11 Aralık 2019 Çarşamba

CHP NASIL KURTULUR?

CHP NASIL KURTULUR.,


MÜMTAZER TÜRKÖNE.,

CHP nasıl kurtulur?
21 Mart 2004

KURTARMA MI TECAVÜZ MÜ?

Bizim kuşak, Vasıf Öngören'in ‘‘Asiye Nasıl Kurtulur?’’ isimli oyununu iyi hatırlar. Zordaki Asiye'ye kurtarma bahanesiyle yanına her yaklaşanın ırzına geçmesi misali... CHP'yi kurtarmak isteyenler de niyetlerini peşinen ortaya koymalı: Amaçları yardım mı, yoksa fırsattan istifade tecavüz mü?

CHP SOLA MI KAYMALI?

Anketlerde 2002'deki oy oranını (yüzde 20) koruyan CHP yeni seçmenini hangi adreste aramalı? Yüzde 70 sağ-yüzde 30 sol (CHP+DSP) oy havuzu mantığıyla merkezden sola doğru esnemeli mi? Peki bu sayede sepete eklenecek yüzde 5-10 arası ilave oy, merkezi terk etmeye değecek mi?

EKONOMİK PROGRAM VE AB

Çünkü AKP oylarını merkezden kaçarak değil merkeze kayarak alıyor. Hatırlayın AKP, türban, YÖK değişikliği, Kuran kursları gibi siyasi İslam projelerinin hemen hepsinde geri adım attı. Buna karşılık AB yolunda Kıbrıs riskini göze aldı, ekonomik program için IMF'yi içine sindirdi.

ASIL SAHİBİ CHP'DE

AB ve IMF destekli enflasyonla mücadele programı aslında Kemal Derviş mirası sayılmaz mı? AKP, IMF ile 2004 sonuna kadar devam edecek olan 3 yıllık ekonomik programda en ufak bir değişiklik yapabildi mi? Türkiye'ye AB yolu 1999 Aralık ayında Helsinki'de açılmadı mı?

CHP'NİN SEÇMENE BORCU

Yani CHP yönetimi aslında sadece 2002 seçim beyannamesine sadık kalsaydı, örneğin her fırsatta özelleştirmeye karşı çıkmasaydı, AB yoluna yeni suni engeller koymasaydı, laiklik adına muhafazakár seçmeni düşman etmeseydi, inanın bugünkünden daha iyi konumda olurdu!

Zaten bu satırlar ne kurtarma, ne de tecavüz niyetiyle yazıldı.

Anketler ve seçim

Anketlere göre Ankara'da her üç seçmenden ikisi, İstanbul'da her iki seçmenden birisi AKP'ye, İzmir'de her iki seçmenden biri CHP'ye oy atacak.

Bu yazıyı okurken yalnız değilseniz, kafa hesabı yapın, bu oranları tutturmanın biraz zor olduğunu göreceksiniz.

Peki neye inanmalı? Gazeteci sıfatıyla gözlemimiz, anketlerin ancak son haftada kesine yakın netice verdiği, daha önce değil!

İnanmayan biraz arşiv karıştırsın.

4*4 hızlı okuma

İlk sinyal Brüksel'deki son AB Zirvesi'nde (12 Aralık 2003) verildi. Sonuç bildirisinin Türkiye paragrafına, ‘‘Güneydoğu'nun durumu ve kültürel haklar konusunda adım atılması’’ ifadesi eklendi. Kıbrıs golünü önlemeye çalışan Ankara, tabir yerindeyse ters köşeye yatırıldı.

İkinci adım Büyük Ortadoğu projesiyle atıldı. Çünkü bölgesel istikrarın sağlanması amacıyla -haklı olarak- etnik zenginliği yansıtan çoğulcu demokrasi ve yoksulluğu alt edecek küresel ekonomiler hedeflendi. Irak'tan sonra Suriye ve İran'da değişim motoru Kürtlere bırakıldı.

Tıpkı Doğu Avrupa'da duvarı yıkan halk hareketleri gibi Suriye'de, İran'da Kürt ayaklanmaları başladı. Sanki tarih tekerrür etti. 1970'lerde Sovyet uydusu Irak'ta rejimi devirmek için cepheye sürülen Kürtler, 30 yıl sonra Irak'ta özerklik kazandı, bu kez komşulara karşı seferber edildi.

‘‘Peki, bunlardan bize ne?’’ diye soranlara: 1) İşler tersine dönerse üç ülkede birden Kürt kıyımı başlar. 2) Kürt isyanı -PKK bölündüğü için ihtimal dışı olsa da- Türkiye'ye sıçrarsa AB yolunda yeni engel çıkar. 3) Askerin ‘‘Türkiye, Ortadoğu'ya ılımlı İslam için model olamaz’’ uyarısı, laik cumhuriyet ilkeleri çerçevesinde haklıdır.


http://www.hurriyet.com.tr/chp-nasil-kurtulur-211247


**************


CHP nasıl kurtulur?


ERDAL ŞAFAK,
09 Eylül 2004, Perşembe



      Bugün CHP'nin kuruluşunun 81'inci, 6 Ok'lu partinin son kalesi İzmir'in kurtuluşunun da 82'nci yıldönümü...
Önce bir gözlemimizi aktaralım: CHP atak bir muhalefet sergilemeye başladı. Van rezaleti ve hızlandırılmış tren faciasıyla ilgili raporları bunun en başarılı örnekleri.
Ancak bu dinamizm, "CHP'nin elinde tek kalenin kalması" gerçeğini unutturmuyor, unutturmamalı... Tam tersine, CHP'nin misyonu yalnızca iyi muhalefet değilse, iktidar alternatifi olabilmekse, bu büzülmeye doğru teşhis konmalı, doğru tedavi uygulanmalı.
İşte sıkıntı da burada başlıyor. Çünkü CHP kendi gündemine yanlış sorunları getiriyor. Ya da en azından öncelik taşımayan sorunları: Varsa yoksa Baykal... Tek adam yönetimi...
Fransa Sosyalist Partisi'nin yayınladığı "Sosyal demokrat model tartışılıyor" başlıklı araştırmada bu konuda bakın neler deniyor:
"Sosyal demokrat partilerin yönetim şeması son 30 yılda çok değişti. Toplumsal yaşamda televizyonun büyüyen etkisi, partilerin örgüt yapısında da çok önemli yansımalara yol açtı. Görsel medya, yönetimin kişiselleşmesini, tek kişinin öne çıkmasını teşvik etti. Günümüzde tüm seçim kampanyalarında medyanın ilgisi sadece partinin liderine odaklanıyor. Hatta liderin kişiliği seçmen tercihlerinde çok ciddi bir faktör oluşturuyor. 1997'de Tony Blair'in, 2002'de Gerhard Schröder'in zaferleri buna en iyi örnek."
İtirazımız yok; CHP'liler Baykal'ı tartışmaya devam edebilirler ama tüm enerjilerini onunla tüketmemeliler. Hiç değilse "Parti olarak AB'ye hazır mıyız?" konusuna da güç ve zaman ayırmalılar. "AB'ye uyum"un CHP'nin geleceğini, kaderini etkileyecek kadar hayati olduğunu görmeliler.

Ok'lara yeni yorumlar.,

    Çünkü AB ile müzakere masasına oturulmasıyla Türkiye'nin "devlet ideolojisi"nde köklü değişiklikler gerektirecek yeniden yapılanma süreci başlayacak. Bu da CHP'nin 6 Ok'undan cumhuriyetçilik ve laiklik dışında kalanların (milliyetçilik, halkçılık, devletçilik ve devrimcilik) yeniden yorumlanmasını gerektirecek.
Yine AB süreci Türkiye'de küreselleşmenin sancılarını şiddetlendirecek. CHP de, Avrupa sosyal demokrat hareketlerinin yıllardır boğuştuğu sorunlarla tanışacak. Birkaçını sayalım:
* Kapitalizm artık sınai değil, finansal ve teknolojik. Bu değişen yapı Keynes-Ford modeli üretim tarzını da, emek-sermaye dengesini de allak-bullak etti.
* Sermayenin dolaşımı emekten çok daha hızlı. Üstelik küresel. Bu da klasik sendikacılığı tarihe gömüyor. Artık işkolu bazında değil, her işyerinin koşullarına ve çokuluslu şirketlerin stratejilerine uyan toplu sözleşme dönemine geçiliyor. Yoksa sermaye gözünü kırpmadan daha rantabl ülkelere göçüyor.
* Bu değişim yeni çatışma alanları yaratıyor: İşletmeler ile devlet arasında, nitelikli elemanla düz işçi arasında, küresel rekabete karşı korumalılar ile korumasızlar arasında...

AB'deki sol partiler, bu yeni meydan okumaların 20'nci yüzyılın sosyal demokrat anlayışıyla göğüslenemeyeceğinde uzlaşmış durumda. Onlara göre çözüm, sosyal demokrasinin liberal politikalarla desteklenmesinden geçiyor. Yani "sosyal-liberal sentez"den.
Kemal Derviş'in, "Yalnız Atatürk yetmiyor" derken, "Yerel siyaset ile ulusal siyaseti, ulusal siyaset ile evrensel siyaseti bütünleştirmeliyiz" çağrısı yaparken, kastettiği bu.
CHP vakit yitirmeden kendisi için bir "AB'ye uyum paketi" hazırlamalı.


https://www.sabah.com.tr/yazarlar/safak/2004/09/09/chp_nasil_kurtulur


..............


CHP Nasıl Kurtulur?


Şahin Mengü
Eski Yazar, 15.8.2015


Bir siyasetçi beş altı yılda nasıl bu kadar irtifa kaybeder, yaldızları dökülür anlaşılır gibi değil. İrtifa kaybeden, yaldızları dökülen siyasetçi Kılıçdaroğlu’dur. Büyük umutlarla CHP’nin başına geçti ama maalesef onu taşıyamadı. Genel kanı artık bu işin, yani CHP’nin, bir proje olan Kılıçdaroğlu ile gidemeyeceğidir. Hele Davutoğlu ile perşembe günkü toplantı sonrası yaptığı açıklama tam içler acısıydı. Halkı nasıl kandırdığını anlattı, aslında bu anlatımıyla kendisinin, daha doğrusu CHP’nin AKP tarafından nasıl kandırıldığının üstünü örtmeye çalıştı. Şimdi CHP’nin içine dönüp, kendisini restore etmesi gerekmektedir. Bu restorasyon döneminde en büyük yanlış geçmişi unutalım, geleceğe bakalım demekle olur. CHP önce “Kılıçdaroğlu projesini”, parti içinden ve dışından arkasındaki aktörleriyle birlikte açığa çıkartmak zorundadır. Bu ileride bir daha böyle olayların yaşanmaması için şarttır. Kılıçdaroğlu ve ekibinin bu kaset operasyonunun arkasındaki aktörlerin, zülfüyare dokunabileceği için ortaya çıkartılmasını istemedikleri, bu olayın hiç üstüne gitmemelerinden anlaşılmaktadır. Hatırlanacağı üzere birileri Baykal’ın görüntülerini, Tayyip Erdoğan’ın seyrederken çekilmiş kasetini Kılıçdaroğlu’na getirmişti. Kimdi bunlar? Kılıçdaroğlu bunları kamuoyu ile en azından savcılığa paylaşmak zorundadır. Kılıçdaroğlu ayrıca ABD Büyükelçisi ile 23 Ekim 2013 tarihinde parti yönetiminden de habersiz olarak Ankara Sheraton Oteli’nde yaptığı gizli görüşmede ne konuşulduğunu da açıklamak zorundadır. Kılıçdaroğlu için açıklanması zorunlu olan bir başka konu da, Cumhurbaşkanı adayı olarak Ekmelettin İhsanoğlu’nu kendisine kimin ya da kimlerin dayattığıdır. Hatırlanacağı üzere kişinin Cumhurbaşkanlığı adaylığını yetkili kurulların yetkilerini gasp ederek belirlemişti. CHP’lilerin bunları öğrenmeleri gerekmektedir. Bu CHP’liler için bir haktır. Zira yeni yol haritasını buna göre çizeceklerdir. Bunları aydınlatmanın yolu öncelikle Kılıçdaroğlu’nun Genel Başkanlıktan uzaklaştırılmasıyla olur. Kılıçdaroğlu ile partide öyle bir çürüme başladı ki; Kılıçdaroğlu’nun yüzüne hiçbir şey söyleyemeyen bazı eski ve şimdiki milletvekilleri, kapı kapı dolaşıp Genel Başkanlık için nabız yokluyorlar. Asıl çirkin ve siyasi etiğe uymayan budur. Bir siyasetçi çıkar, Kılıçdaroğlu’nun neyini beğenip beğenmediğini, açıkça söyler. Bu kapı kapı dolaşıp nabız yoklayan eylemli ve eylemsiz milletvekillerinin Ekmelettin İhsanoğlu’nun Cumhurbaşkanlığı adaylığına karşı çıktıklarını hiç duydunuz mu? Duymadınız ama bunlar kapalı kapılar arkasında Kılıçdaroğlu’nu bu konuda acımasızca eleştiriyorlardı. Açıkça yapamıyorlardı, zira vekillik bekliyorlardı. Onun için bu tür adamların hiçbirinden ne CHP’ye ve ne de ülkeye bir fayda gelir. Bir zamanlar Baykal’a karşı imza toplayıp sonradan da dönüp Baykal’a biat edip, her yerde vıcık vıcık zavallılık kokan, “Ben her sabah kalkınca bugün genel başkanım için ne yapabilirim diye düşünüyorum” diyerek espri yaptığını zanneden omurgasızlardan da bir şey olmaz. CHP’nin kurtuluşu, siyasal ve kültürel derinliği olan genç bir ekibe liderlik yapacak bir ağabeyle olur. İleride bu genç kadrodan birisi muhakkak öne fırlayacaktır. Deneyimli ağabey siyaseti bırakırken CHP’de en az üç dört tane Genel Başkanlık yapabilecek aday yaratmalıdır. CHP’de zamanında bu yapılsaydı, kaset operasyonuna, onca parlatmalara rağmen CHP Genel Başkanlığı Kılıçdaroğlu’na kalır mıydı? Elbette kalmazdı. O zaman CHP tabanı, Deniz Baykal’ı, böyle bir ekibin başında partiyi yeniden yörüngesine oturtmak için harekete geçmeye zorlamalıdır. Yoksa koskoca Cumhuriyet Halk Partisi’ne, Atatürk’ün partisine, devletten evvel var olan ve devleti kuran partiye yazık olacaktır. O kadar yazık olacaktır ki, HDP’lilerle beraber APO posterleri altında miting yapan, 10 Aralık hareketi içindeyken “CHP kapatılsın vakıf olsun” diyenlerin elinde yok olacaktır. 

HAYDİ BAYKAL, KURACAĞIN GENÇ BİR EKİPLE, GEÇMİŞİN BEKÇİLİĞİNİ YAPMAK İÇİN DEĞİL, GELECEĞİN ÖNCÜLÜĞÜNÜ YAPMAK İÇİN GÖREV BAŞINA.


https://www.aydinlik.com.tr/chp-nasil-kurtulur


***




CHP NASIL KURTULUR?

Vahit ŞAHİN
28.06.2018 10:46:55


    Asiye nasıl kurtulur? adlı tiyatro oyunun adından esinlenerek yazdım başlığı. Sonucunu yine bu oyuna bağlayacağım.

CHP´nin nasıl kurtulacağına ilişkin çok ilginç bir değerlendirme Gazetemizin İmtiyaz Sahibi ve Başyazarı Çetin Remzi Yüreğir´den geldi.

Çetin Beyin köşe yazısını baştan sona kadar dikkatlice okudum.

Bugünlerde 24 Haziran´da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçiminde partisinden daha fazla, yüzde 30 gibi oy alan Muharrem İnce´nin CHP´nin başına gelmesi ile sorunun çözüleceğine inananlar çoğunlukta. Ama Sayın Çetin Remzi Yüreğir bakınız ne diyor bu konuda:

  Kılıçadroğlu´nun istifası ile ya da yerine aynı zihniyetin örneği ve hatta bileşeni Muharrem İnce gibi bir isim getirerek ya da üst kademelerde tahterevalli oyunu gibi bir inip diğeri çıkan kadroların el değiştirmesini sağlamakla bir sonuç alınamaz.?

Seçimlerdeki başarısızlıkları başarı gibi sunanlar var. Politik durumu dramatize ederek halkın ilgisini uyandırmak amacıyla yapılan politikaya popülizm denilmektedir. Çetin Bey partideki popülizm hastalığına da dikkat çekiyor ve ekliyor:

 ?Partinin kimliğini ve tarihsel misyonunu yok eden popülizm sendromunu ortadan kaldıracak çareler elbette vardır. O da sırça köşklerden çıkıp, CHP´nin, partili ile ve seçmen kitleleri ile kaynaşacağı yeni bir başlangıç yapmakla aranıp bulunabilir. Buna CHP ?de restorasyon dönemine girmek de denebilir.?

Peki bu restorasyon nasıl olacak?

Onun cevabını da veriyor Sayın Yüregir:

?Partinin  üye yapısı gözden geçirilerek sağlıklı bir Kurultay dönemine derhal girilmeli, delegelerden ilçe, il ve sonunda da genel merkez yönetimlerine kadar her kademe günün koşullarına göre baştan sona yenilenmelidir.?

Evet değerli okurlar. CHP için birini genel başkanlıktan alıp indirmek 24 Haziran´dan sonra zor veya kolay olabilir. Onun yerine konulmak istenen şahıs da ondan farklı biri değil ki?

Zor olanı hemen yaparız, imkansız ise biraz vaktimizi alır diye bir ifade vardır. CHP kadroları, üyeleri zoru değil, Sayın Çetin Remzi Yüregir´in önerdiği imkansızı denemelidir. Yani CHP ilçelerden başlayıp, İl, PM, MYK ve Genel Başkan dahil olmak üzere tüm üye ve yönetici kadrolarını yenilemelidir.

Geçmişte bu restorasyon (yenileme) iki kez yapılmış. Şimdi neden yapılmasın?

Yapılmazsa ne olur?

Onu da Çetin Bey şöyle açıklamış. Çetin Bey CHP´deki sorunu tüm gerçekliği ile ortaya koymuş ama bir de çözüm üretmiş ve önermiş.  İşte yapılması gereken şey:

- CHP özüne ve gerçek misyonuna, Atatürk Cumhuriyetçiliği´ne, Cumhuriyet´in ve Devrimlerin kazanımlarına sahip çıkma ülküsüne yeniden kavuşmaz ise, konjonktürün ivmesine bırakılacak didişmelerle Cumhuriyet Halk Partisi kargaşa ve belirsizlik ortamında yeniden yanlışlara yöneleceği bir ortama mahkum olacak ve esasen siyasi partilerin fazlaca önemi kalmadığı yeni dönemde, tümüyle ?inkıraz (dağılma) sürecine´ girme sürecine kapılıp gidecektir.?

Tabi bu yenileme fikrinin CHP´nin mevcut yönetici kadroları tarafından kabul edilmeyeceği kesindir.

CHP önünde eylem yapan gençlerin de dediği gibi, ?CHP´de devrim yapılmazsa devrim gelemez.?

Devrim yapılmazsa ne olacağını yine ?Asiye nasıl kurtulur? oyununun sonunda verilen mesaj gibi olur. Oyunu izleyenler bilir, yani, Asiye bataklıktan kurtulamaz. Yine bildiği işi yapar.


http://www.yeniadana.net/kose-yazilari/chp-nasil-kurtulur-2832.html


***


CHP Nasıl Kurtulur.,


Nihat Genç
24.11.2015 12:11


Cumhuriyet Gazetesi’nde Doç. Yunus Emre’nin ‘CHP’ yazıları çok başarılı, kurultay ve liderlik hesaplarına hiç değinmeden gerçekçi analizler sunuyor, işaret etmek istedim.

Murat Bardakçı’nın yazdığı ‘Enver’ kitabı, şaşılacak kadar sağlam bir ‘tarih’ kitabı. Uzun yıllardır acınacak halde kafa karışıklığı yaşayan ya da öyle bir görüntü veren Murat Bardakçı nihayet düşüncelerini temize çektiği sağlam hatta mucizevi bir kitap kaleme aldı.  Karmaşık belge yığınları arasından yavaş yavaş kafasını kaldırıp sonunda ‘gıpta’ edilecek bir ‘eser’ ortaya koydu. Sandıktan çıkartılacak daha çok şeyi olduğunu da hesaba katarsak Murat Bardakçı heyecan verecek daha çok çalışmalarla hepimizi şaşırtmaya devam edecek, işaret etmek istedim.

‘Türk Ordusu Kobani’ye Girmeli’ diyen Kılıçdaroğlu’ndan ‘Türk Ordusu Türkmen Dağı’na Girmeli’ açıklaması henüz gelmedi, fikri takiptir, unutmayın istedim.

AKP iktidarında Musul’un Kerkük’ün Felluce’nin Telafer’in ve şimdi Türkmen Dağı’nın yerinde yeller esiyor, bu iktidar döneminde yüzbinlerce Türkmen göz göre göre öldü. Ya IŞİD’in eline geçti ya yüzbinler şehirleri terk etti. Bizim tezimiz Araplar Kürtler Türkmenler kardeştir, ancak bu imha savaşında varlığı sona eren sadece Türkmenler oldu.

Selçuklular Eyyubiler Memluklular döneminde beri bu topraklarda yüzlerce savaş oldu, ama ilk defa son on yılda ‘Türkmen’ varlığı tarihten siliniyor coğrafyadan kazınıyor, hatırlatmak istedim.

Malumunuz Meclis TV geçen yıllarda AKP’nin daha fazla rezil olmamak için akşam 19 00’da kapatılma kararı alınmıştı, şimdi? AKP güçlendi ve CHP’nin zayıf niteliksiz vekilleri AKP’nin iştahını kabartmaya başladı. Bu acemi şaibeli cemaatçi ve PKK’li vekillerle mecliste ben sabahlara kadar nasıl güzel eğlenirim demeye başladı, kuşkunuz olmasın, AKP bu vasatın altı CHP’li vekillerle sabahlara kadar eğlenme fırsatını kaçırmayacak ve Meclis TV yayınlarını yeniden sabaha kadar uzatacaktır, demedi demeyin.


Uğur Dündar’ın emekli büyükelçi Şükrü Elekdağ röportajında dile getirilince aklıma geldi, Irak Savaşı’na ‘destek veren liberal aydınlarımız’.

"NİÇİN AMERİKAN BAYRAĞI SALLIYORSUNUZ" DEDİĞİM İÇİN...

Birinci ve İkinci Irak Savaşı günlerinde, şimdi gençler bilmez, oturduk ve medyada bu ‘savaşı kimler destekliyor’ tek tek envanter çıkarttık, şaşırmayın lütfen, beşyüzün üstünde köşe yazarımız Amerika’nın Irak İşgaline onay veren, savaş çığırtkanlığı yapan ‘yazılar’ yazıyordu. Şu isimlerin de hakkını vermek lazım, koca medyada savaşa karşı yazı yazan bir isim Nuray Mert diğeri Can Dündar’dı. Nihat Genç ise hiçbir zaman medyadan sayılmaz, zaten savaş propagandası yapanları sert şekilde eleştirdiğim için, mahkemeye verildim.

O günkü medya atmosferini vermesi açısından tekrar edeyim, Habertürk’e karşı ‘niçin bir aydır ekranlarınızda Amerikan Bayrağı sallıyorsunuz?’ dediğim için.

Habertürk’te Amerikan Bayrağı sallayan arkadaş gün döndü Halk TV’ye ‘kayyum’ gibi getirilip oturtuldu. Sonra, Cumhuriyet’e bomba atanlar Cumhuriyet Gazetesi’nde şaibeli ilişkilerin ‘charity’ kahramanı oluverdi, savaşa karşı duran Baykallar Ecevitler’in ise üstüne beton gömüldü.

Nerden nereye, unutmayın istedim.      

Bir zamanlar adları ‘solcuydu’, Kürtler’e tarihi fırsat çıkıyor, diye, Amerikan (emperyalist) savaşına destek çıkanlar, şimdi, solcu ibaresinin kuyruğuna ‘liberal’ eklediler, hepsi bu kadar.

Şimdi ‘İşid’in vahşetini konuşmak yazmak moda’ oldu. Yine de hiç kimse İşid vahşetini Nagazaki ve Hiroşama’ya atılan bombaların korkunçluğuyla yarıştıramaz.

Ve İşid’in öldürdüklerini toplasak Afganistan Suriye Libya Irak’ta havadan bombalarla öldürülen masum milyonlarla kimse yarıştıramaz.

Artık dünyanın en bilge gazetecileri konuşuyor: İşid’i bu acımasız korkunç savaşlar ortaya çıkarttı…’, nokta.

Celseyi kapatıyorum, var mı itirazınız, götüne liberal eklenmiş eski solcular.

Suratınıza yapışmış bu pisliği şimdi kim çıkartacak?

Şimdi siz değil İşidci çocuklar oldu vahşi, henüz İşid diye bir şey yokken, bu savaşları alkışlayarak milyonların kaldırılamaz trajedisinden ortaya çıkan İşidçiler oldu canavar, öyle mi?

Canavarı yaratın sonra ortaya alın eğlenin öyle mi?

Şimdi (kuzey Kore hariç) bütün coğrafyalara yayılmış İşid militanları yerkürenin her noktasında ‘savaş açtı’, keskin bir sosyal eşitsizlik ve diplomatik ikiyüzlülüğün kurbanı uygarlık, tıpkı II. Dünya Savaşı günlerinde gibi ‘can çekişiyor.’.

YETMİŞ YIL SONRA TEKRAR SOKAĞA ÇIKAMIYOR

Hayatla dünyayla ilişkisini kesmiş yüzlerce İşid virüsü medeniyetin her sokağına sızdı, her yol tıkalı, çare yok. Avrupalılar II. Dünya savaşının ağır bombardımanlarından yetmiş yıl sonra şimdi yine sokağa çıkamıyor.

Birkaç laf edelim.

Bazı çocuklar, anneye aşırı bağımlıdır. Sürekli annelerinin yanındadır, beni seviyor musun diye çok sık sorarlar, anneyi mutfakta dahi huzur vermezler.

Şimdi, Tanrı’ya aşırı bağımlı çocuklar üzerine konuşuyoruz, Tanrı’ya huzur vermiyorlar dünyanın hayatın yakasını hiç bırakmıyorlar.

Çocuk dindarlık üzerine çok konuşulmadı, aileleri parçalanmış derin güvensizlik içinde yaşayan çocuk dindarların Tanrı’ya bağımlılıkları yetişkin ‘inancına’ hiç benzemez.

Tanrı fikriyle kafayı yemiş bu aşırı bağımlılara yapılacak ilk şey Tanrı’ya güvenlerini yeniden sağlamaktır.

Tanrı inançlarını bizlere çok sert vahşi katliamlarla dikkat çekip gösteren bu çocukların sizin bizim gibi bir insan psikolojisi taşıdıklarını arada kaynatmayalım.

Afganistan Irak Suriye’de telafisi mümkün olmayan ağır trajediler yaşadılar, yakınları aileleri ölmüş milyonlarca çocuk, ağır bir depresyondan kurtulmaları mümkün değildir. Bu kadar bombaya bu kadar dağılan aileye terk edilen toprakların felaketine, taş olsa çatlardı, insandılar, infilak edip patlıyorlar.

Felaket anında her insan yakınlarını arar, yakınlarına sarılır. Kimse kalmamışsa artık kime sarılacak kimi arayacaksın, kendilerine dikte edilen herkesi öldürün diyen manyak bir Tanrı fikrinden başka.

Ve bir zaman sonra: hayvanlar insanlardan farklı olarak dinledikleri korku hikayelerinden korkmazlar, batının bu bombardımanlarından sonra ‘korku duvarını’ aşmış hayvanlaşmış milyonlarca çocuk.

Yoksul alt sınıftan çocuklar hayattan daha çok korkarlar. Yoksul alt sınıf çocuklar Tanrı’dan daha çok korkarlar.

Annesini arayan annesini bulamayan bebeklerin durmaksızın durdurulamayan çığlıklarla ağlaması neyse, IŞİD’in infilak eden bombaları aynı derin boşluğun sesidir.

Kaybolan annenin ve yitip giden güvenli çevre ve arkadaşların yerini artık ‘Tanrı’ya aşırı bağlanmak’ alır, anne gider Tanrı gelir. Irak savaşının ortalarında birkaç Orta-Doğu ülkesini ziyaret etmiştim, camilerine türbelerine girdiğimde, ilk gözlemim şuydu, bu insanlar bu camilerde kendilerini yerden yere atarak gereğinden çok fazla ağlıyorlar.

Devletsiz sosyal olarak çok zayıf güvenli bir eğitim ve aile ve çevresi olmayan insanlar ‘alarm’ durumunda yaşar.

Başlarına atılan bombaların gücü Nagazaki’ye atılanları yüzlerce kat geçti.

Ortalıklarda annesiz evsiz yurtsız çocukların yardım çağrısına cevap veren bir ‘koruyucu’ ortalıklarda hiç yoktur, tam aksine akla gelen her şeyi çarpık bir Tanrı anlayışıyla veren bir çevre.

Allah inancı başka, Allah’a ‘yanlış şekilde’ bağlanma başka şeydir.

Ağır olacak ama örneklemek zorundayım, herkes annesini çok sever ama kimse annesiyle zina yapmaz. Yetişkin çocuk sofraya oturduğunda yemeğini kendi elleriyle yer, ama annesine fazla bağımlı çocuklar, ellerini kıpırdatmaz, annesinin kaşığı ağzına sokmasını bekler.

BÜYÜK SORU DA BUDUR

Cennete gidip hazır yemek varken, bu hayatın zorluklarıyla niçin uğraşsın, bu dünyayı yaratan Tanrı yedirsin doyursun, bu çıkışsız savaşa bir cevap versin, kollarını açsın, bizi yanına alsın, düşüncesi hakimdir.

Bu çocuklar çok derin ‘kaygılarla’ büyüyor, Tanrı inançlarını senin benim gibi az buçuk güvenli ortamlarda değil en kaygılı anlarında oluşturuyorlar.

Bir çocuk etrafına ailesine baktığında imdat diye yardım dost diye ulaşılabilir kimseyi görmüyorsa, bu çocuğun Tanrı inancı hem dinsel hem sosyal çok derin bir problemdir.

Dünyaya güvenle yaklaşamayan çocuklar, dünyadan güvenli sosyal destek alamayan çocuklar, üstelik acımasız kaygılı bir depresyon anlarında dini telkin altında kalıyorlarsa, dünya onlar için çok tehlikeli ve huzursuz bir yer demektir. (bu konunun uzmanı John Bowly, Ayrılık, Bağlanma, Kaybetme, çığır açmış psikolojik kitaplardır, meraklısı cilt cilt okuyabilir.)

Derin kaygılı güvensiz ortamlarda yetişen bu çocukları küçümseyici tepeden bakıcı bir bakış dahi bu çocukları daha çok huzursuz eder daha çok delirtir.

Artık uygarlığın her objesi sokağı filmi siyasetçisi bu çocukları daha çok huzursuz ediyor.

 Aslında tanrı inancı olan Tanrı’ya güvenir, büyük soru da budur, bu çocuklar aslında Tanrı’dan intikam alıyor.

  Tanrı’ya aşırı ve yanlış yerden bağlanarak onun verdiği hayatı infilak ettirerek.

  Felaket bu çocukların inanç ve eylem kararlarını ‘kaygı’ ‘depresyon’ altında almalarıyla başlar.

 Unutmayın, sosyal güvenlik problemi yaşayan devlet asla ‘makul dini eğitim’ veremez, bakın dini eğitimlerini hangi koşullarda alıyorlar?

 ( Bu satırların yazarı nice kendine İslamcı psikiyatr diyen adam gördü, depresyon hastalarına tedavi diye İslam’ı inancı salık veren. Yanlıştır, bozuktur, saçmalıktır. Depresyon altında sadece ‘güven’ verilir, kendilerine güven kazanacakları ‘zaman’ verilir.)

  Laik eğitim dediğimiz başını açıp kapatması değildir, laik eğitim, çocukları yurdunda kalıp çorbasını içtiği insanların inancından korumaktır, devlet yurdunu çorbayı kendisi verdiği takdirde makul güvenli bir dini eğitim alma şansları olur.

  Artık dünyanın bütün varoşları bütün ezilmiş sokakları yeniden bu sorunu konuşacak: güvenli ortam, güvenli eğitim.

  Güvenli ortam ve güvenli eğitime sosyal harcama yapamayan Türkiye dahil Orta-Doğu devletleri daha onlarca yüzlerce yıl bu canavar virüsleri dünyanın bütün sokaklarına yaymaya devam edecek.

PKK ondört onbeş yaşlarındaki çocukları toplayarak büyük bir güç oluşturmadı mı?

Cemaat ondört onbeş yaşlarındaki çocukları toplayarak büyük bir güç oluşturmadı mı?

IŞİD de aynısını yapıyor, sahipsiz güvensiz kimsesiz ailesiz çocukları toplayıp ‘infilak’ ettiriyor.

Sosyal devlet olmadan çocukların kesintisiz eğitimini devlet üstüne almadan artık herhangi bir toplumun huzur içinde yaşaması mümkün değildir.

Çocuklarına güvenli bir eğitim veremeyen her toplumun sokakları meydanları infilak etmek için sırasını bekliyor.   

CHP NEREDE                                                         …

 Sosyal devlet tezini kim işleyecek?

 Söyleyin CHP nerede?

 CHP henüz farkında değil hala bu canavarlığın kökenini ‘dinde’ arıyor, yanlış, suçlu din değil, güvensiz devletsiz kontrolsüz ‘dini eğitim’dir.

 Ergenlik öncesi küçük çocuklar anneleriyle kadınlar hamamına götürülür ancak büyüyüp ‘farkına varınca’ hamamın kapısından geri çevrilir, oğlunuz büyüdü hanım, denir.

 AKP hem eğitimde hem dış politikada CHP’yi hala kadınlar hamamına götürüyor, hala büyüyüp ‘farkına varamadı…’

 Bütünüyle uygarlığı bütünüyle şehirlerin bütün sokaklarını çok derin bir korku sarmış, bu bir sosyal devlet sorunudur diye bizimkiler henüz ayılmadılar.

 Hatta gök gürültüsünden dişçiden vahşi hayvandan henüz bilmediği tanımadığı için korkmayı bilmeyen üç aylık bebekler gibiler.

 CHP’ye önce korkuyu öğretmek lazım.

 Önce her insan gibi her hayvan gibi ‘yılandan’ korkmayı öğrenmeliler.

 Sonra beyinlerini akıllarını örgütlerini saran ‘zehirli örümcekler’den korkmayı öğrenmeliler.

 Sonra ‘karanlık’tan korkmayı öğretmeliyiz.

 Sonra ‘yalnızlık’ korkusunu öğretmeliyiz, başkalarıyla nasıl dostluk arkadaşlık kurulabileceğini öğretmeliyiz.

 Şayet bu ‘korku’ları öğretebilirsek, en temel derslere geçebiliriz.

 Başta ‘kaygı’ ve ‘endişe’ öğretmeliyiz.

 Karanlıkta kalan çocuk anne abla diye bağırır, cevabı alınca, anne abla karanlıktan korkuyorum konuş benimle, der.

 Karanlıkta ‘konuşamayan’ bu insanlara ‘çığlık’ ‘bağırma’ seslenme dersleri vermeli.

 Kumpastan şaibeden dolaptan dümenden ‘korkmayı’ öğretmeliyiz.

 Belki de daha önce Kılıçdaroğlu’nun iki özel danışmanı Can Dündar ve Ahmet Hakan’a verilmeli bu ‘korku’ dersleri.

 Bebekler kaygı endişe bilmedikleri için balkon demirleri üstünde dahi emekler, sayelerinde CHP evde tek başına filminin çocuk yıldızı.

 İnsan olabilmek kaygı endişe taşımak ‘danışmanları’ sayesinde büyük mesele haline geldi.

Ne mutlu onlara kaygısız endişesiz dünyadan habersiz mutlu yaşıyorlar.

Tarihin en skandal hırsızlıkları ve tarihin en sert savaşlarının ortasında, bir muhalefet lideri düşünün, alnındaki mavi öfke damarını, henüz hiç birimiz göremedik.

Kolayı var, modadır, alnına siyahi bir mavi damar dövmesi yaptırsın.

Nihat Genç

Odatv.com

https://odatv.com/chp-nasil-kurtulur-2411151200.html?__cf_chl_jschl_tk__=b34cd4bb2dfb5a78303f878048ca60650efb2174-1576066009-0-AcLkJT8jPLsC5qaR6HApExdCYps9hUanlbUwM_0-wIMkHLf2dqzubaZF1m_KJiTOKPKaNnbYyxxYbZ9mn6YGghCuqW15xla0mjdVs4ub3qFo0zh99tOM5w5yBHn1jhfLzt433HHKC5cUmHnUPnjzG0Hnih7tw_fIPYmOHkq6sIN774odVSF7u97ueEwvF_zQedYeBvugSOCoYv3zoSkIYBofBHlCJx8nfuorKSjEJwnb2bxNcvxWOZTzsRLn5C2LP0ZpumLZGmolmaoUGTvEMkeXxhX5NNcY9IXAipKWU9skdm0GKc0oHdDMX-Il0UHQtw


***

CHP Raporunda can alıcı soru. ?

CHP Raporunda can alıcı soru. ?


CHP Raporunda can alıcı soru: 2004 Kararları uygulansaydı FETÖ bu güce erişebilir miydi?

Türkiye, “FETÖ’nün siyasi ayağı kim?” tartışmasını izliyor. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Bir Numaralı siyasi ayak Cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden zattır” çıkışına Erdoğan 250 bin TL’lik tazminat davası ile yanıt verdi. CHP 16 yıllık AKP-FETÖ ilişkisini raporlaştırdı.



Aykut Küçükkaya



08 Nisan 2018 Pazar, 21:35











15 Temmuz’daki kanlı darbe girişiminin ardından en çok tartışılan konulardan birisi “FETÖ’nün siyasi ayağı”ydı… Aslına bakarsanız siyasi ayağı hepimiz biliyoruz!..
“FETÖ’nün siyasi ayağı”ydı… Aslına bakarsanız siyasi ayağı hepimiz biliyoruz!..
Bu “ Paralel yolda ” Beraber yürüyenlerin Gülen cemaatini nasıl desteklediğini, nasıl büyüttüğünü ve devletin nasıl o kirli ellere teslim edildiğinin hep birlikte tanığıyız…
Biz bu tanıklığı yaşarken iki haftadan bu yana AKP ile CHP arasında “siyasi ayak” tartışması birden alevlendi. CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu, aynı zamanda AKP Genel Başkanı olan Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ı sert sözlerle hedef aldı: “FETÖ’nün bir numaralı siyasi ayağı Cumhurbaşkanlığı’nı işgal eden zattır!..”
Erdoğan bu sert sözler üzerine, Kılıçdaroğlu’na 250 bin TL’lik tazminat davası açtığını duyurdu. Yargıya taşınan bu süreçte CHP’nin elindeki en büyük veri, “iktidar partisi AKP ile Gülen cemaati arasındaki 16-17 yıllık ilişkiyi” raporlaştırması. Yasemin Öney Cankurtaran koordinatörlüğünde hazırlanan söz konusu raporlar sanki bir. “hepiniz oradaydınız” belgeseli… Evet, tam 3 rapor:
AKP İÇİN FETÖ’NÜN MİLADI. 
BİR ELMANIN İKİ YARISI: AKP İLE FETÖ.
AKP, 15 TEMMUZ’DAN SONRA DA FETÖ’DEN KOPAMADI!
Yazı dizimizde üç raporun önemli bölümlerini özetleyeceğiz. Her gün bir raporu ele alıp, en can alıcı yerlerini okurlarımızın ve Türk kamuoyunun dikkatine bir kez daha sunacağız. Unutkan bir toplum olduğumuz yadsınamaz bir gerçek!.. Birbiri ardına okuyacağınız “tarihe not düşen özlü sözler, arşivlerin tozlu raflarında unutulmaması gereken raporlar” iktidar partisini yöneten AKP’li isimlerle, kanlı darbe girişiminin, 15 Temmuz’un arkasındaki en büyük güç olan Gülen cemaati arasındaki ilişkiyi bir kez daha yüzümüze tokat gibi çarpacak…
Sahi!.. Bir kez daha soruyoruz; Kandırılan kim?
Erdoğan ile Kılıçdaroğlu’nun FETÖ’de uzlaşamadığı en önemli nokta cemaatle mücadeleye başlanılması gereken tarih: CHP:2004  AKP:2013

'MİLAT'TA 9 YILLIK SAPMA

Tarih: 28 Kasım 2013...
Taraf gazetesinin manşetinde “Gülen’i bitirme kararı 2004’te MGK’da alındı” haberi!
İşte Kılıçdaroğlu ile Erdoğan arasındaki en büyük fikir ayrılığı “AKP için FETÖ’nün miladı”yla başlıyor. Cumhurbaşkanı Erdoğan her ne kadar milat olarak 17-25 Aralık’ı işaret etse de CHP “milat” için 17-25 Aralık’tan neredeyse tam 9 yıl öncesini gösteriyor.
CHP’nin Tezleri...
Milatla ilgili tartışma CHP’nin birinci raporunda aynen şöyle yer alacaktı: Kasım 2002’den bu yana iktidarda bulunan AKP hükümetleri için, Fethullahçı Terör Örgütü (FETÖ) tehdidine resmi olarak ne zaman vâkıf olduklarıyla ilgili siyasi ve hukuki açıdan bir “milat” belirlemek gerekirse 24 Haziran 2004 ve 25 Ağustos 2004 tarihli MGK toplantıları ile 481 Sayılı MGK Kararı’nı başlangıç almak doğru olacaktır. 24 Haziran 2004 tarihli MGK toplantısında “Türkiye’deki Nurculuk Faaliyetleri ve Fethullah Gülen” konusu gündeme alınmış ve hem MİT Müsteşarlığı, hem Genelkurmay Başkanlığı tarafından Gülen Grubu’nun yapılanması, yurtiçi ve yurtdışı faaliyetlerine ilişkin tehdit konusunda kapsamlı sunumlar yapılmıştır. Gülen Grubu’nun faaliyetlerinin izlenmesi ve tasfiye edilmesine ilişkin kararlar alınmış ve tüm kurul üyeleri tarafından imzalanıp 25 Ağustos 2004 tarihli MGK toplantısında “481 Sayılı MGK Kararı” olarak kayda geçmiştir. 481 Sayılı MGK Kararı’nda yer alan önemli bir husus, ‘Dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül imzasıyla 16 Nisan 2003’te, ‘yurtdışındaki Gülen okullarına ve Milli Görüş’e yardım edilmesi için’ Büyükelçiliklere gönderilen 3846 ve 3847 sayılı genelgelerin” geri çekilmesinin istenmesidir. Ancak bu genelgeler (20 Mayıs 2014’e kadar) geri çekilmediği gibi, 2008 yılında Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın AKP’nin “laikliğe aykırı fiillerin odağı haline geldiği” gerekçesiyle kapatılması istemiyle hazırladığı iddianamede söz konusu fiiller arasında sayılmıştır. 25 Ağustos 2004 tarihli MGK Kararı’nın 28 Kasım 2013’te Taraf Gazetesi’nde yer almasının ardından AKP’li yetkililer “MGK gündemine dönemin Cumhurbaşkanı Sezer tarafından getirildiğini, hükümetin dahli olmadığını ancak kararı yok hükmünde saydıklarını ve uygulamadıklarını” yandaş medya ise “Hükümet’in kararın içini boşaltıp uygulamadığını, MGK kararlarının tavsiye niteliğinde olması nedeniyle hukuken de uygulamak zorunda olmadığını” açıklama çabasına girmiştir. Bu noktada Erbakan’a 28 Şubat kararlarını imzaladığı için eleştiri yöneltenlerin 481 sayılı MGK kararına karşı idiyseler neden direnmediklerini ve uygulamayı düşünmedikleri bir karara neden imza attıklarını sormak gerekir. 2004 MGK Kararı’na imza atan 5 askeri yetkiliye karşın AKP Hükümeti’nin 7 sivil üyesi bulunmaktayken, karşı çıkmaları halinde bu kararın çıkmayacağı aşikârdır. Cumhurbaşkanı Erdoğan, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından FETÖ/PDY’nin “miladı” olarak 17-25 Aralık 2013’ü açıklamıştır. 17-25 Aralık bir milat olacaksa, ancak “AKP-FETÖ suç ortaklığının bozulmasının miladı” olabilir. Bu çerçevede, 481 Sayılı MGK Kararı, AKP Hükümeti’nin “yok sayarak uygulamadıklarını” itiraflarıyla ve 14 yıllık iktidarlarında FETÖ’nün devlet içinde stratejik örgütlenmesine bilinçli olarak “izin ve onay veren” icraatlarıyla, 15 Temmuz 2016 darbe girişimine giden sürecin önünü açmaktan “siyasi ve hukuki açıdan sorumlu” olduklarını ortaya koyan bir belgedir. Nitekim dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün TBMM Darbe Komisyonu’na yaptığı “FETÖ’ye karşı hükümeti 2004 yılında MGK kararıyla uyardık. Ancak pek fazla bir şey yapılmadığını gördük” açıklaması, bunun teyidi niteliğindedir. Bu hususlar, aynı zamanda Cumhurbaşkanı ve Başbakan’ın 17-25 Aralık 2013 Rüşvet ve Yolsuzluk Soruşturmalarını “milat” göstermelerinin ve “FETÖ tarafından kandırıldık” beyanlarının neden doğru olmadığını da ortaya koymaktadır...
Raporda can alıcı soru...
Raporda milat tartışmasına devletin resmi belgeleriyle nokta koymaya çalışan CHP, “Soruyoruz” diyerek şu sorusunun yanıtını isteyecekti: “2004 MGK Kararı, Bakanlar Kurulu kararı haline dönüştürülüp kararlı bir şekilde uygulansaydı; FETÖ, 15 Temmuz darbe girişimini gerçekleştirecek güce erişebilir miydİ?

RAPORDAN...Erdoğan'dan Gülen yorumu: Aynı menzile giden farklı bir yol...

“Üzerinde durulması gereken önemli bir husus da, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 3 Ağustos 2016’da Din Şûrası’nda yaptığı konuşmada FETÖ/ PDY için “aynı menzile giden farklı yollardan biri olarak gördüğümüz bu yapı” tanımlamasını kullanarak “hedef birliği” içinde olduklarını itiraf etmesidir. Daha 15 Haziran 2012’de katıldığı Türkçe Olimpiyatlarında “Bitsin artık bu hasret” diyerek Gülen’e “ Türkiye’ye dön ” çağrısı yapan, 17 Aralık 2013’ten bir gün sonra dahi Gülen ile uzlaşma arayışında bulunan Erdoğan, 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından FETÖ/PDY’nin “miladı” olarak 17-25 Aralık 2013’ü açıklamıştır.” 
“Başbakan Binali Yıldırım ise 23 Ekim 2016’da yaptığı açıklamada ‘Eski bir Genelkurmay başkanı (Hilmi Özkök) çıkıp diyor ki ‘Biz 2004’te uyardık.’ Ne uyardınız kardeşim, karara bakıyoruz ‘Nur cemaati ve hizmet hareketi izlenmelidir’ diyor. Ne zamandan beri cemaatler terör örgütü oldu. Bizim için kırmızı çizgi, terör faaliyetinin başladığı gündür, o da 17 Aralık’tır. Hiç kimse eline silah almadıkça, insanları öldürmedikçe terör örgütü muamelesi göremez. Bu örgüt devletle bilek güreşine 17 Aralık’ta başlamıştır’ ifadelerini kullanmıştır. Başbakan Yıldırım’ın bu beyanlarındaki çelişkilere açıklık getirecek olursak; 2004 MGK Kararı’nda, doğrudan ‘Fetullah Gülen Grubu’ ismi geçmektedir ancak Başbakan Yıldırım bunu gizlemeye çalışmaktadır. Dönemin Genelkurmay Başkanı Özkök’ün, ‘2004’te Hükümeti uyardık’ açıklamasına karşı çıkmaktadır. Belgeler ise Başbakan’ı yalanlamaktadır. Başbakan, “Bu örgüt devletle bilek güreşine 17 Aralık’ta başlamıştır” demek suretiyle, bir yapının terör örgütü olup olmadığına, devlet aleyhine çalışıp çalışmadığına devletin güvenlik raporlarına bakarak değil, AKP ile olan ilişki durumuna bakarak karar vermektedir. ‘Hiç kimse eline silah almadıkça, insanları öldürmedikçe terör örgütü muamelesi göremez. Terör faaliyetinin başladığı gün 17 Aralık’tır’ ifadesi ise maalesef trajikomiktir. Ne 17 Aralık ne de 25 Aralık, silahlı bir eylem değildi, kimsenin elinde bir silah yoktu. Peki ne vardı? Ayakkabı kutularından çıkan dolarlar, çikolata kutularında giden rüşvetler, 700 bin liralık kol saati, evdeki para kasaları, para sayma makineleri, bir türlü sıfırlanamayan milyonlarca dolar ve euro vardı…” 
“Erdoğan’ın 17-25 Aralık’tan sonra ‘Bunlar devlet içinde devlet olmuşlar’ ve ‘ne istediniz de vermedik’ sözleri, her ne kadar suçlama ve sitem içerse de, aynı zamanda o tarihe dek verdikleri desteğin itirafı niteliğindedir.”

2004’teki kararda Erdoğan’ın da imzası vardı

Karar şu uyarıları içeriyordu:
25 Ağustos 2004 MGK toplantısında “481 Sayılı MGK Kararı” olarak kayda geçen “tavsiye” niteliğindeki kararı, dönemin Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ve Başbakanı Erdoğan’ın yanı sıra Dışişleri Bakanı Abdullah Gül, Başbakan Yardımcısı Abdüllatif Şener, Adalet Bakanı Cemil Çiçek, Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül ile İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu imzaladı. Kararda dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, kuvvet komutanları Özden Örnek, Aytaç Yalman, İbrahim Fırtına ve Jandarma Genel Komutanı Şener Eruygur’un da imzaları bulunuyor. 481 sayılı MGK kararında yer alan bazı önemli hususlar şunlardı:

  • Gülen grubunun yurtiçi ve yurtdışı faaliyetleri, Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu (BUTKK) koordinesinde İçişleri Bakanlığı, Dışişleri Bakanlığı, MİT Müsteşarlığı ve ilgili diğer kurumlar aracılığı ile yakından takip edilmeli. 
  • Devletin yurtdışında görevli memurları aracılığı ile Gülen grubu yakından takip edilmeli, gerekiyorsa Dışişleri Bakanlığı tarafından ilave tedbirler geliştirilmeli. 
  • Gülen grubuna ait özel okulların faaliyetleri, İçişleri Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından incelenmeli ve takibe alınmalıdır. Bu gruba ait okullardaki şüpheli ve yasadışı faaliyetler, periyodik olarak Başbakanlık Uygulamayı Takip ve Koordinasyon Kurulu’na (BUTKK) rapor edilmeli. 
  • Gülen grubunun ‘öğrenci evleri’ kapsamında sempatizan ve yandaş edinme gayretleri, İçişleri Bakanlığı nezdinde dikkatle takip edilmelidir. Yasal olmayan yollar kullanılarak din eğitimi veren ve bir nevi dini alet ederek yandaş toplama sistemi olan ‘öğrenci evleri’ uygulamalarına engel olunmalı. 
  • Yapılan bağışlar ile usulsüz para hareketleri ve kara para uygulamalarının Maliye Bakanlığı- MASAK (Mali Suçlar Araştırma Kurulu) aracılığı ile takip edilmesi sağlanmalı. 
  • Abdullah Gül’ün, Dışişleri Bakanı sıfatıyla 16 Nisan 2003’te ‘Gülen okullarına ve Milli Görüş’e yardım edilmesi için” büyük elçiliklere gönderdiği 3846 ve 3847 sayılı genelgeler geri çekilmeli.
***



7 Aralık 2019 Cumartesi

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA AFGANİSTAN,

TÜRK DIŞ POLİTİKASINDA AFGANİSTAN, 



Sevinç Alkan Özcan*
* Dr., Bilim ve Sanat Vakfı, Küresel Araştırmalar Merkezi Direktörü. 


Soğuk Savaş dönemi uluslararası sistemin statik yapısından Soğuk Savaş sonrasındaki dinamik yapıya geçişte önemli dönüm noktalarından birini oluşturan Afganistan krizi, Türk dış politikasının yeni güvenlik, tehdit ve menfaat tanımlarının oluşmasında önemli bir rol oynadı. Soğuk Savaş sonrası ortaya çıkan sıcak çatışma alanlarının coğrafi olarak çok yakınında bulunması ve bu çatışma alanları ile tarihi ve kültürel bağlarının bulunması, Türkiye’yi bu çatışmalarda önemli bir yere oturttu. Ancak Türkiye’nin bu bölgelere 
yönelik olarak gerçekleştirilen siyasi ve diplomatik süreçlerden çok askeri süreçler içinde yer alması, Soğuk Savaş sonrası dönemin ilk yıllarında, onun büyük ölçüde askeri gücüne önem verilen bir ülke olması imajını güçlendirdi. Bu açıdan bakıldığında, Afganistan operasyonu sonrasında Türkiye’nin gösterdiği ilk tepkiler ve geliştirdiği dış politika Türkiye’nin yeni dönemde sadece askeri 
potansiyeli ve yeteneklerine önem verilen bir ülke olarak kalıp kalmayacağına cevap verir nitelikteydi. Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrası dönemde Afganistan’a yönelik politikasının temel ilkelerinin belirlenmesinde 11 Eylül saldırıları ve ardından 7 Ekim 2001’de ABD’nin Afganistan’a yönelik düzenlediği operasyonun etkisi büyük oldu. Bu nedenle Türkiye’nin 2009 ve 2010 yıllarında Afganistan’a yönelik izlediği dış politikanın ele alındığı bu makalede öncelikle 2001 sonrası Türkiye’nin yeni duruma verdiği tepkiler ve geliştirdiği politikalar tartışılacaktır. 

ABD’ nin Afganistan Operasyonu ve Türk Dış Politikası

11 Eylül saldırılarının gerçekleşmesinin hemen ardından tüm devletler, saldırıların kimin tarafından gerçekleştirildiğinden çok, saldırıların sonrasında oluşacak uluslararası atmosfere nasıl cevap verecekleri sorusu ile ilgilendiler. Türkiye ve Türk dış politika yapımcıları için bu sorunun yanıtı, diğer pek çok devlet için ifade ettiğinden daha fazla anlam ifade etmekteydi. Türkiye’nin NATO üyesi tek Müslüman ülke olması, laik bir yönetim modelini benimsemiş olması, terörizmle mücadele konusunda tecrübesinin bulunması ve Amerika’nın terörist saldırıları bahane ederek yapacağı operasyonlarda Türkiye’nin hava sahasını ve İncirlik üssünü kullanma talebinde bulunma ihtimali Türkiye’yi yeni uluslararası atmosferde önemli bir konuma oturtuyordu. Saldırıların hemen ardından Türkiye’den gelen resmi açıklamalar genellikle, uluslararası terörizmin ve ABD’ye karşı yapılan saldırıların kınanmasını içermiş; bu açıklamalarda Türkiye’nin uzun süredir terörle mücadele eden bir ülke olduğu vurgulanmıştır.

Türkiye’nin yeni uluslararası atmosfere yönelik ilk tepkileri oldukça temkinli ve İslam ve terör üzerine yapılan tartışmalar konusundaki tavrı da oldukça sağduyuludur.2 

O dönemde Bakanlar Kurulu’nun aldığı bir karara göre Türkiye, yeni ortaya çıkan durumu, terör konusundaki tezini Avrupa’ya ve dünyaya anlatmak için kullanma yolunu tercih etmiş, Türkiye’nin yıllardır maruz kaldığı terör saldırıları karşısında NATO’nun 5. maddesinin işletilmesi gerektiğini savunduğu ancak bunu kabul ettiremediğini vurgulamıştır. Bununla birlikte NATO’nun 5. maddesinin işletilmesi ile ilgili karardan memnun olan Türkiye, bu maddeden doğan yükümlülüklerini yerine getireceğini dönemin Cumhurbaşkanı, Başbakan ve Dışişleri bakanının ağzından tüm dünyaya duyurmuştur.3 

Bu çerçevede Türkiye ve ABD arasında stratejik ortaklığa işaretle, Türkiye’nin terörle mücadele alanında uluslararası işbirliğine tam destek verdiği, gerektiğinde Türk hava sahasının ve havaalanlarının ABD nakliye uçakları tarafından kullanılması yönündeki ABD talebine de sıcak baktığı belirtilmiştir.4 Bununla birlikte Türkiye’nin Afganistan politikasını anlamak açısından altı çizilmesi gereken bir husus, başlangıçta her ne kadar ABD’nin Türk hava sahası ve havaalanları ile ilgili talebini olumlu karşılamışsa da Türkiye, olası bir operasyonda yer almak üzere ABD ya da NATO’dan gelecek asker talebine sıcak bakmamıştır. Eğer Afganistan’a bir operasyon yapılacaksa, operasyona asker sağlamak yerine, Kuzey İttifakı güçlerine askeri eğitim ve istihbarat yardımı vermeyi tercih ettiğini belirtmiştir.5

7 Ekim 2001’de ABD Afganistan’a yönelik olarak NATO çerçevesi yerine İngiltere ile birlikte tek yanlı bir operasyon başlattığında Türkiye ilk tepki olarak, NATO çerçevesinde hareket etmeye ve uluslararası işbirliğine özen göstereceğini açıkladı ve operasyon sırasında sivil halkın zarar görmemesi gerektiği konusundaki kaygılarını dile getirdi.

Genel olarak bakıldığında 11 Eylül ve 7 Ekim tarihleri arasında Genelkurmay, Başbakanlık ve Çankaya Türkiye’nin operasyona katkısının hep NATO’nun 5. Maddesi ile sınırlı olacağı yönünde açıklamalar yaptılar. Ancak hükümetin kısa süre sonra Türk Silahlı Kuvvetlerinin yabancı ülkelere gönderilmesi için TBMM’den yetki istediği ve 10 Ekim 2001 tarihinde yetki tezkeresi kararını Meclis’ten çıkardığı görüldü. 31 Ekim’de ise ABD’den gelen asker talebine, 90 kişilik bir özel harekât grubunu göndermeyi kararlaştırmakla olumlu yanıt vermiştir.7 Gönderilecek olan ekibin görev yapacağı bölge Kuzey İttifakı’nın etkin olduğu kuzey bölgesi olacak ve gerektiğinde sıcak çatışmalara girebilecekti. Ekibin sıcak çatışmalara girme ihtimali Türkiye’nin başlangıçtaki sıcak çatışmalara girmeme ilkesiyle çatışan bir tutum olmuştur. 

Kasım 2001’de Taliban kontrolündeki şehirlerin tek tek düşmesiyle birlikte Afganistan’a uluslararası bir askeri gücün konuşlandırılması gündeme gelmiş, bundan sonra Türkiye sınırlı sayıda asker gönderme yerine büyük miktarda askeri güçle barış gücüne önderlik etme ihtimalini konuşmaya başlamıştır. Bu tartışmalar esnasında Türkiye, barış gücü kapsamında gönderilecek olan Türk askerlerinin hangi büyüklükte ve görev bölgesinin neresi olacağı konularının altını çizmiş, Türk askerlerinin yalnızca Kabil’de görev yapmasının istendiği çeşitli düzeylerde resmi ağızlardan dile getirilmiştir.

20 Aralık 2001’de BM Güvenlik Konseyi’nin aldığı 1386 nolu karar Afganistan’ın geleceği açısından olduğu kadar Türk dış politikası açısından da önemlidir. Bu kararla Afganistan’a gönderilecek olan Uluslararası Destek ve Güvenlik Gücü (ISAF) yetkilendirilmiş, İngiltere üç ay süreyle Gücün komutasını üstlenmiştir. Başlangıçta 4500 askerden oluşacak olan ISAF’a Türkiye başlangıçta 267 kişiden oluşan bir birlikle katkı sağlayacağını açıklamıştır. Haziran 2002’de ise BM Güvenlik Konseyi’nin 1413 sayılı kararı gereğince Türkiye ISAF II’nin komutasını üstlenmiş ve komutası süresince katkılarını istikrarlı bir biçimde devam ettirmiştir. ISAF’ın komutası 11 Ağustos 2003 tarihinde NATO’ya devredilmiş, Kabil ve çevresi ile sınırlı olan görev alanı ülke çapına yayılacak bir biçimde genişletilmiştir. 

NATO’ya devredilmesinin ardından alınan en önemli kararlardan biri NATO Kıdemli Yüksek Sivil Temsilciğinin Ocak 2004’te Türkiye’ye verilmesidir. 
Türkiye’nin NATO’ya üye tek Müslüman ülke olması ve Afganistan’a sağladığı katkılar bu görevin ona verilmesinde etkili olmuştur. 

Görüldüğü üzere, Türkiye’nin 11 Eylül’ün hemen akabinde başlayan Afganistan krizi sırasında izlediği dış politikada uluslararası hukuk vurgusu oldukça güçlüdür. NATO’nun 5. maddesinin işletilmesi, uluslararası işbirliğine özen gösterme, sivil halkın zarar görmemesi sıcak çatışmalara girmeme ve BM Güvenlik Konseyi kararlarına uygun hareket etme gibi ilkeler Türkiye tarafından kriz sırasında sıklıkla dile getirilmiştir. Ancak şunu da belirtmek gerekir ki Türkiye, kriz sırasında zaman zaman uluslararası hukukun sınırlarını zorlama 
noktasına da gelmiştir. Türkiye, BM kararlarının yetkilendirmediği tek taraflı bir Amerikan müdahalesinden sonra, yurt dışına asker göndermeyi içeren yetki tezkeresini Meclis’ten geçirmek suretiyle neredeyse bu müdahaleye ortak olma noktasına gelmiştir. Ancak operasyonun kısa sürmesi ve ardından BM’nin 1386 nolu Güvenlik Konseyi kararıyla ISAF’ın oluşturulması Türkiye’yi zor durumdan 
kurtarmış ve uluslararası bir çerçevede hareket etme imkânı sağlamıştır.9 

Obama’nın AfPak Stratejisi ve Türk Dış Politikasında Afganistan 2001’de Afganistan operasyonunu NATO çerçevesinin dışında gerçekleştiren ABD, 
ISAF’ın komutasını Ağustos 2003 itibariyle NATO’ya devrederek Irak işgaline daha fazla yoğunlaşmak üzere üzerindeki yükü hafifletmeye çalıştı. 

Böylece aralarında Türkiye’nin de bulunduğu pek çok devlet, NATO çerçevesinde Afganistan’daki riski bir kez daha üstlenmiş oldu. 

Ancak ISAF’ın komutasının el değiştirmesi Afganistan’da güvenlik ve istikrarın sağlanmasına yetmedi, tam aksine Afganistan gün geçtikçe ABD için ikinci bir Vietnam olarak anılır oldu. 2001’deki Anglo-Amerikan operasyonuyla ülkenin doğu ve güneyine çekilen Taliban, Pakistan’ın sınır bölgelerinin sunduğu güvenli alanın da desteğiyle NATO güçlerine büyük kayıplar verdirecek bir güce ulaştı.10 

2008 yılında yalnızca Amerikan askerilerinin değil, aynı zamanda İngiliz, Kanada ve Fransız birliklerinin ağır kayıplar vermesi, ABD’nin yeni Başkanı Obama’yı, 
ABD ve İngiltere için terörle mücadelenin kalbi durumundaki Afganistan ve Pakistan’la ilgili olarak yeniden düşünmeye ve mevcut politikaları gözden geçirmeye itti. 

Obama’nın 27 Mart 2009’da Ulusal Güvenlik Danışmanı James Jones’un ağzından açıkladığı AfPak Stratejisi, Afganistan’da yaşanan kayıpların artmasına verilmiş bir yanıt olarak okunabilir. Şubat 2009’da Obama’nın Afganistan’a 17.000 asker daha göndereceği yönündeki açıklaması, bu strateji ile teyit edilmiştir. ABD bu strateji ile terörle mücadele konusunda geçmişe nazaran yeni dönemde 
Pakistan’a daha fazla yoğunlaşacağı mesajını vermektedir. ABD’nin Güney Asya’nın önemli oyuncuları Pakistan ve Afganistan’la, istihbarat paylaşımı, sınırlarda askeri işbirliği, ticaret, enerji ve ekonomik gelişme konuları başta olmak üzere pek çok alanda işbirliği içinde olacağı belirtilmektedir.11 

AfPak Stratejisi ile Afganistan ve Pakistan Obama’nın dış politikasının merkezine oturmuş, Taliban’ın Amerikalı ve diğer güçlere verdirdiği kayıplar karşısında Taliban direnişini kırmayı amaçlamıştır. Bu çerçevede Pakistan’a askeri ve ekonomik yardımların artırılması, sınır güvenliği için Pakistan’la işbirliğinin artırılması ve Afganistan’ın Pakistan’la birlikte diğer komşuları İran, Rusya ve Hindistan’la da diplomatik ilişkilerin yoğunlaştırılması hedeflenmiştir. 

ABD’nin yeni stratejisinin en önemli maddesini Afganistan’a ilave 30.000 askerin konuşlandırılması kararı oluşturmaktadır. Afganistan’da halen 110.000’e yakın müttefik askeri bulunmakta, bu sayının 70.000’ini ABD askerleri oluşturmakta dır. Afganistan’daki NATO kuvvetleri komutanı bu sayının 40.000 artırılarak 150.000’e çıkarılmasını teklif etmiştir. Obama da bunun üzerine 30.000 yeni 
ABD askerinin gönderileceğini ve müttefiklerin de buna destek vermesini istemiştir. Bu çerçevede de NATO Genel Sekreteri müttefiklerin 5.000-7.000 yeni asker göndererek katkı sağlayabileceğini açıklamıştır.

Nisan 2009’da NATO Zirvesi’nde ve Obama’nın Türkiye ziyareti sırasında Afganistan için Türkiye’den ek asker talebinde bulunması, ABD’nin yeni stratejisi çerçevesinde Türkiye’nin askeri çatışmaların içine çekilmek istendiğini göstermektedir. NATO’nun tüm üyelerden toplam 5.000 asker talebinde bulunduğu ve bunun 1.000 kişilik bölümünün Türkiye’den istendiği bilinmekte dir.12 

Bununla birlikte hâlihazırda Afganistan’da 1750 askeri bulunan Türkiye, bu talebin ardından muharip güç göndermeme konusunda kararlı olduğunu 
yinelemiştir. Türkiye’nin Afganistan’daki katkısı güvenlik güçlerinin eğitilmesi ve halkın sosyal ve ekonomik durumunun iyileştirilmesi yönünde olmuş, sivil destek projelerine önem vermiştir. Bu sayede Afganistan halkının gözünde iyi bir imaja sahip olan Türkiye, muharip asker gönderme taleplerine sıcak bakmamıştır. Bu da Türkiye’nin, krizin başından bu yana izlediği sıcak çatışmalara girmeme 
prensibi ile uyumlu bir politikadır. Obama’nın açıkladığı AfPak stratejisinin unsurlarını Afganistan’a muharip güç gönderme dışında da destek veren Türkiye, güvenlik ve istikrarın sağlanması, demokratik seçimlerin yapılması, ekonomik kalkınma, sivil kayıpların engellenmesi ve ülkenin yeniden yapılandırılması gibi temel konularda Amerikan hükümetiyle aynı görüştedir. Ek asker talebine 
olumlu yanıt verse bile Türkiye’nin bu askerlerin sıcak çatışmalara girmesini arzu etmediği kesindir. 

ABD ve NATO’nun asker sayısının artırılması talebi yalnızca Türkiye değil diğer üye ülkeler nezdinde de bekledikleri kadar destek görmemiştir. Örneğin Almanya, çatışmaların yoğun olduğu güney bölgelerine gitmeyi reddetmekte, Kanada ise askerlerini 2011 yılında geri çekmeyi planladığını söylemektedir. Amerika ve Avrupa kamu oyları da artan oranda Afganistan’dan çekilmeyi istemektedir. 2009’da Afganistan NATO kuvvetleri komutanının hazırladığı, Washington Post tarafından ele geçirilen gizli raporda, Afganistan’ın 
güvenliği konusunda son derece olumsuz bir tablonun söz konusu olduğu yazılmaktadır. Asker sayısının artırılmaması durumunda ABD’nin savaşı kaybedeceği, Afgan hükümetinin tehlike altında olduğu ve direnişi kırmaya çalışmak yerine hükümetin korunması gerektiğini belirten rapor Güvenlik zafiyetini ve ABD’nin başarısızlığını açık bir biçimde ortaya koymaktadır. 13

Ayrıca Afgan hükümetinin yaptığı yolsuzlukların direnişi güçlendirdiği belirtilen raporda, hapishanelerde yapılan kötü muamele ve işkence nedeniyle el-Kaide’ye sempati ve katılımın arttığı da belirtilmektedir. ABD ve NATO kuvvetleri Taliban ve direnişe verilen maddi ve lojistik yardımları engelleyememekte 
ve ciddi bir istihbarat zafiyeti yaşamaktadır.14 

Böylesi güvenlik zafiyetinin olduğu bir bölgede Türk askerinin sıcak çatışmaya girip kayıplar vermesi, Türkiye hükümeti tarafından istenmeyen bir durumdur. 
Zira böyle bir durumda Afgan halkının sempatisini kaybedecek ve yaptığı diğer sivil faaliyetler akamete uğrayacaktır. 

Nitekim Türk Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun 9-10 Haziran 2009’da Pakistan’a ve hemen ardından 11-13 Haziran’da Afganistan’a yaptığı ziyaretler Türkiye’nin Afganistan politikası konusunda herhangi bir değişimin olmayacağını göstermesi açısından önemliydi. Davutoğlu’nun Pakistan’da Mayıs ayında ordunun Taliban’a karşı başlattığı operasyonlar sırasında yerlerinden edilen 
4 milyon Pakistanlının kaldığı mülteci kamplarından Şah Mansur’u ziyaret etmesi ve yardım malzemeleri dağıtması,15 

Türkiye’nin meselenin insani boyutuna verdiği önemi göstermekteydi. Pakistan ziyaretinin ardından Afganistan’a giden Davutoğlu, Kabil’e varmadan önce bazı vilayetlerde türbe, cami, hastane ve okulları ziyaret etmiş, Mevlana’nın babası Bahaeddin Veled’in vatanı Belh Vilayeti’nin merkezi Mezar-ı Şerif’e giderek Mevlana’nın barış mesajlarını hatırlatmıştır. Şibirgan’a giderek Vali Haşim Zari ile bir araya gelip 
“Afganistan’ı unutmadık” mesajını vermiş, burada cami, okul ve hastane yaptıracaklarını söylemiştir. Afganistan-Türkiye Dostluk Çocuk Hastanesi’ni ve Akça ilçesinde Habibe Kadiri Kız Lisesi’ni ziyaret eden Davutoğlu, Türkiye’nin Afganistan sorununun sivil halk boyutuna çok fazla önem verdiğini göstermiş tir. 16. 2009 yılının Afganistan için büyük önem taşıyan olaylarından biri 20 Ağustos’ta yapılan tartışmalı seçimler oldu. Tartışmalı idi, çünkü güvenlik probleminin en üst düzeyde yaşandığı bir ülkede meşru ve adil bir seçimin yapılması imkânsızdı. NATO kuvvetleri ile Taliban arasında çatışmaların yaşandığı özellikle doğu ve güney eyaletlerinde güvenlik sorunu nedeniyle oy kullanamayan milyonlarca insanın varlığı söz konusu idi. ABD ve İngiltere’nin seçimler öncesinde mümkün olduğunca güvenli bir ortam oluşturmak amacıyla 
Helmand bölgesinde Taliban’a karşı başlattığı operasyonun başarılı olduğunu söylemek mümkün değildi. Amerikan müdahalesinin ardından ikinci kez yapılan genel seçimler, Devlet Başkanı Hamid Karzai, Rabbani çizgisinin önemli ismi eski dışişleri bakanı Abdullah Abdullah, Fransız okullarında yetişmiş eski planlama bakanı Ramazan Beşerdost ile Karzai hükümetinde maliye bakanlığı yapmış 
Dünya Bankası ve BM’de üst görevler almış Eşref Gani arasındaki rekabete sahne oldu.17 

2004 yılında devlet başkanı seçilen Karzai bu tartışmalı seçimler sonucunda ikinci kez seçilmiş oldu. Son yıllarda yolsuzluk, adam kayırma ve kötü yönetimi nedeniyle Karzai, Batı medyasında ciddi bir biçimde eleştirilse bile koalisyon güçleri için hala vazgeçilmez bir isimdi.18 

Başkent Kabil’de düzenlenen yemin töreniyle ikinci dönemine başlayan Karzai, önceliğinin ülkedeki şiddet olaylarına son vermek olduğunu söyledi. NATO’nun yardımlarıyla Afgan güçlerinin beş yıl içinde ülkenin güvenliğini eline alabileceğini söyleyen Karzai, yoğun bir şekilde eleştirildiği yolsuzluk konusunda mücadele edeceğini söyledi.19 

Yolsuzluk iddiaları nedeniyle hem Afgan halkının hem de uluslararası aktörlerin güvenini yitiren Karzai, başta ABD olmak üzere koalisyon güçlerinin pek çok koşulunu yerine getirmek üzere yeniden devlet başkanı olarak kabul gördü. 

Bu koşulların başında ise Afganistan’ın güvenliğinin sağlanmasında Afgan hükümetinin ve güvenlik güçlerinin daha çok sorumluluk alması, Pakistan ile işbirliği, yolsuzlukla mücadele, uyuşturucu ticaretinin kontrol altına alınması ve kurulacak hükümetin ülkedeki tüm grupları içermesi geliyordu. Ancak tüm bu koşulları Karzai’nin yerine getirmesi önceki yönetimi göz önüne alındığında oldukça zor görünmektedir. Zira Karzai içeride Tacik, Hazara, Özbek ve Türkmen gibi etnik grupların desteğine sahip değildir; büyük oranda Peştunların 
desteğine sahip ve daha çok onları memnun edecek politikalar yürütmüştür.20

Davutoğlu, Karzai’nin göreve başladığı törenin üst düzey katılımcıları arasındaydı. ABD, İngiltere, Fransa ve Pakistan başta olmak üzere pek çok ülkenin yanında Türkiye de Karzai’nin bu koşulları yerine getirmesi gerektiğine inanıyordu, zira yalnızca Afganistan değil Pakistan için de istikrarsızlık kaynağı olan Taliban güçlerinin oluşturduğu güvenlik boşluğu Türkiye için de önemli bir endişe kaynağıdır. Yeni Amerikan ve NATO askerlerinin bölgeye gönderilmesi ile de çözülecek gibi görünmemektedir. Afganistan’da güvenlik ve istikrarın sağlanması tüm yerel aktörlerin taleplerini dikkate alan bir uluslararası koalisyona bağlı görünmektedir. Türkiye başından bu yana bu prensibi savunmakta ve uluslararası koalisyonun üyelerine eşit mesafede durmayı tercih etmektedir. 

27 Ekim 2009’da Başbakan Erdoğan’ın Pakistan’a yaptığı ziyaret Afganistan sorunu bağlamında Türkiye-Pakistan ilişkileri açısından önemli bir dönüm noktası olarak kabul edilebilir.21 

Pakistan ve Türkiye halkları arasındaki tarihi yakınlık Afganistan ve çevresinde istikrar ve barışın sağlanmasında bu iki ülkeyi önemli bir yere koymaktadır. 
Sovyet işgali sırasında Peştunların siyasi direniş hareketi Hizb-i İslami ve lideri Gülbeddin Hikmetyar’ı destekleyen Pakistan, 1994’ten sonra yine Peştunların tabanını oluşturduğu Taliban hareketinin ortaya çıkmasında önemli roller oynamış ve kısa zamanda iktidara gelmesini sağlamıştır. Ayrıca Hindistan’la yaşadığı Keşmir sorununun ortaya çıkardığı çatışmalarda Afganistan’daki İslami direniş gruplarını kullanan Pakistan, pek çok Keşmirli direnişçinin Afganistan’ın Taliban kontrolü altındaki bölgelerinde eğitilmesini sağlamıştır.22 

Türkiye ile Pakistan arasındaki yakınlık Pakistan’ın Afganistan’da ve bölgede sadece kendi çıkarlarını koruyan politikasını gözden geçirmesini gerektirmekte dir.  AfPak stratejisi ile ABD, Pakistan’a bu politikasını değiştirmesi gerektiği mesajını vermiş oldu. Aksi takdirde Pakistan, ABD ve İngiltere tarafından sıkça ifade edildiği şekliyle terör üreten bir coğrafya olarak anılmaya devam edecek. Nitekim ABD ve İngiltere bir taraftan Pakistan’ın iyi niyetini devam ettirmesini isterken diğer taraftan Hindistan kartını kullanmak suretiyle Pakistan’ı baskı altında tutmaya devam etmektedirler.23 

2009 ve 2010 yılları Türkiye’nin bölgede istikrar ve barışın sağlanması için diplomatik çabalarını artırdığı yıllar oldu. 25 Ocak 2010’da İstanbul’da yapılan “Türkiye-Afganistan-Pakistan Üçlü Zirvesi”, 2007 yılında başlatılan sürecin dördüncü toplantısıydı. Afganistan Cumhurbaşkanı Hamid Karzai, Pakistan Cumhurbaşkanı Asıf Ali Zerdari ve Türkiye Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün katıldığı zirvede, Afganistan ile Pakistan’ın üst düzeyde yakınlaşmasının sağlanması ve işbirliğinin artırılmasına yönelik mekanizmalar üzerinde duruldu. 
Genelkurmay ve güvenlik birimlerinin görüşmelerinde ise Afganistan ordusunun eğitimi ile ilgili konular ele alındı. Başbakan Erdoğan ile Cumhurbaşkanı Karzai’nin zirve çerçevesinde yaptıkları görüşmelerde üçer aylık periyotlarla Afganistan’daki asker ve polisin eğitilmesi ve terörle mücadele konusunda daha yakın işbirliği yapılması kararlaştırıldı. Üç ülke arasında imzalanan ortak bildiride Başbakan Erdoğan’ın Afganistan’da tamamı TİKA tarafından yaptırılan 68 okulun açılışını yapması kararlaştırıldı. Ayrıca üç ülkenin eğitim bakanlarının imzasının yer aldığı, eğitim konusunda işbirliği alanlarını içeren ortak bir bildiri yayınlandı.24

Üçlü zirvenin hemen ertesi günü İstanbul’da yapılan, “Asya’nın Kalbinde Dostluk ve İşbirliği Zirvesi” Türkiye’nin Afganistan sorununda diplomasinin araçlarının yoğun bir biçimde kullanılması gerektiği yaklaşımının bir başka göstergesidir. Afganistan’a komşu ülkelerin katıldığı zirve sonunda açıklanan bildiride Türkiye’nin Afganistan politikasının ana hatlarının altı bir kez daha çizilmiş, bölgesel işbirliğinin önemi vurgulanmıştır. “Emin, güvenli ve müreffeh bir Afganistan’ın bölgesel barış ve istikrarın hayati unsuru olduğu, karşı karşıya kalınan risk ve sorunların ortak olduğu ve terörizmin tüm biçimleri ve yasa dışı uyuşturucu ticaretinin bölgedeki tüm ülkeleri etkilediği” ifadeleri bildiride yer almıştır.25 

Bu zirvelerin gösterdiği gibi Türkiye, Afganistan meselesini Afganistan sınırları içinde çözülecek bir mesele olarak görmemekte, bölgesel bir yaklaşımla çözülmesi gerektiğini düşünmektedir. Bölgesel yaklaşımın en önemli unsurların dan ve sorunun en önemli taraflarından biri olan Pakistan’la işbirliğinin artırılması gerekmektedir. Türkiye’ye göre Afganistan ile Pakistan arasında üst düzey ilişki ve işbirliğinin artırılması bölgenin istikrarı ve barışı için hayati öneme sahiptir. Türkiye’nin öncülüğünde gerçekleştirilen üçlü zirveler bu amaca hizmet etmek ve iki ülke arasındaki buzları eritmek amacıyla yapılmakta ve başarılı da olmaktadır. Bu zirvelerin sonucunda yapılan Afganistan’a komşu ülkeler zirvesi (Irak’a komşu ülkeler zirvesi benzeri) de yine Ankara’nın öncülüğünde yapılmıştır. Türkiye, Pakistan ve Afganistan’ın yanı sıra İran, Çin, Rusya, İngiltere, ABD, Japonya, Tacikistan, Kırgızistan, BAE, İKÖ, BM, NATO ve AB’nin 
üst düzey temsilcileri zirveye katılmışlardır.

Uluslararası katılımın oldukça yoğun olduğu Afganistan konulu bir başka toplantı 28 Ocak’ta Londra’da yapıldı. Afganistan’ın geleceğinin yeniden masaya yatırıldığı, yaklaşık 70 ülkenin dışişleri bakanları ve üst düzey temsilcilerinin katıldığı Londra Konferansı, 2001’den bu yana Afganistan’ın yeniden yapılandırılması için yapılan konferanslar zincirinin sekizincisi oldu. Londra Konferansı’nı diğerlerinden farklı kılan, Karzai’nin uzlaşı planı çerçevesinde ilk defa Taliban’ın ılımlı unsurlarının silah bırakarak anayasayı kabul etmek 
suretiyle siyasi yapıya entegre edilmesini öngörüyor olmasıdır.26 

Ayrıca konferansta uluslararası güçlerin yetkilerinin yerel birliklere devredilmesi gündeme geldi. Taliban militanlarını siyasi sürece dahil etmek için katılımcı ülkelerin 140 milyon dolarlık bir fon oluşturmasına karar verilirken, Cumhurbaşkanı Karzai de yolsuzlukla etkin mücadele edeceğine dair söz verdi. Afgan askerlerinin istikrarı sağlayabilecek kapasite ve yeteneğe kavuştuktan sonra uluslararası güçlerin ülkeden çekilmesine karar verildi.27 

2009 ve 2010 NATO ve ABD birliklerinin büyük kayıplar verdiği yıllar oldu. 

Bu nedenle Avrupa ve ABD kamuoylarının, askerlerin geri çekilmesi konusundaki baskıları bu iki yılda arttı. Asker ve sivil kayıplarını azaltma, Taliban direnişini kırma ve nihayetinde istikrarı sağladıktan sonra geri çekilme planını içeren AfPak stratejisinin uygulanması için 30.000-35.000 ek asker takviyesinin gerekmesi, ABD ve NATO’nun nasıl bir bataklığın içinden çıkmaya çalıştığının açık bir göstergesidir. Yukarıda atıfta bulunulan raporunda dile getirdiği uyarılar Obama yönetimini rahatsız etmiş olmalı ki ISAF Komutanı General McChrystal Haziran 2010’da Rolling Stone dergisinde çıkan yazısı bahane edilerek görevinden alınmış, yerine General David Petraeus getirilmiştir. McChrystal’in Obama yönetimin Afganistan politikasını açık bir biçimde eleştirdiği bilinmektedir. 2010 Haziranında 2001’den bu yana en büyük kayıpların verildiği düşünüldüğünde ABD’nin başarılı olduğunu söylemek zor görünüyor. Asker seviyesinin AfPak stratejisinin öngördüğü şekliyle istenilen düzeye çıkarılmasından 18 ay sonra yabancı askerlerin ülkeden çekilmeye başlayacağı öngörülmektedir. Obama, General Petraeus’un göreve gelmesiyle birlikte Afganistan stratejisinde herhangi bir değişiklik olmayacağını açıkladı. Buna göre Temmuz 2011 tarihinden itibaren 
çekilmenin başlayacağı fakat bunun birkaç sene devam edebileceği belirtilmekte dir. 

2009 ve 2010 yıllarında Türkiye’nin pozisyon belirlemek durumunda kaldığı en kritik dış politika konularından biri, ABD’nin AfPak Stratejisi çerçevesinde 
Türkiye’den beklediği katkılar oldu. Türkiye’den Afganistan’a muharip asker göndermesi, Kabil bölge komutanlığında görev yapan Türk birliğinin görev alanını çatışmaların yoğunlaştığı güneye doğru genişletmesi ve Türkiye’den sıcak çatışmaya girmeme prensibini gözden geçirmesi istendi. 2009 yılına kadar zaman zaman gündeme gelen bu talepler ilk kez bu kadar net bir biçimde ifade edilmiş oluyordu.28 

Kasım 2009’da ISAF’ın Kabil bölge komutasını ikinci kez üstlenen Türkiye, bölgenin güvenliğini sağlamakta; lojistik, istihkâm ve altyapı desteğinde bulunmakta ve askeri eğitim faaliyetlerine devam etmektedir. Askeri lise ve harp okullarında Türk eğitmen ve danışmanlar bulunmaktadır. Ayrıca, askeri akademinin kuruluş ve organizasyonunu üstlenmiştir. Sağlık alanında 
faaliyetlerine devam etmekte ve hastaneler açan Türkiye, 27 ilk ve ortaokulun yeniden inşası ya da onarılmasına katkı sağlamış, 38.000 öğrenciye öğrenim imkânı sunmuş ve kız çocukları için bir lise ve kadın gelişim merkezinin açılmasına öncülük etmiştir. Türkiye’nin yaptığı bu türden katkılar medyada sık sık yer almakta ve bunlardan övgüyle söz edilmektedir. Ancak bu alanlarda desteğini artırmasına rağmen operasyon bölgesine asker gönderme talebine sıcak bakmamıştır. 

Türkiye’nin operasyona fiilen katılacak asker göndermesi ve görev sahasında ve tanımında esneklik göstermesi hariç yeni stratejiye olumlu cevap vermesi beklenmektedir. Bu çerçevede çekilmenin önceliklerinden olan Afgan güvenlik güçlerinin kapasitesinin artırılması için Türkiye’nin, Afgan ordusunun eğitim ve organizasyonunda daha fazla katkı sağlaması beklenmektedir.29

Son iki yılda bölgede barış, güvenlik ve istikrarın sağlanması için diplomatik çabalarına ağırlık veren Türkiye, 7-8 Haziran 2010 tarihleri arasında, Asya’da İşbirliği ve Güven Artırıcı Önlemler Konferansı (AİGK, CICA) Üçüncü Devlet ve Hükümet Başkanları Zirvesi’ne ev sahipliği yapmış ve Konferans’ın yeni dönem başkanlığı görevini almıştır. CICA’nın misyonunu “Asya’da İşbirliğine Dayalı Güvenliğin İnşası” olarak tanımlayan Türkiye, dönem başkanlığı süresince Afganistan sorununda Asya ülkelerinin desteğini alabileceği ve diplomatik çabalarına ivme kazandıracağı bir platform elde etmiştir. 

DİPNOTLAR;

1 Yapılan resmi açıklamalar için bkz. “Başbakan Bülent Ecevit’in ABD’de Meydana Gelen Terörist Saldırılara İlişkin Olarak Yaptıkları Açılama”, 12 Eylül 2001, 
    Dışişleri Güncesi Arşivi, http://www.mfa.gov.tr; “Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in, ABD’ye Yönelik Terörist Saldırılar Hakkında Basın Mensuplarına Yaptığı Açıklama”, 
    13 Eylül 2001, Dışişleri Güncesi Arşivi, http://www.mfa.gov.tr. 
2 ...........“Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in, ABD’ye Yönelik Terörist Saldırılar Hakkında Basın Mensuplarına Yaptığı Açıklama”, 13 Eylül 2001, Dışişleri Güncesi 
Arşivi, http://www.mfa.gov.tr; Derya Sazak, “Sezer’den Huntington Uyarısı”, Milliyet, 18 Eylül 2001.
3 Dışişleri Bakanı İsmail Cem’in TV-8 televizyonuna verdiği mülakat, 20 Eylül 2001, Dışişleri Güncesi Arşivi, http://www.mfa.gov.tr. 
4 Dışişleri Güncesi Arşivi, http://www.mfa.gov.tr, 2001 yılı Eylül ayı gelişmeleri. 
5 Dışişleri Güncesi Arşivi, http://www.mfa.gov.tr, 5 Ekim 2001. 
6 ..........Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer Başkanlığında, ABD’nin Afganistan’a Yönelik Askeri Operasyonu Konusunda Yapılan Değerlendirme Toplantısına 
    İlişkin Açıklama, Dışişleri Güncesi Arşivi, http://www.mfa.gov.tr, 8 Ekim 2001. 
7 “Türk Askerine Yol Göründü,” Milliyet, 1 Kasım 2001. 
8 Milliyet, 23 Kasım 2001. İsmail Cem’in yaptığı açıklama. 
9 Bu argümanın detaylı bir analizi şu makaleye bakılabilir. Sevinç Alkan Özcan, “ABD’nin Afganistan Operasyonu ve Türk Dış Politikası”, Avrasya Etütleri, 
   TİKA, 27-28, Sonbahar-Kış 2005, s. 33-75. 
10 Ebru Afat, “Obamalı ABD’nin İlk Hedefi AfPak”, Anlayış, Mart 2009. 
11 FPC Briefing, General James Jones, National Security Advisor, President Obama’s Afghanistan-Pakistan (AFPAK) Strategy, Foreign Press Center, March 27, 2009, 
    http://fpc.state.gov, Erişim Tarihi, 12 Haziran 2010. 
12 “Türkiye Afganistan’a bin asker gönderecek”, Zaman, http://www.zaman.com.tr, Erişim Tarihi: 15 Haziran 2010.
13 McChrystal Raporu için bkz. “General McChrystal’ın Afganistan Raporu,” Hürriyet, 30 Eylül 2009, http://hurarsiv.hurriyet.com.tr.
14 M. Serkan Taflıoğlu, “Afganistan’da Güvenlik: NATO Kuvvetleri Zorda,” http://www.orsam.org.tr.
15 “Davutoğlu Pakistan ve Afganistan’ı Ziyaret Etti”, Anlayış, Temmuz 2009. 
16 “Davutoğlu Sıradışı Afganistan Turunda”, Radikal, 13 Haziran 2009. 
17 Nuh Yılmaz, “Seçimler Afganistan’a Güvenlik Getirecek mi?”, Anlayış, Eylül 2009. 
18 Ebru Afat, “ABD ve İngiltere’nin Afganistan Oyunu”, Anlayış, Ağustos 2009. 
19 “İkinci Karzai Dönemi Başladı”, BBC, http://www.bbc.co.uk. 
20 Sabri Çiftçi, “Hamid Karzai Afganistan için Çözüm Olabilir mi?”, http://www.orsam.org.tr. 
21 “Turkey and Pakistan”, Daily Times, 27 Ekim 2009.
22 Zalmay Khalilzad, “Afghanistan: The Next Phase”, Perceptions, Aralık 2000-Şubat 2001, s. 8. 
23 Syed Talat Hussain, “Londra Konferansı Afganistan’a Yenilikler Getirmeyecek”, Daily Times, 28 Ocak 2010, Çev. Ebru Afat, Anlayış, Şubat 2010. 
24 “Afganistan’da 15 okul daha inşa edilecek,” Zaman, 29 Ocak 2010, http://www.zaman.com.tr.
25 “Asya’nın Kalbinde Dostluk ve İşbirliği için İstanbul Bildirisi”, 26 Ocak 2010, http://www.mfa.gov.tr.
26 Fikret Ertan, “Londra Konferansı”, Zaman, 28 Ocak 2010.
27 “Yeni Afgan Stratejisi”, Star, 29 Ocak 2010.
28 .........Armağan Kuloğlu, “Afganistan’a Operasyon icin Türk Askeri Gider mi?” http://www.orsam.org.tr.
29 Kuloğlu, “Afganistan’a Operasyon icin Türk Askeri Gider mi?”


KATKIDA BULUNANLAR.,

Ali Balcı | Dr., Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Ali Resul Usul | Doç. Dr., Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
Ayşe Aslıhan Çelenk | Yrd. Doç. Dr., Erciyes Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Bahadır Çelebi | Araş. Gör., Fatih Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Burhanettin DURAN | İstanbul Şehir Üniversitesi 
Bülent Aras | Prof. Dr., Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi Başkanı
Cemal Alpgiray Bölücek | Araş.Gör., Adnan Menderes Üniversitesi Nazilli İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü
E. Fuat Keyman | Prof. Dr., İstanbul Politikalar Merkezi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü, Sabancı Üniversitesi
Ertan Efegil | Doç. Dr., Sakarya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü 
Fahrettin Altun | İstanbul Şehir Üniversitesi, İletişim Fakültesi 
Gökhan Çetinsaya | Prof. Dr., İstanbul Şehir Üniversitesi
Hüseyin Emiroğlu | Doç. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
İsmail Numan Telci | Araş.Gör., Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Kamer Kasım | Prof. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Kemal İnat | Doç.Dr., Sakarya Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Mehmet Özkan | Doktora Öğrencisi, Sevilla Üniversitesi, İspanya
Mesut Özcan | Yrd.Doç.Dr., İstanbul Ticaret Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Muhittin Ataman | Prof. Dr., Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Nasuh Uslu | Prof. Dr., Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Nuh Uçgan | Doktora Öğrencisi, Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Pınar Akpınar | Öğretim Görevlisi, Yalova Üniversitesi
Ramazan Gözen | Prof.Dr., Çankaya Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
Sadık Ünay | Yrd. Doç. Dr., Balıkesir Üniversitesi, İ.İ.B.F., Uluslararası İlişkiler Bölümü.
Savaş Genç | Doç. Dr., Fatih Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Selçuk Çolakoğlu | Doç.Dr., Adnan Menderes Üniversitesi Nazilli İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü
Sevinç Alkan Özcan | Dr., Bilim ve Sanat Vakfı, Küresel Araştırmalar Merkezi Direktörü
Turgay Kayalak | Araş. Gör., Kırıkkale Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü
Vügar İmanov | Yrd. Doç. Dr., İstanbul Şehir Üniversitesi, İnsan ve Toplum Bilimleri Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü
Yunus Can Polat | Adnan Menderes Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi

Türk Dış Politikası Yıllığı ülkemizde uluslararası ilişkiler literatüründe var olan büyük boşluğu doldurma konusunda katkı sunmayı amaçlamakta dır. Türkiye’de, özellikle Türkçe yazılmış uluslararası ilişkiler konulu eserlerin gerek sayı ve gerekse içerik olarak ciddi eksiklikleri olduğu ilgili alanın uzmanları tarafından sürekli olarak dile getirilmektedir.

Türk Dış Politikası Yıllığı, bu boşluğu doldurmak üzere, Türkiye’nin dış politikasının değişik alanlarına ilişkin verilerin, konunun uzmanları tarafından belirli bir sistematik içerisinde ve olayların anlaşılmasını kolaylaştırıcı bir biçimde okuyucuya aktarılmasını sağlamayı hedeflemektedir. Aktarılan bu verilerin analizi konusunda okuyucuya yol gösterilmekte, ancak aktarılan bilgilerden 
okuyucunun kendi analizini yapmasına da fırsat tanınmaktadır.

Türkiye gibi, giderek artan bir şekilde bölgesinde önemli roller üstlenen bir ülkenin dış politikasını inceleyen düzenli bir yıllık çalışmasının bugüne kadar yapılmamış olmasının ciddi bir eksiklik olduğu düşüncesiyle 2009 yıllığıyla başlayan bu projenin önümüzdeki yıllar için de planlandığını müjdelemek istiyoruz.

Temel amacımız, bu şekilde, Türk dış politikasına ilgi duyan okuyucuların, öğrencilerin ve araştırmacıların faydalanacağı bir çalışma serisinin Türk uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırılmasıdır.

Bu Kitabın ve Türk Dış Politikası Yıllığı’nın bundan sonraki sayılarının okuyucuya faydalı olmasını diliyoruz.

SETA Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı
Reşit Galip Caddesi Hereke Sokak No:10, 
GOP, Çankaya 06700 Ankara, TÜRKİYE
Tel: +90 312 405 61 51 | Faks: +90 312 405 69 03
www.setav.org | info@setav.org


***