıyor. 
Libya‟da da ABD‟nin BM‟nin tanıdığı ve Türkiye‟nin desteklediği Ulusal Sözleşme Hükümeti‟nin yanında olacağı ve Biden‟ın Rusya‟ya karşı daha baskıcı olmasının Türkiye‟nin de işine geleceği öngörülebilir. Biden‟ın diğer NATO ülkelerini Libya‟ya silah ambargosuna zorlaması ve BAE‟yi ambargoyu ihlal etmekle suçlaması Ankara‟nın en çok mutlu olacağı politikadır. 
Biden, Doğu Akdeniz‟de Avrupa Birliği ile birlikte Türkiye‟ye karşı koordineli bir eylem planı uygulamaya hazırlanıyor. 

Sonuç; Türkiye’yi neler bekliyor? 

Uluslararası toplumun krizi, ABD‟nin kendi içinde yaşadığı kutuplaşma ve bunun yol açtığı uzman kişiler krizi ile paralel bir gelişme olarak görülmelidir. ABD kendi içinde karışmış durumda, ülke birliği büyük yara aldı. ABD‟nin temel sorunu, Çin‟in artan güç potansiyeline rağmen devam eden stratejik körlüğü ve entelektüel tembelliğidir. Diğer yandan hala dünyaya askeri müdahaleler ve bombalarla demokrasiyi yayarak, kendi düzenini kuracağını sanıyor. 
Çin, öldürdüğün insanların yeni düşmanlar yarattığı Ortadoğu değil. 

 Avrupa‟nın Türkiye‟ye karşı yaptırımları ABD‟nin yeni başkanını bekliyor çünkü bu konuda Transatlantiğin koordineli bir plan üzerinde anlaşmasını istiyorlar. 
Bu yaptırımlar bugünkü sembolik yaptırımların ötesinde kesin kırmızı çizgiler çizilerek, Türkiye‟nin uymaması halinde uygulanacak zorlayıcı tedbirleri içerecek. Yaptırımlar öncelikle Türk ekonomisini çökertmeye, turizm gelirlerinin azaltılması na ve finansal pazarlar ile ilişkilerini engellemeye yönelecek. 
Türkiye, çok önemli bir NATO ülkesi. Türkiye‟deki NATO radarları İran‟a karşı balistik savunma sisteminin merkezindedir. ABD‟nin Türkiye‟de çok önemli askeri vasıtaları var. ABD, Türkiyesiz Ortadoğu, Kafkasya ve Karadeniz‟de oynayamaz. Üstelik Türkiye, Rusya ve İran‟ın doğal düşmanıdır. Biden‟ın güç rekabeti dünyası için Türkiye oldukça önemli hale geliyor. Türkiye ile ABD arasındaki ilişkiler iyimser bir bakışla yavaş giden iki trenin çarpışmasına benzetiliyor. Ancak sorun bu kadar basit değil, ilginç günler bizi bekliyor. 

 DİPNOTLAR:

1 Jacob Jeilbrunn, What Is the Purpose of American Foreign Policy? (December 20, 2020). 
2 Dimitri K. Simes, Why American Needs a Foreign Policy Reset, National Interest, (December 20, 2020). 
3 Paul Taylor, Turkey’s Year of Belligerence, Politico, (December 10, 2020). 
4 Michael Singh, Sinan Ülgen, Biden Can’t Avoid Erdogan, but He Can Keep the U.S.-Turkish Relationship on Track, Foreign Policy, (November 17, 2020). 
5 Janusz Bugajski, Alienating Turkey is a Strategic Mistake, Jamestown Foundation, (December 12, 2020). 
6 Gunter Seufert, Turkey is aware of how dependent it is on the EU, Qantara.de, (Dec 11, 2020). 
7 Michael Shurkin, The Abilities of the British, French and German Armise to Gnerate and Sustain Aermored Brigades in the Baltics, RAND Corp., (2017), 
   https://www.rand.org/pubs/research_reports/RR1629.html 
8 Group‟s Report, “NATO 2030: United for a New Era” (November 25, 2020). 
   https://www.nato.int/nato_static_fl2014/assets/pdf/2020/12/pdf/201201-Reflection-Group-Final-Report-Uni.pdf 
9 Susi Dennison, Give the People What They Want: Popular Demand for a Strong European Foreign Policy, ECFR, (September 10, 2019). 
   https://ecfr.eu/publication/popular_demand _for_strong_european_foreign_policy_what_people_want/ 
10 A2/AD: Anti Access/Area Denial (Giriş ve Etki Yasak Bölgesi); Bir bölgeyi kara, deniz ve hava saldırılarına karşı korumak için geliştirilmiş silah sistemi. 
11 Bakınız; Sait Yılmaz, Savaş Senaryosu Yazmak, academia.edu.tr (10 Mart 2020). 
12 Gil Barndollar, NATO's New Purpose: An Alliance Reborn to Take on China? Defense Priorities, (December 15, 2020). 
13 Giorgio Cafiero, What Biden’s Presidency Could Mean for US-Turkey Relations, Inside Arabia, ( Nov 13, 2020). 
14 James Jeffrey, Jared Szuba, Outgoing Syria Envoy James Jeffrey Reflects on “What Everyone Got Wrong”, Al-Monitor, (December 9, 2020). 
15 Burak Bekdil, What Biden’s Victory Means for Turkey, BESA Center, (November 11, 2020). 
     https://besacenter.org/perspectives-papers/biden-turkey/ 
16 Bekdil, ibid, (November 11, 2020). 
17 Washington Post, Why Biden Must Tread Lightly With Turkey, (December 12, 2020). 
18 Andrew Korybko, Russia & Turkey Stand to Lose the Most From a Biden Presidency, Astutenews, (November 13, 2020). 
    https://astutenews.com/2020/11/russia-turkey-stand-to-lose-the-most-from-a-biden-presidency/ 
19 James Jeffrey, Jared Szuba, Outgoing Syria Envoy James Jeffrey Reflects on “What Everyone Got Wrong”, Al-Monitor, (December 9, 2020). 
20 Carnegie Moscow Center, What Will Biden Offer Russia in Syria and Libya? (December 2, 2020). 
21 Carnegie Moscow Center, ibid, (December 2, 2020). 
22 Jeffrey, Szuba, ibid, (December 9, 2020). 

https://www.academia.edu/44783045/Biden_ve_T%C3%BCrkiye_

***