22 Kasım 2018 Perşembe

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 22

12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ’NİN GENÇLİĞİN  ÜZERİNDEKİ ETKİLERİ. BÖLÜM 22


‘’12 Eylül' den nasıl etkilendik?’’ 

Çok derin. Kimi fiziki olarak, kimi benim gibi psikolojik olarak yaralandı. Ama 
topluma baktığımızda en temel olarak korku yarattığını görüyoruz. Örgütlenmekten, daha doğrusu herhangi bir şey için bile bir araya gelmekten korkuyoruz... 12 Eylül' ün en temel argümanı akan kanı durdurmaktı. Bu büyük bir yalandır. Çünkü darbecilerin kendileri çok büyük bir kan akıtmıştır, açılan büyük davaları düşünün bunların hiçbirinin akan kanı durdurmakla ilişkisi yoktur, aksine 'topluma çekidüzen vermek' le ilgisi vardır. Ve güncel olarak belki de en önemlisi, 12 Eylül bir Amerikan operasyonu idi. Meşhur 'Our boys' sözünü 
hatırlayalım. Belleksizliğin yanında bence bağlantıları kuramamak da ciddi bir toplumsal rahatsızlık. Bugün 12 Eylül' den yanaysanız ABD' den yanasınızdır, ABD' ye karşıysanız 12 Eylül' ü de sorgulamak zorundasınız. 12 Eylül ABD' nin hem bize, hem de bölgeye ilişkin planlarının bir parçasıydı.264.’’ 

80 İhtilalı’ nı henüz çok gençken karşılayanlar Amerikanvari bir toplumla karşılaştılar ve ne yapacaklarını tam kestiremediler. Özal Türkiyesi tam anlamıyla Batı’ ya sempatik görünme telaşındaydı, Amerikan gelenekleri bize çok uyar bir mod almıştı. Her şey unutulsun diye mücadele ediliyordu aslında. Dolayısıyla Amerika ne yapıyorsa aynısını uygulamak, onlara özgü alışkanlıkları pompalamak topluma zaman oyalatıyordu. Aileler zaten darbeyi görmüştü, hınca hınç acısını yaşamıştı. O yüzden her türlü çocuklarını korumak istiyorlardı. 
Çocukları her şeyden uzak dursun, başına iş açmasın, ailesini üzmesin. Hemen hemen her ailenin yaşam felsefesi olmuştu bu. Hayatlarının kalan kısmı için huzur istiyorlardı, sadece huzur. Çocukları dizleri dibinde dursun, acı görmesin, bedel ödemesin. Zira bir aile kaç sefer bedel ödeyebilirdi ki? Yaşanması gerekenleri ana-babalar yaşamış, bedeli onlar ödemişti. 

Fazlasına gerek yoktu, fazlası için zaten sabır ve yürek de yoktu. Bu-laş-ma-mak elzemdi. Türkiye' de 12 Eylül' den etkilenmeyen yok aslında. O dönemi yaşayan kuşak çok yaralı. Sınıfsal duvarlarla hayatlar birbirinden koparıldığı için acı öyle ya da böyle bugüne kadar ulaşıyor. Birçoğu hatırlamak, hakkında konuşmak dahi istemiyor. Hayatında yer edişini reddediyor, kabullenemiyor ve bir şekilde yok saymayı tercih ediyor ama yok sayarak da bir yere varılmıyor. Şüphesiz acı çıkmadıkça yürekten, vicdana oturmuş kan akmadıkça ruhlar huzur bulmuyor, bulamıyor. 

Toplumda işlerin yolunda gittiği, sınıfların nispeten ‘cicim aylarını’ yaşadığı 
önlemlerde, adaletin ezen sınıfların çıkarlarına hizmet için var olduğunu anlamak pek çokları açısından son derece zordur. Hırsızlar, katiller, yankesiciler, soyguncular, uyuşturucu kaçakçıları, tecavüzcüler, trafik canavarları, dolandırıcılar ve benzerlerinin işlediği suçlar, taviz verilmeksizin cezalandırılır iken, adalet mekanizmasının herkes adına aldığı bu kararlar, toplumu tatmin ettiği gibi, güvenlik hissinin yerleşmesine, dolayısıyla sistemin güç kazanmasına da destek verir. Aslında sınıflı toplumlarda adalet, üretimden aldıkları pay ve üretim araçları karşısındaki konumları itibarıyla asla eşit olmayanları yasalar karşısında eşitlediği içindir ki başlı başına eşitsizlik kaynağıdır. Sınıflı toplumlara özgü bir kavram olan adaletin çıplak yüzü, en çok işlerin kızıştığı dönemlerde belirginleşir. Ezilenler eskisi gibi yaşamak istemediklerini eylem ve sözleriyle ortaya koymaya başladıklarında; ezenler yaşadıkları derin krizin de etkisiyle eskisi gibi yönetemediklerinde ve bu yönetememe halinin somut ifadesi olarak ezilenlerin üzerindeki baskının dozunu arttırdıklarında; işte o zaman, sistemin alarmları çalmaya başlar. Bu alarmı ilk duyan kurumların başında ise adalet mekanizması gelir. Daha önce hoşgörü ve tahammül sınırları içinde değerlendirilen her tür eylem, her tür söz, artık yeni üretilmiş suç olarak yargılanır ve hiçbir taviz verilmeksizin en ağır biçimde cezalandırılır 265. 

Darbeden sonra ne adalet kalmıştı ne hoşgörü ne tahammül. Acı vardı; gözyaşı, ihanet, yürek ağrısı, ruh sancısı, beyinlerde sınırsız sorular. Beyin değil ruh sorguluyordu: 
Neden? 
Ben bu devlete ait değil miyim? Değil miydim? Hak istemiştim, özgürlük ve eşitlik…Acı değil, elimde kan değil, yüreğimde dayanılmaz sancılar değil…Sahip çıkılmak istemiştim, ötelenen değil…Ben devlete güvenmek istemiştim, devletin istemediği biri olmayı değil… Darbenin vahameti öyle derindi ki toplum içinde her kesimden insan patolojik ruh hali sergiliyordu. Aslında en çok 12 Eylül sonrası Türkiyesi’ nde gençlik kaybetti kendini ve de genç olmayı. O günlerde darbeyi yaşayanların çocukları silik kaldılar, kendilerini ifade edemediler, herhangi bir statü ya da misyon ile dahi 12 Eylül’ ün karanlığına bakamadı lar. Gençler sırtlarını çevirdiler olaya, zaten yönleri belirlenmişti ve iştirak edemediler davaya, davayla ilgili sorunlara. Günümüzde toplum, gençleri ancak yaşlandırmıştır. Kapalı salonlarda hiç kimsenin dinlemediği, ya da insanların zorla getirilip oturtulduğu konferanslar düzenlenerek gençlere sahip çıkılmaz. Toplumda yükselmenin en meşru yolu olan yükseköğretim kapılarını beş 
liseliden sadece birine açarak gençlik eğitilmez. Hele hele toplum depolitize edilirken, ilkokul çocuklarını yağmurda, karda kışta, Başbakan karşılamaya çıkarmakla, gençliğe hiç sahip çıkılmaz. Gençliğin kimlik kartı katılımdadır. Bir toplumda ne yapılıyorsa, gençlerin o yapılan işlere katılımı ile gençliğe sahip çıkılır. Toplumun yaptığı iş, üretimse, üretimde, eğitimse eğitimde, politikaysa politikada her aşamada gençlerin tüm etkinliklere katılımı sağlanmalıdır. Toplum ancak o zaman gençleşir. Ancak o zaman, gençler, yaşamadan yaşlanmaktan kurtulur. Ancak o zaman geçiş dönemleri belki de gereksiz olur.266. 
12 Eylül rejimi, üniversiteleri toplumsal muhalefet odakları olarak görmüş, bu işleve son vermek için üniversitelerin siyaset ve toplum ilişkilerinden tümüyle yalıtılması yolunda katı önlemler almıştır. Onları ortaöğrenim kurumu şekline sokmuş, o şekilde muhafaza etmeye çalışmıştır. Bireylerin temel hak ve özgürlükleri de aynı anda kapsama alanı dışında bırakılmıştır. Üniversiteler 80 sonrası da şeriat düzeninin hâkim olduğu alanlar haline getirilmiştir ki bundaki sorumluluk 12 Eylül’ ün YÖK’ ünde dir. 

    90 lı yılları takriben sanki biraz daha normale döner gibi oldu her şey ama değişmeyen şeyler de vardı. Korku hiç değişmedi mesela, 12 Eylül’ ün karanlığı hiç değişmedi. Bıraktığı koyu renkli hatta katran karası acı hiç değişmedi. Yürekteki, beyindeki pranga hiç çıkmadı. Sadece biraz daha bir şeyler esnekmiş gibi gösterildi. Sanal demokrasi uygulaması yapıldı. 
Sonuçta anayasanın bağlayıcı hükümleri vardı ve kolay kolay başkaldırmak mümkün değildi. 12 Eylül adalet tesis etmek için gelmişti, düzene sokmak fakat beklenilen olmadı. Hedeflere ulaşılamadı, hedef şaştı. 12 Eylül’ ün tohumları 90’ lı yıllarda filizlenmeye başladı. Sanki beyinleri boşaltılmış gençler vardı dört yanda. Üstelik bu figürler 2000’ li yıllarda sadece fizikten ibaret olacaklardı, aynı fabrikadan çıkmış, aynı tornadan geçmiş gibi kızlar ve oğlanlar türeyeceklerdi. Hiçbir amacı olmayan, hayattan beklentisi olmayan, düşünmekten aciz, sormakta mecalsiz, sırf tüketen yığınlar çıkacaktı ortaya. 

1994-1998 krizlerinden sonra, 2000 Kasımı' ndaki mali ve 2001 Şubat ekonomik krizleri ortaya çıktı. IMF-Dünya Bankası programlarında ısrar edildikçe, ekonomi kötüye gitti, krizler birbirini izledi. 2001 krizi ile Türkiye duvara toslamıştı yeniden. Ekonomisini düzeltemeyen ve dışa bağımlı yaşayan az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde sorunlar çok olurdu. Sorunlar çok oldukça da halk yorgun düşerdi. İşte Türkiye’ de ekonomisini bir türlü toparlayamadığı için sürekli sendeliyor ve halkı ile derin bir açmaza giriyordu. Darbeler de genelde bu tür ortamlarda geliyordu zaten. Ekonomik krizlere rağmen tüketim çılgınlığı durmuyordu. 80 sonrası insanlar her şeyi hızla tüketiyordu. Toplum depolitize olmuştu, gençlik susmuştu, işlem tamamdı. Yalnız tek bir gerçek vardı ki insanların hayatı kökten değişmişti. Kimse eskisi gibi olamadı, eskisi gibi yaşayamadı, eskisi gibi olmayı beceremedi. Herkes öncelikle geçmişini silmekle mükellefti, cunta öyle istemişti çünkü. Hafızalar silindi, geçmiş lekeydi nasıl olsa kazınmalıydı. İnsanlar kendilerini değiştirdiler dolayısıyla. Konuşma şekilleri değişti, düşünce tarzları, giyimleri, hayat standartları, dinledikleri müzik sonra… sevdikleri-sevmedikleri değişti, alışkanlıkları, arkadaşları-arkadaşlıkları, okudukları, tarzları… 

Bazıları aniden zengin oldular, sonra o zenginler aniden model oldular, örnek teşkil ettiler.Yeni zenginler yeni modeller haline geldiler. Tüketim çılgınlığı salgın oldu. Arkasından tele-vole kültürü geldi. ‘’Vur patlasın, çal oynasın…’’ hayatın anlamı, herkesin felsefesi oldu. Nemelazımcılık bulaştı herkese. ‘’Bana değmeyen yılan bin yaşasın!’’ en sevilen slogan oldu. Gündelik hayatın hemen her alanı televole kültürünün ürettiği değer yargıları, algılayış biçimleri ve beğeni çeşitlilikleriyle şekillendi. Özal sonrası hızla ivme kazanan popüler kimlik 
kültürü oluşturmak kentlerde havayı da değiştirdi. 90 lı yıllarda ise özel TV ve radyo kanallarıyla birlikte magazin basını toplumsal hayatın kriterlerini yerle bir etti. Sıradan hayatların yanı sıra ünlü olanların, zengin olanların, sanatçı olanların hayatları deşifre edildikçe halk bu sefer kendi hayatını irdelemeye başladı ve sonra ulaşmayı denedi, onlar gibi olmayı hedefledi. Gençler kendilerinin de TV ekranlarında gördüklerinden farklı olmadığını ve onlar gibi yaşayabileceğini düşündü. Gençlik özgürlüğe giden yolda farklılaşmayı diledi ve popüler sentezle kabuğunu attı.

‘’ Televolelere kadar toplumun hedonizm özentisi 'sosyete' denilen ve neyin nesi 
olduğu hiçbir zaman net olarak tanımlanmayan bir kesimle özdeşleştirilirdi. Televole kültürü futbolcu-manken kesimini onların yerine koydu. Böylece 'sosyete' sosyeteliğine kitlelerin gözünden daha uzak mekânlarda devam etme rahatlığına kavuştu267.’’ Türkiye' de de art arda gelen iktisadi krizlerle sarsılmış, popüler kültür darbeleriyle de başı dönmüş insanlar gerçek dünyada sahip olmadıkları 'yardım' ı TV ekranlarında aradılar, kendilerini sanal dünya ile teselli ettiler. Bu sayede toplumsal yozlaşma oldu, toplumsal çürümüşlük ivme kazandı. Gençler çürümüşlüğe alet olurken toplumun dinamikleri de değişiyordu elbet. Ana babalar da bu tekelizme öncülük etmişlerdi zira. Hep daha fazla, daha 
fazla mantığı ile kendi değerlerini de yok ediyorlardı. Akabinde insanlar toz - pembe dünyalara asıldılar ve hayallerde yaşadılar. 

90’ lı yıllar aynı zamanda medyalaşma sürecini kapsıyordu. 1980 sonrasında medya, toplumsal sorumluluklarından arınmış ve neoliberal pazar ekonomisinin gereklerine uygun biçimde sadece satış rakamlarını düşünen ve tıpkı plastik eşya üretimi yapan ya da konfeksiyon giyim eşyası üreten sıradan bir ticari kuruluş haline gelmiştir. Neticede magazinleşme olgusunu 12 Eylül yaratmıştır. 
Asıl önemlisi bilimden, ilimden uzak durdu insanlar. Okumadılar, kitaba öcü  muamelesi yaptılar. Anlık yaşamaya başladılar. Zevk için, sefa için bu dünyada olduklarını varsaydılar. Çocuklarını ‘’ya topçu olacak ya popçu’’ mantığıyla büyüttüler. Ataerkil ailelikten çıktı bu ülkede aile yapısı, anaerkil de değildi artık, çocuk erkildi. Ailelerin hayatları çocuk merkezliydi, o ne derse o oluyordu. Dolayısıyla alabildiğince özgürlük verildi çocuklara, sonra sahip çıkılamadı yapılanlara. Gençler sanki çok biliyormuş gibi ortalarda dolaştılar ama aslında hiçbir şey bilemeden kendi tükenişlerine seyirci kaldılar. Popüler kültürün kurbanı oldular. Daha fazla makyaj, daha fazla maske, daha fazla show… 

'Ben' i ön plana çıkaran sadece ve sadece kendisi için yaşayan bir nesil olduk sonunda. Komşusuna güvenmeyen, komşusunun güvenmediği apartman insanları olduk. Hoşgörüden uzak, tahammülsüz, üşengeç, tüketen ve fakat üretemeyen, egosu şişik ve fakat pasif-pısırık, kulaktan dolma-ekrandan görme yaşayan yığınlar olduk. Saygıyı yitirdik, kendimize saygıyı da elbette. Maddi olarak sınıf atlamaya çalışırken, ruhumuzu sattık, manevi olarak çöktük. 
Eskiye ait ne kadar değer varsa satılığa çıkarttık, ahlaksızlığı kendimize baz aldık. Etini göstermeyeni, kendini teşhir etmeyeni adamdan saymadık. Kendimizi küçülttük, çapımızı küçülttük, ufkumuzu küçülttük. İfadesiz olduk, kendimizi ifade edemez olduk. 12 Eylül Darbesi ile birlikte topluma dolandırıcılar, üçkağıtçılar, yankesiciler, gaspçılar, rüşvetçiler, vurguncular, hırsızlar, adam kayırmacılar, mafyacılar, iş bitiriciler ve köşe dönücüler pompalandı. Yetinme, yeterli görme duygusu insandan uzaklaştı. Hak yiyiciler ve göz yumanlar number -1 oldu. Başkasının hakkı ötekine tatlı geldi, o da o hakkı almayı denedi. 

Bütün bunlar olurken insanlar unutmayı seçtiler, unutulmayı. Her türden ahlaki ve moral çöküntünün yaşandığı, rüşvetin, fuhuşun egemen olduğu, toplumun tümüyle politik sürecin dışına itildiği Türkiye onların, cuntacıların Türkiye' sidir. Askeri rejim tarafından yasaklanmış siyasi düzen sonradan serbest bırakıldığında ortaya bir yarık çıkmıştır. Dolayısıyla bu yarık etrafında 12 Eylül’ e ve 12 Eylül sonrasına bakmak gerekmektedir. Zira sonrasında her şey çıkarlar ve güvensizlik ekseni üzerinde şekillenmiştir. Bu şekillenme elbette toplumsal çürümüşlüğü, yoz ve arabesk bir kültürü, değerler yozlaşmasını getirmiştir.   

Türkiye’ de tüketim toplumu değerlerinin yarattığı trajedi, tüketim toplumu değerler sisteminin kendi içinde kötü ve olumsuz bir nitelik taşımasından kaynaklanmaz. Birinci olarak Türkiye’ nin teknolojik bakımdan tüketim toplumu değer sistemini yaşatacak bir gücü olmamasından doğar. İkinci olarak da, ideolojik açıdan, tüketim toplumu değerlerinin, endüstriyel değerler sistemi ile desteklenmesi yerine feodal/kırsal değerler tarafından kösteklenmesinden kaynaklanır.268. 

Türkiye' de gençliğin siyasetten uzaklaştırılmasının faturası gerçekten ağır oldu. Baskı altında şekillendirilen bir sistem kırılgan yapılar üretir ve sonrasında yapıları erozyona uğratır. 80 öncesi gençlik de hatta Cumhuriyet kurulduğundan beri gençlik katılımcı bir toplumsal payda iken, toplumsal sorunların çözümünde ya da sistemin şekillenmesinde itici güç oluştururken 80 sonrasında duyarsız bir kitleye dönüşmüştür. Oysa ulusal bilinç siyasal örgütlenmesini ve toplumsallaşmayı gerçekleştirebilmek için gençliğe ihtiyaç duymaktadır. 
Ne var ki toplumun geneline bireyselcilik hâkim olmuştur ve sonrasında şiddetli bir kuşak çatışması ve iletişimsizlik taçlandırılmıştır. 

12 Eylül’ den sonra içi boşaltılmış yapılaşma elbette beyinleri ve ruhları boşaltılmış insanları da arkasından getirdi. Süreç sistemli işledi, hedefe kilitlendi. Devletin ve hukukun içi de boşaltıldı. Bu organik olmayan yapı yüzünden 2000’ li yıllarda dahi Türkiye darbe söylentileri ve darbe çığırtkanları/çığırtkanlığı ile uğraşmak zorunda bırakıldı. İç ve dış dinamikler güç birliğini hiç elden bırakmamıştı. Demokrasiye bir türlü kavuşamamış, geçmişi ile geleceği arasında köprü kuramayan Türkiye hala bazı mücadelecilerin de desteğiyle ayakta 
dik durabilme savaşı içerisindedir. 2000’ li yıllar ile birlikte bazıları için sevindirici bazıları için hiçbir anlam ifade etmeyen ama belki de bazı yaraları kapatmak için elzem olabilecek nitelik taşıyan bir gelişme ile silkelenme boyutuna gelmiştir. Nedir bu silkelenme de tetiği çeken el? 

’12 Eylül ile Yüzleşme’’ 

‘’12 Eylül yüzleşmesi, bir nostalji arayışı yada salt tarih tartışması değildir. 
Bugünlerimizi, yarınlarımızı dahası hayatımızın tüm alanları etkilemeye devam eden bir yapısal dönüm noktasıdır. Elbette her tarihi günü, öncesi ve sonrası ile birlikte ele almalıyız. Türkiye'yi 12 Eylül sürecine götüren gelişmelerle ilgili eleştirilerimizi de açık yüreklilikle yapmalıyız. Siyasetçiler, medya, gençlik hareketi temsilcileri bu özeleştiriyi mutlaka yapmalı, hepimizi askeri darbenin kucağına iten hatalarımızı cesaretle masaya yatırmalıyız. Ancak unutmamalıyız ki hiçbir gerekçe, 12 Eylül 1980 ve sonrasında yaşanan insanlık suçlarını 
meşrulaştırmaz. Resmi söylemin 12 Eylül öncesine yönelik eleştirileri büyük oranda bu amaca hizmet için kullanılmak istenmektedir.269.’’ 

‘12 Eylül’ ü yargılayalım’ fikri CHP lideri Deniz Baykal tarafından ortaya atıldı ve 
elbette destekçisi de oldu, desteklemeyeni de. Desteklemeyenlerin büyük bir çoğunluğu salt aynı acıları yaşamamak, hatırlamamak ve hatta bulaşmamak fikriyle bu atılımın karşısında duruyordu. Zira 12 Eylül’ ü yaşayıp da yürekten, sebep olanların cezalandırılmasını istemediklerinden değil. Eski defterler karıştırılmasın diyeydi… ‘’…Bu kozmetik yaklaşım beni pek ilgilendirmese bile, sonraki darbecilerin de örtündüğü dokunulmazlık zırhının parçalanması açısından bakıldığında, “sembolik” olarak amenna! Ancak, nüfusu zaten çok genç bir ülkede 12 Eylül’ ü yetişkin olarak yaşamışların oranı düşünülürse, Türkiye halkının ezici çoğunluğunun da konuyu fazla önemsediğini sanmıyorum. Artı, ben kendi hesabıma, Kemal Karpat’ ın “Demokrasi bir hoşgörü ve affetme 
rejimidir” ilkesine inanıyorum. Çektiklerimizi unuttum, böyle bir affı baştan kabulleniyorum. 

Daha önemlisi, geniş kitlelerin darbeyi ilkin “asayiş harekâtı” olarak algıladığını ve dolayısıyla, yine ilkin cidden desteklediğini nesnel bir olgu olarak saptamaktan çekinmiyorum. Ve işte tüm bunlardan ötürü de, “eski defterlerin açılmasını” gereksiz görüyorum. Biline ki, şu yaştaki bir Evren’ i mahkeme önüne çıkartmak, tıpkı Fransa’daki General Petain vakasında yaşandığı gibi, sahte bir mağdur efsanesi yaratmaktan başka işe yaramaz. Türkiye’ deki sivil demokrasi atılımına da dişe dokunur bir ivme kazandırmaz.270.’’ 

Ülke askeri rejimle değişti, değiştirildi, benliğini kaybetti. Toplum büyük bir 
başkalaşma yaşadı, evrim geçirdi. Genç olabilme yetisi ve beraberinde getirdiği değerler yok edildi. Artık 12 Eylül öncesi ve sonrası vardı bu ülkede. İki farklı boyutta yaşamış Türkiye vardı. Peki ya 12 Eylül Askeri Rejimi Paşası ne düşünüyordu? Haklı mıydı yoksa haksız mı? 
Acaba Evren’ in kafasında keşkeler var mıydı? 

‘’Keşke Cumhurbaşkanına daha fazla yetki verseydik. Cumhurbaşkanını halk 
tarafından seçtirseydik ve iki Meclis yapsaydık. Teklif vardı, konsey üyesi arkadaşlar karşı çıktı. Onu yapmadığımıza pişmanım. Partileri kapattığımıza pişmanım. İki seçimi bir arada yaptığımıza, cumhurbaşkanlığı ile anayasanın bir arada oylanmasına pişmanım. Doğru yapmadık bunu. Ama her insanın hatası vardır, hatasız kul olmaz. Öyle zannediyorum ki az hatayla bu işi bitirdik… 12 Eylül yararlı mı oldu zararlı mı oldu ben ona bakarım. Türkiye o kanlı badireden kurtuldu. Oraya dönmedi. Partiler ve parti liderleri daha olgunlaştı. Onların o 
zamanki haline bakın bir de şimdiki haline bakın. Büyük fark var. Partilerin arasındaki ilişkiler daha demokratik. 12 Eylül’ ün demek ki birçok faydaları oldu.271.’’ 

SONUÇ 

Az gelişmiş ülkelerde demokratik düzen oturmamışsa, ekonomide iyileştirme yoksa ve elbette eğitim sürecinde yenilikler ve iyileştirmeler yapılamıyorsa darbe hep halkın yanı başında durur. Az gelişmiş ülkeler modernleşme sürecine de giremedikleri ya da çeşitli sebeplerle süreci tamamlayamadıkları için, refah standartları yakalayamadıkları için ordu hep teyakkuzda durur ve tehditlere karşı savunmacılık kalkanı ile doğabilecek tehditleri püskürtme anını kollar. Şüphesiz ordunun görevi milli güvenliği sağlamak, sadece dışarıdan gelebilecek tehditlere karşı değil, aynı zamanda ülkenin içerisinden de gelebilecek tehditlere 
karşı da devleti ve milleti korumaktır. Hiyerarşik bir yapısı vardır ve emir-komuta zincirine sahiptir. Aynı zamanda amacı ‘’mevcut düzenin ve rejimin korunmasıdır.’’ Bu sebepledir ki herhangi bir ülkenin içerisinde bulunduğu olumsuz ekonomik, politik ve toplumsal durum sonucunda gerçekleşen askeri müdahaleler öncelikle politikayı ve politikacıyı etkilemektedir. 

Türkiye de bu ülkeler dâhilinde, Cumhuriyet tarihi boyunca darbelerden nasibini 
almıştır. 2 kez direkt, 1 kez dolaylı ve bir kez de kimisi tarafından (kansız olduğu için) buçuk, kimisi tarafından ‘’post-modern’’ diye ifade edilen 4 darbeye maruz kalmıştır. Bunlar sırasıyla; 27 Mayıs 1960, 12 Mart 1971, 12 Eylül 1980 ve 28 Şubat 1997 (Post –Modern Darbe)dir. Aralarında en uzun süreli olan, 3 yılı aşkın süreyle 12 Eylül Darbesi’ dir. 12 Eylül karanlığıyla ve bıraktığı derin izlerle bugün hala ülke halkının sandığında durmaktadır. Aslında Türkiye tarihinde ordunun Osmanlı’ dan beri siyasette aktif rol oynadığı gözlemlenmiştir ve fakat bu müdahil durum Cumhuriyet sonrası dönem de kaçınılmaz olmuştur. İşte ordu 1970 yılı itibarıyla ülkenin içinde bulunduğu durumu tehlikeli bulmuş ve 
yine siper tutmaya başlamıştır. 1970' li yılların sonlarında terör olaylarının artmasıyla, Türkiye' nin bir kan gölüne dönmesini neden gösteren Silahlı Kuvvetler emir komuta zinciri içinde 12 Eylül 1980 günü de yönetime el koymuştur. Demokrasiye o sonbahar ara verilmiştir ki o sonbahar ağırlığını uzun yıllar hissettirmiş ve sanki hiç bitmemiştir. 1971 yılına kadar, 68 kuşağının taşıdığı deli bir coşkuyla, cesaretli ruhlar önce ABD’ nin emperyalist politikasına sonrasında da devletin emperyalist ülkelerle çizdiği yandaşlık misyonuna kafa tutmuş ve fakat akabinde sistemle ters düşmüşlerdi. Aslında gençler ülke 
geleceği için kendilerinin çözümlediği bir iyileştirme mekanizması devreye sokmaya çalışmış; bağımsız, demokratik ve herhangi bir ülkeye bağımlılığı olmadan da ülkenin gelişebileceğini, geliştirilebileceğini iddia etmiş ve toplumda her kesimden insanın eşit ve aynı haklara sahip olmaları gerektiğini ispatlamak üzere mücadeleye girişmişlerdi. Ne yazıktır ki mücadelelerin sonunda kendilerini ifade edemediler ve canlarını vererek ülkede gerilen ortamı huzura  kavuşturdu lar.     
Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan idam edilerek dönemi  sonlandırmış oldular. 

12 Mart 1971 sonrasında ülke biraz durulmuştu, dinginlik bir süre devam etmişti. Muhtıradan sonraki en önemli gelişme 1973 seçimleriydi çünkü siyaset sahnesine yeni renkler ekleniyordu. Adıyla, sanıyla, icraatlarıyla uzun yıllar kendinden çok söz ettirecek olan Bülent Ecevit bunlardan biriydi. Üstelik 73 seçimlerinde de solun oylarını zirveye taşımıştı. 14 Ekim 1973 tarihinde yapılan seçimlerde Ecevit' in başkanlığındaki CHP en fazla oyu almasına rağmen çoğunluğu kazanamayınca Ecevit çareler düşünmüş ve 26 Ocak 1974 tarihinde bir başka yeni yüz, Necmettin Erbakan liderliğinde Millî Selamet Partisi ile kurduğu koalisyon hükümetinde ilk defa başbakanlık görevini almıştır. Sonrasında Karaoğlan devri başlar ve sorunların da zirveye tırmanmasına start verilmiş olur. 1974 yılında Bülent Ecevit başbakanken, EOKA yanlısı Rumlar Kıbrıs’ ta Makarios’ a karşı darbe yaptıktan sonra Ecevit, ‘’Karaoğlan’’ sıfatına bir de ‘’Kıbrıs Fatihi’ lakabını ekletecektir. 

Zira Kıbrıs’ taki usulsüzlüğe dayanamamış, müdahale etmiş ve yaptığı çıkartma sonucu büyük zafer elde etmiştir. Ecevit’ in bir anda bu kadar şaşaya sahip olmasını egosuna anlatmak ne yazık ki zor olmuştur. Kendine sonsuz güveni yüzünden ve halkın ona çok güvendiği tezine istinaden erken seçim sevdasına tutulur ve hükümeti bozar. 

Ecevit’ in bozduğu hükümetin akabinde ülke MC hükümetlerini selamladı ve bu 
selamlaşmada bir yeni parti daha Meclis’ e girdi. Alparslan Türkeş başkanlığında MHP’ nin parlamentoya girmesi ülke için yeni tehlikelere gebeydi. Zira Süleyman Demirel 73 seçimlerinin rövanşını alabilmek adına gerekli ödünleri vermiş ve hükümeti zor şartlarda kurmuştu. Kuruluştan sonra da hükümeti ayakta tutabilmek için elinden geleni yaptı ve gerek MC ortaklarına şirin görünmek gerek hükümeti sol bir ele, Ecevit’ e kaptırmamak maksadıyla MC ortaklarının kendi yandaşlarını kullanarak ülke genelinde yaptıklarına göz yumdu. 
Koalisyonun akabinde devlet içinde güçlenen MHP ülke genelinde hâkimiyet kurma hevesine tutulur ve dört bir yandan ülkede asayiş sağlama görevi üstlenir. 

Zira 12 Eylül’ e giden süreç de bu şekilde başlamış olur. Sokaklar artık ‘’ülkücü gençlere’’ emanettir ve fakat karşılarında da devrim aşkı ile yanıp tutuşan sol meşale, devrimciler vardır. Ülke bir anda kamplaşmaya itilir, insanlar taraf tutmak zorunda bırakılır. Üniversiteler, sendikalar, okullar, kentler, sokaklar hatta aileler bölünür. Gençler bire birer piyon olur. Domino taşı etkisiyle 
bölünme devam eder. 

Siyasette de kamplaşma bitmez. Ülke sürekli siyasetçi değiştirir. Hükümetler kurulur, hükümetler bozulur. Her başa gelen lider bir öncekine ders vermek üzere oturur koltuğa ve asla o koltuğu bırakmama telaşına düşer. Yokluk vardır ülkede, alabildiğine yoksulluk. İşsizlik vardır, uzun uzun ihtiyaç kuyrukları vardır. Petrol yoktur örneğin, kömür yoktur ve de elektrik. Ekonomi tepetaklaktır, dışa bağımlılık vardır sonra. Ne acı ki hükümetin başında da üç maymunu oynayan siyasiler vardır. Onlar görmezler, duymazlar ve de bilmezler sadece birbirlerini yerler… 

BU BÖLÜM DİPNOTLARI;

264 Şule Çizmeci, ‘’12 Eylül’ ün Değiştirdiği Hayatlar 1’’, Radikal Gazetesi, 10.09.2006, www.radikal.com.tr 
*Söyleşi : Grafiker, Barışarock Festivali’ nin mimarı ve organizatörü Ragıp İncesağır 
265 Ertuğrul Mavioğlu, ‘’Apoletli Adalet/ Bir 12 Eylül Hesaplaşması 2’’, İthaki Publishing-2. Baskı, İstanbul- Ağustos 2006, s.16 
266 Emre Kongar, ‘’ 12 Eylül Kültürü’’, Remzi Kitapevi-5. Basım, İstanbul- Temmuz 2007, s.87 
267 Haluk Şahin, ‘’Barbie, Televole Kültürünün sonu mu?’’, Radikal Gazetesi, 08.04.2006 
268 Emre Kongar, ‘’12 Eylül Kültürü’’, Remzi Kitabevi-5.basım, İstanbul- Temmuz 2007, s.294 
269 Ayhan Bilgen, ‘’Mesele 12 Eylül ile Yüzleşmek’’, Yeni Şafak Gazetesi, 13.09.2008 
270 Hadi Uluengin, ‘’12 Eylül Nasıl Yargılanır’’, Hürriyet Gazetesi, 04.07.2009 
271 Doç. Dr. Davut Dursun, - Kenan Evren’ le Söyleşi-‘’12 Eylül Darbesi / Hatıralar, Gözlemler, Düşünceler’’, Şehir Yayınları-İstanbul, Ocak 2005, s. 189 


23 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder