22 Kasım 2018 Perşembe

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 21

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN  ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 21


    Cumhuriyet tarihi boyunca ve Atatürk ilkeleri çerçevesinde İslam ve laik devlet olabilme faktörü hep tartışılmıştır. Bu öyle uzun bir tartışmadır ki bu birlikteliğin anlamını ve ayrıştırmasını 21. Yüzyıl Türkiyesi hala yapamamıştır. Türban krizi 2009 yılında dahi çözümlenememiş ve siyasi partiler tarafından defalarca kullanılarak halkı mağdur etmiştir. 

Ülke ilk kez RP ile Erbakan eşliğinde din üzerinden siyasi kutuplaşmayı seyretmiş ve sonuç olarak da 28 Şubat sürecini yaşamıştır. 28 Şubat Post-Modern Darbesi ile durulan gerginlik 2002 yılında Milli Görüş felsefesi öğrencilerince oluşturulmuş AK Parti’ nin tek başına iktidara gelmesi ile ilerleyen yıllarda yeniden zirve yapacaktır. Laikliğe tehdit olarak kabul edilen partinin varlığı her kesimden insanı tartışmalar içine çekecek ve ülke bu sefer de ‘’Atatürkçü/ Laik’’ ve ‘’Ilımlı Müslüman ya da Dinci-Gerici’’ olarak ikiye bölünecektir. 

Politikacılar bir yandan, el altından ikide bir siyasete bulaşanlar ve dış güçler öte yandan türban krizinin çözümüne ne yazık ki bundan sonrasında da olanak sağlamayacaktır. Bugün üniversitelerde bir numara sorun haline gelen türban, 12 Eylül rejimi ile YÖK ürünü olarak karşımızdadır. Görüldüğü gibi 20 yıllık ikircikli kararlar, açık ve örtülü destekler, bu işi içinden çıkılmaz yapmış ve sonunda, AKP’ yi iktidar yapmıştır. Türban, 28 Şubat 1997 sürecinde hız kesmiş gibi görünse de, üniversitelerde türbancı kafada öğretim üyeleri çoğunluktadır. Ayrıca, türbana yakınlık duyan ya da eşi türbanlı profesörler rektör ve dekan olarak atanmaya devam edilmektedir. Bugün göreceli olarak YÖK bu konuda başarılı gibi görülse de, Milli Güvenlik Kurulu baskısı kalktığında, türban bugünkü YÖK yöneticileri eliyle yeniden hortlayacaktır. 254. 

2002 yılı itibarıyla tek parti iktidarının sahibi AKP gerek varlığı gerek felsefesi ve gerek icraatları ile Türkiye’ yi bol çalkantılı bir döneme sürüklemiştir. Türk siyasi tarihinin kilometre taşlarından birisi olarak adını yazdıran parti en çok siyasal İslam peşinde koşmakla suçlanmış, Atatürk ilkelerine sebat etmediği gerekçesi ve din üzerinden rant sağlamak iddiası ile polemiklerin ana kaynağı olmuş ve toplumsal huzuru tehdit ettiği savı ile 2008 yılında kapatılma davası ile bile karşı karşıya bırakılmıştır. Yüksek oranda seçmen kitlesi olan parti 
muhalefet ile yaşadığı sorunlar, tartışmalar ve karşılıklı salvolarla da kendi yükselen değerini yıpratmıştır. Bütün olumsuz gelişmelere rağmen partinin güçlü tabanı ve karşılıksız sevgi besleyen yandaşları açılan yaraları kısa sürede tedavi etmede oldukça başarılıdır. 

‘’Türbanla ilgili tartışmalar söz konusu olduğunda öne sürülen iddiaya göre türban nötr bir şey değildir, ideolojik bir yaklaşımın, dolayısıyla siyasi bir tavrın simgesidir. Kadınların kendi özel yaşamlarında başlarını örtmesinden farklı bir anlam taşır. Yasaklanması bu nedenle gereklidir. Ben bu iddianın doğruluğunu değil buradan hareketle başka bir şeyin, bugünkü iktidarın ve AKP' nin siyasal konumunun üstünde durmak istiyorum. Söze türban tartışmasından girişimin nedeni de onunla türban sorunu arasında kamuoyunun gördüğü, saptadığı bir ilintidir. Bunun bir nedeni partinin ve hükümet üyelerinin önemli bir bölümünün 
eşlerinin başını kapaması, Tayyip Erdoğan' ın ifadesiyle onların türban sorununu bizzat yaşamasıdır. Bu fiili durum, eğer mevcut iddia doğruysa, AKP' ye öncelikle ideolojik bir parti niteliği kazandırıyor.255.’’ 

Ülkede varlık gösteren ve artan dozuyla rahatsızlık veren türban krizi ve beraberinde laik-dinci tartışmasının kökenine inildiği zaman tabansal ayrımlar çıkar ortaya. Tabansal ayrımların özünü yaşamsal farklılıklar, biçemsel öğeler oluşturur. Yetiştirilme tarzı, kişisel eğitimdeki kriterler, alışkanlıklardaki-beğenilerdeki farklılıklar, ekonomik statü, evlerdeki yaşantı ve ailevi değerler elbette iki kültür arasında süreğen, derin bir uçurum oluşturmuştur Türkiye’ de. Dolayısıyla ortaya bir de kentleşme sorunu çıkmaktadır. Zira dine sarılmış 
kesimin büyük bir çoğunluğu kırsal kesimde oturan ya da kazancını kentlere göç edip, yerleşerek elde etmeye çalışan ve fakat hayatla hesabı olan insanlardan oluşmaktadır. İki öğe, iki dünya arasına sıkışıp, kimliğini neresi ile bütünleştireceğinin analizini, çözümlemesini yapamamış kesimdir aynı zamanda bu. Sonuçta zıt zıta dünyalara ait grupların bir araya gelince çarpıştırdıkları ideolojik farklılıklar şüphesiz kutuplaşmayı beraberinde getirmektedir. 
‘’Ülkemizdeki kentleşme olgusu toplumsal ve ekonomik yapıyı biçimlendiren temel öğelerden biridir. Yalnız, tarımdaki değişmelerin ve sanayileşmenin bir sonucu değil, toplumsal değişme sürecinin de bir göstergesidir. Siyasal partilerin olduğu kadar kentleşme olgusunun da var olan kutuplaşmayı arttığı söylenebilir. Çok partili hayata geçiş, sanayileşmenin başlaması ve dolayısıyla köylerden kentlere göçün yaşanması toplumsal değişmeyi hızlandırmıştır. Kentleşme ve kırsal alanlardan kente göçler 1970’ lerde ivme kazanmış ve 1980’ li yıllarda hızlanmış ve 1990' lı yılların ortasında zirveye çıkmıştır: 1980 yılında toplam nüfusun yüzde 45. 5’i kentlerde yaşarken, bu oran 1985 yılında % 51.1, 1990 
yılında % 56.3’e ve 2000 yılında % 65.03’e yükselmiştir.256.’’ 

Köylerden kente ilk göçler 1950’ lerde Adnan Menderes politikasıyla başlamıştı. Ne var ki bu göç dalgası 1980’ lerin ortasından itibaren tavan yaptı ve kitlesel göç olarak kendini göstermeye başladı. Artık her yerden akın akın insanlar, zincirleme, büyük kentlere akıyordu. 

İlk göç yeri taşı toprağı altın İstanbul’ du, sonra diğer büyük şehirlere de akım başladı. İzmir ve Adana en çok göç alan diğer şehirler oldu. Ardı arkası gelmeyen ekonomik krizler doğal olarak toplumsal çözülüşü hızlandırmış ve fatura büyük kentlerde yaşayan insanlara çıkmıştı. Kentliler bundan sonraki hayatlarında hemşerileriyle haşır neşir olmak zorunda kalacak ama bazıları bu hemşerileri asla kabullenmeyecekti. 

Türk halkı öteden beri feodal bir toplumdu. Dolayısıyla toprağını, hayvanını çok 
seviyor ve geçimini onunla sağlıyordu. Bu tablo uzun bir süre devam ettikten sonra 12 Eylül’ ün dokunduğu her şeyi değiştirmesi gibi kırsal kesim insanı da bu başkalaşımdan nasibini aldı. Bir anda insanlar durağan hayatlarını, topraklarını arkalarına alıp göç etme sevdasına tutuldular. Tebdil-i mekânda ferahlık vardır düşüncesiyle köy hayatına son verip, geçmişle yollarını ayırdılar ve büyük şehirde ekmek peşine koştular. Büyük büyük hayalleri vardı. 

Büyük şehir onlara büyük ekmek kapılarının da yolunu açacaktı. Yazık ki beraberlerinde getirecekleri kendi bireysel hayatlarını, kültürlerini,  alışkanlıkları nı, doğuştan kazandıklarını hiç hesap etmemişlerdi. Kente geldikten sonra yaşam tarzlarını değiştirmemeleri onlara hep sorun yaratır olacaktı. Zira ne kentli kırsal kesimden gelene ne de kırsal kesimden gelen kentliye uyum sağlayabilecekti. Bir taraf az uz da olsa para kazanıyordu, küçük küçük işletmelerde nasibinin peşindeydi. Diğer taraf kente para kazanmaya aslında kentlinin parasına ortak olmaya gelmişti. Şüphesiz sorunlar sadece maddi 
boyutta değildi. Kentlinin kırsal kesimden gelenin getirdiği kültürle de sorunu vardı. Zira köylü ne köylülüğünden arınabiliyor ne de kentli olabiliyordu. 
1950' lerden sonra başlayan köyden kente göçün mekânsal izdüşümü olarak, özellikle büyük şehirlerin fiziksel dokusuna dâhil olan gecekondular ve kentlileşme politikalarının kentin gelişme dinamikleri ile örtüşmemesi nedeniyle oluşan çöküntü alanlarının yanı sıra, özellikle 1980' lerden sonra ortaya çıkan globalleşme kavramının ortaya koyduğu yeni bir kentsel doku formu ve sosyal yapı, kentsel sistemlerin süreksizliğini meydana getirmektedir. 

Kentlerin gelişmesinde etken iç dinamiklerin (sanayileşme) ve dış dinamiklerin (globalleşme) denge durumunda olmaması hali ile ortaya çıkan kentsel süreksizlik büyük şehirlerde farklı kimliklerin oluşmasına nedendir. Algıladıklarımızın sınırlandırdığı yaşam biçimlerinin, algılanan mekân örüntüleri ile ilişkisinin yaşanılan kentsel alanlar içinde sosyal yapı mekân İlişkisini ortaya koyması zorunludur. Değişen zaman, özellikle değişimin hızlı olduğu kentsel 
yerleşmelerde mekânsal dönüşümün hızlanmasında etkendir. Çünkü zaman faktörü kentsel dinamiklerin rol oynadığı sosyal yapı üzerinde de bir etki unsurudur. Sosyal yapının değişimi kentlerin sosyal ve fiziksel morfolojisi üzerinde yeni değişkenler ortaya koymakta ve bu, kendi iç döngüsünü yaratan yeni kentsel sistem parçalarının -yeni gettoların- meydana gelmesine neden olmaktadır257. 

Kitlesel göçün beraberinde topluma kazandırdığı iki yeni olgu vardı: Gecekondular ve Arabesk. Kırsal kesimden gelen insanın kente, kentli olabilme statüsüne adaptasyonu hem zorlu hem sancılı hem de uzun oldu. İlk gelenler diğer gelenlere, geleceklere hemşerilik yaptı, yol gösterdi. Yerleşim merkezleri şehrin dışında ya da şehrin tepesinde, göze batmayacak, kentlinin düzenini bozmayacak şekilde ayarlanmıştı. Derme çatma, tapusuz, hiçbir yasallığı 
bulunmayan alelacele dikilen evler, barınaklar ya da çadırlar bir anda büyük şehirlerin sırtlarına gerdanlık gibi dizildi. Kendi başının çaresine bakıyordu sonuçta köylü, muhtaç olmadan karnını doyurmaya çalışıyordu. Mecburdu bu yaşamı sürdürmek için başını sokacağı bir çatı kurmaya. Varsın derme çatma aniden dikildiği için gecekondu desinlerdi, sıcaktı ya yuvası o yeterdi. Sonuçta bu cefalı hayatı kaldırabileceği bir de müzik türetmişti. En zor anında nasıl olsa ona sarılırdı. 

Gecekondu olayında, ancak Batı modeli örnek alındığı zaman sağlıksız ya da çarpık sıfatları bir anlam taşır. Azgelişmiş ülkeler açısından ise gecekondu olayı son derece doğal ve normal gözükmektedir. Çünkü hepsinde vardır ve kendiliğinden oluşmuştur. Doğal ve normal demek, yalnızca genellikle görülen demektir. Yani bir frekans, bir gözlem sıklığı belirtir. 

Yoksa iyi, doğru, güzel gibi değer yargıları taşımaz. Böylece en önemli noktalardan birine gelmiş bulunuyoruz: Türkiye’ de gecekondu olayı ne denli normal ise, Arabesk olayı da o denli normaldir. Gecekondu ne denli kalıcı ise, Arabesk de o denli kalıcıdır. Ya da daha doğru bir deyişle, gecekondu olayı ne denli geçici ise Arabesk olayı da o denli geçicidir.258. 
Toplumun diğer kesiminin gözüne batmaya başladı bu gecekondulaşma süreci ve elbette konutlar, konut sahipleri. Bir müddet sonra kimisi ‘’kenar mahalle’’ dedi, kimisi ‘’varoş’’. Umutsuz bir grup yaşıyordu bu gecekondularda ve bu gecekonduların kümelendiği varoşlarda. Gelecekten beklentileri yoktu, derin bir yoksulluk çekiyorlardı. İtilmişliği, kabullenilememe yi, ötekileştirilmeyi yaşıyorlardı. Kentli ile kolay kolay bir arada duramıyorlardı. Zira 12 Eylül sonrası toplumda büyük bir kutuplaşma oldu, sınıf ayrıştırılması yapıldı. Varoşlarda yaşayan halk tüketimden de pay alamadı, tüketemiyor du, tüketeceği geliri yoktu zaten. Tek sıkıntısı karnını doyurmaktı ve yaşama kıyısından tutunmak. Üstelik kentli ile -bazılarının deyişi ile bir üst sınıfla- her şeyleri farklıydı. Konuştukları dil, dine inanma biçimleri, yaşam şekilleri ve elbette dinledikleri müzik… 

Arabesk müzik, 1980 sonrasının en favori müziği oldu, kültürümüze yerleşti. 
Gecekondulaşmanın, kırsal kesimden kente göç etmenin ve kente geldikten sonra kentlileşememenin getirisi oldu. Acılıydı; acının, ezilmişliğin, kadersizliğin müziğiydi. 

Dolayısıyla bir anda fanatikleri oldu. 80 sonrası sürpriz bir şekilde halk aynı müzik türü üzerinden isyanını haykırıyordu. Arabesk acısını alıyordu hayatın, yaşamayı daha katlanılır bir hale getiriyordu. Acılar ortaktı, isyan ortaktı, yaşananlar ortaktı. Arabesk de bütün bunların ilacı oldu. 

Kentli sevmedi önce bu müziği, tahammül edemedi, söyleyenleri de dinleyenleri de dışladı. Hele hele dolmuş şoförlerinin bitmez tükenmez şekilde arabesk şarkıları yolcuya dinletmesi, her yerde marş gibi çalınması illallah dedirtti. Lakin arabesk bir tümör gibi toplumu çepeçevre kavradı ve bir daha da bırakmadı. 
80’ lerde genellikle ‘’arabesk’’ adı altında toplanan çeşitli müzik tarzları, yaygınlık ve üretkenliklerini, kendi geleneksel kültürlerinden kopmuş ama şehir kültürünün de parçası olamamış, her ikisine de yabancı insanların varlığına olduğu kadar, bu sentetik dili müzikte yeniden üretebilmelerine, müziği organik bir sentez oluşturamayacak kadar farklı tarihlere sahip türlerden (Arap müziği, taverna müziği, pop müzik, Türk müziği, türkü ya da marş) 
alıntılara yer veren bir yüzeye dönüştürmüş olmalarına da borçluydu. Aynı zamanda, bir zamanlar parçası olduğu ortamla organik bağını koparmış bu türleri taklit etme ve bozarak kullanabilme becerisine.259. 

80' li yıllarda her alanda olduğu gibi müzikte de gerileme dönemi yaşandı. Darbeden sonra müzik sektörü kötüleşti. Pop müzikte O yılların en önemli çalışmaları Fikret Kızılok' un "Zaman Zaman" ve Nur-Ergüder Yoldaş' ın "Sultanıyegâh" albümleri idi. TRT, Beş Yıl Önce On Yıl Sonra ve Ersen Erdura gibi sanatçıları pompaladı. İlhan İrem kulağında küpe olduğu için, Melike Demirağ, Şanar Yurdatapan ve Timur Selçuk gibi sanatçılar da yasaklı olduğu için TRT ekranlarına çıkarılmadı. 90'larla birlikte çok satan ama hemen sönen sanatçılar ve albümler piyasaya çıktı.260. 

12 Eylül’ ün en çok zarar verdiği kesim elbette gençlerdi. İlk önce düşen kalelerden birisi de gençler oldu. Zira onların anne babaları darbeyi ve askeri rejimi yaşadıkları için çocuklarını kapalı fanuslar içinde yetiştirmeye başladılar. Darbe onların elinden öyle çok şey almış ve öyle kapsamlı acılar yaşatmıştı ki doğal olarak çocuklarını her türlü tehlikeden koruma yoluna gittiler. Acının boyutlarının sivriliği çocuklarına değmesin istediler. Çocuklarını sindirdiler çünkü kendileri de sindirilmişti. Çocuklarını küçük dünyalar içine sıkıştırdılar çünkü kendileri de sıkıştırılmışlar dı. Onların ufkunu daralttılar çünkü kendi dünyaları da daralmıştı. Ufukları çizilmişti. Dolayısıyla hayat çocuklarını yormasın istediler, 
rüzgâr değmesin, ayakları taşa dokunmasın. Lakin bu da işe yaramadı çünkü kullandıkları bu yaptırım mızrak misali dert yükü çuvala sığmayacaktı. 
12 Eylül öncesi gençlik, mücadelenin içinde olanlarıyla da olmayanlarıyla da çok 
okuyordu. Yurtta ve dünyada olanları izliyor, tartışıyor, politikayla yakından ilgileniyordu. 

Siyasi partilerin gençlik kolları göstermelik değil, en aktif ve düşünce üreten unsurlarıydı. Oysa 12 Eylül sonrasının gençliği ne politika ile ilgilendi, ne bir şey okudu ne de bir şey tartıştı. Kalıplar içine sıkıştırılan kimliğini sorgulayamadı, içinde yaşadığı dünyaya hesap soramadı. Ne nedenleri vardı ne niçinleri…Varsa yoksa cevapları…her şey için öyle cevapları vardı ki…Nede olsa ezilmiş olanlardı onlar, yaşam hakkı elinden alınanlar… Önce kıyafetleri sorgulandı, kıyafetleri eleştirildi ama onlar apartman topukları, bol paça pantolonları, vatkaları ve aslan yelesi saçları ile zaten çok mutluydular. Aerobikler, permalar, meçler, taytlar en sevdikleri oldu. Aslında onlar bir ihtilalın gölgesinde hayat mücadelesi veriyorlardı. Fiziksel görüntü belki sadece olana bitene tepkiydi ve içlerindeki 
açmaz ancak böyle, çıkmaz sokaktan sağlam bir sokağa çıkabiliyordu. 
‘’80' lerde bütün dünyada iğrenç bir moda anlayışı vardı. Türkiye'ye de o iğrençlik tesir etti. 80 'li yıllara modanın en unutulması gereken yıllar olarak bakıyorum. Ayrıca iğrenç moda bir de Türkiye'de oryantalizm ile karıştı. Kafalarda tokalar, kristal avize şeklinde küpeler, altı vatkalı elbiseler, hepsi kırsal kesime kadar yayıldı. Gariptir ki 80 modası Türkiye'de çok tutuldu. Modanın en çok yozlaştığı dönem, Türkiye'den en çok tutulan dönem olmuştu. 90'larda pek bir şey yok. Modanın çok karmaşık olduğu bir dönem. İnsanlar artık 
modayla ilgilenmemeye başladı. Kadınlar artık modanın trendi bu, giyeceğiz şeklinde bir kaygı taşımamaya başladı. Hala bu şekilde devam ediyor. Artık kadınlar ne yakışıyorsa onu giyiyor ki bence moda en doğru zamana geldi261.’’ 

Yakın tarihimizin en ağır, en sancılı dönemlerinden birine rastlayan 12 Eylül 
gençliğinin temel sorunu teslimkarlıktır aslında, koşulsuz teslimkarlık. Teslimkarlık bir müddet sonra vurdumduymazlığı getirir. Teslimkar oldukça vurdumduymazı oynarsınız sonra da üç maymunu. 


‘’İnsanlar içine doğdukları ortamı pek doğal olarak doğal kabul ederler. Bir Filistinli’ ye siyasî bilinç kazandırmak gerekmez. Normal koşullarda, zaten pek özenilecek durumda olmayan siyasî-toplumsal hayatı 12 Eylül yüzünden hepten kaymış bir memlekette yetişen gençlerin bu konuda haliyle iyi kötü fikir sahibi olması beklenirdi. Soru şu: Acaba biz ne yaptık da, bırakın Osmanlı’ nın yıkılışını, Cumhuriyet’ in kuruluşunu, çok partili siyasî hayata geçişi şunu bunu, bu kadar yakın bir felaket, üstelik tâ bugüne kadar geleceği belirlemiş bir felaket hakkında böylesine bir cehaleti Türklerin insanlığa armağanları arasına kattık262?’’ 
12 Eylül’ ün çıplak şiddeti toplumun her kesimden insanı sarp sarmalamıştı ama solu ezip gezmişti ve elbette bir de gençliğin gücünü yok etmişti. Gençlik aslında yenilgiye uğratılmıştı. Cıvıltısı, masumiyeti, öğrenme-merak etme yetisi, birey olabilme ve özgür yaşama fırsatı elinden alınmıştı. Aktif olarak hayatın içine katılma şansı yoktu. 80’ li yıllar ile birlikte gençliğin genç olma, genç olabilme farklılığı duvara toslamıştı. SSCB, ABD’ nin etrafında oluşturmaya çalıştığı ‘’Demir Perde Ülkeleri’’ projesini haklı olarak varlığına ve çıkarlarına ters buluyordu. Türkiye ‘’Demir Perde Ülkeleri’’ projesinin en önemli mihenk taşlarından biriydi. Rusya, Avrasya’ nın diğer güçlü ülkesi Türkiye’ yi ABD politikasından uzaklaştırma yoluyla ‘’Demir Perde Ülkeleri’’ projesinde 
büyük bir gedik açmayı düşünüyordu.Türkiye’ nin Rusya yanlısı bir politika izlemesi ya da Amerika’ dan uzaklaşmış olması, Rusya’ ya son raunda derin bir nefes aldıracaktı. Rusya böylece ABD’ nin politikasını bozacak, NATO’ ya büyük bir darbe indirecekti. Arap Devletleri’ ne rahatlıkla ulaşabilecekti. Türkiye’ de NATO’ ya ve ABD’ ye vurulacak bir darbe kısa sürede Yunanistan’ a ve İtalya’ ya sıçrayacaktı. Böylece ‘’Demir Perde Ülkeleri’’ projesi yerle bir olacak Rusya son raund daki bu taktiğiyle mücadeleyi kazanacaktı.263. 

Türkiye’ nin 68 kuşağı itibarıyla ve sonrasında, yaşadıklarında dış güçlerin ve en önemlisi Amerika’ nın etkisi büyüktür. Amerika 70’ li yılları takriben bizzat Türkiye’ nin içişlerine müdahil oluyordu. Türkiye onun için büyük bir piyondu. Avrasya’ daki, Ortadoğu’daki en önemli gücüydü. Dolayısıyla Türkiye’ nin peşini bırakması, ellerini çekmesi mümkün değildi. Türkiye olmadan, o bölgedeki senaryosuna hâkim olamazdı, o bölgede itibarı kalmazdı. Şüphesiz güç yarışını kimseye de bırakamayacağı için planın düzgün işlemesi gerekiyordu. 

70’ li yılların ortası ile devreye giren koalisyon hükümetlerinden ve Ecevit iktidara geldikçe, Ecevit’ in iktidarda olmasından duyduğu rahatsızlığı Amerika farklı senaryolarla kamufle etmeye çalıştı ve Rusya’ nın Türkiye’ ye yakınlığını da bloke etti. Öyle anlar geldi ki ve öyle olaylar yaşandı ki, tıpkı 1 Mayıs ya da Maraş olayları gibi, olup bitene kimse anlam veremedi. Oysa sahne arkası ve sahne arkasındakiler belliydi. Bir yanda CIA bir yanda KGB planlı programlı çalışma yürütmüş ve tasarladıkları kurgusal olaylarla ülkeye 12 Eylül’ ü hediye etmişlerdi. ABD ilk önce gençleri ve sivil halkı ele geçirmiş amacına hızla uzaklaşmıştı. Nitekim olayın aleniyeti sonrasında tescillenecekti. ABD ' li eski diplomat Paul Henze Türkiye' de 12 Eylül 1980 ihtilalı olunca Başkan Jimmy Carter' a haber verirken 'Bizim çocuklar başardı- (Our boys did it)' diyerek olayı duyuracaktı. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

254 Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu, ‘’Dünden bugüne Üniversitede Türban’’, 
http://www.mulkiyedergi.org/index.php?option=com_docman&task=cat_view&gid=53&Itemid=2 
255 Hasan Bülent Kahraman, ‘’Türban, İdeoloji ve AKP’’, Radikal Gazetesi, 09.12.2002 
256 Hakan Altıntaş,‘’Türk Siyasal Sisteminde Siyasal Partiler ve Kentleşmenin Kutuplaşma Sürecine Etkileri’’, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (5) 2003, 1-31, s.20 
257 Hakan Altıntaş,‘’Türk Siyasal Sisteminde Siyasal Partiler ve Kentleşmenin Kutuplaşma Sürecine Etkileri’’, Akdeniz İ.İ.B.F. Dergisi (5) 2003, 1-31, s.21 
258 Emre Kongar, ‘’ 12 Eylül Kültürü’’, Remzi Kitapevi-5. Basım, İstanbul- Temmuz 2007, s.236 
259 Nurdan Gürbilek, ‘’Vitrinde yaşamak -1980’ lerin kültürel iklimi’’, Metis Yayınları -1992,s.20 
260 Müzik Eleştirmeni Murat Meriç, ‘’Müzikte Gerileme Dönemi Yaşandı’’, Sabah Gazetesi, 
http://arsiv.sabah.com.tr/2004/02/11/gun126.html 
261 Cemil İpekçi: ‘’80’li Yılların Modası Gerçekten İğrençti’’, Sabah Gazetesi, 
http://arsiv.sabah.com.tr/2004/02/11/gun104.html 
262 Ümit Kıvanç, ‘’12 Eylül’ de Biz Gençtik’’, Taraf Gazetesi, 01.07.2009 
263 Mehmet Işık, ‘’Türkiye’ nin Karanlık Penceresi’’, Karma Kitapları-1. Baskı, İstanbul- Ekim 2007, s.126 

22 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 20

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN  ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 20


12 Eylül, Sol ve Sağ eylemci gençlerin silahlı mücadele içine girdiği üniversiteleri sıkıntının asıl kaynağı olarak görmüş ve hemen bir yüksek öğretim düzenlemesine gitmiştir. 1982’de Yüksek Öğretim Kurulu (YÖK) kurulmuş; YÖK ile birlikte üniversiteler tepeden inme, emir-komuta düzeniyle işletilmeye başlanmıştır. Bu dönemde 1402 sayılı sıkıyönetim yasasıyla birlikte birçok öğretim üyesinin görevine son verilmiş, birçok öğretim üyesi de YÖK’ün kuruluşunu protesto ederek istifa etmiştir. Öyle ki YÖK, öğretim üyelerinden 
sakallarını bile kesmelerini istemiş, bunu onur kırıcı bulan bazı öğretim üyeleri sırf sakal yüzünden üniversiteden üzülerek ayrılmıştır.247. 

12 Eylül ile başlayıp, 82 Anayasası ile desteklenen eğitim sistemi uzun yıllar boyunca ülkenin gelişmesine köstek olmuştur. Eğitim sistemindeki sakatlık 2000’ li yıllara kadar uzanmış ve bugün dahi düzeltilememiştir. Düşünen beyinler yerini uyuyan beyinlere bırakmıştır. Bugünün gençleri ne yazık ki sorumsuz, ezberci ve hazırcıdır. Darbe amacına ulaşmıştır. Askerlerin bir daha 80 öncesine dönmemek üzere kurguladığı plan başarılıdır, tutmuştur. Siyasetten, modernleşmeden, sorgulamadan uzak tutulan öğrencilerin ve gençlerin mayası tutmuştur. Hamur iyi karılmıştır ve dolayısıyla bu yeni yetme gençler 2000’ li yıllarda büyük sorun yaratacaktır. 

Burada asıl önemli olan 12 Eylül öncesi, eğitim kurumlarının, üniversitelerin, 
okulların başka ellerdeyken 12 Eylül sonrası başka ellere geçmiş olmasıydı. Yani terör sadece el değiştirmişti, totaliter olanlar yer değiştirmişti, rol değiştirmişti. Darbe öncesinde başka türlü dayatmalar varken darbe sonrası dayatmalar başka formatta resmileşmişti. Askeri rejim öncesinde de gençler, öğrenciler, öğretmenler, bilim adamları taraf tutmak zorunda bırakılmış ve tutmuşlar, tuttukları saf yüzünden de başları ağrımıştı. İşte 12 Eylül sonrası da dayatmaları 
rejim belirlemişti, çerçeveyi çizmiş, formatı hazırlamıştı. Her halükarda darbeyi ilk yiyen eğitim kurumları, eğitimciler ve öğrenciler oluyordu. Bu, ülkede hep baki kalan şeydi. Zira Türkiye’ de hala bugün dahi, 21. Yüzyılda, siyasetin dümeni kimdeyse eğitim sistemi ona göre belirlenmektedir. Siyasetçilerin background-u nasılsa sistem otomatik olarak şekillenmektedir. Dolayısıyla bu topraklarda eğitim sisteminden verim beklemek pek de doğru olmayacaktır. 

Anayasadan sonra sıra demokratik düzene yeniden geçmekteydi. Seçimler yapıldı, Turgut Özal başbakan koltuğuna oturdu, parlamento yeniden açıldı ama bu pek de bir şey ifade etmiyordu. Zira geçmişteki siyasiler yasaklıydı ve her türlü eylem, beyanat yine anayasa ile sınırlanmaktaydı. Üstelik Evren görevi bir başka askere, Turgut Sunalp’ e vermek için çırpınıyordu. 

‘’Geçiş döneminin Başbakanı Sayın Özal, kültürel olarak Türk- İslam sentezinin 
temsilcisidir. Bu nedenle de ‘’veciz’’ konuşmak istediği zaman, özdeyişlerini Türk-İslam kültür mirasından seçer. Sayın Özal, Türkiye’ de Başbakanlığa soyunmanın toplumsal riskini de Türk- İslam kültürünün bir kavramı ile açıklamıştı: ‘’Benim iki gömleğim var: Biri bayramlık, biri idamlık.’’ Aslında bu sözler yalnız Sayın Özal’ ın cesaretini değil, aynı zamanda Türkiye’ de siyasetin ve demokrasinin tarihsel bir sorununu da vurgulamaktadır248.’’ Özal ile birlikte yeni sayfalar açtı ülke, eskisiyle kıyaslanamayacak derecede farklı 
sayfalar. Ekonomik dalgalanmayla birlikte toplum iyice allak bullak olmuştu ama sonra sorunlarından farklı şekillerde kurtulma yolları bulmaya başladı. Bir şekilde halk kafasını dağıtmalıydı. Korku İmparatorluğu’ nun ruhunda yarattığı dehşeti, vahşeti söküp bir şekilde atmalıydı. Bankerlerle uğraşmak çözüm olmayınca bu sefer kumarhaneleri keşfetti. Kumarhanelerin gelişimi ve -kontrgerilla örgütlenmesinin adeta finansal kurumlaşması- görevini üstlenmesi 1982’ lere dayanır. 12 Eylül’ le kontrgerillanın her alanda etkinliğinin artmasıyla birlikte kumarhaneler de çoğalmaya başladı. İlk kez 1982’de kumar makinelerinin Türkiye’ ye girmesi, 1983’ te ise TC vatandaşlarının kumarhanelere girmesi 
serbest bırakıldı. 80’ li yıllarda kumarhanelerden elde edilen gelir kumarhaneleri cazip hale getirirken yüksek miktarlardaki cirosu ve kara para aklamanın yerleri olarak da hem tekeller hem devlet açısından önemli işlev görmekteydi. 

Darbe, darbe sonrası yeni anayasa, Turgut Özal’ ın başbakanlığı ve beraberinde 24 Ocak Kararları derken uygulanan enflasyonist politikalar büyük bir toplumsal yıkıma sebep olmuştu. Günlük olarak en asgari gereksinmelerini temin edemeyen bir halk kitlesi ile bu asgari gereksinmeleri için gerekli parasal kaynakları, "her koşulda" bulmak durumunda olan bireyler, tüm toplumsal çürümenin temelini oluşturur vaziyetteydi. İşte 80’ li yılların bir başka 
acı sonu fuhuş patlamasıydı. 1984 yılı Türkiye, tarihinde görmediği fuhuş patlaması ile sarsılıyordu. 

Fuhuş elbette devlet denetiminde yapılmaktadır. Devletin izin verdiği yerlerde 
çalışmak dahi yine devletin verdiği vesikayla mümkündür ve bir sektör olarak getirdiği kazancın büyük olduğu da bilinmektedir. İşte fuhuş da esas olarak 12 Eylül sonrası artan bir tarzda gelişmiş ve geliştirilmiştir. Bu aynı zamanda faşist devletin kültürel anlamda yoz ilişkileri topluma yayma politikasının sonucudur. O yıllarda fuhuş deyince kuşkusuz ilk akla gelen örnek sürekli vergi rekortmeni olan Matild Manukyan’ dır. Çelişki sudur ki; Manukyan vergi rekortmenliğinden dolayı devlet tarafından ödüllendirilmekte, “en namuslu vatandaş” ilan edilmektedir. Yani namus olmadan kazanılan para en namuslu iş ilan edilmekte ve ödüllendirilmektedir. 

Darbe ideolojikti mutlaka ve toplumun üzerinden silindir gibi geçmişti. Gençleri 
köşeye sıkıştırmıştı, sindirmişti, apolitize etmişti. Dehşetli bir acıyla, korkuyla kuşatmıştı. Her şeyin yolunda gitmesi adına da insanların başlarını azıcık göğe kaldırmalarını istemiyordu. Kafalarını kaldırıp hiçbir şey merak etmesinler diye de gündelik hayatları ile meşgul olmalarını, bireysel ihtiyaçlarını tedarik ederek yaşamaya devam etmelerini sağlıyordu. Her şeyin içi boşaltılmıştı bu sırada. Gazetelerin, TV programlarının bile… 

Sıkıyönetim yasaklarından bunalan basın, işi magazine döktü. Siyasi, ekonomik, 
sosyal gelişmeler hakkında yazmak artık hemen hemen imkânsızdı. Gazeteler, tıpkı 12 Mart döneminde olduğu gibi çareyi hafiflemekte buldular. Bu dönemde asparagas ve erotik ağırlıklı yeni bir basın türedi. Bu gazetelerin tirajı milyonları buluyordu249. İnsanlar sıradan yaşasınlar, lay-lay-lom yapsınlar, vakitlerini eğlenerek geçirsinlerdi amaç. Lakin sıradan hayatlara yönelme gerçekleşince cinsellik çıktı ön plana. Bir anda cinsel kimlikler ayrıştırıldı. Siyasi yönden susturulanlar 80 sonrası birden cinsel tercihlerini afişe etme çabasına giriştiler. Her şeyin tabu olduğu bir ülkede birden bire cinselliğin ortaya dökülmesi şaşırtmıştı herkesi ve doğal olarak bu açılım toplumun bünyesini kısa sürede 
bozdu. Aile düzeni yozlaştı, ailevi ilişkiler dibe vurdu. Toplumsal yozlaşma, toplumsal çürümüşlük için düğmeye basılmıştı. 

‘’Türkiye’ de yakın zamana kadar mahrem kabul edilen, adı konmamış birçok alan ilk kez 80’ li yıllarda kamuoyunun gündemine geldi; kamusal bir söz düzeni içinde konuşuldu, ayrıştırıldı. Cinsellik ilk kez bu kadar büyük bir ısrarla söze döküldü; cinsel eğilimler sınıflandırıldı (Eşcinseller, Biseksüeller, Transeksüeller, Zıtcinseller), kuşaklar ayrıştırıldı(68 kuşağı, 80 öncesi Solcu kuşağı, 88 Yupi adayları Kuşağı; hatta darbecilik bile bir kuşak özelliği olarak yorumlandı-27 Mayıs Kuşağı).’’ Nihayet özel hayat denen alan ilk kez bir kamu meselesi olarak, kuşatıcı ve kışkırtıcı bir söz düzeni içinde tarif edildi.250.’’ 

O yıllarda mesela bir de Tan Gazetesi fırtına gibi esiyordu. Cinsellik tabu olduğu için insanlar bu erotizm ağırlıklı gazeteyi, sansürlenmiş fotoğraflarıyla pek cazibeli bulmuşlardı. Önceleri gizli saklı sonraları alenen işçisinden işverenine herkesin elinde bir Tan Gazetesi fenomen haline geldi. Okuma yazmayı bilmeyenler dahi fotoğraflara bakmak için gazeteyi alıyordu. Cinsellik üzerine kısır bilgileri olan, bu konuda kendini geliştirmeyi kesinlikle günah kabul eden halk Tan Gazetesi ile coşmuştu. Saçma sapan haberler ile bütünleştirilmeye 
çalışılmış pornovari fotoğraflara bir yandan ‘’tühhh terbiyesizler…’’ diye tepki koyuluyor ama her nasılsa gazetenin tirajı Türkiye’ nin en çok satanı olarak teyit ediliyordu. Toplumun bastırılmış duygularına, azgın iştahlarına daha fazla gem vurulmaması gerektiğini afişe ediyordu gazete. Arka kapak kızlarıyla, Helga-larla göz doyuruyor, akıl oyalıyordu. Tan Gazetesi, Türkiye’deki kabuk değiştirmede en çok yararlanılan araç oldu. Gazeteler içleri boşaltılarak en ücra yere kadar ulaşıyordu. Doğal olarak hedefe tam isabet yapılıyordu. Halkın 
eksikleri vardı, ihtiyaçları vardı, konuşması gerekenler vardı. Süreç işliyordu, cinselliğin söze, eyleme dökülmesi sonraki evreydi. 

Özel hayata dönülmüştü dönülmesine ama aile hayatında da her şey değişmeye 
başlıyordu. Düzen, adap, alışkanlıklar, aile kültürü, aile olabilme değerleri…her şey bir anda tahribe uğramaya başlamıştı. Toplumun en küçük olgusu, çekirdek kurum kabuk değiştiriyordu. Özünden başka bir yere savruluyordu. İlişkilerde başkalaşım vardı. Ruhlarda, bedenlerde ve hatta isimlerde… 

‘’Türkiye' yi yeni isimlerle ilk tanıştıranlar, aslında 68 kuşağının mensuplarıydı. 
Çocuklarına Devrim, Evrim yahut Eylem gibi adlar vermişler; o zamana kadar var olan ama çok sık kullanılmayan Deniz adı da 12 Mart sonrasında revaç bulmuştu. Sağ kesimde, pek bir isim değişikliği yoktu. Ahmet, Mehmet, Ayşe, Melek, Yavuz, Fatih, Pınar, Figen, Emin, İbrahim hâlâ revaçtaydı. 12 Eylül ise sağcı, özellikle de dindar anne babaların çocuklarının isimlerini başka bir hâle soktu ve Türkiye' de isim konusunda da bir kamplaşma başladı. Pek dindar olmayan çevrelerde Kerem, Emre, Tuğçe, Gülçe, Sinem, Damla yahut Pelin gibi isimler tercih edildi. Bu isimlere daha sonra Berfu, Çisem, Arhan, Berke ve Atlas, vesaire de ilâve edildi ama türbanlı yahut türbana yakın olan kesimde isimler bambaşka bir hâl aldı, bizde bugüne kadar var olmayan dini temelli adlara meyledildi. Enes, Sümeyye, Sevde, Reveh, Eslem gibi isimlere...251’’ 

Elbette birileri kendini başkalaştırmaya çalışırken, birileri de dinsel temalar, dini 
öğretiler etrafında kümelenmişti. Sonuçta MGK’ nın istediği doğrultuda, planladıkları ve organize ettikleri gibi din mayası da tutmuştu. Toplum ilerleyen yıllarda bölünmeyi bu sefer dini olgular etrafında yaşayacaktı. Halk önce isimleri ile safları belirlemişti. ‘’Karşı devrimciler Kemalizmi, özellikle laiklik devrimini yere vurmak için hangi yolu izlediler? Bunun kısa yanıtı şudur: Atatürk, gerçekleştirdiği devrimi, özellikle laikliği, ulus tabanında yerleştirmek için hangi yolu izlediyse karşı devrimciler de o yolu izlediler. Atatürk’ ün ‘’halk mektepleri’’ ne karşı ‘’Kur’ an kursları’’ nı; halk evleri ve halk odalarına karşı tarikatları; İnönü döneminde açılan köy enstitülerine karşı imam hatip liselerini kullandılar. 

Böylece hem halk tabanında yerleşmeye başlamış olan devrim ilkelerini kökünden kazımak hem de bu ilkelerin yeniden canlanmalarını önlemek için uzun vadeli bir program izlediler. 
Bu doğrultuda içeriden ve dışarıdan destek gördükçe palazlandılar252.’’ 
12 Eylül askeri darbesi ile insanlar kafalarını dinle meşgul etsinler taktiği mükemmel işledi. Dinine inanan, namazını kılan, orucunu tutandan zarar gelmezdi. Dinden ne kötülük gelecekti ki zaten…Dolayısıyla 80 sonrası milliyetçi-muhafazakar ve dinci bir kitle doğdu. 

Sonuçta devlet bunu istemişti, bunu beklemişti ve onlar da beklenileni yerine getiriyorlardı. 12 Eylül öncesi sağ-sol çatışması vardı, kavga ve şiddet bu eksen üzerinde şekilleniyor ve boyut alıyordu. Darbe oldu ve Türkiye’ de Sol büyük bir sınavdan geçti. Darbe solu ezdi geçti. Sağcıların da bir bölümü, daha çok örgüt liderleri tutuklandı ve hapse atıldı. Sonuçta binlerce insan tutuklandı ve işkencelerden geçirildi. Kimisi bir şekilde yurt dışına kaçtı, kimisi dünya değiştirdi. 

Bütün bunlar olurken, toplumun bir kesimi el ovuşturuyordu. Zira darbe onları hiç etkilememiş, aksine ekmeklerine yağ sürmüştü. Üstelik darbenin paşası kendince, dini, yaptıklarına, 12 Eylül’ e alet edince bu kesim iyice sivrilir oldu. Her yerde İmam Hatip Liseleri, Kuran Kursları açılıyor ve cemaatler, tarikatlar güç kazanıyordu. Üstelik bu durum öyle kanıksanmıştı ki toplumun % 80’ i çocuklarını Kur’ an öğrensin diye yazları kurslara gönderir olmuştu. 1980 sonrası neredeyse her kesimden insanın çocuğu okullar kapandığında Kur’ an kursuna gitmeyi tatil ödevi addetmişti. Kenan Evren ve diğer generaller darbe öncesi bölünmüş toplumu darbe sonrası tek bir paydada toplamaya çalışıyordu. O payda İslam diniydi. 1960-80 arasında siyaset sağ-sol eksenine kayınca laiklik kavramı bir süre unutulmuştu. Özellikle Milli Nizam Partisi ile Türk toplum hayatına giren Necmettin Erbakan bir müddet sonra taban çalışmasını hızlandırarak etrafındaki müritlerini çoğaltmış, sabırla ülkeyi dört yandan kuşatacağı günlerin özlemini çeker olmuştu. Koalisyonlara katılmış, fanatiklerini çoğaltmış ve 1980 sonrasında Refah Partisi ile ülke gündemine damgasını vurmuştu. 

Seçmen tercihi bir anda değişmişti. Ülkede ‘’Milli Görüş’’ adı altında yeni bir felsefe benimsenir olmuştu. Etkin bir parti örgütlenmesi ile marjinal kesim, felsefeye sahip çıkmış ve RP’ ni tek güç saymıştı. Bundan sonrasında ise ülke yeni polemiklere gebe kalacaktı. Polemiklerin yeni adı: ‘Siyasal İslam’ dı. 

Darbe sonrası insanların hayatından partiler çıkınca, toplum apolitize edilince doğal olarak devlet tarafından itici güç olarak ortaya atılan din teması beraberinde tarikatları ve cemaatleri doğurdu. Toplumsal örgütlenme yok olunca, insanlar dini öğretilere, tarikatlara ve cemaatlere sığındılar. Onlardan akıl aldılar, hayatlarını şekillendirmeye çalıştılar. Çocuklarını öyle yetiştirdiler. Zira sonraları, 1980’ i takip eden yıllarda, elbette tarikat ve cemaat destekli, 
toplumda bir başörtüsü krizi meydana geldi. Siyasal İslam’ ın simgesi de bu sayede başörtüsü, daha doğrusu o dönem dillendirilmeye başlanan adıyla ‘’türban’’ olmuştu. Türban kısa aralıklarla serbest bırakılıp-yasaklanacak ve 2000’ li yıllarda ülke gündemine çöreklenecek ti. 
‘’1980 kara devrimi başörtüyü yeniden hortlatmıştır. YÖK ve atadığı rektörler, tıpkı 1919’un rektörü Ahmet Naim Bey gibi, başörtüye destek vermişlerdir. Bu dönemde üniversitelerin başına geçirilen İhsan Doğramacı YÖK Başkanı olarak başörtüye yeni bir isim bulmuş ve “Benim bildiğim fes yasağı var. Devrim kanunları başörtüsü yasağı var dememiş. 
Çağdaş örtünme biçimi olan türban takmaları mümkün” demiştir. Böylece başörtünün adı türban olmuş ve çağdaş diye sunulmuştur. Kadınlar tarafından arada bir başa geçirilen türban, “türban takılması mümkün” denilerek, üniversiteli kızların sürekli taktıkları siyasi giysi parçasına döndürülmüştür. İşin aslına bakılırsa türban denilen bu örtünün gerçek türbanla uzak yakın ilgisi yoktur. O gün bu gün, Doğramacı’ nın kafaları karıştıran buluşuyla türban, 
üniversitenin göbeğine bağdaş kurup oturmuştur.253.’’ 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

247 Kemal İnal, ‘’12 Eylül ve Eğitim’’, Evrensel Gazetesi, 14/09/2008 
248 Emre Kongar, ‘’ 12 Eylül Kültürü’’, Remzi Kitapevi-5. Basım, İstanbul- Temmuz 2007, s.133 
249 Mehmet Ali Birand-Rıdvan Akar, ‘’12 Eylül-Türkiye’ nin Miladı’’, Doğan Kitap-İstanbul, 5. baskı, Eylül- 2006, s. 165 
250 Nurdan Gürbilek, ‘’Vitrinde yaşamak- 1980’ lerin kültürel iklimi’’, Metis Yayınları -1992,s.17 
251 Murat Bardakçı, ‘’12 Eylül sonrası Çocuklara Konan İsimler’’, Sabah Gazetesi, 01.02.2007 
252 Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, ‘’12 Eylül/ Karşı Devrim’’, Evrim yayınları-2.baskı, İstanbul,1990, s.341 
253 Prof. Dr. Tahir Hatipoğlu, ‘’Dünden bugüne Üniversitede Türban’’, 
http://www.mulkiyedergi.org/index.php?option=com_docman&task=cat_view&gid=53&Itemid=2 


21 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 19

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN  ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 19



6- AKP Hükümeti 


12 Eylül’ ün dezavantajını avantaja çevirenlerden bir gruptur AKP. 12 Eylül ile birlikte sol iyiden iyiye çökmüş ve meydan sağ partilere kalmıştır. 12 Eylül sağ partilerin ekmeğine yağ sürmüştür. 

2 Kasım 2002 tarihi yeniden Türkiye’ ye başka siyasi sayfalar açar. Zira ülke 11 yıldır süren koalisyonlardan sıkılmış, siyasilerin ve yürütülen siyasi uygulamaların istikrarsızlığından rahatsızlık duymaya başlamıştır. Dolayısıyla 2002 seçimleri de bir milattır. Seçimler birçok partinin sonunu hazırlamış, barajı geçemedikleri için onları hüsrana uğratmıştır. Lakin yeni bir parti ve beraberinde CHP barajı geçmiştir. Mecliste 363 sandalye ile ülke yeniden tek parti iktidarına döner. Bu yeni parti AKP’ dir ve kurucusu da Recep Tayyip Erdoğan. 

Partinin önde gelen isimleri Milli Görüş felsefesi çerçevesinde yetişmiş, bir müddet Erbakan yanında saf tutmuşlardır. Partililerin bir bölümü ya kapatılan Fazilet Partisi’ ndendir ya da ona destek verenlerden. Parti 2001 yılında kurulduğunda temel felsefelerini ‘’muhafazakâr demokratlık’’ olarak açıklamışlar dır.
 Erdoğan ile ilgili ilk sıkıntı seçim sürecinde siyasi yasaklı olması ve milletvekili seçilememesidir. Dolayısıyla kurulacak 58. Hükümet’ in Başbakanlığı’ nı bir başka kurucu Abdullah Gül üstlenir. Erdoğan’ın siyasi yasağı, CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ ın da desteği ile Anayasa’ nın 76. maddesindeki milletvekili seçilme koşullarına ilişkin hükümlerin değiştirilmesi ile kalkmıştır. 

Anayasa değişikliklerinin ardından, Tayyip Erdoğan’ a milletvekilliği ve başbakanlık yolu açılır. O sıralar cezaevinde bulunan Siirt Bağımsız Milletvekili Fadıl Akgündüz’ ün cezası onanır ve YSK Akgündüz’ ün milletvekilliğini iptal eder. Akabinde Siirt seçimleri yenilenir. 1. Sıradan aday olan Mervan Gül de adaylıktan çekilince Erdoğan için bütün kriterler hazırlanmış olur. Artık önünü kesecek hiçbir engel yoktur. Yokuşu tırmanmaya başlar. O artık, önce 59. Hükümeti arkasından 60. Hükümeti kuracak, adından çok söz ettirecek, oy potansiyeli ile dudak uçuklatacak, siyasi politikası ile çığır açacak ve fakat siyasi polemikler üzerine de direksiyonunu oturtacak olan; kimilerine göre kurtarıcı, kimilerine göre karizmatik, kimilerine göre patavatsız, gözü pek amma illaki Kasımpaşalı Türkiye’ nin yeni Başbakanı, siyasetin bir başka olaylı yeni yüzüdür.

‘’AKP 'nin siyasal varlığı geniş ölçüde türban olgusuna bağlıdır. Bu, türbanın ideolojik dokusundan kaynaklanıyor. O nedenle AKP ideolojik içerikli bir partidir. Fakat bu, AKP' nin modernleşmeyle belli ve özgül bir ilişki içinde olmadığı anlamına gelmez. Ne var ki, bu koşul türbanın modernleşmeyi belirleyen tek unsur olarak tanımlanmasını da gerektirmez. Bu açıdan bakılırsa AKP, yakın tarih içinde daima nötr bir kavram olarak ele alınan modernleşmeyi ilk kez ideolojik bir içerikle buluşturmayı başarmış bir siyasal harekettir. 

Çünkü bugüne dek, modernleşme ideoloji ötesi bir gerçeklik olarak topluma sunuluyordu. Modernleşme daha çok bir teknolojizm olarak ifade ediliyordu. Kalkınma, büyüme, zenginleşme olarak tanımlanıyordu. İlk kez DP' nin başlattığı, daha sonra özellikle AP' nin geliştirdiği bu anlayışın İslami bir içerikle bütünleşmesi, fakat o İslam' ın da milliyetçi bir ruh taşıması 'Milli Görüş' hareketiyle ortaya çıktı.237.’’ 

C-12 EYLÜL ASKERİ DARBESİNİN GENÇLER ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ / TOPLUMSAL DEĞİŞİM 

‘’12 Eylül çok tartışıldı, ama bu hareketin Türkiye’ yi bir üçüncü dünya ülkesi olma yoluna sokan gerici bir süreci zincirlerinden boşaltmasının pek üzerinde durulmadı. Evet, 12 Eylül öncesinde Türkiye’ de kan dökülüyordu, darbe bunu önledi, ama binlerce gencin birbirine silah çekmesinin hangi yüksek desteklerle gerçekleştiğini ve kan gölünün darbe yapılmadan, demokratik yollardan önlenebilir olduğunu artık biliyoruz ve işin kötüsü, darbeyi yapanlar bunu o gün de biliyorlardı. Ve kan dökülmesini tahrik edenlerin, bunu bahane ederek 
Türkiye’nin demokratikleşme sürecini, Avrupalılaşma gayretini, modernleşme iştiyakını yarı yolda tevkif ederek geriye döndürdüklerini de biliyoruz. 12 Eylül’ ün beslendiği ve sonradan toplumun büyük bir kesiminde egemen kıldığı ideolojiden kaçış ortamı içinde siyasal zemin sığlaşmış, kadroların tasfiyesi maceracıları ve kifayetsiz muhterisleri iktidara taşımış, Türkiye’nin entelektüel zemini yüzlerce yıl geriye kaymış ve sonuçta demagojik söylemler her alanı istila etmişlerdir. Bundan beteri, insanlar bilgiden, eğitimden, entelektüel faaliyetten 
korkutulmuş; sığlık, düşük beğeniler, vur patlasın çal oynasınlar revaç bulmuşlardır.238. 
12 Eylül askeri darbesinin ardından öyle kuşatıcı bir acı ki yaşandı bugün onu yeni nesil in her şeyden bihaber tavırlarıyla çözümlemeye çalışmak imkânsız. Üzerini ne kadar birileri örtmeye çalışsa da, bugün bu topraklarda her ne yaşanıyorsa bu 12 Eylül’ ün travmatik, gölgeli, acımasız ve hukuk dışı politikasından kaynaklanmaktadır. 12 Eylül’ ün izleri bu topraklara öyle kazınmıştır ki, silip atmak imkânsızdır. Her ne olursa olsun, her ne 
yapılırsa yapılsın daha uzun yıllar 12 Eylül karanlık ellerini toplumun üzerinden 
çekmeyecektir. 

Önce hemen siyaset yasaklanmıştır. Arkası arkasına tutuklanmalar, idamlar, cezaevleri ve yasaklar gelmiştir. Depolitizasyon başlamış, işçi kesimi köşeye sıkışmış, hak hukukbirbirine karışmıştır. İşçi olmak neredeyse suç haline dönüşmüştür. 12 Eylül sonrası işçi olmak işkence çeken anlamına gelmektedir. 

12 Eylül darbesi emekçilerin, emeklilerin ve işsizlerin kimyasını bozdu. Herkes 
bulduğuyla yetiniyor. Emeğinin karşılığını istemiyor. Öyle ya atalarımız umduğunla değil bulduğunla yetin demişti. Atalarımızın isteğini fazlasıyla yerine getiren bir toplum olduk…1980 yılında nüfusumuz 42 milyon, sendikalara üye işçi sayısı 2.5 milyon. Bugün nüfusumuz 72 milyon sendikalara üye sayısı 750 bin…239 

Kenan Evren ve ekibi, Türkiye’nin bir daha böyle bir kutuplaşmaya, iç savaş haline sürüklenmemesinin çaresini, demokratik çoğulculuk ve hoşgörü değerlerinin yerleşmesinde değil, tam tersine, topluma düşünsel bir kışla disiplini empoze edilmesinde aradı. “Birlik ve beraberlik” yeknesaklık, homojenlik olarak yorumlandı. “Ülkesi ve milletiyle bölünmez” lik, düşünsel türdeşlikle garanti edilebilir — ve böyle bir tek çizgililik pratikte gerçekleştirilebilir, sanıldı. “Tek yol devrim”in yerini “tek yol Atatürkçülük” aldı. MGK üyesi, Kara Kuvvetleri 
Komutanı Nurettin Ersin, bütün gençleri “Nutuk’ u ezberlemeye” çağırdı240. 
MGK’ nın ilk icraatı halkı ama özellikle gençleri depolitize etmekti. Sonuçta ülkeyi siyasi düşünceler, siyasetçiler ve onların etrafında nemalanıp büyümeye çalışan fanatikleri bu hale getirmişti. Dolayısıyla ülke bir müddet siyasetten uzak dursa kimseye bir şey olmazdı. Önce siyaset yasaklandı, sonra partiler kapatıldı. Tüm siyasi örgütler, sendikalar da beraber kapatıldı. Arkasından gençlere oyalanacakları eskimeyen öğretiler verildi. Birisi Atatürkçülük ülküsü, ilkeleriydi. Hemen okullarda Atatürk İlkeleri İnkılâp Tarihi dersleri zorunlu hale getirildi, Nutuk ezberletme kampanyası başlatıldı. Hatta cezaevlerinde bile en çok kullanılan işkencelerden birisi bilumum marşları okutmak ve en önemlisi defalarca İstiklal Marşı okutmak olmuştu. 

Halka verilen 2. öğreti ise yeniden dinlerini keşfetmeleriydi. İnsanlar dinleri ile 
uğraşacaklar, kendilerine dönecekler ve böylece tehlikeli işlerden uzak duracaklardı. Bu sayede hem kendi huzurlarını yakalayacaklar ve ülkeyi de huzura erdireceklerdi. Kenan Evren bizzat kendisi bile gittiği her yerde icraatlarını anlatıp, kendilerini aklamaya çalışırken hadisler okuyordu. Hadisler ile 12 Eylül’ ü temize çıkarıyor, sözde huzur dağıtıyordu. Kenan Evren ve ekibi siyasetin karşısına daha güçlü bir imgeyi koymuşlardı: İslam 

‘’Dinsiz millet olmaz işte Sovyet Rusya böyleydi. Ne hale geldi, gördük…Onu 
inandırmak için hadis okudum. Peki niye hadis okudum? Çünkü o dini şeye inanmış. Ben onu yıkmak için onun silahıyla mukabele ettim241.’’ 

Aslında bu ideolojik yaklaşımın amacı, yetişen nesillere devlet kontrolü altında bir din algısı kazandırmaktı. İşte bu amaçla İmam Hatip Okulları’ nın sayısı arttırıldı, okullara zorunlu din dersleri konuldu, Kur’ an kursları yaygınlaştırıldı, tarikatlara müsamahakâr davranıldı, devlet televizyonlarında dini sohbetlere yer verildi ve Kenan Evren her konuşmasında dinden bahsederek, Kuran’ dan hadisler okuyarak dini politik söylemin vazgeçilmez bir unsuru haline getirdi. İşin özü din ve siyaseti iç içe soktu… 

Toplumda her kesimden insan darbe öncesinde darbeyi bekler vaziyetteydi. Bir şeyler olsa da kan dursa, anarşizm yok olsa diye umutlanır olunmuştu. Gerçekten de ilk günler sorunsuz gibi görünüyordu ama bir yandan tutuklamalar, her eve amansız ve zamansız dalan postallar, öte yandan cezaevleri ve işkenceler, işkenceciler, işkence mağdurları küstürdü 
toplumu. Zamanla beklentilerin ötesine geçmişti 12 Eylül ve 12 Eylülcüler… 
‘’12 Eylül’ ü değerlendirirken demokrasiden yana ve darbelerin karşısındayız diye her yaptıklarına kötü diyeceğiz diye bir şey yoktur, bu yanlış olur. 12 Eylülcülerin yaptıkları müspet işler yanında, aynı 27 Mayısçılar gibi, 12 Martçılar ve 28 Şubatçılar gibi çok daha kötü menfi işleri de vardır. Hedeflerin hiçbirisine ulaşılamamıştır. En başta demokrasiye ulaşılamamıştır. ‘’Kem aletle kemalat olmaz’’ diye bir eski düstur var. Yanlış bir yolla, tam tersi bir hedefe ulaşmak mümkün mü? Demokrasiye, demokratik yoldan ulaşabilirsiniz.242.’’ 
Halk bir anda sus pus olmuştu, sinmişti, sindirilmişti. Gençlerin boynu bükülmüştü. Herkes bir tarafa savrulmuştu ve başının çaresine bakmaya çalışıyordu. Dayanışma da kalmamıştı. Herkes kendi bireysel hayatından endişelendiği için doğal olarak kendini sağlama almak adına ihbarcılık da yapar olmuştu. Öğrenciler ve diğer devrimciler bir anda kendilerine yer yuva arar hale geldiler. Zira kendi akrabaları ve komşuları bile onları polise afişe edebiliyordu. Devrim yoktu artık, devrim peşinde koşmak hayaldi. Şimdi sadece canı 
kurtarmak vardı…canı sağlam tutabilmek vardı. 

12 Eylül, tek bir cümlede özetlemek gerekirse, Türkiye toplumunun modernleşme sürecine karşı gösterilmiş sert bir muhafazakâr tepkidir. Modernleşme,' özerkleşme' yi içerir, onsuz olamaz. Bu, toplumun kendi kaderini kendi eline alması demektir. Yani demokratikleşme demektir. Yani, toplumun, kendini güden iktidar seçkinleri karşısında özerkliğini kazanması demektir. 12 Eylül buna karşı bir tepkiydi (27 Mayıs' ın, onu izleyen şubat-mayıs girişimlerinin ve 12 Mart' ın da olduğu gibi). Toplumun ve toplum adına hareket 
etme iddiasında birtakım siyasi grupların bu 'modernleşme' girişiminde gösterdikleri felaket ehliyetsizlik, 12 Eylül gibi bir tepkiye meşruiyet zemini kazandırdı.243.’’ 
12 Eylül sonrası oligarşi her şeye hâkimdi, her yolu tıkamıştı ve halkın o dönem 
yapabileceği çok fazla bir şey yoktu. Her türlü düşünce yok ediliyor, her anlamda pasifizasyon yerleştirilmeye çalışılıyordu. İş askeri ve siyaset bazında tamamlanınca ekonomiye de el atıldı. 24 Ocak 1980 günü Demirel' in azınlık hükümeti tarafından ilan edilen ekonomik kararlar, tüm yönleriyle uygulamaya sokuldu ve dünya ekonomik buhranının ülkemize yansıyan boyutları kitlelerin sırtına acımasızca yüklendi. Toplum ses vermedi…tepki hiç vermedi…sadece söylenenlere uydu… 

Aslında toplumların vardıkları olumlu ya da olumsuz sonuçların tek bir sorumlusu, tek bir suçlusu yoktur. Konuya 11 Eylül 1980 günü varılan nokta açısından bakarsak, suçlu, sağda ve solda tetik çeken katillerle birlikte, dışarıdan Türkiye’ ye silah sokanlar, çıkarları gereği, ülkenin güçlenmesini istemeyenler, Anadolu’ yu bölmek isteyenler, cinayet şebekelerine, maddi ve manevi destek sağlayanlar, terör ve anarşiye yeterince başkaldırmayanlar, gerekli 
önlemleri almayan ve aldırmayanlardır diyebiliriz. Sözün kısası, suçlu tüm toplumdur. Ancak tüm toplum da suçlunun ancak yarısıdır, çünkü öteki yarı dış dünyadadır.244. 24 Ocak Kararları ile birlikte ekonomide önce bir sıçrama olmuştu ama sonrasında ekonomik değerler dibe vurdu. Bir anda ortalıkta fırsatçılar dolaşmaya başladı. Vurgunculuk, bulduğu yeri köşe kapmacılık, ufak ufak sermayeleri bankalara yatırarak küçük işletmecilik rolüne bürünmecilik, yiyicilik trend haline geldi. Bankerler dört bir yanı tutmuş hayal dağıtıyordu ve ona kanan halk bir müddet sonra hayallerinin kurbanı oluyordu. 

1981 Banker faciası ile biterken, 1982’ de yeni anayasanın ve cumhurbaşkanın 
seçileceği yıl oldu. Üstelik hem anayasa hem cumhurbaşkanı birlikte oylandı. İnsanlar pusulaların içinde şeffaf zarflar içerisine olması gerekeni değil arzu edileni oylamışlardı. Evren artık Cumhurbaşkanı ve 12 Eylül’ den sonra MGK’ nın uyguladıkları da anayasa olmuştu. 

‘’O anayasa (61 Anayasası) bize bol geldi, içinde oynamaya başladık. Oynaya oynaya 12 Eylül’ e geldik, dedim ve yine ilave ettim: toplumun güvenliği, toplumun huzuru için kişi hak ve menfaatlerinden bazı fedakârlıkta bulunmalıyız.(Evren/Afyon konuşması, 29.08.1982)245.’’ 

MGK 1982 yılında anayasayı da değiştirerek olaya son noktayı koyuyordu. 82 Anayasası ile MGK 12 Eylül’ den itibaren yaptıklarını teyit etmiş oluyordu. Her şeyi tamamladıklarına inanıp da sahneden inecekleri zaman arkalarında yadigâr olarak anayasayı bırakacaklardı. Kutsal emanet, görevi, onlara sadık bir şekilde yürütecekti. ‘’Anayasayı suçlu ilan edip, toplumu biçimlendirmek için yeni bir anayasa yaparsanız ve bu yeni anayasadan birtakım gelişmeleri engellemesini beklerseniz, o zaman yeni anayasa temel hak ve özgürlükler açısından koruyucu değil sınırlayıcı ve kısıtlayıcı bir nitelik taşır. Bu da yeni bir anayasa sorunu ve yeni bir toplumsal bunalım yaratmaktan başka bir işe yaramaz. 
Aynen 1982 Anayasası’ nın yaptığı gibi.246.’’ 

1982 yılı itibarıyla bir başka gelişme elbette YÖK’ ün kurulması ve YÖK ile birlikte eğitim sisteminin allak bullak olmasıydı. Öyle ki 80 öncesi bulduğu her şeyi okuyan ama gerçekten çok okuyan, araştıran, sorgulayan bir nesil yerine artık okumayı bırakacak, okumaktan korkacak, düşünme ve sorgulamaktan yoksun yeni bir nesil gelecekti. Müfredat hantallaşacak, yoğunlaştırılacak fakat içi kof kalacaktı. Öğrenciler okullarda askeri disiplini öğrenecek ve nasıl silik olunur öğretisi üzerine öğretmenlerinden tavsiyeler alarak yetişeceklerdi. Öğretmenlerin en önemli öğüdü ruhun ve bedenin temizliğiydi. Ruh ve beden temizliği sağlanırsa nasıl olursa olsun etrafta her şey temiz kalabilirdi. Ufku daraltma hedefi  12’ den vurulmuştu. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

237 Hasan Bülent Kahraman, ‘’Radikalizm, Devlet ve AKP’’, Radikal Gazetesi, 13.12.2002 
238 Mehmet Ali Kılıçbay, ‘’11 -12 Eylül arasında Türkiye’’, Zaman Gazetesi, 30.09.2002 
239 Yalçın Bayer, ‘’Türk İş Hak Arayamıyor’’, Hürriyet Gazetesi, 14.07.2009 
240 Halil Berktay, ‘’Türkiye 12 Eylül Darbesi’ ne Adım Adım Hazırlanmıştı’’, Taraf Gazetesi, 01 Ekim 2008 
241 Mehmet Ali Birand-Rıdvan Akar, ‘’12 Eylül-Türkiye’ nin Miladı’’, Doğan Kitap-İstanbul, 5. baskı, Eylül- 2006, s.169 
242 Doç. Dr. Davut Dursun, -Hasan Celal Güzel’ le söyleşi-‘’12 Eylül Darbesi / Hatıralar, Gözlemler, Düşünceler’’, Şehir Yayınları, İstanbul, Ocak 2005, s.227 
243 Murat Belge, ‘’12 Eylül’ den bugünlere’’, Radikal Gazetesi, 29.07.2003 
244 Emre Kongar, ‘’ 12 Eylül Kültürü’’, Remzi Kitapevi-5. Basım, İstanbul- Temmuz 2007, s.132 
245 Mehmet Ali Birand-Rıdvan Akar, ‘’12 Eylül-Türkiye’ nin Miladı’’, Doğan Kitap-İstanbul, 5. baskı, Eylül- 2006, s. 214 
246 Emre Kongar, ‘’ 12 Eylül Kültürü’’, Remzi Kitapevi-5. Basım, İstanbul- Temmuz 2007, s.132 


20 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 18

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN  ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 18



B-12 EYLÜL ASKERİ DARBESİNİN TÜRK POLİTİKASI ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ 

Siyasal, ideolojik, doktrinal ve sınıfsal söylem ve siyasal hareketlerin yerine, 
Türkiye’de yaşayan insanların tümünü şekilsiz bir kitle olarak kabul eden, farklılıkları, ayrı duruş ve konumları, çıkar zıtlıklarını görmezden gelen, bunların ifadesini hıyanet vataniye sayan demagojik söylemler bütün “parti”lerde yerleşik hale gelmiş ve doğal olarak, popülizm egemen yasal manevra aracı haline gelmiştir 225. 

MGK 12 Eylül itibarıyla 1 numaralı bildiriyi yayınlayarak Türk siyasi hayatını kökten etkileyeceği ilk adımı atmıştır. Kararlar inanılmazdır. Parlamento feshedilmiş, hükümet feshedilmiş, siyasi liderlerin politik demeç verme hakları ellerinden alınarak susturulmuş ve geçici ikametgâhlarına ellerinde bir tebligatla uğurlanmışlardır. 7 numaralı bildiri ile parti faaliyetleri durdurulmuş, 52 numaralı bildiri ile de partilerin kapatılmasına ilişkin kanunu kabul etmiştir. 
Artık depolitizasyon süreci için düğmeye basılmıştır. Siyasi her türlü faaliyet 
yasaklara boğulmuştur. 

12 Eylül’ ün gerekçesi aşikârdır. Ülke 12 Eylül öncesi siyasi liderler yüzünden 
karanlığa gömülmüştür. Halk huzursuz olmuş, sonunda herkes taraf tutmak zorunda bırakılmıştır. Cumhuriyet kurulalı beri böyle zulüm görülmemiştir. Sokaklar kan gölüne dönmüştür; kardeş kavgaları, mezhep ayrılıkları teröre alet edilmiştir. Ülke her geçen gün yok olma süreci yaşamaktadır ve buna esas sebeplerden biri siyasettir, siyasetle ilgilenmektir. 

Sonra fikir beyan etmektir, okumaktır, haksızlığa karşı durabilmektir hatta en kısa yoldan demokrasidir. O zaman çözüm bellidir: 12 Eylül’ e sebep siyaset ve siyasilerse hepsi toptan ortadan kalksın! Halk huzura ersin…Acaba halkın huzuru ne anlama gelmektedir? MGK ne yazık ki madalyonun hiç bu tarafına bakmayı akıl edememiştir. 1980 Müdahalesi sonrası politik örgütlenme açısından getirilen sınırlamalar sonucunda, politik partiler dışındaki kuruluşlara politik faaliyet yasağı getirilmiştir. 1982 Anayasası, dernek, sendika, kooperatif, vakıf, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşları gibi tüzel kişilere politik faaliyet ve işbirliği yasağını getirmiştir. Bu yasaklar gerçekte çalışan kesimlere karşı alınmış politik faaliyet yasakları arasında yer almaktadır226. Ülke uzun yıllar demokrasi ile uğraşıp, kendine demokratik yaşam tarzı bulabilmek için yorulmuştu. Her seferinde demokrasiye ulaşacağım derken yolu tıkanıyordu. Askeri cunta 
12 Eylül’ de de ülkenin demokrasi ile kucaklaşmasının önüne geçmişti ve ne zaman biteceği o günün şartlarında belli olmayan partileri feshetme ve politize olma sürecini askıya almıştı. Türkiye 1980 yılı itibarıyla demokratik hayata bir süreliğine ara veriyor, partilerini geçmişe uğurluyordu. Askeri diktatörlük, 12 Eylül öncesi var olan siyasi partileri ekarte ederek, siyasi partilerin zedelenmiş itibarlarını göz önünde bulundurmuş ve onlar ile halkın arasına set çekmişti. Cunta tarafsız duruyordu güya ve bu sayede yığınların desteğini alıyordu. Zaten 
TSK tek başına bir siyasi partiydi. 

Konsey, 27 Ekim 1980’ de yayınladığı Anayasa Düzenleme Hakkında Kanun ile kendi eylemlerini yasal bir çerçeve içerisinde gösterme yoluna giderek kendi 
meşrulaştırmaya çalışmıştır 227. 

Elbette sorunlar MGK yoluna devam ettikçe su yüzüne çıkmaya başladı. Siyasi 
anlamda her türlü faaliyet durdurulduğu için insanlar şaşkına dönmüştü. Generaller sadece partileri kapatmakla yetinmediler ayrıca kapatılan siyasi partilerin genel merkez yöneticilerine 10 yıl, il ve ilçe yöneticilerine ise 5 yıl siyaset yasağı getirdiler. Böylece hiçbir yargılamaya tabi tutmaksızın, hiçbir mahkeme karan olmaksızın 12 Eylül 1980 tarihinde herhangi bir siyasi partinin yöneticisi olan binlerce kişinin siyaset yapma hakkı gasp edildi. Parti liderleri 
yasaklı hale getirildi. Sendika ve dernekler kapatıldı. Sendikacılar, sendika görevlileri, öncü işçiler tutuklandı. Örgütlenme adına her şey yasaktı artık. Gençliğin üzerine ölü toprağı serpilecekti. 

‘’12 Eylül sadece sendikamızı kapatmadı. İş şartları da büyük bir hızla değişti. Zindan gibi bir yer haline geldi fabrika. Söz hakkımız yok, karşı çıkamıyorsun. Ekmek parası diyerek boynunu eğip çalışıyorsun. Yine de biz şanslıydık. Bazı kötü niyetli idareciler vardı ama ‘Baba’ dediğimiz müdür sayesinde bu kötülükler çok da ifrata varmadı. Bize yönelik en büyük darbe, aramızdaki birlik ruhuna indirildi. Ümmetçi bir toplum bu. Kim başta ise onun peşinde namaza duruyor. Güçlüyü görünce onun karşısında el pençe divan durup, el etek öpüyor.228. 

12 Eylül Anayasasıyla gelen yasaklar partileri ve parlamentoyu toplumdan, toplumu da siyasetten uzaklaştırdı. 1982 Anayasası, siyasal partilerin kadın ve gençlik kolları kurmalarını, oda, sendika, dernek, vakıf gibi örgütlü toplum kesimleriyle ve üniversiteleriyle ilişki içinde olmalarını yasaklamaktaydı. Zira her şeyin bir sonu vardı ve MGK bir yerde ‘’dur’’ diyecekti. Askerler 1982 Anayasası’ nı kabul ettikten sonra 1983 seçimleri ile de yeni partilerle ‘’yola devam’’ kararı aldı. 1961 Anayasası hep daha özgürlük verici bir anayasa olarak nitelendirilirken, 

82 Anayasası daha uzun ve detaylı açıklamalarıyla kapsamlı bir anayasa olarak çıktı toplumun karşısına. Aslında herkes anayasayı anlamakta ve özümsemekte sıkıntı çekiyordu. 

27 Mayıs Anayasası, Atatürkçü ışıkla doluydu. Türk halkını radyoaktif ışınları geçirmeyen kalın bir kurşun tabakası gibi kaplayan bilgisizlik ve bağnazlık zırhını delerek, Atatürk devrimciliğinin ışığını geniş yığınlara ulaştırmak amacını güdüyordu anayasa. Uzun süren iktidarı döneminde Sayın Demirel’ in eline, bu anayasayı uygulamak gibi büyük bir hizmet fırsatı geçmişti. Ne yazık ki bu da ters doğrultuda işledi ve halkın kafasını kaplayan ışık geçirmez zırh, 
ülkeyi bir örümcek ağı gibi saran türlü tarikatlar aracılığıyla, Demirel zamanında daha da kalınlaştırıldı; bir çok zeka karanlıkta kaldı; bunlar ‘’körelmiş zeka’’ olarak hala karanlıkta yaşamaktadır.229. 

1982 Anayasası’ nın kabul edilişinden sonra sıra rejimin el değiştirmesine gelmişti. Yepyeni bir siyasi arena oluşturulmalıydı ve elbette MGK’ nın 3 sene boyunca yaptıkları çalışmaların teyidini sağlayacak yeni ve güvenilir partiler kurulmalıydı. İşte 1983 seçimleri için yeni ve sınırlı sayıda parti kurulmasına izin verildi. Seçimlere partiler veto ve baraj sisteminden geçerek hazırlanmışlardı ve seçim için sayıları sadece 3 de kalmıştı. Kenan Evren işi sağlama almakta ısrarlıydı, eski defterler karışmasın diye çok uğraştı ve her fırsatta eski siyasiler hakkında düşüncelerini söylemekten çekinmedi. Hatta 1981 yılının başlarında Konya’ daki konuşmasında halka şöyle seslenecekti: "Kirlettikleri tencereyi tekrar kendilerine teslim edeceğimizi düşünüyorlarsa çok yanılıyorlar!" 


MGK nın eski liderlerden hiçbirine tahammülü yoktu. Dolayısıyla onların önü 
seçimler için tıkanmalıydı. Bundan dolayıdır ki Milli Güvenlik Konseyi' nin yayınladığı 31 Mayıs 1983 tarih ve 79 sayılı kararıyla, Adalet Partisi' nden Süleyman Demirel, Ali Naili Erdem, Ekrem Ceyhun, Saadettin Bilgiç, Nahit Menteşe, Yiğit Köker, İhsan Sabri Çağlayangil, 
Cumhuriyet Halk Partisi' nden Sırrı Atalay, Metin Tüzün, Celal Doğan, Deniz Baykal, Ferhat Aslantaş, Süleyman Genç, Yüksel Çakmur, Büyük Türkiye Partisi' nden Hüsamettin Cindoruk ve Mehmet Gölhan olmak üzere 16 eski siyasetçi 121 gün süreyle Çanakkale Lapseki ilçesindeki Zincirbozan askeri üssünde zorunlu ikamette tabi tutulmuştur. 
Millî Güvenlik Konseyi' nin yeni kurulan partilerin kurucularını veto etmesi ve bazı partilerin ülke genelindeki gerekli teşkilatlanmayı seçim dönemine yetiştirememeleri nedeniyle 6 Kasım 1983 genel seçimlerine katılmasına izin verilmeyen Büyük Türkiye Partisi' nin devamı nitelinde olan Doğru Yol Partisi, Sosyal Demokrasi Partisi ve Refah Partisi' "Yasaklılar" diye adlandırıldı. Milli Güvenlik Konseyi tarafından genel seçimlere katılmalarını uygun bulunan Emekli Orgeneral Turgut Sunalp' in liderliğindeki Milliyetçi Demokrasi Partisi, eski Başbakanlık Müsteşarı Necdet Calp' ın liderliğindeki Halkçı Parti ve 24 Ocak Kararları' nı hazırlayan Turgut Özal' ın liderliğindeki Anavatan Partisi' ne de "İcazetliler" ve ya "6 Kasım partileri" denildi. 

20 Mayıs 1983 tarihinde Turgut Özal, Anavatan Partisi’ ni (ANAP) kurmuş ve 83 seçimlerinde ipi göğüslemiştir. Partinin 37 kişilik kurucuları arasında, Hüsnü Doğan, Vehbi Dinçerler, Adnan Kahveci, Veysel Atasoy ve Halil Şıvgın gibi isimler yer almaktadır. 
Sonrasında 7 kişi veto edilmiş ama sayı yeterli olduğu için parti seçime hazır kabul edilmiştir. 
1983 seçimlerinde bariz bir şekilde Turgut Sunalp’ in partisini destekleyen Kenan Evren ekibi ve arkadaşları seçim sonucuna şaşırmışlar ve askerin askere devredeceği sivil rejim planı tutmamış olması gerçeği karşısında aciz kalarak idareyi Turgut Özal’ a kaptırmışlardır. 

1-1987 Seçimleri Ve ANAP 

Özal ile birlikte toplum bambaşka sulara yelken açmıştı, değişmişti, farklılaşmıştı, farklılaştırılmıştı. Liberal ekonomik program sayesinde, faiz oranlarındaki sınırlamalar kaldırılmış, döviz alım satımı serbestleştirilmiş ve yurt içi yurt dışı sermaye hareketleri serbest bırakılmıştı. Dolayısıyla bu değişimler toplumun bireysel yaşantısına da yansıyordu. Bir anda çeşitli yerlerde çeşitli işyerleri açıldı, ithal ürünler, markalarla tanışıldı ve bir anda Türkiye sanal bir refah ve bolluk ortamına büründü. Bir anda tüketim çılgınlığı başladı. Ruhlar yerine bedenler, fiziki görüntüler; beyin yerine sahip olunan metalar konuşur oldu. Kolay para kazanmak herkesin derdi, uyanık girişimci olmak herkesin hayaliydi. Gençler bu sefer de tüketim canavarının etkisi altında olacaktı. Ne yazık ki bu yapay refah ortamı, Turgut Özal’ a yaramamıştı. 1987 yılı sona ererken bir önceki seçimlerde güç ispatı yapmış olan Özal, 87 seçimlerine yorgun ve yıpranmış vaziyette girdi. Yeni ekonomiye adaptasyonda zorluk yaşayan halkın yoksulluğu, yorgunluğu, işsizliği tavan yapmıştı ve elbet bu fatura Özal iktidarına çıkacaktı. Yalnız halk Özal’ ın kıvrak zekâsını unutmuştu. Nitekim seçim sisteminde son dakika değişiklikleri yaparak, %36 civarında oy almasına rağmen tek başına iktidar olabilmişti. Ne var ki 87 seçimleri bir başka 
gerçeği de ortaya koyacaktı: Sosyal demokratlar ağırlığını hissettirmeye başlayacaktı. 

Bununla beraber iktidar karşısında toplumsal ve siyasal muhalefet olarak halktan destek alacaklardı. 


1987 Seçimlerinde Oy Dağılım Grafiği Tablo:wikipedia 

Seçimler öncesinde referandum yapılmış ve bu referandum eski siyasetçilerin tekrar siyaset sahnesine çıkması yönünde sonuçlanmıştı. Türkiye tekrar çok partili hayata geçiyor, özgür siyasete başlıyordu. Yasaklı liderlerden Demirel başkanlığındaki DYP seçimlerden 3. parti olarak çıkacak ve yeniden kaldığı yerden devam edecekti. 

Seçimler için Türkiye genelinde anket yapmak, 1980 darbesi sonrasında ortaya çıktı. Araştırma şirketleri, 80 öncesinde Türkiye' de yatırım yapmayı planlayan uluslararası şirketler için ürün ve pazar araştırmaları yapıyordu. Türkiye ekonomisinin hızla geliştiği bu yıllarda, yabancı şirketler, Avrupa' nın en büyük pazarlarından biri olan Türkiye' de satışa sunacakları gıda maddeleri, temizlik ürünleri ve ilaçlar için art arda piyasa araştırması yapıyordu. "Siyasi 
içerikli" anket çalışmaları ise ilk kez Turgut Özal' ın başbakanlığı döneminde ortaya çıktı. Turgut Özal iktidarını test ettiği 1987 seçimleri ile popüler hale gelen seçim araştırmaları, 

Refah Partisi 'nin İstanbul ve Ankara belediyelerini aldığı 1994 yerel seçimleri ile patlama yaptı230. 

1987 genel seçimlerine ANAP’ın dışında HP ile birleşen SODEP’ in oluşturduğu 
SHP( HP+ SODEP) ile DYP, RP, MÇP, DSP ve IDP partileri katıldı. Turgut Özal ve ANAP sonraki süreçte de güç kaybetmeye devam edecek, eski günlerindeki şaşasını yitirecekti. Özal’ ın 31 Ekim 1989 da Türkiye Cumhuriyeti’ nin 8. Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi de ANAP içinde dengeleri yerinden oynattı. Zira başkanlık koltuğuna Yıldırım Akbulut’ un seçilmesiyle partide iç çekişmeler, hesaplaşmalar da hız aldı. Özal ne yaparsa yapsın, dışarıdan ne kadar 
müdahale ederse etsin, elleriyle kurduğu partiye tekrar can veremedi. 
Yıldırım Akbulut’ tan sonra başkanlığı hak eden Mesut Yılmaz da parti için hiçbir şey yapamaz ve hatta başkanlığı süresince muhafazakârları dışlar. Bu tutumu ona çok şey kaybettirir. ANAP için artık yapılacak pek fazla bir şey de yoktur. Üstelik kurucusu Turgut Özal da görevi başında 1993 yılında vefat eder, partinin yegâne umudu da yoktur artık. Aynı zamanda Türkiye bu sonla 87 seçimleriyle gördüğü tek parti iktidarına da uzun bir müddet ara verecektir. 

Özal Türk siyasi tarihinde kilometre taşlarından biridir. Şüphesiz ülkeyi bambaşka bir boyuta taşımış ve ülkenin adının dış platformlarda da sıkça telaffuz edilmesini sağlamıştır. Türkiye Turgut Özal ile birlikte gerçekten evrim geçirmiş ve bazıları kabul etmese de kabuğunu kırmıştır. 

12 Eylül sonrası siyasi tarihin önemli partisi olan ANAP, 24’ üncü kuruluş 
yıldönümüne günler kala, 11 Temmuz 1983’ de kendisine rakip olarak kurulan, Süleyman Demirel desteğindeki DYP ile birleşme kararının ardından tarihe karıştı. Bu birleşmeyle, merkez sağda yedekte durması planıyla 12 Eylül döneminde kurulan DYP de ismen varlığını ortadan kaldırdı, iki partinin tüzel kişilikleri sona erdi. 

2-SHP 

1987 Seçimleri ile yıldızı parlayan 2 parti vardır: SHP ve RP. Üstelik seçimlere 12 Eylül ile yasaklı hale getirilen eski siyasiler de katılmıştır. Bu artık yavaş yavaş her şeyin normale dönmeye başladığının işaretidir. SHP 87 seçimlerinde 2. partidir ve yükselen değerini bir müddet daha koruyacaktır. 
1985’ te Aydın Güven Gürkan ve Erdal İnönü’ nün el sıkışmasıyla kurulan SHP 12 Eylül sonrası kurulan partilerdendi ve bünyesinde doğal olarak Cumhuriyet Halk Partisi kökleri taşımaktaydı. Elbette solun temsilcisiydi ve hep sosyal demokratın sözcüsü olmuştu. En önemli özellikleri, prensipleri arasında ‘’özelleştirmeye karşı durmak’’, ‘’karma ekonomiyi desteklemek’’ ve diğer partilere nazaran ‘’Kürt Sorunu’’ na daha ılımlı ve özgürlükçü çerçeveden bakmak yer alıyordu.

1987 genel seçimlerinde ciddi bir oy oranı yakalayan SHP, 26 Mart 1989 yerel 
seçimlerini müthiş bir başarı ile kazandı. Her şey yolunda gibi görünürken Erdal İnönü parti genel sekreteri Deniz Baykal ile anlaşmazlık içine düştü ve her partide olduğu gibi bu uzlaşmazlık hızla partinin sonunu hazırladı. Deniz Baykal parti içinde güçlü muhalefet yapıyor ve her olağanüstü kurultayda İnönü’ nün karşısına çıkıyordu. Nitekim CHP’ yi yeniden canlandırma, açma fikri işe yaradı ve 1992 yılında Baykal amacına ulaşıp, tek başına uçma kararı aldı. 1994 seçimlerinde solun üç parça halinde girdiği ve yaşadığı hezeyan solda 
ittifak projesini ortaya koydu. DSP hemen kendini saf dışı bıraktı. Zira Ecevit erk peşindeydi. Lakin 1995 yılında SHP, CHP’ ye katıldı ve sol oyları yeniden toplamak için kolları sıvadı, güç birliğine girişti. 

3-DYP ve Tansu Çiller 

Turgut Özal’ ın ani ölümü üzerine o sıra başbakan olan Süleyman Demirel, 9. 
Cumhurbaşkanlığına getirilince, DYP genel başkanlığına aday olan Tansu Çiller 1993 yılı Haziran ayında başkanlık koltuğuna oturuyor ve akabinde Türkiye’ nin ilk kadın başbakanı olarak siyasi arenada boy gösteriyordu. Bunun üzerine DYP’ nin SHP ile devam eden koalisyon ortaklığı da devam ediyor ve fakat Erdal İnönü’ nün SHP genel başkanlığından ayrılmasının ardından genel başkan olan Murat Karayalçın ile ortaklık sağlanıyordu. 

Ne var ki SHP’ nin 1995 yılında CHP ile birleşmesi ve Deniz Baykal’ ın da CHP genel başkanlığına seçilmesi koalisyonun sonunu getiriyordu. Bundan sonrası için Tansu Çiller’ in Refahyol Hükümeti adı altında Erbakan ile koalisyon hükümeti oluşturulacak, hükümet üzerinde çok konuşulacak ve bu ikili, tehlikeli birliktelik Çiller’ in imajına çok zarar verecekti. 

Tansu Çiller kuşkusuz Demirel’ in desteğiyle başbakanlık sıfatı ile buluşmuştu. 
Siyaset sahnesine başbakan olarak çıktığı günlerde ülkede yer yerinden oynadı. İnsanlar onu bağırlarına bastılar ve hatta ‘’Baba gitti, ana geldi’’ sloganlarıyla karşıladılar. Herkes bu sarışın kadına hayran kalmıştı. Yaptığı her şey olay, söylediği her söz kural oluyordu. Toplumun desteğini arkasına alan Çiller de durumun farkındaydı. Beklediğinin çok üstünde bir tepki almıştı, kendisine gösterilen ilgiden, sevgiden başı dönüyordu. Meydanlarda ‘’Ben sizin ananızım, bacınızım’’ diye konuşur olmuştu. Kadınlar onun saçını, giyim tarzını taklit 
ediyor; erkekler hayranlıklarını gizleyemiyor hatta bir adım ötesine geçip âşık olduklarını söylüyorlardı. 

Elbette Çiller de koşuya hızlı başlamıştı. Toplum Türkiye’ nin Çiller ile kanatlanıp 
uçacağını ve hızla gelişeceğini düşünüyordu. Özellikle ‘’ Bu iş ya bitecek ya bitecek’’ diyerek başlattığı PKK ve terör mücadelesi çok takdir topladı. Terörle mücadelede boyut atladı. Üstelik terörü besleyen iç ve dış finansal kaynakları kim olursa olsun deşifre edeceğini söylemesiyle büyük tepki aldı. İddiasına göre bazı işadamı ve sanatçılar PKK’ ya destek sağlıyordu. Çiller bütün isimleri açıklama çabasına girişti. Üstelik medya ile de arası çok iyi olduğu için ağzından çıkanlar büyük büyük puntolarla gazete sayfalarına anında yansıyordu. 
İlk önceleri her şey lehine gibi görünüyordu. Ona göre herkes mutlu, kendi de mutluydu. Elinde sihirli değnek vardı ve kendisi de nasıl olsa süper kahramandı. 1990 yılı Kasım ayında girdiği DYP çatısı onun için mucizeler doğurmuş ve de o bu beklenmeyen mucizeleri değerlendirme fırsatını yakalamıştı. 

Çiller en çok ABD' ye güvendi. Turgut Özal' ın ABD Başkanlarıyla yüz yüze diyalog yöntemini benimsedi. Newswek' e verdiği söyleşide "Clinton bana aşık olacak" 231 bile dedi. Kendi döneminde Gümrük Birliği Antlaşması’ nı imzaladı. Emniyet ve Özel Hareket Dairesi’ ni güçlendirdi. Ama ne yazık ki tehlike çanları onun için de çalıyordu DYP’ yi merkez sağın tek partisi yapmak için uğraşıyordu ve sürekli Mesut Yılmaz ile polemiklere giriyordu. Ekonomiyi düzeltmesi için beklentiler yüksekken ekonomi geriledi. 5 

Nisan kararları ile Türkiye ekonomik krize girdi. Çiller, bütçe dışı fonları, nakit teşviklerini kaldırdı. Dolayısıyla iş çevresinden tepkiler yükseldi. İyilik, güzellik geride kalıyordu artık. Başbakanlığı döneminde izlediği politikalar sürekli konuşulur olmuştu. Özellikle polisi güçlendirmeye çalışıp, özel hareketi desteklemesi askeri çevrelerde şüpheyle ve tepkiyle takip ediliyordu. Ardından gelen Refahyol Hükümeti ile Çiller medya, STK ve iş çevreleri, sermaye 
sahipleri ile yollarını iyice ayırmış oluyordu. Zira başbakanlığı süresince RP’ ne tepki koyan, ‘’Onu bir tek ben durdururum’’ 232diyen süper kahraman yerini sırf hükümet kurmak adına seviyesini düşüren, imajını zedeleyen silik ve zayıf bir siyasetçiye bırakmıştı. Çiller’ in adı sürekli yolsuzluklarla, dolandırıcılarla anıldı. Örtülü ödenekten miktarı yüksek paralar çektiği ve paranın bir kısmını bir dolandırıcıya kaptırdığı uzun süre konuşuldu. Üstelik mal varlığını bir türlü açıklamaması, açıklayamaması ona karşı tepkileri hızlandırdı. 

Amerikan vatandaşı olduğu iddiaları gündemi hep meşgul eder oldu. Çizdiği bu kararsız ve tutarsız imajla seçmeni de ürküttü. Çok renkli bir kişiydi ve Türk siyasi hayatına farklı bir renk kattı ama politik hırsı ve inadı renkli kişiliğinin ve yükselen yıldızının önüne set oldu. Parti tabanını bir türlü güçlendiremedi ve 28 Şubat sürecinde partisinden ilk kopmaları kendi yaşadı. Özellikle yakın çevresi onu en önce terk edenlerdi. Süleyman Demirel’ den aldığı emanete sahip çıkamamış ve onu olması gerektiği yere taşıyamamıştı. Demirel de ona 
tepkisini koymuştu. Zira Refahyol hükümeti dağıldıktan sonra Çiller hükümeti kurabilecek durumdayken görevi onun yerine Mesut Yılmaz’ a verdi. 

Sonrasında ANAP-DSP-DTP koalisyonu (ANASOL-D) kurulmuştur ve DYP 
muhalefete geçmiştir. 18 Nisan 1999 yılında yapılan seçimlerde %12 oy ile 5.parti olarak meclise giren DYP, 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan seçimlerde ise tarihinin hezimetine uğramış, barajı geçememiştir. Çiller Demirel’ den %27 ile aldığı emaneti % 9.5 ile istemeye istemeye iade etmiştir. Bu Çiller için sondur, bağrına taş basar ve partiden ayrılır. DYP beş yıl boyunca Mehmet Ağar’ ı dümene oturtur. 2007 yılında ise Ağar ANAP Genel Başkanı Erkan Mumcu ile el sıkışır. 27 Mayıs’ ta ise DYP kapatılır, yeni partinin adı DP olarak belirlenir. 

4- Refah Partisi 

1983 yılında kurulan Refah Partisi o yılki genel seçimlere katılamayınca güçlü bir çalışma yürüttü, iyi organize oldu ve köklü teşkilatlandı. Bu avantaj ona 1984 mahalli idare seçimlerine katılma şansı tanıdı ve 1985’ de ilk kurultayını yaptı. İlk etapta Avukat Ahmet Tekdal başkanlığında yürütülen Refah Partisi çalışmaları, 1987 yılında Erbakan ve elbette diğer eski siyasetçilerin yeniden siyasete dönüşüyle canlandı. Zira Erbakan genel başkan seçilecek ve kaldığı yerden davasına devam edecekti. Üstelik 23 Nisan ve 30 Ağustos törenlerine katılmayı reddeden, kurulduğu günden itibaren ‘’Milli Görüş’’ felsefesini  benimse
yen, Konya’ daki "Kudüs Mitingi" ile 12 Eylül darbesine zemin hazırlayan ve aslında bardağı taşıran Erbakan’ ın 87 seçimleri ile artık seçmen sayısı da 2 milyona ulaşmıştı. RP’ nin 1989 daki yerel seçimlerde de oy oranı artmaya devam eder. Erbakan sonrasında MHP yerine kurulan MÇP ve IDP ile ‘’kutsal ittifak ‘’ denilen güç birliğine girişir ve 20 Ekim 1991 seçimlerinde 16.7 oranında oy alır. Aslında Erbakan en büyük kozunu 1995 yılında oynar. Zira hem genel hem yerel seçimlerle aldığı zaferlerle o artık Türkiye’ nin 1. partisidir. 

Erbakan’ ın uzun yollar önce ektiği tohumlar verimli çıkmıştır, %90’ ı tutmuştur. O hiç yılmamış, yoluna ne çıkarsa çıksın temizlemiş, bir kenara atmış ve sabırlı davranmıştır. Merdivenleri adımlarken 3 darbe görmüş ve fakat kartlarını açık oynamaktan kendini alamamıştır. Sürekli bir ‘’Hayırlı Cuma ‘’ sabahı başbakan olacağını düşlemiştir ve sonunda koruk sabırla helva olmuştur. Erbakan ektiklerini biçeceği zamana durmuştur artık. O yıl 1996’ dır ve Erbakan o çok istediği ‘’Başbakan Koltuğu’’ n dadır. 1995 seçimlerinden sonra ANAP–DYP (Anayol) koalisyonu kuruldu. Mesut Yılmaz başkanlığındaki hükümet, güven oylamasında 257 rakamında kaldı. 80 çekimser oy, güvenoyuna dâhil edildi. Ancak, Anayasa Mahkemesi, güven oylamasını geçersiz saydı. Mahkeme devam edebileceği yönünde görüş beyan edince ayakta kalan hükümet, gensoru 
oylamasını beklemeden çekti. Anayol’ un ardından Necmettin Erbakan başkanlığında, RP– DYP (Refahyol) hükümeti kuruldu. 

Lakin Refahyol Hükümeti uzun süre iktidarda kalmadı. Saltanatı sadece 11 ay sürdü. Erbakan’ ın varlığı askerleri, sivil toplum örgütlerini ve medyada bir grubu rahatsız ediyordu. İnsanlar Erbakan’ ın varlığını laik Cumhuriyet’ e tehdit olarak görüyordu. Erbakan’ ın siyasi geçmişi pek parlak olmadığı için toplum kendisine şüpheyle bakıyordu. Nitekim Yargıtay Başsavcısı’ nın dava açmasıyla ortam gerildi, akabinde DYP’ den ardı arkasına istifalar gelmeye başladı. Büyük meslek örgütlerinin de hükümete istifa çağrısı ipleri kopardı. 18 Haziran 1997’ de Erbakan istifasını Demirel’ e verdi. 

5- 28 Şubat Post-Modern Darbesi 

Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna, 28 Şubat sürecinde Necmettin Erbakan 
başkanlığındaki hükümetin yıkılmasında ilk kıvılcımı çakan kişiydi. Aktuna' nın 26 Nisan 1997 günü, Sanayi Bakanı Yalım Erez' le birlikte istifa etmesi, medya ve asker baskısı altında bulunan Doğru Yol Partisi' ndeki çözülmeyi başlattı. DYP' de ardı ardına yaşanan istifalar, Refahyol sonrasında Mesut Yılmaz başkanlığında kurulan ANASOL-D hükümetine de zemin hazırladı. Çünkü DYP'den ayrılanlar, Hüsamettin Cindoruk başkanlığında, 'Demokrat Türkiye Partisi' ni kurdular ve bu parti hükümetin üçüncü ortağı oldu.233. 
28 Şubat 1997’ de Milli Güvenlik Kurulu toplantısı yapılmış, bu toplantıda alınan kararlar doğrultusunda askeri ve bürokrasi ikilisi ekseninde bir süreç başlamış, akabinde bu kararların uygulanması sırasında da her alanda bir değişim süreci başlamıştır. Bu tablo karşısında bazı kesimden insanlar farklı bir darbeyle karşı karşıya olduklarını iddia etmişler ve süreci ‘’post –modern darbe’’ olarak dillendirmişlerdir. İşte Refahyol Hükümeti’ nin Türk siyasi tarihine hediyesi post-modern darbedir. Dolayısıyla kavram siyasi literatürümüze  yerleşmiştir. 

‘’28 Şubat sürecini planlayıp yürüten merkez BÇG (Batı Çalışma Grubu) dur. BÇG’ ye dair, TSK bünyesinde alınmış resmi bir onay veya emir yoktur. Bu örgütün kanuni bir dayanağı da bulunmamaktadır. Bu birim devlet içinde oluşmuş bir çetedir. Devlet imkânlarını kullanan, devlet memuru sıfatını haiz, üstelik silah taşıyanlardan meydan gelen bir çete toplumun önüne çıkmaktadır. 28 Şubat süreci işte bu çetenin eseridir. 28 Şubat süreci denildiği zaman aklımıza hangi isimler geliyor? İsimleri alt alta koyduğunuz zaman, bu askeri 
müdahalenin emir-komuta zinciri içinde yapılmadığı, bir cuntanın eseri olduğu ortaya çıkmaktadır.234. 

28 Şubat Post –Modern Darbesi’ ni Hazırlayan Bazı Olaylar: 

*Ekim 1996’ da Erbakan’ ın Mısır-Libya-Nijerya ziyareti 
*Mafya-siyasetçi-polis üçgeni çerçevesinde ilişkilerin ortaya çıktığı     Kasım1996’ daki Susurluk kazası 
*10 Kasım 1996’ da Konya Belediye Başkanı’ nın Refah Partisi İl Divan Toplantısındaki ülke ve laik olma konusunda uygunsuz konuşması 
*22 Ocak 1997’ de yüksek rütbeli subayların Gölcük’ te irtica üzerine  toplanması 
*30 Ocak 1997’ de Sincan’ da düzenlenen Kudüs Gecesi 
*5 Şubat’ ta Sincan’ da tankların ve zırhlı araçların geçiş yapması 
*28 Şubat’ ta 9 saat süren MGK toplantısı 

28 Şubat 1997' deki MGK kararları hükümete bildirildi. Kararda, laiklik için yasaların uygulanması istendi, tarikatlara bağlı okullar denetlenmeli ve MEB' e devredilmeli, 8 yıllık kesintisiz eğitime geçilmeli, Kuran kursları denetlenmeli, Tevhidi Tedrisat uygulanmalı, tarikatlar kapatılmalı, irtica nedeniyle ordudan atılanları savunan ve orduyu din düşmanıymış gibi gösteren medya kontrol altına alınmalı, kıyafet kanununa riayet edilmeli, kurban derileri derneklere verilmemeli, Atatürk aleyhindeki eylemler cezalandırılmalı, deniliyordu235. 
28 Şubat için çok şey yazıldı, çizildi, konuşuldu. Gerçek şu ki Türkiye bu sefer 
cuntanın farklı boyutu ile tanıştı. Bir yandan medya silahını çekti, hükümete yüklendi hatta medya bir ara hükümet tarafından ‘’medya terörü’’ yapmakla suçlandı. Öte yandan General Erkaya ‘’İrtica PKK’ dan daha tehlikelidir!’’ dedi ve herkes bir anda afalladı, algıda seçicilik oluştu. Sonrasında Ecevit’ in ‘’Güneş Motel’’ vakası gibi ama ondan daha vahim durumda, partiler arası geçişler başladı ve meslek kuruluşları pimi çekti. Türkiye elbette farklı bir 
darbeyle karşı karşıyaydı ama her ne olursa olsun Hükümet görevinden öyle ya da böyle ayrılmak zorunda kalmıştı. Cunta adı ne olursa olsun yine işin içindeydi. Üstelik demokrasi bir kez daha tökezlemiş, düşünceler yeniden insanlara pranga olmuştu. 

1994 yerel seçimlerinde patlama yapan parti, 1995 seçimlerinde de birinci parti oldu. ANAP-DYP koalisyonu nedeniyle ilk üç ay ana muhalefet görevi yapan Refah Partisi, Mesut Yılmaz' ın başbakanlıktan istifasıyla yıllardır beklediği iktidara kavuştu. Dönemin Cumhuriyet Başsavcısı Vural Savaş, Başbakan Erbakan' ın partisi Refah' a 1997 yılının Mayıs ayında kapatma davası açtı. Refah-yol hükümetine yönelik tepkiler yoğunlaşınca 1997 yılının haziran ayında Erbakan, istifa etti. Refah Partisi ile ilgili kapatma kararı 16 Ocak 1998' de 
verildi. FP, RP' nin kapatılmasından kısa süre önce 17 Aralık 1997' de Erbakan' ın avukatlığını yapan İsmail Alptekin tarafından kuruldu. Savaş, 7 Mayıs 1999' da FP' nin kapatılması isteğiyle dava açtı. 26 ay süren dava FP' nin kapatılmasıyla 22.06.2001’ de bitti.236. 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

225 Mehmet Ali Kılıçbay, Zaman Gazetesi, ‘’11 -12 Eylül arasında Türkiye’’, 30.09.2002 
226 Bülent Tanör, ‘’İki Anayasa’’, Beta Yayınları, 3. Baskı, İstanbul , 1994, s. 142 
227 Ergun Özbudun, ‘’Türk Anayasa Hukuku’’, Yetkin Yayınları, Ankara, 2003, s.50–51. 
228 Ertuğrul Mavioğlu, ‘’Bir 12 Eylül Hesaplaşması-3/ Bizim Çocuklar Yapamadı’’, İthaki Yayınları-1. Baskı, İstanbul, Eylül 2008, s.196-197 
229 Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, ‘’12 Eylül / Karşı devrim’’, Evrim Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1990, s. 225 
230 ‘’Seçim Anketleri Nedir, Ne Değildir’’, www.memurlar.net, 04.04.2009 
231 ‘’Kırat’ ı Emekli Etti’’, Yeni Şafak Gazetesi, http://yenisafak.com.tr/diziler/tasfiye/tasfiye06.html 
232 ‘’Kırat’ ı Emekli Etti’’, Yeni Şafak Gazetesi, http://yenisafak.com.tr/diziler/tasfiye/tasfiye06.html 
233 ‘’Aktuna: Bizi de, Askeri de Kandırdılar’’, www.aksiyon.com.tr, 30.01.2006 
234 Mümtaz’ er Türköne, ‘’Darbe Peşinde Koşan Bir nesil/ 68 Kuşağı’’,Nesil Yayınları-5.Baskı, İstanbul- Kasım 2008, s.151 
235 28 Şubat Süreci, http://tr.wikipedia.org 
236 ‘’Milli Görüş’ e Parti Dayanmıyor’’, www.radikal.com.tr, 23.06.2001 

19 CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 17

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN  ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 17


III-12 EYLÜL SONRASI GENÇLİK VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM 

A-12 EYLÜL ASKERİ DARBESİNİN TÜRK EKONOMİSİ ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ 

Siyasal rejimin işleyişiyle ilgili yaşanmış olaylar da, siyasal tutumların oluşum ve değişiminde önemli bir rol oynar. Fransa’ da Üçüncü ve Dördüncü Cumhuriyetler’ in kötü işlemesi ve siyasal yaşamın istikrarsızlığı, bir yandan otoriter ve milliyetçi, öte yandan da kaderci ve boyun eğici eğilimleri güçlendirmişti. Benzer bir durum 12 Eylül sonrasında Türk toplumu da yaşadı ve yaşıyor. Siyasal şiddet ve istikrarsızlığın yarattığı korku ve bıkkınlık, Türkiye’ de de otoriter eğilimleri özendirirken, siyasal duyarsızlığı arttırdı.214. 

Türkiye elbette sadece terörle ya da 12 Eylül sonrası hapse gidenlerle, hapishanede işkence görenlerle ya da asılanlarla yaşamaz darbeyi. Darbenin başka ayakları, başka boyutları da vardır. Zira 12 Eylül sonrası ülke, ekonomisi ile verdiği savaşla da başka bir zorlu deneyim yaşamıştır. 12 Eylül öncesi kabul edilen 24 Ocak Kararları ile darbe sonrası yüzleşmiş ve kararların altında kalmıştır. Artık ne askeri rejimin dayatmaları ile uğraşacak gücü ne de ekonomik kararlar çerçevesinde nefes alacak hali kalmıştır. Takatsiz kalmıştır 
ülke. Takatsiz ve soluksuz. Dilsiz ve sözsüz…Sözler zaten çoktan tükenmiştir… Türkiye, 12 Eylül ile birlikte başlatılan neo-liberal ekonomi politikalarının toplumda yarattığı işsizlik ve yoksulluktan kaynaklanan yıkımı ve yolsuzluklar düzenini düzeltemedi. Toplum, Türkiye’yi 12 Eylül’e iteleyen derin devlet ve Ergenekon ilişkilerinden kurtulamadı. 
Aradan 28 yıl geçti. Bugün Türkiye’nin gündemi yine demokratikleşmedir, yargı reformudur, aş, iş ve yoksulluğa karşı mücadeledir, yolsuzluğu ezmektir, Ergenekon rumuzlu devlet içi çetelerle, yeni darbe heveslileri ve derin devletle hesaplaşmadır, 12 Eylül darbecilerini yargılamaktır, siyasal ve toplumsal alan üzerindeki askeri vesayetten kurtulmaktır.215. 
Darbecilerin ilk uygulamaları, sendikalaşmayı ortadan kaldırmak, çalışanların kıdem tazminatı gibi kazanımlarını daraltmak, ücretler ve sosyal hakları budamak, işçi sağlığı ve iş güvenliğini zayıflatmak ve grev hakkını yasaklamak oldu. 12 Eylül’ ün hemen öncesinde kabul edilip, darbe ile beraber uygulamaya sokulan 24 Ocak Kararları ile de ülkede ekonomi alabora olmuştur. 

12 Eylül öncesinde kararların takipçisi olur Demirel ve uygulanmasına öncülük eder. Ülkeyi huzura kavuşturmak adına getirilecek ilk çözümün ekonomiyi düzeltmek olduğuna inanan Demirel ekonominin dümenini Turgut Özal’ a devreder. Ekonomi düzelirse her şey yoluna girer, toplumdaki huzursuzluk diner, sokaklardaki gerginlik azalır diye düşünür. Özal’ ın üzerinde çok çalıştığı ekonomik kararlar paketini IMF yardımıyla yürürlüğe sokar. Beklentisi çoktur ama bu paketin de beklenilenin aksine toplumu huzura erdireceği ihtimali 
yoktur. 24 Ocak Kararları da aslında 12 Eylül Darbesi’ nin tetikçisidir ve ülkede ekonomik devrimin öncüsüdür. 

12 Eylül' le Türkiye neo liberal ekonomiye adım atarken, boşaltılmış ve sindirilmiş siyasi zihniyet şarttı. Sendikalar ve öğrenci örgütlerinin dümdüz edildiği, en küçük şüphenin 90 gün gözaltıyla bedellendirildiği bir zaman da... İğdiş edilen siyasi ve entelektüel düşünce kendini toparlayamadı, safını ve zeminini kaybedenler yeni liberal sisteme yuvalandı. Tüketim kalıplarıyla kendini var eden, görgüsüz zenginlerin seçkin sanıldığı topluma birlikte yürüdük. 
Sosyal devlet tasfiye edildi, emekçi hareketler tarih dışı ilan edildi, tırmanan yoksulluk söylemi de rahatsız edici...216 

MGK 24 Ocak Kararları ile sanayi politikalarını değiştirmeyi öngörmüş ve ekonomik yapıyı temelden değiştirmeyi hedeflemiştir. Amaçları arasında dışa açık, serbest piyasa koşullarının hâkim olduğu bir ekonomik yapılanma, faizlerin yükseltilmesi, KİT sorununa çözüm bulmak, kamu mal ve hizmet fiyatlarının arttırılması vardır. Esas amaç özel kesimin ekonominin temel güç kaynağı olmasını sağlamaktır. Zira 24 Ocak Kararları ile yıllardan beri uygulanan karma ekonomik modeli bir kenara atılmış ve yerine serbest piyasa ekonomisi 
gelmiştir. 

Ekonomik program ile birlikte Türkiye, ülke ekonomisini dışa kapalı bir hale getiren ithal ikamesine dayalı sanayileşme stratejisini terk etmiş ve "ihracata dayalı sanayileşme" stratejisini benimsemiştir. Bu kararların teknik altyapısını hazırlayan Turgut Özal sonraki tarihlerde kurduğu Anavatan Partisi ile iktidara gelip Başbakan olmuş ve Cumhurbaşkanlığı' na kadar yükselmişti. İhracatta önem arz eden ulaşım, haberleşme ve diğer altyapı yatırımları hız kazanmış ve 1980-1990 döneminde, ihracat ile ilgili bürokratik engeller büyük ölçüde 
azaltıldı. 1567 sayılı Türk Parası Kıymetini Koruma Kanunu ile ilgili olarak Temmuz 1984 tarihinde çıkarılan 30 Sayılı Karar, 1989 tarihine kadar kambiyo rejiminin esasını oluşturmuş, bu tarihte yapılan değişiklikle her türlü dövizin ithali serbest bırakılmıştır. 
1990 yılında Kambiyo Rejimi daha da liberalleştirilerek Türk Lirası' nın konvertibilite özellikleri güçlendirilmiş ve 32 sayılı Karar' da yapılan değişiklikle, TL ile ihracat ve ithalat serbest bırakılmıştır 217. 

24 Ocak Kararları ile birlikte develüasyon uygulandı ve iç talep kısıldı. Sabit kur yerine esnek kur sistemine geçildi. İhracata ağırlık verildi. Kar transferlerine kolaylık sağlandı ve yurtdışı müteahhitlik hizmetleri desteklendi. Yabancı sermaye yatırımları teşvik edildi. Döviz alım satımı serbest bırakıldı. Fiyat kontrol ve sınırlamaları kaldırılarak piyasa kurallarının geçerliliği hedef alındı. 1985 yılında çıkarılan kanunla uygulamaya sokulan Katma Değer Vergisi (KDV), devlete önemli bir gelir kaynağı sağlamanın yanı sıra vergilendirmede de yeni bir dönemi başlattı. 

24 Ocak Kararları ile ekonomiyi düzeltmek hedeflenmiştir ama aslında ekonomi çuvallamıştır. Yazık ki bu program ciddi başarısızlıkla sonuçlanmıştır. 24 Ocak Kararları Türkiye’ ye tarihinin en büyük iç ve dış borcunu getirmiştir. O günden bu yana ülke IMF’ ye bağımlı hale getirilmiştir. Gelir dağılımında eşitsizlik ve yoksulluk tavan yapmıştır. 1994, 1999, 2001 olmak üzere ülke defalarca ekonomik krizlerle mücadele etmek zorunda bırakılmıştır. Aslında bu kararlar tam anlamıyla bir sınıf politikası anlamına gelmektedir. Ne var ki işçi sınıfının 12 Eylül öncesi ezilişi sosyo-ekonomik anlamda da tescillenmiş bulunmaktadır. Çalışan kesim her türlü mağduriyete mahkûm olmuş, emekliler planlı bir şekilde sefilliğe terk edilmiştir. Tüketim toplumu yaratılmış, dış ticaret ile beraber finansal hareketler liberalize edilmiştir. Arkasından da özelleştirme gelmiştir. 

Türkiye, ucuz işçilik reklamı yaparak yabancı sermaye çekmeye çalışan bir ülke haline getirilmiş, köylüye verilen destek azaltılmıştır. Esnaf ve sanatkârın devletten aldığı yardımlara büyük darbeler indirilmiş, işçi hakları budanmıştır. Tam anlamıyla 90’ lı yıllardan sonra başlayan ‘’küresel entegrasyona’’ geçiş olanaklı kılınmıştır. Bu paket program dâhilinde sermaye birikiminin yüksek gelir grupları tarafından paylaşılması sağlanmış, buna izin verilmiş ve bu bağlamda şirketleşmeler teşvik edilmiştir. Kamu kurumlarının yeniden yapılanması için adımlar atılmış ve fakat sonu getirilememiştir. Üstelik bu yapılandırmadaki sorun, eksiklik akabinde 90’ lı yıllardaki ekonomik buhranın barındırdığı sorunları beraberinde getirmiştir. 

‘’Aralık 1983’ te iktidara gelen Özal’ ın başkanlığındaki ANAP Hükümeti, 24 Ocak Programı’ na kaldığı yerden devam etti. Piyasa ekonomisine tam geçiş için uğraştı ve başta ‘Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu’ nun kaldırılması olmak üzere, gerçekten reform mahiyetinde birçok icraat gerçekleştirildi.1985 yılında, Özal’ ın İngiltere’ yi resmî ziyareti sırasında heyette ben de bulunuyordum. Başbakan Bayan Thatcher’ in, Başbakanlık Konutu’nda (ünlü Downing Street No:10) Özal’ın şerefine verdiği akşam yemeğindeki konuşmasını hiç unutmuyorum. Thatcher, konuşmasında Özal’ ı samimiyetle övmüş ve ‘‘Ben, Özal’ ın geliştirdiği model ile enflâsyonu yendim’’ demişti. Hem gururlanmış hem üzülmüştüm. Modelimiz, yöntemimiz doğruydu; ancak maalesef bu doğru modeli İngilizler gibi uygulayamamıştık.218.’’ 

1-Banker Kastelli 

24 Ocak Kararları’ nın en bariz sonuçlarından birisi de Türkiye’ de aniden banker sayısındaki patlamadır. Serbest piyasa düzenine geçtikten sonra faizlerin de serbest bırakılması ile birlikte zaten ülkede bir türlü var olamamış sermaye birikimi sebebiyle bankaların ekmeğine yağ sürülmüş oldu. Zira bankalar serbest bırakılan faizleri iyi yorumlayıp, fırsatı değerlendiren bankerler aracılığıyla halktan para toplamaya başlamışlardı. Böylece mali sisteme de kaynak bulunmuş ve ekonomi doyar hale gelmişti. Artık yoklar var olacaktı. 

‘’Bir dönem geliyor ‘’liberal ekonomi’’ diye dış kaynaklı bir ekonomi politikası uygulanmaya başlıyor, faizler serbest bırakılıyor; yerden mantar biter gibi, küçüklü büyüklü ‘’banker’’ büroları açılıyor ve binleri aşan böyle kuruluşlara halk –en yüksek faizi verdiği için- bütün varını yoğunu yatırıp aydan aya aldığı faizi –eğer varsa- kendi gelirine ekleyerek, korkunç enflasyon canavarı karşısında, ailesinin yaşamını, kör topal sürdürmeğe çalışıyor.’’219 

İşte o günkü şartlarda bir kahraman doğuyordu. Sayıları kısa sürede 1000’ i aşan bankerlerin içerisinde en önemlisi, en ünlüsü, tarihi mizaç ‘’Cevher Özden’’ namı diğer ‘’Banker Kastelli’’ ydi. 1980 öncesi bankerlik piyasasının en büyüğüydü ve dönemin en ünlü artist ve aktörlerine de reklam filmleri çektirmişti. Öyle unutulmaz bir karakterdi ki sonraları onu ti-ye alan Türk filmleri de çekilmişti. 

1882-1949 arasında yaşayan ve ABD’ nin en büyük dolandırıcılarından olan İtalyan asıllı Charles Ponzi’nin ‘’ponzifinans-ponzi dalaverası’’ adıyla bilinen yöntemi Türkiye’ de Kastelli tarafından uygulandı. Cevher Özden aynı sistemi inşaat sektöründe kurdu. Bir türlü bir yerden bulduğu büyük bir arsa ile işe başladı. Bu arsanın üzerine bugünkü sistemle ‘Konut yapacağım’ diyerek para topladı. Toplanan paralarla bazı konutlara başladı. Sonra ikinci projeyi yarattı ve o projeyi sattı. Aldığı para ile birincisinin inşaatını başlattı. İkincisi için 
topladığı parayla birinci projesini bitirdi. Üçüncüsüne başlayarak o projeden topladığı paralarla ikincisini bitirmeye çalıştı. Ama gayrimenkul sektöründe de 1990’ da battı.220. 
Elbette bu saadet zinciri sonsuza dek sürmeyecekti. İnsanlar yavaş yavaş gerçekleri anlamaya başlamış ve bankaların da, bankerlerin de batacağını hisseder olmuştu. Zira 1981 yılında olan oldu, birer ikişer bankerler batmaya başladı ve işte 1982 yazında da piyango Banker Kastelli’ ye vurdu. 150 milyarlık piyasadaki banker parasının 100 milyarını toplayan Kastelli bankaların mevduat sertifikası satışına getirilen sınırlamalar sonucu batmıştı. ‘’Kabına sığmayan bir adamdı, alabildiğine eksantrik. Battı çıktı, battı yeniden çıktı, sonra battı, battı, battı...Tam unutuldu derken, teatral öfkesi, gerçek üstü söylemleri, dobra ve küfürbaz üslubuyla televizyon programlarının gediklisi haline geldi. Yeni kuşaklar için tam anlamıyla bir karikatürdü. Ama o bir döneme neredeyse tek başına damgasını vurdu. Çünkü 1980'li yıllarda yaşanan banker krizinin baş aktörüydü. Cüneyt Arkın gibi ünlüleri kullandığı ilginç reklam kampanyalarıyla bankalar adına halka mevduat sertifikası sattı. Enflasyonun yüzde 30'larda olduğu bir dönemde aylık yüzde 10 faizle para topladı. Binlerce banker o dönemin parasıyla 50 milyarı zor bulurken, o eksantrik kişiliği ve yaratıcı vaatleriyle tek başına 100 milyar lirayı aştı221.’’ 

Kastelli sonu gördükten sonra, tıpkı bazı diğer bankerlerin yurt dışına kaçması gibi, İsviçre’ ye gitti ve bir süre orada kaldı. Daha sonra Türkiye’ ye döndüğünde ise hakkındaki gıyabı tutuklama sebebiyle Bayrampaşa Cezaevi’ ne gönderildi. Türkiye o tarihlerde ilk kez banka batmasıyla tanışmış ve bankerler yüzünden özellikle Kastelli yüzünden çok canı yanmıştı. Halkın büyük bir kısmı akıl sağlığından oldu, perişan oldu, borç batağında yüzdü. Bazıları ise hayatlarına son vererek skandalı taçlandırdı, faciaya çanak tuttu. 

Faiz tavanını delmek istemeyen ama ve lakin daha fazla para toplamak isteyen bankalar; 

- Mevduat sertifikası denilen sisteme başvurdu. 
- Sertifika faizi ortak sınırın altında tutuldu. 
- Sertifika, pazarlamacı bankere daha ucuza satıldı. 
- Banker sertifikayı topladığı paraya güvence kıldı. 
- Vatandaş bankere yatırdığı paranın karşılığı var sandı. 
- Oysa banker bazen faiz kuponunu ayrı, sertifikayı ayrı sattı. 
- Bankalar faiz yarışına girmedi ama çılgınlık bankere bulaştı. 
- Aylık yüzde 10-12 faizle para toplayan bankerler çıktı222. 


Kastelli uzun süre kabuğuna çekildikten sonra bir gün ofisinde kendisine ait bir tabanca ile intihar etti. Daha önce de intihar teşebbüsünde bulunduğu iddia edilen Cevher Özden’ in, polis tarafından ofisinde yapılan araştırmalar sonucu, arkasında 5 mektup bırakarak öldüğü belirlenmişti. Mektuplardan biri savcılık makamına, biri kızına, diğer ikisinden biri Demirören Şirketler Grubu’ na ve hizmetçisine, ayrıca sonuncusu da avukatına bırakılmış ve mektuplarında ölümünden kimsenin sorumlu olmadığını da bizzat değinmişti. 
‘’Türkiye' de serbest piyasa ekonomisinin gelişimini, bankacılığın nereden nereye geldiğini Banker Kastelli Fenomeni' ni anlamadan anlamak mümkün değil. O halde bugün onun bu trajik ölümünden sonra bizlere düşen Banker Kastelli Fenomeni' nin yaratılmasında üzerimize düşen sorumluluğu aynı yalınlıkla almak. Ölümünüzden hepimiz sorumluyuz 

Cevher Bey. Çarpık siyaset anlayışımız, kuralsız serbest piyasa ekonomimiz, saadet zincirlerine para kaptırmaya hevesli vatandaşlarımız, "kabul olmayacak duaya âmin" diyerek para yatıran mudilerimiz, anlayacağınız hepimiz sorumluyuz. Madem siz ilk kez olsun sizi yaratan çarpık sistemi suçlamak yerine yaptığınız yanlışlardan dolayı tüm sorumluluğu üzerinize aldınız, yeni Banker Kastelliler yaratmamak adına şimdi sıra bizde: Banker Kastelli' yi biz öldürdük223.’’ 

Bütün bu olup biteni ilk başlarda pek önemli saymayan Turgut Özal ve beraberindekiler, olayın dehşeti büyüdükçe ayıktı. Hisarbank ve İstanbul Bankası’ nın batması, insanların banker mağduru olması ve hatta bazılarının intiharı gözlerini açtı. Turgut Özal ve Kaya Erdem ikilisi 1982 yılının Temmuz ayında görevlerinden istifa ettiler. Lakin bu ayrılık uzun sürmeyecekti. Turgut Özal’ ın dönüşü 1983 seçimleri vesilesiyle muhteşem olacaktı. Emir alan birisiyken emir veren konumuyla dillere destan olacaktı. 

‘’…Bizim halkımızın büyük çoğunluğu devleti yönetenlerin yaptığı her işte bir keramet olduğuna inanır. Çünkü Türk milletinin büyük göçlerle gittiği her yerde, önderlerinin yöresinde birleşip devlet kurma; yöneticilerine saygı duyma ve inanma geleneği vardır. Bu tarihsel bir gelenektir. Devlet yetkilileri serbest piyasa ekonomisiyle düzlüğe çıkacağımızı ilan etmiştir. İş bununla da kalmamış, yüksek faiz yarışına çıkan banka ve bankerlerin uzun süreden beri ardı arası kesilmeyen çekici ve özendirici reklamlarını halkımıza devletin radyo 
ve televizyonuyla sunmuştur. Şu halde bu facianın sorumlusu, devletine inanan halkın ‘’aptallığı’’ değildir. Bu sorunlar faiz yarışına uzun süre seyirci kalıp, küçüklü büyüklü bir takım bankerlerin yüksek faiz oltası ile halktan para toplaması yolunu açan liberal ekonomi politikasını yönlendirenlerin ve dolayısıyla da devletindir224.’’ 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

214 Prof. Dr. Nüvit Gerek ‘’Siyaset Bilimi’’ Anadolu Üniversitesi, Açık öğretim Fakültesi Yayını, 1.baskı, Eskişehir, Ekim 2004, s.38 
215 Ufuk Aras, ‘’12 Eylül’ ün izleri’’, 12 Eylül 2008 Cuma, NTVMSNBC.COM 
216 Nihal Kemaloğlu, ‘’12 Eylül Yapım Zihniyetiyle 12 Eylül’ e Bakmak’’, Akşam Gazetesi, 30/06/ 2009 
217 Sabah’ la Serbest Ekonomi’ nin 20. Yılında Sanayi / ‘’24 Ocak Kararları Ekonomiyi Dışa Açtı- Gümrük Birliği Rekabet Gücü Kazandırdı’’,Sabah Gazetesi, 01 / 12/ 2005 
218 Hasan Celal Güzel, ‘’Ekonomik Kriz Hatıraları 2’’, Radikal Gazetesi, 30.11.2008 
219 Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, ‘’12 Eylül / Karşı devrim’’, Evrim Yayınları-2. Baskı, İstanbul, 1990, s.84 
220 ‘’Banker Kastelli Dürüst Öldü’’, Star Gazetesi-Güncel Haber, 03.06.2008 
221 Eyüp Can, ‘’Banker Kastelli’ yi Kim Öldürdü?’’, Referans Gazetesi, 03.06.2008
222 Enis Berberoğlu, ‘’Banker Kastelli 26 yıldır Ölüydü’’, Hürriyet Gazetesi, 03.06.2008 
223 Eyüp Can, ‘’Banker Kastelli’ yi Kim Öldürdü?’’, Referans Gazetesi, 03.06.2008 
(*Ayrıca bakınız: Emin Çölaşan, ‘’24 Ocak Bir Dönemin Perde Arkası’’, Milliyet Yayınları, 1985 
*Mustafa Sönmez, ‘’Türkiye Ekonomisi’ nde Bunalım’’, Belge Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1982 
*Asaf Savaş Akat, ‘’24 Ocak İstikrar Programı’’, www.akat.bilgi.edu.tr) 
224 Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, ‘’12 Eylül / Karşı devrim’’, Evrim Yayınları-2. Baskı, İstanbul, s.86 


18 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***