13 Mart 2019 Çarşamba

3 General olayındaki gerçekler

3 General olayındaki gerçekler




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
11 Aralık 2010 
Kaynak Yeniçağ: 


Geçen hafta içinde iki general ve bir amiral’in Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’ne (AYİM), açığa alınmaları ile ilgili işlemlerin iptali ve yürütmenin durdurulması için yaptıkları başvurudan, yürütmenin durdurulması hususu, mahkemece reddedilmiş tir. Bu karar, askeri mahkemelerin bağımsızlığı, etki, telkin ve yönlendirmeler ile hareket etmediği, hukukun gereklerini yerine getirdikleri hususuna iyi bir örnek teşkil ettiği gibi, bu konuda kamuoyunu yanıltmaya ve yönlendirmeye çalışanların doğru bir yaklaşım içinde olmadıklarını da ortaya koymuştur. Ancak halen işlemlerin iptali konusundaki çalışmaların devam ettiğini göz önünde tutmakta da fayda vardır.Konu esas itibariyle Yüksek Askeri Şura’da (YAŞ) terfisi çoğunlukla kararlaştırılan bu üç generalin Balyoz adı ile adlandırılan davada sanık oldukları gerekçesi ile masumiyet karineleri de dikkate alınmaksızın, terfi onayının yapılmamasından ve bu konudaki müracaatlarının da haklı bulunmasından kaynaklanmıştır. Hatta bu generallerin terfi için yeterli olmadıkları, diğer generaller arasında daha yeterli kişilerin bulunduğu da yönetim tarafından ileri sürülmüştür. Israr edilmesi halinde yasa çıkarılabileceği de ifade edilmiştir. Bu anlayış tarzı, yürütmenin yasamayı kullanarak yargıyı etkilemesi durumunu çağrıştırır ki, bu da parlamenter sistemin yasama, yürütme ve yargı erklerinin ayrılığı prensibi ile ters düşmektedir.

YAŞ üyeleri içindeki asker kişilerin, terfisi görüşülen generalleri sivil üyelerden çok daha iyi tanıdıkları, hatta bir kısmı ile beraber çalıştıkları veya 
çalışmalarına şahit oldukları, kriterleri daha uygun değerlendirme tecrübesine sahip oldukları bir gerçektir. Sivil üyeler bazı adayların terfilerini istemeyebilirler. 

O zaman oylarını ona göre kullanırlar, hatta disiplinsizlik nedeniyle YAŞ kararı ile TSK’dan ilişik kesilmesindeki uygulamalarda olduğu gibi muhalefet şerhi de 
koyabilirler. Ancak bunun, diğer yetkiler kullanarak, bir engelleme ve gerginlik malzemesi olarak kullanılmasının doğru bir yaklaşım olmadığının dikkate 
alınmasında fayda görülmektedir. 

Burada önemli olan konu, inatlaşmak suretiyle güç ve yetki konusunda üstünlük sağlama düşüncesinin değil, TSK’daki terfi ve tayinler konusuna siyasi 
müdahalelerin yapılması düşüncesindeki yanlışlığın anlaşılmasıdır. Özellikle alt kademelerde yapılabilecek siyasi müdahaleler, TSK’daki disiplin ve görev 
anlayışının ve TSK’nın yapısının bozulmasına sebep olabilir. İsteyerek veya istemeyerek, bazı siyasilerin TSK içinden kendi düşüncelerine yakın kişilerle 
irtibat kurmasına ve onları tercih etmesine, bazı TSK mensuplarının da ikbal düşüncesi ile aynı şekilde bazı siyasetçilerle yakınlaşma teşebbüsünde 
bulunmasına yol açabilir. İşte önemli ve tehlikeli olan husus budur. 

Mutlaka kaçınılması gerekir.

Diğer taraftan YAŞ’ın yapısının değiştirilerek, asker ve sivil üye sayısının eşitlenmesi ve kararların tavsiye mahiyetinde olması için bir kanun tasarısı taslağı hazırlanmakta olduğuna ilişkin medyada haberler de çıkmıştır. 

Bu durum yukarıda ifade edilmeye çalışılan yanlışlığı daha da derinleştirebilecektir. 

TSK’nın sivil otoritenin emrinde ve kontrolünde olması ile TSK’yı doğrudan sivil otoritenin yönetmesi hususlarının birbirine karıştırılmaması gerekmektedir. TSK’nın hukuka ve demokrasiye bağlı olduğunu beyan ettiğini ve davranış biçimi ile de bunu sergilediğini görmekteyiz. Aksi iddialar ortaya atarak TSK’yı etkisizleştirmeye ve itibarsızlaştırmaya çalışmanın, ülkemizin çıkarlarıyla bağdaşmayacağı ve kimseye fayda getirmeyeceği bilinen bir gerçektir. 

Bu nedenle yaratılmaya çalışılan sivil-asker gerginliğinin mutlaka sona erdirilmesinin, siyasi rant sağlama amacıyla askeri yıpratma yanlışından biran önce dönülmesinin, olayların aklıselim içinde mantık süzgecinden geçirilerek bir kere daha gözden geçirilmesinin gerekli olduğu değerlendirilmektedir.Yaşanan olayların demokratikleşme ve normalleşme ile bir ilgisi yoktur. Bu nedenle yaşanmakta olan yanlıştan dönmek, tam aksine, ülkedeki kutuplaşmaları ve gerginlikleri sona erdirerek daha sağlıklı, huzur dolu ve demokratik bir ortama kavuşmamıza imkân yaratacaktır. 

Buna Ülkemizin ve Milletimizin şiddetle ihtiyacı vardır. 


Kaynak Yeniçağ: 
3 General olayındaki gerçekler 
Armağan KULOĞLU 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/3-general-olayindaki-gercekler-16080yy.htm

***

Fırsat Kaçmasınmış!

Fırsat Kaçmasınmış!




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
04 Aralık 2010 
Kaynak Yeniçağ: 


Bölücü Siyaset, hiçbir şeyden çekinmeden devam ediyor. 

Bu siyaset Türkiye’yi 5 yönden kuşatma altına almış durumda.ABD kuşatmanın birinci ayağıdır. 

Malum haritalar, PKK’yı dolaylı himayesi ve kullanması, terörün yok edilmesine yönelik TSK’nın sınır ötesi harekatına getirdiği tahditler, Obama’nın TBMM’de 
yaptığı konuşmada vatandaşlarımızın bir kısmını “Kürt Azınlık” olarak nitelendirmesi ve bunların haklarının verilmesi talebi, PKK’nın tasfiyesi için “açılım” konusunu Türkiye’nin gündemine sokarak bölücü siyasete vize sağlaması ve Irak’ın kuzeyindeki yönetimi, devletmiş gibi Türkiye’ye kabul ettirmesi gibi daha da sıralanabilecek bir çok uygulama, ABD’nin bu konudaki girişimleridir.Kuşatmanın ikinci ayağı AB’dir. AB ülkelerinin bir kısmı, PKK’nın finans desteği almasına, medya organları ile propaganda yapmasına, faaliyetlerini Avrupa’da sürdürebilmesi için dernek, büro ve çeşitli enstitüler kurmasına imkân yaratmıştır. 

AB ilerleme raporlarının tümünde “Kürt Azınlık”tan bahisle bunlara hak verilmesini talep etmektedir. AP bu konuda çeşitli kararlar almakta ve bölücü siyaset yapanların parlamentoda propaganda yapmalarına fırsat tanımaktadır. Üçüncü ayak, Irak’ın kuzeyindeki yönetimdir. Bu yönetim hem Türkiye’deki bölücü hareketleri desteklemekte, hem de kendi kontrolünde tuttuğu bölgedeki PKK terör örgütünü himaye etmektedir. Irak üst yönetimindeki bazı yetkililer de 
etnik kökeninden dolayı bu duruma göz yummaktadır.Kuşatmanın dördüncü ayağı, PKK terör örgütünün kendisidir. 

Görevi, Kürtçülük konusunu iç ve dış kamuoyunun dikkatine getirmek, korku, panik, telaş, baskı ve bıkkınlık yaratarak isteklerin kabulüne ortam hazırlamak tır. Bölücü siyasetin önünü açmak, eylemsizlik kararları ile siyasi sonuçlar beklemek, siyasetin tıkanması halinde yeniden terör yapmak için varlığını devam ettirmektir. Kuşatmanın beşinci ayağı da bölücü siyasettir. Bu ayakta TBMM’de etnik/bölücü siyaset yapan siyasi parti, Demokratik Toplum Kongresi (DTK), İmralı ve kısmen de Kandil vardır. 

Ayrıca bu siyaseti ve hareketi doğrudan destekleyen medya yazarları, aydın olarak nitelendirilen bölücüler ve TV yorumcuları bulunmaktadır. 

Bu hareketi dolaylı destekleyen yazar ve medya yorumcularını da dikkate almak gerekir.Yürütülen bölücü politikadan amaç, siyaset yoluyla bir Kürt Milleti 
yaratmak, bunu anayasada yapılabilecek değişiklikle gerçekleştirmek mümkün olmadığından yeni bir anayasa yapılmasına imkân sağlamaktır. Oluşumu yerel 
yönetimler kanunu ile güçlendirmektir. Demokratik Özerklik, hedef olarak alınmıştır. Bu çerçevede; ayrı bir millet, yönetim, güvenlik gücü, Kürtçenin eğitim dili olarak kullanıldığı ayrı bir öğretim teşkilatı, ayrı sosyal, kültürel ve sportif kuruluşlar gibi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin olanaklarından istifade eden, ancak kendi sembol ve bayrağı da bulunan bir yönetim oluşturulmaya çalışılmaktadır. 

Hiç çekinmeden Güneydoğu Anadolu bölgesini “Kürdistan” olarak  adlandırmaktadırlar. 

Sonrası zaten bilinmektedir.Bu konunun tamamen siyasetle gerçekleştirilebileceği hususunda bölücü siyaset yapanlar arasında 
fikir ayrılıkları da çıkmıştır. İmralı, varlığını ve önemini korumak için terör örgütünün tasfiyesine sıcak bakmamaktadır. Hatta netice alınamaması 
halinde Mart 2011’den itibaren terörün yeniden gündeme geleceği tehdidinde bulunabilmektedir. DTK, mevcut ortamı bir fırsat olarak görmekte, 
bunun kaçması halinde, terörü ima ederek, arzu edilmeyen gelişmelerin olabileceğini beyan etmektedir. Kandil de, önem, menfaat ve konumunu 
muhafaza için tasfiyeden yana değildir. Türkiye Cumhuriyeti Yönetimi de maalesef terörü önleme ve   “açılım”  adı altında bölücülerle dahi müzakere 
etme yanlışı içindedir. Kürtçülük konusunda atılan adımlar, kamuoyuna marifet olarak yansıtılmaktadır.Bu gelişmeler, Türk Vatanı’nın ve Türk Milleti’nin 
varlığını, bütünlüğünü, güvenliğini, ulus-devlet ve üniter-devlet anlayışını ortadan kaldırabilecek, Türkiye Cumhuriyeti’nin tasfiyesine yol açabilecektir. 

Siyasilerimiz maalesef kısır çekişmeler içine girmişler, tehlikeyi fark edemez duruma gelmişlerdir. Gerçekleri görmemenin, yanlıştan dönmemenin, önlem 
almamanın, alınması için iktidar olsun, muhalefet olsun, etkin siyaset yapmamanın, halkı aydınlatacak olumlu propaganda ve faaliyette bulunmamanın ne anlama geldiğini okuyucuların takdirine bırakıyorum. 


Kaynak Yeniçağ: 
Fırsat kaçmasınmış! 
Armağan KULOĞLU 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/firsat-kacmasinmis-15969yy.htm

***


Hala Akıllanmadık,

Hala Akıllanmadık,



Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
27 Kasım 2010 
Kaynak Yeniçağ


     Lizbon’daki NATO Zirvesi sona erdi. İki konu bizim açımızdan önemliydi. 

Birincisi NATO-AB ilişkileri, 
İkincisi de Füze Kalkanı.

    NATO-AB ilişkilerindeki konumumuzda ve tutumumuzda bir değişiklik olmadı. Görüşmeler sonucunda “Bu iki kuruluş arasındaki stratejik ortaklık için, AB üyesi olmayan ittifak üyelerinin ortak güvenlik konusundaki çabalara bütünüyle katılımı elzemdir” ifadelerine yer verildi. 

Böylelikle AB-NATO arasında güvenlik anlaşması yapılması, Türkiye’nin silahlanma ajansına katılımı ve AB operasyonlarının karar mekanizmasında yer 
alma hususlarının dikkate alınması sağlanmış oldu. Bu konuda bir kaybımız olmadığı gibi, durumumuzun dikkate alındığı ve güçlendiğini söylememiz mümkün. 

Ancak Füze Kalkanı’nda alınan sonucu bir zafer değil, normal bir işlem olduğunu ifade etmek, basının, “istediğimizi aldık” şeklindeki söylemlerine fazla itibar 
etmemek gerekir. Bu ifadeleri basının, iç kamuoyuna, çevre ülkelere ve İslam dünyasına pompalamak istediği mesajlar olarak algılamak daha gerçekçi bir 
yaklaşımdır. Aksi taktirde Türkiye, İran’ı tehdit olarak gören ve İsrail’in savunmasına katkıda bulunan bir ülke konumuna düşebilirdi. 

Diğer taraftan yönetim de, biraz da bu düşünceyle nasıl bir davranış sergileyeceğini baştan itibaren net bir şekilde ortaya koyamadı. 

Türkiye’nin füze savunması konusundaki ihtiyaçlarını tam olarak belirleyemedi, değerlendiremedi. Ancak projeye destek vermekle de doğrusunu yaptı. 

Türkiye önce Füze Kalkanı’nı benimsemedi. Sonra bu projenin ABD projesi olmaktan çıkıp bir NATO projesine dönüşmesiyle, 27 NATO üyesi ve Rusya’nın 
kabullendiği bir projeyi reddetmesinin yaratacağı riskleri dikkate alarak, projeyi kabul etmeme düşüncesinden vazgeçti ve bir gerideki mevzide tutunmaya 
çalıştı.Bu sefer projeyi kabul edebileceğini, ancak komuta düğmesinin kendisinde olması gerektiğini söyledi. NATO kararlarının ortak ve oybirliği ile alındığı, 
hele böyle bir sistemin otomatik olacağı, bu nedenle komutanın belirli bir ülkeye verilmesinin mümkün olamayacağı, bu konuda yetkili organın NATO olacağı hatırlatılınca, yine bir sonraki mevziiye çekildi ve burada tutunmaya çalıştı. Burada, sistemin tüm ittifakı, Türkiye başta olmak üzere tüm toprakları ve nüfusu kapsaması gerektiğini söyledi.  

Bu mevzide tutundu ve istek makul karşılandı. Ayrıca İran ve Suriye hassasiyeti dikkate alınarak, projede tehdit ülke ismi zikredilmedi. 

Mali külfet ve risk paylaşımında denge sağlanması da kararlaştırıldı. Proje hakkında alınan karar, prensip kararıdır. Artık ayrıntılar görüşülecek, özellikle radar, komuta ve füze sistemlerinin konuşlanması üzerinde durulacaktır. Teknik ayrıntılara geçildikçe görüş ayrılıkları çıkabilir. İşte bu süreçte Türkiye’nin, 
füze savunmasındaki ihtiyaçları ve ulusal çıkarları ile bunların proje ile nasıl örtüştürüleceği hususu önem kazanmaktadır. Sistemin sadece radarlarının 
Türkiye’de olması avantaj mıdır? Rampaların Doğu Akdeniz ve Ege’deki yüzer platformlarda bulunması yeterli midir? Yeterli olmayacağı gerekçesi 
ile Karadeniz de gündeme getirilirse Montrö’nün delineceği hesaplanmakta mıdır? Yoksa rampaların da Türkiye’de bulunması mı daha uygundur? 

Bütün bunların değerlendirilmesine ihtiyaç var.Türkiye’nin, ulusal savunma ihtiyaçlarının tümünün NATO ile karşılanabileceği hatasına tekrar düşmemesi 
gerekir. NATO Antlaşmasının 5. Maddesindeki “Bir ülkeye olan saldırının bütün NATO’ya yapılmış sayılacağı” hususunun, söz konusu Türkiye olunca her 
zaman işlemediği görülmüştür. 

PKK saldırılarına karşı NATO kayıtsız kalmış ve bunu Türkiye’nin bir sorunu olarak görmüştür. 

Hatta NATO üyesi olan bazı Avrupa ülkeleri, PKK terör örgütüne destek vermiştir. 

Ayrıca Körfez Savaşı’nda, Türkiye’nin Saddam’ın füze saldırılarına karşı NATO’dan talep ettiği Patriot füzelerinin gönderilmesi sorun yaratmıştır. 
Bu tecrübeler NATO’ya her zaman güvenmenin doğru olamayacağı, Türkiye’nin kritik konularda kendi ihtiyacını sağlayacak imkânlara sahip olması 
gerektiği gerçeğini bize hatırlatmıştır. Bu nedenle etrafı her biri potansiyel tehdit olan füzelere sahip ülkelerle çevrili Türkiye’nin, milli ve mobil bir 
füze savunma sistemine olan ihtiyacı devam etmektedir. NATO bizim için 27 ülkeyle konuların müzakere edilebileceği bir platformdur. 

Alınacak kararları kabul etmeme (veto) yetkimiz vardır. İçinde bulunmak avantaj ve güç sağlar. Ancak fazla güvenmek de doğru olmaz. 

Artık Akıllanmış olmamız gerekir. 


Kaynak Yeniçağ: 
Hala akıllanmadık 
Armağan KULOĞLU 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/hala-akillanmadik-15873yy.htm


****

KAN UYKUSU BELGESELI FULL - Osman Pamukoglu -Sky Turk



'' TERÖRLE MÜCADELENİN DEĞERLİ KOMUTANLARI SİZİN HAKKINIZI ÖDEYEMEYİZ..'' MÜCADELEDE KARARLILIK BUDUR.. < YA ÖLECEKLER.. YADA BUNLARIN HEPSİ TESLİM OLACAKLAR..>

< https://youtu.be/4vR4qoJTofU  >


12 Mart 2019 Salı

Sözleşmeli Er, Profesyonel Askerlik esas olan Mehmetçik

Sözleşmeli Er, Profesyonel Askerlik esas olan Mehmetçik



Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
20 Kasım 2010 


Genelkurmay Başkanlığınca askerlik konusunda Sayın Başbakan ve ilgili hükümet üyelerine verilen brifingden sonra gündeme, sürpriz bir şekilde “Sözleşmeli Er” statüsü gelmiştir. Hatta bunun profesyonel askerliğe geçiş için bir başlangıç olabileceği söylenmiştir.Halen sözleşmeli statüde uygulanan sistemdeki, tecrübe ve devamlılık isteyen görevlerin tamamının uzman erbaş olması yerine, bazı görev yerlerinde sözleşmeli er olması da mümkün görülebilir. Yönetim bu çalışmayı,  istihdam sağlamak, terörle mücadeledeki şehitler konusundaki tepkileri önlemek veya başka nedenlerle gündeme getirmiş olabilir.

Ancak 50.000 rakamı ciddi bir miktardır. 

Bu çalışmada, sistemi cazip göstermek, hatta siyasetçi olarak dikkat çekebilmek için parasal konuların öne çıkarılması askerlik mesleğinin ulviyeti ile bağdaşmamaktadır.Konunun bir diğer yanı da sosyal alandaki endişelerdir. Bedelli askerliği isteyenler başta olmak üzere bir takım çevreler, konuyu istismar ederek, sözleşmeli erin finansı için bedellinin gerekli olduğu yönünde bir yaklaşım da sergileyebilirler. Bir süre sözleşmeli erlik yaptıktan sonra ayrılanların, psikolojik nedenlerle, sosyal hayata intibaklarında zorluklarla karşılaşabilecekleri, hatta topluma zarar verebilecek davranışlarda bulunabilecekleri de dikkate alınmalıdır.Gündemdeki bir konu da profesyonel askerliktir. 

TSK’yı diğer ülkelerin ordusundan ayıran anlayış, onun milletin ordusu olmasıdır. TSK’nın yapısı Subay, Astsubay, Erbaş ve erler dir. 

Subay ve Astsubayların omurgası muvazzaflar olup, ülkenin her yanından, her kesiminden, bu işe gönül vermiş ve istekli vatandaşlar içinden seçilerek alınırlar. Başlangıçtan itibaren eğitim süresince ulvi duygularla yetiştirilir, devlet ne kadar maddi imkân verirse onunla yetinir.Erbaş ve erlerin omurgası ise milletin ta kendisidir. Askerlik hizmeti Türk Milleti için mukaddestir. Hangi meslekten olursa olsun, askerlikten muafiyet sevinç değil, üzüntü yaratır, yaratmalıdır. Dünyanın hiçbir yerinde gençler askere, ülkemizdeki gibi duayla, kınayla, davul zurnayla, istiklal marşıyla, bayrakla ve tezahüratla uğurlanmaz. 

Askerden dönünce ayrıcalıklı bir itibar görmez. TSK’nın şöhreti, disiplinli ve eğitimli bir ordu olduğu dünyaca kabul görmüştür. Yurt içindeki ve sınır ötesindeki kahramanlıkları ve görev anlayışı inkâr edilemez. Kurtuluş Savaşından Kore’ye, Kıbrıs’tan terörle mücadeleye kadar ve ayrıca uluslararası tüm görevlerdeki başarı ona aittir. Onun adı “Mehmetçik” tir. Mehmetçik olmak bir onurdur. Tecrübe ve devamlılık isteyen görevlerde bir kısım sözleşmeli erbaş veya er istihdam edilmesi bu gerçeği değiştirmez. Onlar da önce “Mehmetçik” olur ve bu duygularını devam ettirirler. Erbaş ve erlerin ana kaynağının, mükellefiyet yolu ile askere gelen Mehmetçik olmasından asla vazgeçilemez. Bu yaklaşım, ordu ile milleti birbirine bağlayan, vatan ve millet sevgisini üstün durumda ve Türkiye Cumhuriyetini ayakta tutan önemli bir faktördür.Profesyonel askerliğin; olumlu yönlerini düşünenlerin yanında, güçlü bir ordudan rahatsızlık duyanlar ve paralı ordunun, halen sahip olunan değerlerden uzaklaşarak kolay kontrol edilebileceği kanaatinde olanlar tarafından kasıtlı olarak dile getirildiği de dikkate alınmalıdır. Asker alma konusunda ortaya çıkan haberlerden bir kısmını, kendi arzularına göre ortam yaratmak veya siyasi çıkar sağlamak isteyen kişiler gündeme getirilmiş olabilir. Ancak bu konu son derece hassastır. Askerde bulunanları, askere gidecek olanları, bunların ailelerini ve yakınlarını doğrudan ilgilendirmektedir. Onları çeşitli beklentiler ve belirsizlikler içine sürüklemenin hata ve bu insanlara haksızlık olduğu dikkate alınmalıdır. Mevcut belirsizliklerin en kısa zamanda giderilmesine ihtiyaç vardır. TSK’nın, Avrupa’daki ordular örnek gösterilerek yeniden yapılandırılması, gerçeklerle bağdaşmaz. Avrupa’daki ülkelerin coğrafyası, jeopolitik durumu ve tehdit algılaması, Türkiye’nin şartları ile mukayese edilemez. Her ülke kendi şartlarına göre güvenlik anlayışını oluşturur. Avrupa’daki her konu, Türkiye’ye uygulanamaz. Avrupa’daki birçok ülkede mükellefiyet yolu ile askerlik hizmeti yapıldığı da bir gerçektir.
TSK’nın askerlik sistemi konusunda son kararı verecek makam hükümettir. 
Ancak TSK’nın değerlendirmelerine de itibar edilmeli ve karar verilirken hiçbir düşüncenin, güvenlik konusunun önüne geçerek olumsuzlar yaratmasına meydan verilmemelidir. 

Bulunduğumuz bölgede güç faktörü önemlidir. 

   Güçlü Ordu, Güçlü Türkiye demektir. Güçlü ORDU., Dosta Güven, Düşmana Korku verir. 

Ekonomik, Politik, Psikolojik ve Sosyo-Kültürel açıdan güçlü olmak, “Güçlü Türkiye” olgusunu daha da Kuvvetlendiriyor. 


Kaynak Yeniçağ: 
Sözleşmeli er, profesyonel askerlik esas olan Mehmetçik 
Armağan KULOĞLU 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/sozlesmeli-er-profesyonel-askerlik-esas-olan-mehmetcik-15774yy.htm

***

Duyarlı olalım, Uyumayalım, Uyanık tutalım

Duyarlı olalım, Uyumayalım, Uyanık tutalım




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
13 Kasım 2010 


Teröristle önce diyalog, sonra müzakere ortamına gelinmesi kabul edilemez. 

Can emniyeti sağlanmış, konforu uluslararası garanti altına alınmış bir terörist başı ile neyin müzakeresi yapılabilir. Terörün sona erdirilmesi için İmralı ile müzakerenin yanında Kandil’le de görüşülüyor, Barzani’ye ve ABD’ye bel bağlanıyor. Bireysel haklar çerçevesinde artık birçok şey serbest. Şimdi mahkemelerde Kürtçe savunma yapılması zorlanıyor. Hatta bu durum bazı yetkililer tarafından makul görülmeye de başlandı. Bireysel haklar tatmin etmiyor, açık bir şekilde kolektif haklar talep ediliyor.Bütün bu gelişmelerin terörle gündeme geldiğini görüyoruz. O zaman “terörle bir yere varılamaz” söylemini ne yapacağız. Terörle gelinen noktada, bölücü siyasetin önünün açılmasına imkân yaratıldı. Siyasetin önü tıkanırsa, terör yeniden gündeme gelebilir. Terörün sona erdirilmesi ve bölücülere hizmet eden bu siyasetin önünün tıkanmaması için toplumsal mutabakatın sağlanması, bunun sağlanması için de bazı konuların göz ardı edilemeyeceği söyleniyor. Okullardaki andımızla bile uğraşılıyor.Bundan sonraki isteklerin başında Kürtçe eğitim geliyor. Bir dilin eğitim dili olabilmesi için onun yurt içinde genel iletişimde kullanılması, uluslararasında geçerliliğinin bulunması veya bilim dili olması, üniversitelerde araştırma dili olması için de tarihi, antropolojik veya arkeolojik ihtiyaçların olması gerektiği dikkate alınmıyor. Anadili öğrenme, çevresel olarak kullanmanın dışına çıkılıyor ve dilin millet yaratmadaki önemi dikkate alınarak, ayrı bir millet olmak için çaba sarf ediliyor. İstekler devam ediyor ve devam edeceği de görülüyor.  Diğer taleplerin seçim sonrasında ele alınması üzerinde mutabakat sağlandığı anlaşılıyor. Ancak bazı konular için, seçim propagandaları sürecinde sözler verilmesi beklentisi var. Bunların başında yeni anayasa geliyor. Yerel yönetimlerin güçlendirilerek ademi merkezi bir yönetim ile demokratik özerklik de isteniyor.İşin en ilginç yanı, yeni bir anayasa yapılması konusunda toplumun her kesiminin geniş bir mutabakat içinde bulunduğu aşılanmaya çalışılıyor. Çünkü mevcut anayasanın başlangıç bölümü, değiştirilemeyecek maddeleri ve bunlara yapılan atıflar ile Türk Milleti, Atatürk Milliyetçiliği bağlamındaki Türk ifadeleri ve vatandaşlık kavramı, bölücüleri ve dönüşüme destek verenleri rahatsız ediyor. Ulus devlet, üniter devlet, laik devlet kavramlarından rahatsız olanlar var. Ulus devletin modasının geçtiği, her milletin devleti olduğu, en azından özerk yapılarının bulunduğu, Kürtlerin de önce millet olması ve özerk yapıya geçmesi gerektiği, net bir şekilde ifade ediliyor. Bunlar demokrasi, özgürlükler ve bulunulan ortamdan istifade edilerek yapılıyor. Mevcut anayasada yapılabilecek değişikliklerle arzu ettikleri hedefe ulaşamayacaklarını değerlendiren çevreler, yeni bir anayasa yaparak önlerindeki engelleri aşmak istiyorlar. 

Bu duruma da, değişim ve dönüşümle Türkiye Cumhuriyeti’nin yeniden yapılandırılması diyorlar.Yeni anayasa ile değişim, dönüşüm ve yeniden yapılandırma demek, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluş felsefesinden uzaklaştırılarak tasfiye edilmesi demektir. Maalesef bazı devlet yetkililerinin, bazı siyasetçilerin, üst düzey bürokraside çalışmış bazı eski bürokratların, bilerek veya bilmeyerek, bazen de siyasi kaygılarla bu sürece destek verecek tarzda beyanlarda bulundukları da görülüyor. 

Görsel ve yazılı geniş bir medya kesimi üzerinden bu konuların propagandasının yapılmasına imkân tanınıyor. Bu konularda dış destekli terör ve güç odakları ile işbirliği yapılıyor. Toplum, ulus devlet, üniter devlet, laik devlet kavramlarından uzaklaştırılarak dönüşüme alıştırılmaya çalışılıyor.Bu gelişmeler karşısında duyarlı olalım, uyumayalım ve halkımızı uyanık tutalım. 

Kuruluş felsefesine uygun olarak yaşattığımız Türkiye Cumhuriyeti Devletini, Tek Vatan, Tek Millet, Tek Devlet, Tek Bayrak olarak ve ülkemizin çıkarlarını gözeterek sonsuza kadar yaşatalım. Bunun için tavrımızın ve duruşumuzun net, davranışımızın da kararlı olması gerekiyor. Hükümet ve devlet yetkililerinden ve siyasilerimizden de bu yönde karalı duruş sergilemelerini ve hareket etmelerini bekliyoruz.  

Duyarlı olalım, uyumayalım, uyanık tutalım 
Kaynak Yeniçağ: 
Armağan KULOĞLU 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/duyarli-olalim-uyumayalim-uyanik-tutalim-15681yy.htm

***


Teröristten Medet ummak,

Teröristten Medet ummak,



Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
06 Kasım 2010


   Terörün sona erdirilmesi ve gündemden düşürülerek huzurlu ve istikrarlı bir ortamda yaşanması arzu edilen bir durumdur. Bunu sağlamak maksadıyla yurtiçinde ve dışında tedbirler alınması, girişimlerde bulunulması, sonuç alınarak başarı sağlanması hepimizin isteği ve beklentisidir. Ancak bu girişimleri yaparken konunun esasını kaçırmamak, terörün siyasi hedeflerinin olduğunu hesaba katmak gerekir.Türkiye’deki sorun, etnik esasa dayanan bölücülüktür. Tam adıyla Kürtçülük hareketidir. PKK bölücü terör örgütünün amacı da, Kürtçülük konusunu hem iç, hem de dış kamuoyu platformuna taşıyarak dikkat çekmek ve kabul ettirmektir. Bu konuda siyaset yapanların, medyada sürekli olarak Kürtçülerin isteklerini tekrarlayarak halkı bu isteklere alıştırmaya çalışanların amacı da aynıdır. Bölücü terör ve bölücü siyaset, birbirinden güç alır ve destekler. Siyasetin tıkandığı yerde terör devreye girerek tıkanan siyasetin önünü açmaya çalışır. Bazen at başı hareket ederler. Siyaset için elverişli ortam yaratıldığında terör geri planda durabilir.Referandum öncesinden itibaren PKK terör örgütü arka arkaya eylemsizlik kararları almış ve seçim sonuna kadar bir eylemsizlik kararı aldığını da açıklamıştır. Ancak örgüt halen varlığını devam ettirmektedir. Hatta almış olduğu eylemsizlik kararı ile kazanacağı zamanı, son dönemde yıpranmış olan yapısını tamir etme fırsatı olarak da kullanabilecektir. Örgüt, ne kendini feshetmiş, ne tasfiye etmiş, ne de teslim olmuştur. 

Örgüt bu durumuyla, beklentilerin karşılanmaması halinde yeniden eylem yapabilme inisiyatifini elinde tutmaktadır.Burada acı olan konu, örgütün ağzının içine bakmak, ondan bir eylemsizlik kararı çıkmasını beklemek, bu kararların alınabilmesi için devlet olarak İmralı ve Kandil ile dolaylı görüşmeler yaparak bir diyalog ortamı oluşturmak, onlardan medet ummaktır.Etnik kökenli siyaset yapanlar ile terör yapanların seçim sonrası beklentisi yeni bir anayasadır. Yeni anayasada beklenti, mevcut anayasanın başlangıç bölümü ile değişmeyen maddelerine yer verilmemesi, tek uluslu ve üniter yapıdan vazgeçilmesi, devletin yapısının değiştirilmesidir. 

Kürtçenin eğitim dili olarak kullanılmasından demokratik özerkliğe kadar uzanan bir yelpazede isteklerinin yeni anayasada yer almasıdır. Seçime kadar olan süreçte operasyonların durdurulması, KCK tutuklularının serbest bırakılması, İmralı’nın şartlarının iyileştirilmesi ve en önemlisi, İmralı ile müzakere edilebilme ortamının yaratılmasıdır.Diyalog ortamında nelerin görüşüldüğü bilinmemektedir. Ancak İmralı’nın diyalog ortamından müzakere ortamına geçildiğini ifade etmesi son derece manidardır. 

Gelinen aşamada, bir tarafta etnik kökenli siyaset yapanlar ve bölücü terör örgütü, diğer tarafta devletin organları olmak üzere, birbirlerine karşı durum almaya çalışan iki taraflı bir manzara ortaya çıkmıştır. Hatta TSK ile PKK’nın birbirlerine karşı üstünlük sağlayamadığı ifade edilerek PKK ile TSK eşdeğer tutulmaya çalışılmıştır. Konunun gerektiğinde uluslararası boyuta taşınacağı ve dışarıdan müdahale imkânlarının aranacağı tehdidi ile de karşılaşılmıştır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesi ulus devlet, üniter devlet, laik devlet esası üzerine oturtulmuştur. 

Türkiye Cumhuriyeti Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes kanunlar ve fırsatlar önünde eşittir. Etnik köken, din, mezhep, renk, cinsiyet farkı gözetilmez. Etnik kökeni ne olursa olsun hiç kimseye, tanınan bireysel haklardan daha fazlası verilemez. Kolektif haklar ise söz konusu dahi olamaz. Devlet ve hükümet yetkililerinin, bölücü siyaset yapmayan bütün siyasetçilerin bunu açık ve net olarak ifade etmesi, günü ve dönemi kurtarmak adına farklı veya muğlâk ifadelerden kaçınması son derece önemli ve gereklidir.Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin ülkesi ve milleti ile bütünlüğü, güvenliği ve kuruluş felsefesinin öngördüğü yapısının muhafazası, her türlü düşüncenin önündedir. 
Bunu sağlamak için siyasi kararlılık elzemdir. 
Bulunulan durumdan çıkışta birinci şart, PKK terör örgütünün teslim olması veya askeri alanda bir daha mağlup edilmesi ve gündemden çıkarılmasıdır. 
Devlete, terör örgütünden, onun liderlerinden ve etnik kökende siyaset yapanlardan medet ummak yakışmaz. 

Kaynak Yeniçağ: 
Teröristten medet ummak 
Armağan KULOĞLU 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/teroristten-medet-ummak-15585yy.htm


***

Füze Kalkanı Krizi ve Çözüm

Füze Kalkanı Krizi ve Çözüm





Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
30 Ekim 2010
Kaynak Yeniçağ: Füze kalkanı krizi ve çözüm - 


   Proje esas itibariyle bir ABD projesidir. 

   Füze tehdidinden korunması planlanan yerler, İsrail, Avrupa ülkeleri ve ABD ana kıtasıdır. Tehdit olarak zikredilen ülkelerin başında İran, sonra Kuzey Kore gelmektedir. Daha sonra dolaylı olarak Rusya’dır. ABD, her fırsatta Türkiye’nin bu sistemdeki önemini dile getirmekte ve sistemin bir parçasının Türkiye’de kurulması gerektiğine işaret etmektedir. Türkiye ise, bölgede uygulamaya çalıştığı politikanın gereği ve özellikle İran ile olan ilişkilerinden dolayı sistemin bir parçası olmaya istekli görünmemektedir. Ancak diğer taraftan füze savunma sistemindeki eksikliğin de farkındadır.Türkiye, kendi füze savunma sistemindeki eksikliği giderebilmek için geçen yıl bir Füze Savunma Sistemi almak için teşebbüste bulunmuş, bunun belirlenmiş ülkelere karşı olmadığını, mobil olduğunu, ihtiyaca göre her cephede kullanılabileceğini de açıklamıştır. ABD projeyi, kendi projesi olmaktan çıkarıp, bir NATO projesine dönüştürme çabasındadır. Böylece projenin kabul edilebilme oranını artırmak istemektedir. Türkiye ise teknik detaylar yerine ilkeler üzerinde durmakta, bu konuda endişeleri bulunmakta ve kendi uyguladığı politikalarla bağdaşmadığı gerekçesi ile iki çekince ortaya koymaktadır. Birincisi, projenin NATO’nun 5’inci madde çerçevesinde “caydırıcılık” kapsamında olması ve tüm NATO topraklarına yaygınlaştırılması, ikincisi de, NATO belgelerinde İran ve Suriye’nin tehdit olarak gösterilmemesidir. Diğer taraftan Rusya, sistemin gizli hedefinin kendisi olduğunu değerlendirerek kuşatılmışlık hissinin gittikçe artacağını düşünmekte, Türkiye ise Rusya ile olan ilişkilerinin bu gelişmelerden olumsuz olarak etkileneceği hesabını yapmaktadır.Konu, 19-20 Kasım 2010 tarihlerinde Lizbon’da gerçekleştirilecek NATO Zirvesi’nde ele alınacaktır. Türkiye bu süreçte “evet” ile “hayır” seçenekleri arasında zor bir seçim yapmak durumundadır. Ancak NATO’nun da stratejik planlama çerçevesinde olası tehditlere karşı önlemler almasını da doğal karşılamaktadır. 

Burada Türkiye’yi zorlayan husus, Ankara ile Batılı müttefikler arasında İran’dan kaynaklanan tehdit algılamasındaki görüş ayrılığıdır. NATO’da kararların oybirliği ile alındığı dikkate alındığında, Türkiye’nin hayır demesi, hem NATO içinde, hem de Türkiye ile Batı ülkeleri arasındaki ilişkilerde ciddi bir kriz yaratabilecektir.  

ABD, projede engel çıkarabileceğini düşündüğü Türkiye üzerinde çeşitli vasıtaları harekete geçirebileceğini, bu kapsamda, Türkiye’nin İran konusuna yaklaşımı, İsrail ile olan ilişkileri ve NATO füze savunma sistemindeki tutumunun Türk-Amerikan ilişkilerinin geleceğini belirleyeceğini ima etmektedir. Hatta bu konularda ilerleme kaydedilmemesi halinde “Ermeni soykırımını” tanıyan bir kararın Kongreden geçmesinin sürpriz olmayacağının mesajlarını vermektedir.

Türkiye, projeye katılması halinde, bölge ülkeleri nezdinde itibarının azalabileceğinin ve çıkarlarının zedelenebileceği nin hesabını yapmakta, ancak diğer taraftan ekseninin doğuya kaydığı düşüncesinin güçlenmemesini, ABD, NATO ve müttefikleri ile olan ilişkilerinin bozulmamasını da arzu etmektedir.Türkiye, bölgesindeki ülkelerin potansiyel füze tehdidi altındadır. NATO’nun öngördüğü füze savunma sisteminde, tehdit ülkeler ile korunması gereken ülkeler ve projenin amacı net olarak ortadadır. Türkiye’nin çekinceleri de bellidir. 

Ancak Türkiye’nin füze savunma sistemindeki zafiyeti de bir gerçek olup, milli bir füze savunma sistemine ihtiyacı olduğu da bilinmektedir.Neticede hem milli ihtiyacı sağlamaya yönelik, hem de NATO’nun öngördüğü sistemin bir şekilde parçası olacak tarzda bir yaklaşım izlemenin çıkarlarımız açısından uygun olacağı değerlendirilmektedir. Bu durumda Türkiye’nin, bir taraftan ittifakın tamamını kapsayacak ve tüm müttefiklerin güvenlik ihtiyaçlarını karşılayacak nitelikte bir proje konusunda çalışmalarını sürdürürken, diğer taraftan milli bir projeye sahip olma yönündeki girişimini de devam ettirmesi gerekmektedir. 

   Sorun, İran ve Suriye’nin NATO dokümanlarında tehdit olarak gösterilmekten çıkarılması ise bunun, diplomatik bir üslupla formüle edilmesi üzerinde durulmalıdır.Türkiye’nin, milli ihtiyaçlar için kendi komutası altında ve kendi inisiyatifi ile kullanacağı, ihtiyaç halinde yine kendi komutasında ve inisiyatifinde NATO sistemine entegre edebileceği, milli bir füze savunma sistemi üzerinde çalışmasının ve bunu NATO Zirvesi’ne taşımasının en iyi hareket tarzı olacağı düşünülmektedir. 

   Hatta bu suretle milli sistemin finansının bir kısmının, aynı zamanda NATO projesinin bir parçası olacağı düşüncesinden hareketle NATO tarafından karşılanmasını talep etmesi de mümkün olabilecektir. 



Kaynak Yeniçağ: 
Füze kalkanı krizi ve çözüm 
Armağan KULOĞLU 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/fuze-kalkani-krizi-ve-cozum-15493yy.htm

***

Suriye Çıkmazı: ABD ve Rusya Etkinlik, Türkiye Güvenlik derdinde.,

Suriye Çıkmazı: ABD ve Rusya Etkinlik, Türkiye Güvenlik derdinde.,



Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com 

Kaynak Yeniçağ: 
02 Aralık 2017

DEAŞ'la mücadele adına bölgeye gelen ve kendilerine müzahir gruplarla iş birliği yapan ABD ve Rusya'nın asıl amacının DEAŞ olmadığı, Suriye ve bölge üzerinde kalıcı bir etkinlik sağlamak olduğu açıkça görülmektedir. Türkiye ise bu zorlu süreçte bekasını ve güvenliğini sağlama peşinde dir. Soçi'de tam bir mutabakat yok Soçi'de mutabık kalınan husus, bir barış süreci oluşturulması, Suriye'nin toprak bütünlüğüne dayalı yeni bir anayasa hazırlanması, serbest seçimlerin düzenlenmesi, barış müzakerelerine de Suriye'deki çeşitli grupların katılmasıdır.Toplantı öncesi Putin-Trump arasında mutabakat sağlanmış, masada tüm siyasi eğilimlerin temsil edilmesi öngörülmüştür. Soçi'de de, müzakerelere Suriye toplumunun çeşitli etnik ve mezhepsel gruplarının katılmasını öngören 2254 sayılı BM Güvenlik Konseyi kararının esas alınması kararlaştırılmıştır.Bu durumda Türkiye'nin Esad konusunda bir yumuşama gösterebileceği anlaşılmıştır.Ancak Türkiye, PYD/YPG/PKK'nın müzakerelere katılmamasında kararlıdır. Bu konu "kırmızıçizgi" olarak ilan edilmiştir.Rusya, mutabakat çerçevesinde oluşturulacak Suriye Halkları Kongresi'ne PYD'yi de davet etmiştir. Türkiye'nin itirazı üzerine Kongre, Aralık başına ertelenmiş, şimdi de Kongre'nin Şubat 2018'e ertelendiği haberi alınmıştır. Bu durum, PYD konusunda bir konsensüs oluşmadığına işarettir.BM de, İsviçre'nin Cenevre kentinde düzenlenecek zirvede muhalifler ve rejim temsilcilerinin doğrudan görüşme yapmasını teklif etmiştir. Ancak muhalif-terörist ayırımı ve hangi muhaliflerin Esad rejimiyle görüşeceği açıklığa kavuşmamıştır. Terör örgütü ve terörist kavramının, ülkelerin çıkarlarına hizmet etmesine göre değiştiği bilinmelidir. Putin'in, barış için tüm tarafların tavizlerde bulunması gerektiğini açıklaması, bu konunun daha uzun süre devam edeceğini göstermektedir.Toprak bütünlüğü de tartışmalı Toprak bütünlüğü, güçlü bir merkezi yönetimden, dini, etnik veya coğrafi temelde federasyondan konfederasyona veya otonomiye kadar uzanan bir kavramdır. Bu nedenle ABD, Rusya ve İran ile Türkiye'nin anlayışları arasında derin farklılıklar olması mümkündür. Türkiye'nin kastettiği, siyasi birlik içinde merkezi yönetime dayalı bir toprak bütünlüğüdür. Ancak PYD/YPG/PKK konusu, ABD ve Rusya arasında etkinlik çatışması yaratmaktadır. Bu durum, tarafların ara formüller üzerinde çalışma yapabileceğini göstermektedir. Türkiye bu konuda İran'la bir iş birliğine gidebilir. Çıkar çatışması had safhadaDEAŞ işgalindeki bölgenin neredeyse tamamı geri alınmıştır. Ancak militanların ne olduğu bilinmemektedir. Kaçanların veya tahliye edilenlerin bir kısmının ülkelerine döndüğü, bir kısmının da bulunduğu ortamda kendini gizlediği söylenmektedir. Fakat dinci örgütlerin yok olduğu söylenemez. Ne zaman, nerede, hangi kimlikle ortaya çıkacağı bilinmez. Ancak gerçek olan, Suriye ve Irak'ta DEAŞ tehdidinin sona erdiğidir.Şimdi sıra DEAŞ bahanesiyle önceden hazırlığı yapılan, Suriye'de kalıcı etkinlik mücadelesidir. Bu nedenle PYD/YPG paylaşılamamaktadır. Trump'ın, artık silah verilmeyeceğini açıklaması anlamsızdır. Zaten verilen verilmiştir. 
Pentagon'un PYD'ye olan desteğinin devam edeceğini söylemesi de şaşırtıcı değildir. 
ABD'nin amacı, kuzeyde federatif bir Kürt Koridoru oluşturmaktır.Rusya'nın amacı da, Afrin'de tutunarak ve müzakerelerde Kürtlere şirinlikler yaparak ABD etkisini kırmaktır. 
Merkezi yönetimle olan ilişki ve elindeki imkânlarla var olan etkinliğini, PYD'yi de ABD'nin elinden alarak güçlendirme peşindedir. 
Bu nedenle Türkiye'nin Afrin'e tek taraflı bir operasyon yapmasının zorluğu ortadadır. Nitekim son MGK toplantısında, "TSK'nın, İdlib'deki gerginliği 
azaltma görevini, Batı Halep'le Afrin yakınlarında da yerine getirmesiyle, huzur ve güven ortamının gerçek manada sağlanabileceği mütalaa edilmektedir" 
şeklinde yapılan açıklama ve operasyonun yeniden doğrudan tecavüze bağlanması, temkinli bir anlayışı işaret etmektedir. 

Kasap et derdinde, koyun can derdinde. 


Kaynak Yeniçağ: 
Suriye çıkmazı: ABD ve Rusya etkinlik, Türkiye güvenlik derdinde 
Armağan KULOĞLU 




***

MENBİÇ. ARTIK ÇOK GEÇ

MENBİÇ, ARTIK ÇOK GEÇ




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
11 Mart 2017



      Suriye krizinin başında, yanlış tespit edilen politika ve buna göre oluşturulan strateji, sonradan kısmen düzeltilebilme imkânı bulmuşken, şimdi artık 
içinden çıkılamaz bir hal almıştır. 

Yanlış Politika ve Stratejinin sonuçları.,

Arap Baharı'nın Suriye'ye ulaşmasından bir müddet sonra Türkiye politikasını, Suriye yönetiminin devrilmesi üzerine kurmuş, bu maksatla muhalif kuvvetleri desteklemiştir.Çıkan iç karışıklıklar sonucunda, Suriye yönetimi ülke bütünü üzerindeki kontrolünü kaybetmiştir. Kontrolün elden çıkmasıyla Suriye topraklarında biri IŞİD, diğeri de PYD olmak üzere başlıca iki güç hâkimiyet kurmuştur. Radikaller ve Ilımlılar olarak anılan parçalı muhalefetin hâkimiyet alanları ise kısıtlı olmuştur.Müteakiben IŞİD'le mücadele için koalisyon güçleri oluşturulmuş, Türkiye de bu koalisyonda yer almıştır. Muhalifler etkili olamamış, Rusya ve İran, Rejim tarafında yer almış, Suriye, küresel ve bölgesel güçlerin vekâlet savaşlarına sahne olmuştur.Türkiye açısından ise, IŞİD sınırda ve sınır içinde boy göstermiş, en vahimi de Suriye'nin kuzeyinde PYD merkezli bir Kürt oluşumu kalıcı hale gelmeye başlamış, PKK'yla ortak hareket ederek tehdit oluşturmuştur. Süleyman Şah Türbesi'nden geri çekilinmiş, PYD'nin Fırat'ın batısına geçmesi kırmızı çizgimiz olarak ilan edilmiştir. PYD Fırat'ın batısına geçmiş, Menbiç merkezli geniş bir alanı işgal etmiş, ancak buna bugüne kadar seyirci kalınmıştır. Rusya'yla yaşanan kriz, ABD'nin PYD takıntısı, bu konuda sıkıntı yaratmıştır.Fırat Kalkanı Operasyonu yeni bir fırsat yarattıRusya'yla olan krizin aşılmasını, ABD'deki başkanlık seçimlerinin yarattığı boşluğu iyi değerlendiren Türkiye, Fırat Kalkanı Operasyonunu gerçekleştirmiştir. Bu operasyonla, hem IŞİD sınırımızdan uzaklaştırılmış, hem de PYD kantonlarının birleşerek koridor oluşturmasının önü kesilmiştir.Ancak burada politika gereği, ÖSO desteklenerek harekât geliştirilmeye çalışılmıştır. Hâlbuki IŞİD'le savaşılırken, harekâtı daha büyük kuvvetlerle gerçekleştirip, bu kapsamda PYD'nin Fırat'ın doğusuna çekilmeye zorlanması da düşünülmeliydi. ABD'nin sözüne güvenildiğinden bu fırsat da kaçmıştır.Harekât başarıyla sonuçlanmış, El Bab ele geçirilmiştir. Ancak artık hedefin Menbiç ve Rakka olacağı açıklaması gerçekleşememiştir. Esasen Rakka, Türkiye için tehdit değildir. Ancak Menbiç konusunda avantaj sağlanabilmesi ve PYD'nin dışlanması için bir vasıta olarak kullanılması düşünüldüğünden gündeme getirildiği değerlendirilmiştir.Menbiç konusu daha da karıştıTürkiye'nin son olarak PYD'nin Menbiç'ten çekilmemesi halinde vuracağını tekrarlaması üzerine ABD ve Rusya harekete geçmiş ve bu konuda sürpriz gelişmeler yaşanmıştır.Önce, kuzeye ilerleyerek El Bab'ın güneyini işgal eden Suriye Rejim güçleri, kuzey doğuya doğru yönelerek Menbiç alanıyla birleşmiştir. PYD, Menbiç'in batısındaki birkaç köy ve yerleşim merkezini Rejim güçlerine devretmiştir. Rejim PYD'yle iş birliği içine girmiştir.PYD'ye zaten siyasi destek veren Rusya, Rejim güçleriyle birlikte sembolik bir gücü Menbiç batısına göndermiş ve orada bayrak göstermiştir.PYD'ye tam destek veren ABD, PYD'nin Menbiç'ten çıkmayacağını açıkça beyan etmiş, Menbiç'e silah ve asker göndererek PYD'nin yanında o da bayrak göstermiştir.Hâlihazırda Menbiç'te PYD, ABD, Rusya ve Rejim güçleri bulunmaktadır. Konu tam anlamıyla Arapsaçına dönmüştür.Bu durumda bir koordinasyon ihtiyacı doğmuş, Türkiye, ABD ve Rusya Genelkurmay başkanları, heyetleriyle birlikte Antalya'da bir araya gelmiştir. 

Suriye ve Irak'taki terör örgütleriyle mücadelede daha etkin bir iş birliği ve üç ülke silahlı kuvvetleri arasında istenmeyen olayların önlenmesi konusundaki tedbirler değerlendirilmiştir.Sonuç olarak Menbiç konusunda geç kalınmış, durum belirsizleşmiş, Türkiye için asıl tehdit PYD, kalıcı olma yolunda bir hamle daha kazanmıştır. Son tahlilde Menbiç'in Rejim güçlerine devri de mümkündür. 

Artık bundan sonra çıkabilecek politik ve askeri fırsatları kaçırmadan değerlendirmekten başka çare kalmamıştır. 



Kaynak Yeniçağ: 
Menbiç: Artık çok geç 
Armağan KULOĞLU  



***

11 Mart 2019 Pazartesi

Türkiye’nin Irak ve Barzani açılımı

Türkiye’nin Irak ve Barzani açılımı 



Armağan KULOĞLU 
oakuloglu@gmail.com
16 Kasım 2013


Irak’la “Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği”  anlayışı çerçevesinde müşterek bakanlar kurulu toplantısı yapacak kadar ileri götürülen iyi ilişkiler, bir müddet sonra bozulmuş, son günlerde de yeniden iyileşmeye başlamıştır. Barzani yönetimiyle olan ilişkiler ise iyileşmenin yanında bir başka boyutta şekillenmektedir. Irak’la ve Barzani yönetimiyle olan ilişkilerin değişime uğramasının arka planında, başta Suriye’deki olmak üzere bölgede meydana gelen gelişmeleri ve bunun Türkiye’ye olan etkilerini görmek mümkündür.

 *** 

Irak’la olan ilişkilerin bozulmasının sebeplerine baktığımızda; son seçimlerde Irakiye cephesinin nispeten üstünlük sağlamasına rağmen, yeni güç dengesinde bekleneni alamadığını, Maliki’nin iktidar olduğunu ve Türkiye’nin Irakiye’yi desteklemesini kendisine tehdit olarak algıladığını söylemek mümkündür.Maliki’nin Şii olmasının Türkiye’nin mesafeli davranmasına neden olduğu ve İran’la birlikte hareket ederek Suriye’deki Esad yönetimini desteklemesinin de ilişkileri zedelediği ifade edilebilir.Hakkında tutuklama kararı verilen Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimi’nin Türkiye tarafından himaye edilmesi de ilişkileri gerginleştirmiştir.Türkiye’nin merkezi hükümetten bağımsız olarak Barzani yönetimiyle enerji anlaşmaları yapması, Türk Dışişleri Bakanı’nın merkezi hükümetin onayı olmadan Kerkük’ü ziyareti tepki yaratmıştır.İlişkilerin yeniden iyileşmesini sağlayacak yakınlaşmanın sebeplerine baktığımızda da; iç politika kapsamında 2014’te Irak’ta seçim olmasını ve Maliki’nin bütün kesimlerden oy almak istemesini bir gerekçe olarak algılamak mümkündür.   

Enerji bağlantısında Türkiye’nin Irak merkezi hükümetini yok saymasının, hem ikili hem de ABD’yle olan ilişkilerde sorun yarattığı görülmüştür. Bunun aşılması gerektiği değerlendirilmiştir.Irak’taki terör olaylarının güvenliği tehdit ettiği, İslami terörün bunda önemli payı olduğu, Suriye’de kurulan Irak Şam İslam Devleti’nin Türkiye ile ortak tehdit haline geldiği anlaşılmıştır. ABD ve Batı’da da bu tehdidin ön plana çıktığı görülmüş, Rusya’nın da aynı görüşü taşıması, Suriye konusunda ABD/Batı ile Rusya’yı birbirine yakınlaştırmıştır.Kerkük sorununda Irak Merkezi Hükümetinin davranış tarzının, Barzani’den farklı olduğu ve bunun hem Türkiye’nin, hem de Türkmenlerin lehine olduğu görülmüştür.ABD-İran ve Türkiye-İran ilişkilerindeki yumuşamanın Irak’a da yansıdığı söylenebilir. 

Suriye’nin kuzeyinde kurulan Kürt Özerk Yönetimi’nin (PYD) PKK destekli olması, çatışmanın, Özgür Suriye Ordusu’nun Şam yönetimini devirmesinin dışına çıkarak Kürt ve İslami grupların birbirlerine üstünlük sağlayarak egemenlik mücadelesine dönüşmesi bölgede tehdit oluşturmuştur. Bu gelişmeler iki ülkenin sorunları birlikte halletme zaruretini ortaya çıkartmış ve aralarındaki gerginliğin giderilmesinin her iki ülkenin de menfaatine olduğu anlaşılmıştır. 

*** 

Barzani’yle Diyarbakır’da buluşma ve görüşmelerden beklenen hususlar da; çözüm sürecine destek almak, enerji anlaşmaları konusunda Irak merkezi yönetimiyle mutabakat sağlanması yönünde yaklaşımda bulunmasını sağlamak, PKK’nın PYD üzerindeki etkisinin kırılmasında rol oynamasını talep etmek olarak değerlendirilebilir. İç politika olarak da, düzenlenen çeşitli etkinliklerle, yaklaşan seçimlerde Kürt kökenli vatandaşların oyunu almak üzere sempati yaratmak, onlarla empati kurmak şeklinde kıymetlendirilebilir. 

*** 

Irak’la olan yakınlaşmanın ve bölgesel konularda iki ülkenin de çıkarlarını gözetecek tarzda hareket etmenin çıkarlarımız açısından uygun olduğu değerlendirilmektedir.Ancak Suriye’nin kuzeyinde, Barzani yönetimi gibi, Türkiye’yle iletişim içinde ve kontrol edilebilir bir Kürt Özerk Yönetimin kurulmasına yeşil ışık yakacak tarzda hareket etmenin hatalı bir yaklaşım olacağı düşünülmektedir. Böyle bir yönetimin Barzani yönetimiyle irtibatlı olarak, Büyük Kürdistan projesinin güneydeki iki bacağını oluşturacağı, Barzani yönetiminin devlet gibi kabul edilmesinin de onun statüsünü yükselteceği ve bunun da yönetimin bağımsızlığa ve Büyük Kürdistan’a evrilmesini güçlendireceği hesaplanmalıdır.Çözüm süreci ve iç politika beklentilerinin bütünleşme değil, ayrışmaya yol açacağı bilinmeli, Türk Milleti olgusunun zedelenmesine fırsat verilmemelidir. 


Kaynak Yeniçağ: 
Türkiye’nin Irak ve Barzani açılımı 
Armağan KULOĞLU 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/turkiyenin-irak-ve-barzani-acilimi-28800yy.htm


***

MİRAS YEMEK.,

Miras Yemek




Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com
09 Kasım 2013 


İnsanlar atalarından kalan değerleri ya muhafaza ederler, ya da daha da büyütüp kendilerinden sonra gelen nesillere gururla bırakırlar. Bu değerler maddi olduğu gibi manevi de olabilir. Ancak bazıları da bu değerleri yerler, bitirirler, arkalarında bir şey bırakmadıkları gibi, kendilerinden sonra gelen nesillerin geleceklerini de karartırlar.Ülkelerin ve devletlerin davranış biçimleri de insanlara benzer. Türkiye’nin son yıllardaki durumuna bakıldığında ve yaşananlar kıymetlendirildiğinde, cumhuriyetin kurulmasından itibaren kazanılan değerlerin gittikçe kaybedildiğini değerlendirmek mümkündür. Bu değerler, politik, sosyal, hukuki, ekonomik ve diğerleri olarak nitelendirilebilir. 

*** 

Dış politika ve güvenlik konularına baktığımızda; Orta Doğu’da etkin olmak isterken Irak’ın toprak bütünlüğünün bozulmasına ve kuzeyinde tehdit olarak nitelendirdiğimiz  “Büyük Kürdistan” ın güney ayağı durumunda de facto bir devletin kurulmasına imkân yaratıldığı görülmektedir.Suriye’de  “Arap Baharı”  hareketi içinde mevcut yönetimin çabuk devrileceği düşüncesiyle muhalefete destek verilmiştir. Bunun sonucunda bir kaos yaşandığı, yönetimin kontrolü kaybetmesi neticesinde de kuzeye yakın yerlerde bir Kürt özerk yönetimi ve el-Kaide destekli cihatçı Irak-Şam İslam devleti oluştuğu bilinmektedir. Mültecilerin yarattığı sorunların yanında, etnik ve cihatçı teröristlerin ülke içinde kol gezmesi ve kaçakçılıkta yaşanan artış, bölgede hem sosyal, hem ekonomik, hem de güvenlik açısından tehlikeli bir durum yaratmıştır.Mısır ve İsrail gibi ülkelerin yönetimleriyle olan ilişkiler de ideolojik yaklaşımlar nedeniyle bozulmuştur.Azerbaycan ve Orta Asya Türk devletleriyle bağlarımızda zayıflama meydana gelmiştir.  “Dış Türkler”  politikasında bir gevşeme olmuş, bu kapsamda Irak’taki Türkmenler konusunda da, geçmişten farklı olarak,  “Türkmenlerin sorun teşkil etmemesi” anlayışı benimsenmiştir.Kıbrıs konusunda da mevcut durumdan geriye gidilmiştir. AB hayaliyle Annan Planı olarak bilinen girişime destek verilerek, büyük fedakârlıklarla kurulan, tanınan ve muhafaza edilen KKTC’nin varlığı tehlikeye düşürülmüştür. Şimdi de KKTC futbol federasyonunun GKRY federasyonuna tabi tutulmasıyla, KKTC’nin Rum tahakkümüne girmesinde bir adım daha atılmıştır. Kıbrıs’ın Türkiye için, tarihi miras, güvenlik ve güvenirlik, Doğu Akdeniz’deki etki alanının muhafazası ve milli menfaatlerinin korunması, Ada’daki Türkler için de, hür ve egemen olarak varlıklarını devam ettirebilecek bir vatana sahip olma konusu olduğu göz ardı edilmiştir.Neticede istikrarlı dış politika ve güvenlik alanında olumsuz bir ortam oluşmuştur. Yıllarınkazanımları heba edilmiş ve  “değerli yalnızlık” gibi garip bir söylem ortaya çıkmıştır. 

***

 Cumhuriyetin kazanımlarından en önemlisi olan laik devlet anlayışından sapmalar meydana gelmiş, laik devletten din devletine doğru bir kayma içine girilmiştir. Bunu kanunlarda, yönetmeliklerde, yönergelerde, uygulamalarda, devletin kurumlarında, yöneticilerin beyanlarında ve yaşamın her safhasında görmek mümkündür.Türklükten, Türk Milletinden, T.C. rumuzundan, Atatürk söylem ve sembollerinden uzaklaştırıcı düzenlemeler içine girilmiş, laikliği ve Atatürk ilkelerini benimsemiş gençlik yerine, dindar gençlik yetiştirme benimsenmiştir. Andımızdan dahi rahatsız olunmuştur. Bazı kişilerin yaşam tarzlarına, ideolojik anlayış ön planda tutularak müdahalede bulunulmaya ve toplum formatlanmaya başlanmış, böylece en önemli mirasımız olan cumhuriyetimizin kazanımları ve medeni yaşam tarzı erozyona uğratılmıştır.Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren büyük zorluk, imkânsızlık ve fedakârlıklarla kurulmuş ve daha sonra da geliştirilmiş tesisler ve kurumlar da, özelleştirme anlayışından çok farklı bir yaklaşımla, sadece gelir olması maksadıyla satılmıştır. Tam anlamıyla miras yenmiştir. 

*** 

Bütün bunlar için birçok örnek vermek mümkündür. Ancak özetle miras olarak bize intikal eden ve kazanımları için büyük mücadeleler verilmiş değerlerimiz yıpratılmakta ve yok edilmektedir. Bunu bilmeyenlerin bilmesinde, görmeyenlerin görmesinde, duymayanların duymasında, ülkemizin ve Türk Milletinin menfaatleri açısından fayda görülmektedir. 

Kaynak Yeniçağ: 
Miras yemek 
Armağan KULOĞLU 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/miras-yemek-28722yy.htm


***

Irak Politikasındaki Değişim

Irak Politikasındaki Değişim






Armağan KULOĞLU
oakuloglu@gmail.com 

02 Kasım 2013

Özellikle son birkaç yıldır Irak’la olan mesafeli, soğuk, hatta gerginlik ve sertlik içeren ilişkilerimizin birden bire yumuşadığını görmekteyiz. Bunun sebeplerini ortaya koyabilmek için ilişkilerimizin yakın geçmişine ve son gelişmelere bakılmasında yarar bulunmaktadır.2009 yılında ilişkilerimiz “Komşularla sıfır sorun” anlayışı çerçevesinde, Suriye’nin yanında Irak’la da ortak bakanlar kurulu toplantısı yapacak kadar gelişmiş ve “Yüksek Düzeyde Stratejik İşbirliği” düzeyine ulaştığı ilan edilmiştir. Ancak bu ilişki, Irak’ta yapılan seçimler sonrasında iktidara gelen Maliki yönetimiyle, başladığı gibi sürdürülememiştir. İlişkilerin bozulmasını; Maliki’nin Şii olmasına, İran’a yakın durmasına, Esad yönetimini desteklemesine, Türkiye’nin Sünni olan ve hakkında tutuklama kararı çıkarılan Irak Cumhurbaşkanı Yardımcısı Haşimi’yi himaye etmesine, Türkiye’nin merkezi yönetimden bağımsız olarak Barzani yönetimiyle enerji anlaşmaları yapmasına bağlamak mümkündür. 

*** 

Türkiye’nin Irak’la olan ilişkileri gerginliğini muhafaza ederken, Suriye politikası da değerlendirilenin tam aksine gelişmiş, sınıra yakın bölgelerde PYD hâkim olmuş ve el-Kaide destekli Irak-Şam İslam devletinin kurulduğu ilan edilmiştir.Suriye’deki iç savaş, Irak’taki saldırıların artmasına da neden olmuş ve el-Kaide bu saldırılarda önemli bir rol oynamaya başlamıştır.Ayrıca Barzani yönetimiyle, Irak merkezi hükümetini devre dışı bırakarak yapılan enerji anlaşmaları da, Kuzey Irak yönetiminin statüsünü yükseltmiş ve bu yönetimin bağımsızlık yönündeki iştahını kabartmış, gelinen aşama Irak’ın toprak bütünlüğünü de tehlikeye sokmuştur.Suriye’nin yanında Irak’ın da toprak bütünlüğü tehlikeye girmiş, bölgede istikrar gittikçe bozulmuş ve gelinen aşama güvenlik sorunları yaratmaya başlamıştır. Bu durum tedirginliği artırmış ve bölgedeki tehdidin bertaraf edilebilmesi için bölgesel politikalarda değişiklik yapılması zaruretini yaratmıştır. Bu kapsamda Türkiye’nin özellikle Irak politikasını yeniden gözden geçirmesi durumu ortaya çıkmıştır.Diğer taraftan Türkiye’nin aynı kapsamda İran politikasını da olumlu yönde geliştirdiği görülmektedir. Hatta yakın bir gelecekte, geçen haftaki yazımda belirttiğim üzere, Suriye politikasında da değişiklik yapmasını beklemek mümkündür. Belki de Mısır dahil tüm Orta Doğu politikasının yeniden düzenlemesinin gündeme gelmesi dahi sürpriz olmayacaktır. 

*** 

Bu değişime, ABD’nin Orta Doğu politikalarında yeniden yapılandırmaya gitmesinin de önemli katkı sağladığı düşünülmektedir. Hatta bu konuda Türkiye’ye telkin ve tavsiyelerde bulunduğu da değerlendirilmektedir.Bilindiği üzere ABD, Suriye’de askeri bir müdahaleye karşı olduğunu açık bir şekilde ortaya koymuş, Suriye’nin kimyasal silahlardan temizlenmesini BM’ye bırakmış ve Esad’ın tutumundan da memnun olduğunu ifade etmiştir. Esad’a karşıyken, politikasında Esad’lı bir çözüme doğru değişiklik yapmıştır. İran politikasında değişime gittiği ve diyalog ortamı yaratmaya çalıştığı da bilinmektedir. Irak politikasında da, merkezi hükümetin duruma hâkim olmasını istediği, fazla tasvip etmese de Maliki yönetimine destek verdiği bir gerçektir. Maliki’nin özellikle el-Kaide militanlarına karşı mücadele edebilmek için, silah temini dahil, destek almak üzere ABD’yi ziyaret edeceği de bilinmektedir. 

*** 

Gelinen aşamada Türkiye’nin Irak’la olan ilişkilerindeki yumuşamayı, ortaya çıkan şartlar nedeniyle tercih ettiği anlaşılmaktadır. Özellikle Irak’ta Türkmenleri etkisizleştirme ve yok etme planı çerçevesinde yürütülen katliamlara karşı, merkezi yönetimin otoritesinin Irak’ın bütününde sağlanmasının ve bu kapsamda Maliki hükümetiyle ilişkilerin düzeltilmesinin doğru bir yaklaşım olduğuna inanılmaktadır.Türkiye’nin İran’la olan ilişkilerinde de bir gelişme içinde olduğu gözlenmektedir. Yakın bir gelecekte Suriye politikasını, hatta daha sonra Mısır politikasını da gözden geçirerek yeniden değerlendireceği düşünülmektedir. Geç de olsa yanlışlardan dönerek, bölgede oluşan istikrarsızlığın ve buna paralel güvenlik sorunlarının giderilmesi yönünde yapılacak politika değişikliklerinin ülke menfaatleri açısından yararlı olduğuna inanılmaktadır. 


Kaynak Yeniçağ: 
Irak politikasındaki değişim - 
Armağan KULOĞLU 

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/irak-politikasindaki-degisim-28646yy.htm



****