29 Eylül 2018 Cumartesi

EMPERYALİZMİN MAŞALARI

EMPERYALİZMİN MAŞALARI
Suay Karaman
İlk Kurşun Gazetesi, 31 Aralık 2012.
2 Ocak 2011’de İlk Kurşun Gazetesi’nde yayınlanan “2011 Yılında Yaşadıklarımız” adlı yazımın ilk iki paragrafı şöyleydi:
  • “Ülkemiz 2011 yılını da, öbür yıllarda olduğu gibi büyük sıkıntılarla bitirdi. Ekonomik krizin, yoksulluğun, açlığın, işsizliğin, yolsuzluğun, talanın, terörün ve en önemlisi hukuksuzluğun büyük boyutlara ulaştığı Türkiye’de, insanlar umutsuzluğa sürüklenmekte, geleceklerinden kaygı duymaktadırlar.
  • Siyasi iktidarın, ileri demokrasi söylemlerinin ardında, sadece büyük bir hukuksuzluk yatmaktadır. Kendileri için özel bir hukuk sistemi yaratan siyasi iktidar, kendilerine karşı olanları baskı altına alarak, zulüm yapmaktadır ve yurtsever insanları hapislere atmaktadır. Ülkeyi yöneten siyasi iktidar, kendi ülkesinin ordusuna düşman ise, yasama, yürütme ve yargıyı kendine bağlamış ise, her koşulda sürekli kendi istediğini yapmak için uğraşıyorsa, o ülkede sivil darbe yapılıyordur. Bir ülkede hukuk dışı yasalar çıkartılarak, tüm devlet kurumlarını ele geçirmek için sistemli bir şekilde kadrolaşmak ve kendilerine karşı olanları bir şekilde yargılayıp, susturmak, sivil darbe olarak adlandırılır.”
2012 yılını geride bıraktığımız bugün, ülkemizde değişen hiçbir şey yoktur.
Koşullar daha da ağırdır, ileri demokrasi görüntüsünün ardındaki ileri faşizm toplumun her kesimi tarafından hissedilmektedir. Sahte verilerle Balyoz davasında verilen cezalar, faşizmin bir yüzüdür. Şimdi sırada yine gerçekle bağdaşmayan verilere dayalı olarak  Ergenekon davasının sonuçlandırılması bulunmaktadır.
Faşizm, “durmak yok, yola devam” sloganıyla ilerlemektedir.
Başbakan 18 Aralık 2012 Salı günü ODTÜ’ye gitmiştir. Bu gidiş, ODTÜ yerleşkesinde bulunan TÜBİTAK binasında Göktürk-2 uydusunun uzaya fırlatılışını izlemek amacını taşıyordu. ODTÜ’ye 3600 polis, 110 koruma aracı, 20 zırhlı araç, 8 Toplumsal Olaylara Müdahale Aracı (TOMA) ve yeterince kimyasal silahla birlikte gitmesi, akıllarda soru işareti bırakmıştır. Savaşa gider gibi bir üniversiteye gitmek, provokasyon şüphesini düşündürmektedir. Yaklaşık 300 öğrencinin başbakanı
protesto etmesinin ardından, polisin gereksiz ve aşırı güç kullanması sonucunda çıkan olaylar ve atılan gaz bombaları faşizmin bir başka yüzüdür.
Faşizmin bir başka yüzü de ulusal varlıklarımızın tek tek elden çıkarılmasıdır. Turgut Özal ile başlayan özelleştirmelerin %80’i, AKP’nin on yıllık iktidarı döneminde gerçekleştirilmiştir. Siyasi iktidar, halkın vergileriyle oluşturulan kamu varlıklarını
ve hizmetlerini sermaye güçlerine teslim etmekte bir sakınca görmemektedir.
Artık AKP iktidarı, daha önceleri başvurulan ‘zarar ediyor’ bahanesine gereksinim bile duymadan, özelleştirmeleri yapmaktadır. Halkın malı olan ve kâr eden işletmelerin satışıyla, kamunun zarar ettirildiği, kamu kaynaklarının özel sektöre ve ardından uluslar arası güçlere aktarıldığı açıktır.
Aralık ayında yapılan 5.7 milyar dolarlık köprü ve otoyol özelleştirmesi ile
kamu kaynakları halktan alınıp, Koç-Ülker-UEM (Malezyalı firma) ortak girişim grubuna aktarılacaktır. Burada gözden kaçmaması gereken önemli bir şey daha vardır:
Cumhuriyetçi ve laik diye bilinen Koç grubuyla, yeşil sermayenin öncüsü olan Ülker grubu kol kola girerek, yanlarına Malezyalı bir ortak alarak özelleştirmede
bir araya gelmişlerdir. Sermayenin ideolojisi, dini, sınıfı olmadığı bu örnekle
çok daha iyi anlaşılacaktır.
Artık sırada Spor Toto, Milli Piyango gibi özelleştirmeler bulunmaktadır.
Tüm kamu varlıkları ve hizmetleri bitirilmeye çalışılırken, devlet yok edilmeye doğru sürüklenirken, utanmadan Türkiye’nin dünyadaki 25 önemli ülkeden biri ve dünyanınen büyük 17. ekonomisi olduğu söylenmektedir. Ülkelerin gelişmişlikleri açısından yapılan sıralamalarda Türkiye’nin, 134 ülke arasında 125. sırada kalarak, 3. Dünya ülkelerinin bile gerisinde yer alması karşısında utanmayanlar, faşizmin ve ardındaki emperyalizmin maşalarıdır.
Emperyalizmin bu maşaları, ‘komşularla sıfır sorun’ diyerek tüm komşularımızla ilişkilerimizi kötü duruma getirmişlerdir. Suriye’ye saldırmak için emperyalizmin maşası olmayı benimseyenler, yeryüzünde ilk kez emperyalizme karşı zafer kazanan bir milletin yöneticileri olmaya layık değillerdir.
2013 yılında Yurtseverleri, Ulusalcıları büyük ve önemli görevler beklemektedir.

Ulusal güçlerin tam bağımsızlık ve emperyalizm karşıtlığında bir araya gelerek
 örgütlenmeleri ve aydınlık günlerin müjdecisi olmaları gerekmektedir.
Yeni yılın ülkemize ve tüm dünyaya sevgi, dostluk, barış, sağlık ve mutluluk getirmesi en büyük isteğimiz olmalıdır. 2013 yılının, ülkemizin ileri demokrasi denen ileri faşizmden, gerçek demokrasiye geçtiği bir yıl olması dileğiyle, yeni yılımız kutlu olsun..



HAŞİM KILIÇ:ANAYASA MEHKEMESİ VE UMUTLARI

HAŞİM KILIÇ:ANAYASA MEHKEMESİ VE UMUTLARI



Tesadüf bu ya, günler öncesinden belirlenmiş bir randevu gereği tam Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ile buluşacakken, Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can'ın 'türban kararı' olarak bilinen anayasa değişikliği ile ilgili raporunu başkana sunduğu haberi geldi.

Oysa Ankara temsilcimiz Erdal Sağlam'la birlikte makamında ziyaret ettiğimiz Haşim Kılıç, cuma günü saat 3 itibariyle 'rapor henüz bana ulaşmadı' diyordu.

Biz Anayasa Mahkemesi'nden çıktıktan 2 saat sonra ise raporun nihayet başkana ulaştığı bilgisi geldi.
Niye anlatıyorum tüm bunları?
Cuma günü Ankara'da bir randevudan diğerine koşarken gün boyu şiddetli başağrısı ile dolaşmama sebep olan akıl almaz kapatma senaryolarının basit bir gelişmeyle nasıl yerle bir olduğunu gösterebilmek adına.
Tıpkı iki kallavi ağrı kesiciye rağmen gün boyu peşimi bırakmayan şiddetli başağrısının, daha uçağım İstanbul'a doğru yeni havalanmışken kendiliğinden Ankara'da kalmaya karar vermesi gibi!
Şaka bir yana Ankara tam anlamıyla cadı kazanı.
Ve bu kazanda herkes pozisyonuna uygun senaryo üretiyor.
Şundan emin olun, hiç kimse kapatma davası ve sonrasına ilişkin tam olarak ne olacağını bilmiyor. Buna Erdoğan, Baykal hatta Anayasa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve diğer üyeler de dahil.
Çünkü taraflar hala gönüllerinden geçen sonucun çıkması için uğraşıyor.
Geçen hafta yazdım, kabaca iki senaryo var.
Bir, kapatma ve sonrasında dibine kadar hesaplaşmaya devam.
İki, kutuplaşma hepimize zarar veriyor karşılıklı uzlaşma tek çıkar yol!
Ankara'da 'bu son şans sonuna kadar hesaplaşalım' diyenlerin sesi daha çok duyuluyor. Fakat tüm bu karamsar senaryolara rağmen geçen hafta yazdığım uzlaşma senaryosunun içeriği biraz daha netleşmiş.
Mesele AK Parti'nin kapanması ya da kapanmamasıyla sınırlı değil.
Çok daha ötesinde bir pazarlık ve uzlaşma arayışı var.
En büyük sorun güven ortamının fazlasıyla zedelenmiş olması. İşe oradan başlanacak ama fazla zaman yok. Bu yüzden şu anda türban ve kapatma davasıyla ilgili karardan daha önemli olan süreç, yani takvim.
Mesela türban kararının geciktirilmesi üzerine senaryo kuranlar yanıldı, karar haziran başında çıkıyor.
Parti kapatma davasına gelince orada takvim en erken Ağustos'un ilk haftasına ayarlı.
Geçen hafta 19 Mayıs'a dikkat edin demiştim. Başbakan bizzat kendisi bir çıkış yapacaktı. Son anda sağlık gerekçesiyle Erdoğan resmi törenlerde kendisini Cemil Çiçek'in temsil etmesine karar verdi.
Başbakan adına şimdiye kadar süreci yöneten Cemil Çiçek'ti.
19 Mayıs itibariyle Çiçek'in üstlendiği 'gizli misyon' resmiyet kazanmış oldu.
Anlayacağınız kaotik senaryolara rağmen takvim işliyor.
Tekrar ediyorum, mesele parti kapatmayla sınırlı değil!
O kararın nasıl çıkacağını Anayasa Mahkemesi'nin 11 üyesi dahil hiç kimse şimdiden bilmiyor. Zaten bilmesi de mümkün değil.
En büyük yanlış, siyasi anlamda ülkenin kaderini etkileyecek önemde bir kararın 11 hukukçunun sırtına bindirilmiş olması.
80 yıldır siyaseten çözemediğimiz din-devlet ilişkisi 11 hukukçunun vereceği bir kararla çözülebilir mi?
Demokrasi adına kapanmama kararı isteyenler de, laiklik adına 'bu son şans kapatılsın' diyenler de büyük bir illüzyon içinde.
Haşim Kılıç'a bir dost olarak söz verdim, 1 saati aşan sohbetimizi aktarmayacağım.
Fakat konuşmamız sırasında tam 3 kez tekrar ettiği şu cümleyi tarihe not düşmek adına kayda geçirmem gerekiyor.
'Eyüp Bey inanın çıkacak karar ne olursa olsun. Göreceksiniz hem demokrasimiz hem laikliğimiz hem de hukukumuz bu süreçten çok daha güçlenmiş olarak çıkacak. Ve yine inanın bu söylediğim temenni değil!'
Başkana sözüm var.
O, başkanlığını yaptığı kuruma yakışır yeni Anayasa Mahkemesi binasının açılışını 29 Ekim'e yetiştirecek.
Ben ise ilk kutlayanlardan olacağım.
Sadece yeni bina için değil, 29 Ekim'de Anayasa Mahkemesi'ne 3 kez tekrarladığı 'demokrasi-laiklik ve hukukun' gerçekten daha da güçlenip güçlenmediğini görmek için gideceğim. 
Eyüp CAN/REFERANS
---------
Bir yorum:

Fullerin son kitabi Yeni Turkiye Cumhuriyeti'ni yeni bitirmis olmasaydim, Hasim Kilic'in sozlerini anlamakta zorluk cekebilirdim.
 
Ancak Fuller'inki sadece bir envanter. Amerikan Hava Kuvvetleri icin RAND'a ismarlanmis bir raporda F. S. Larrabee, Mahir Kaynak, Hasan Cemal, Fehmi Koru da bu envanteri tamamladilar.
 
KApatma davasinin anatomisini anlamak icin TC-ABD, TC Israil iliskilerinin 1997'den sonraki seyrine bakmak gerekir.
 
Cevik Bir'in katkilariyla zirve yapan TC-Israil iliskileri o tarihten sonra hizli dususunu surduruyor. Turkiye'nin bolgesel guc olma istikametinde attigi adimlar, Ortadogu ve Merkezi ve Dogu Asyada cicek acip meyveye dururken, Israil-Turkiye iliskileri surunuyor.
 
2003 tezkere reddinden sonra cok daha belirgin hale gelen Turkiye ABD iliskilerinde 'emir erligi' doneminin sona ermesi, Mart 2008 cikisli RAND ABD HAVA Kuvvetleri raporunda 'Turkiye guvenilmez muttefik' yazilacak asamaya ulasmis.
 
Israil gelismeyi, guvenligi icin buyuk tehdid olarak algilarken, ABD, Buyuk Ortadogu'daki planlari icin tam bir gedik degerlendirmesi yapiyor.,
 
Israil'in guvenligine birinci oncelik veren dar kafali Siyonizm, BASORTUSU'nun Cankayaya cikmamasi icin her seyi yapmaya kararli. ABD'den aldigi sinirli 'ama demokratik kilifli olsun' izni ile Cumhuriyet Mitinglerini baslatiyor.
 
Temmuz secimlerinde bu mudahele ters tepince, ABD de alana iniyor ve Turkiye'deki MAsonlar ve diger Siyonist aparatlarin olanaklari seferber edileren 'adli mudahele' tezgaha konuyor.
 
ABD ve Israil icin amac, AKP'yi yok etmek degil. AKP kapatildiginda 'Gelen gideni aratabilir'. Üstelik Fullerin analizinden de goruldugu gibi, Turkiye'deki diger siyasi mekteplerle AKP arasinda Amerikan ve Israil Politikalarinda mutabakat var.
 
Onun icin Eyup Can'in Gazetecilik diye yaptigi kepaze calismada da gordugunuz gibi, ABD ve Israil, AKP'yi kapatmak degil, 'Bolgesel Guc olma' istikametindeki cabalarindan vazgecirmeye indeksli bir operasyonun içindeler.
 
Yine Eyup Can ve ayni kulvarin kosucusu diger yazar cizer takiminin kalemlerinden tekrarlattirilan 'uzlasma' da bundan ibaret.
 
Kilic milic, gordugunuz ibi sadece ABD-Israil ile AKP-Turkiye arasindaki muzakerelerin sonucunu bakleyen noter katipleri.
 
Turkiye adaleti adina yaziklar olsun.
A.Deyam                       


***

28 Eylül 2018 Cuma

Suriye’yi Kaybettiğimiz Bozgunun Yüzüncü Yılı


Suriye’yi Kaybettiğimiz Bozgunun Yüzüncü Yılı 


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü        
Orta Doğu ve Afrika Araştırmaları Merkezi












Suriye’yi Kaybettiğimiz Bozgunun Yüzüncü Yılı
Deniz Berktay tarafından yazıldı.
21 Eylül 2018 Cuma

Türk aleyhtarı filmler arasında en meşhurlarından biri olan ve 1. Dünya Savaşı’nda Araplar’ın Türkler’e karşı kışkırtılmasında önemli rol oynayan 
İngiliz subayı Thomas Edward Lawrence’ın maceralarını bire bin katarak anlatan Arabistanlı Lawrence filmini seyredenler hatırlayacaktır: Peter O Tool’ün 
canlandırdığı Lawrence karakteri, Omar Sharif’in canlandırdığı Şerif Ali ile çölde ilerlerken, uzaktan, geceyi gündüze çeviren patlamalar görürler. İngiliz 
topları, Türk hatlarını dövmektedir. Şerif Ali, “O ateşin altında olanın Allah yardımcısı olsun” der. Başından geçen çeşitli olaylar sonucunda Türkler’e kini 
iyice artan Lawrence, nefret dolu bir ifadeyle, “O ateşin altında Türkler var”, der. Bunun üzerine, Şerif Ali ona, “ Öyleyse Allah, Türkler’in yardımcısı olsun ”, der. 

İşte, o sahnelerde tasvir edilen ve Osmanlı’nın Suriye’yi büyük bozgunlarla, ağır kayıplarla terketmesine neden olan Nablus Muharebeleri’nin, bugün 100. 
yıldönümü. İngilizler’in Suriye’nin güneyindeki Osmanlı hatlarını yarmasıyla başlayan muharebe sonucunda Osmanlı orduları darmadağın olmuş ve Suriye 
Arapları’nın isyan etmesi sonucunda, koskoca Suriye, bir ay içinde elden çıkmıştı. 30 Ekim 1918’de Mondras’ta mütareke imzalanırken, Osmanlı kuvvetleri, aşağı yukarı bugünkü Türkiye sınırlarına çekilmiş bulunuyordu. 

Süveyş’te Türk Askerini Harcayan Almanlar 

1. Dünya Savaşı’nda Arap Yarımadası’nın doğusunda Türkler’le İngilizler arasındaki savaşlar, Irak Cephesi’nde İngilizler’in Basra’yı işgaliyle başlarken 
(21 Kasım 1914); “Batı Arabistan” olarak adlandırılan bölgedeki çatışmalar, 1915 başlarında, Cemal Paşa’nın Almanlar’ın teşvikiyle Süveyş Kanalı’na harekat düzenlemesiyle başlamıştı (Birinci Kanal Harekatı). Avrupa cephelerine İngilizlerin özellikle Hindistan ve Avustralya’dan sömürge askerlerini 
naklederek cephede üstünlük elde ettiğini gören Almanlar, o zamanki İttihat ve Terakki yönetimini, Süveyş Kanalı’na akın edip “Mısır’ı fethetme” konusunda ikna etmeyi başardılar. Suriye’de 4. Ordu Komutanlığına getirilen Cemal Paşa’nın emrine verilen Baron Kress von Kressenstein (bizdeki adıyla Von Kres Paşa), 
kanala taarruz hazırlıklarına, Osmanlı Devleti’nin henüz resmen savaşa katılmadığı 1914 Eylül ayında başlayacaktı. Sonunda, 1915 başlarında Kanal’a 
hücum eden Osmanlı kuvvetleri, İngiliz tahkimatlarının karşısında ağır hezimete uğradı. Savaştan sonra, 1938 yılında hatıralarını kaleme alan Von Kress, 
kendisinin uzun süren keşif ve incelemelerinin ardından, bu taarruzun başarı şansının olmadığını baştan anladığını, fakat kendileri açısından asıl meselenin, 
Osmanlı’nın İngiltere’yle savaşa girmesine rağmen henüz kan dökülmemiş olması ve bu durumda, Almanya’ya yakın olan Talat ve Enver Paşalar’ın devrilmesi halinde Osmanlı’nın savaştan çekilme riski bulunması olduğunu, böyle bir riski önlemenin yolunun da, Türkler’le İngilizler arasında bir an önce kan dökülmesini sağlamak olduğunu söylemiştir (Von Kress, Kuma Gömülen İmparatorluk, Yeditepe Yayınları, 2007). Sonuçta, kanal İngilizler’den alınamasa, hatta, kanalı uzun süre ulaşıma kapatmak bile mümkün olamasa da, Türkler’le İngilizler arasında kan dökülmüş ve İngilizler’in tedirginliği nedeniyle, Avrupa cephelerine gönderilebilecek askerlerin bir bölümü, Mısır’a bağlanmış olur.

Arap İsyanı’nın Patlak Verişi  

Kanal Cephesi’nde 1916’da Türkler’in bazı küçük çaplı başarıları olur fakat bu yıl düzenlenen İkinci Kanal Seferi de, - bu sefer Kanal’ın doğu yakasında 
tahkimatlar yapmış ve sağlamca yerleşmiş olan- İngilizler tarafından bozguna uğratılır. 
İngilizler, uzun zamandan beri gözlerine kestirmiş oldukları Arap Yarımadası’na Mısır’dan sefer düzenlemek istemekte fakat Hicaz’da ve Akabe’de bulunan Osmanlı kuvvetleri, buna engel teşkil etmektedir. Fakat 1916’nın Haziran ayında Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in isyan ederek Mekke’yi zaptetmesi, Medine’yi kuşatmaya alması ve 1917’nin Temmuz ayında, Yüzbaşı T.E. Lawrence’ın örgütlediği Bedeviler’in İngiliz donanmasının da desteğini alarak Kızıl Deniz kıyısındaki Akabe’yi ele geçirmesi, İngiliz Ordusu’nun işini epey kolaylaştırır. Zira, Akabe’nin ele geçirilmesiyle İngilizler, sonraki hamlelerinde çok önemli bir 
üsse sahip olmuşlardır. Bundan da ötede, Akabe’nin ele geçirilmesiyle, kuzeye doğru ilerleyecek İngiliz kuvvetlerinin, güneydeki bir Türk varlığından 
çekinmesini gerektirecek bir neden kalmamıştır. 

1917 yılında İngilizler, Gazze’ye üç defa taarruz ederler. Osmanlı kuvvetleri, bu taarruzların ilk ikisini püskürtse de, üçüncü Gazze Muharebesi, bir taraftan 
İngilizler’in sayıda Osmanlı kuvvetlerinden çok daha üstün hale gelmesi, diğer taraftan da İngiliz Generali Edmund Allenby’nin şaşırtma taktikleri sonucunda, 
Osmanlı’nın ağır bozgunuyla sonuçlanır ve Kudüs de dahil olmak üzere, Filistin’in büyük bölümü, İngilizler’in eline geçer. Cemal Paşa, hatıralarında, 
bu bozgunun nedeninin, Suriye’deki Osmanlı ordularının (Yıldırım Orduları Grubu) komutasını üstlenen Alman eski Genelkurmay Başkanı Von Falkenhein olduğunu söylemektedir. Gerçekten de, Verdun Muharebeleri’nde Alman Ordusu’nun bozguna uğraması üzerine, bu başarısızlığın sorumlusu olan Von Falkenhein, sürgün görevi olarak Osmanlı’ya gönderilmiş ve burada, emrindeki Türk askerlerini su gibi harcamaktan çekinmemişti. Meselenin bir diğer boyutu da, Kudüs’ün İngilizlerin (yani, yeniden Hristiyan bir devletin) eline geçmesini sadece İtilaf Devletleri’ne mensup milletlerin değil, Osmanlı’nın müttefiki olan Almanya ve Avusturya’da da  geniş kesimlerin kutlamış olmasıydı. 

Suriye’nin Elden Çıkması 

1918 ortalarında İngilizler, Suriye’ye yönelik genel taarruz için hazırlıklarını yoğunlaştırır. O dönemde Osmanlı Ordusu’nda Tümen Komutanı olan Hans Guhr da, Eylül ayı başlarında, İngiliz Ordusu’nun hiçbir ateşe karşılık vermediğini, bu durumun, taarruz öcesi son hazırlıkları gizleme amacını taşıdığını yazmaktadır 
(Hans Guhr, Anadolu’da ve Filistin’de Türkler’le Omuz Omuza, İş Bankası Kültür Yayınları, 2016). Yıldırım Orduları Grubu (4., 7. ve 8. Ordulardan oluşmaktadır)  bünyesindeki 7. Ordu’nun kumandanı olan Mustafa Kemal Paşa, Kudüs’ün düşmesinden sonra Falkenhein’ın yerine Yıldırım Orduları Grubu Komutanı olan Liman Von Sanders’i, İngilizler’in 19 Eylül’de taarruza girişeceklerien ilişkin istihbarat aldığı konusunda uyarır fakat Von Sanders, gerekli önlemleri almaz. Mustafa Kemal Paşa, 19 Eylül gecesi, telefonda diğer komutanlarla görüşüp kaygılarını ilettiği sırada, İngiliz topları ateşe başlar. 8. Ordu tamamen, Mersinli Cemal Paşa (Küçük Cemal Paşa) komutasındaki 4. Ordu ise büyük ölçüde imha olmuştur. İngilizler’in getirdikleri yeni savaş uçakları, tepsi gibi dümdüz çöllerde, Türk askerlerini tarar. Hicaz Demiryolu Hattı’nın köprüleri, İngiliz güdümündeki isyancı Araplarca havaya uçurulup kullanılmaz hale getirildiğinden, demiryolunu kullanarak düznli geri çekilme imkanı da hemen hemen kalmamıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük şehirlerinden olan Şam, panik halinde terkedilir ki bu, en çarpıcı şekilde o dönemde Suriye’de görev yapmış olan Selahattin Günay, “Bizi Kimlere Bırakıp Gidiyorsun, Türk” adlı hatıralarında nakletmektedir. 

Günay, Suriye’deki çatışmalar sırasında, 4. Ordu Komutanı Mersinli Cemal Paşa’nın emrine girmiştir. Şam’a geldiklerinde, Suriyeli olan eşini bir eve 
yerleştirebilmek için paşadan birkaç saat müsaade ister. Mersinli Cemal ona, “Tamam, işlerini bitirip akşam 5’te karargahta ol” der. Günay, işlerini daha 
erken tamamlayıp saat 3’te karargah binasına geldiğinde bir de bakar ki, karargahın yerinde yeller esmektedir. Tesadüfen karşılaştığı bazı askerlerden, 
paşanın “cephede aniden değişen durum karşısında” otomobiline binip Halep’e doğru hareket ettiğini öğrenir. Yani, ordu komutanı, Osmanlı’nın en büyük 
şehirlerinden birini, yanındakilerden kimseye bildirimde bile bulunmadan terkedip gitmiştir. Hükümet Konağı’nın orada, tesadüfen emir erini bulur. Emir 
eri, ona olan biteni şöyle anlatır: “Bir kalabalık geldi. Bir kısmı, hükümet konağının önünde durdu. Bir kısmı, içeri girdi. Balkona çıktılar. Sonra birisi 
bir şeyler söyledi. Sonra bizim bayrağı aşağı indirdiler. Acayip bir bayrak çektiler. Bir sarıklı dua etti. Diğerleri de, amin dediler. Sonra, birkaç 
askerimizi hükümet önünde vurdular. Bu sırada ben, bir sağa, bir sola hayvanı gezdiriyordum. Kimse bana bir şey sormadı. Sonra siz gelip beni buldunuz”. 
(Selahattin Günay, Bizi Kimlere Bırakıp Gidiyorsun Türk? Suriye ve Filistin Anıları, İşbankası Kültür Yayınları,2011). 

Bu şartlar altında Mustafa Kemal Paşa, askerlerini sayıca çok üstün İngilizler’in eline esir düşmekten kurtarmak için,  süratle Halep’e doğru 
çekilir. 23 Ekim’de, Halep önlerinde muharebeler başlar. Fakat, Mustafa Kemal Paşa’nın çok daha sonradan hatıralarında belirttiği üzere, Halep’te evlerin 
damlarından ateş açılması ve bombaların atıldığını görmesi üzerine, böyle bir şehrin düşmana karşı savunulamayacağını anlar (hatta, bir ara, isyancıların 
ortasında kalıverir ve tek başına olmasına rağmen, üstün zekası ve soğukkanlılığı sayesinde, hala Osmanlı karşısında psikolojik ezikliğini 
yenememiş olan isyancılara kırbacını şaklatarak talimatlar verir ve ellerinden kurtulur). Böylelikle, Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30 Ekim 1918’e doğru, 
Arap bölgeleri hemen hemen tamamen terkedilerek bugünkü milli sınırlara çekilinmiş olur. Prof. Dr. Ergun Aybars, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi adlı 
kitabında, sadece bu 40 gün kadar süren muharebe döneminde (19 Eylül – 30 Ekim) Yıldırım Orduları’nın insan, silah, uçak, lokomotif, vagon kayıplarının, 
Kurtuluş Savaşı’nda zorlukla elde edilen miktara eşdeğer olduğunu belirtmektedir. 

İmparatorluktan Ulus Devlete 

İlber Ortaylı, “Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu” adlı kitabında, Rusya’nın toprak vererek 1. Dünya Savaşı’ndan çekildiği 3 Mart 1918 tarihli 
Brest Litovsk Anlaşması hakkında şunları yazmaktadır: “O akşam Brest Litovsk’ta Rus İmparatorluğu’nun dağılışını kutlayan Alman, Avusturya ve Osmanlı devlet adamları, kısa bir süre sonra, kendi imparatorluklarının da aynı akıbete uğrayacağını göreceklerdi. Brest Litovsk’ta akşam, imparatorlukların üzerine çökmüştü”. Mustafa Kemal’in, daha 1907 yılında Selanik’te arkadaşlarına söylediği şekilde, Osmanlı İmparatorluğu’nu olduğu gibi korumaya çalışmak 
yerine, milli sınırlara çekilerek güçlenmek ve ulus devlete dönüşmek konusunda öne sürdüğü ve o zaman kimsenin kabule yanaşmadığı fikirlerin gerçekçiliği, 
tarih tarafından sınanıp doğrulanmış oluyordu.   


Uzman Hakkında;
Deniz Berktay
Rusya Slav Araştırmaları Merkezi
denizberktay@yahoo.com 
Doğu Avrupa ülkelerinin siyasi dinamikleri ve Ortodoks kiliseleri arasındaki ilişkiler 


Uzmanın Diğer Yazıları

  Suriye’yi Kaybettiğimiz Bozgunun Yüzüncü Yılı 
  Ortodoks Dünyasında İpler Kopuyor 
  Savaşın Onuncu Yılı veya “Tarihin Tekerrürü" 
  “Soykırımı İnkar Yasası”nın Yarattığı Çifte Kriz 
  Ukrayna Devrimi’nin 100. Yılı 
  Ekim Devrimi ve Günümüz Rusyası 
  Ukrayna’da “Saakaşvili Krizi” 
  Ukrayna’da “Soykırım” Tartışmaları 
  Hristiyan Dünyasında Tarihi Buluşma  
  Biden’ın Ziyareti veya Ukrayna’ya ABD Eliyle Gelen İstikrar  
  Belarus’ta Lukaşenko’nun Yeni Dönemi  

21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü. 
Sitemizde bulunan yazıların sorumlulukları yazarlarına aittir. Kurumumuz 
tarafından çıkarılan dergi, özel rapor ve kitapların içeriklerinde bulunan 
yazılarda aynı kapsam dahilinde yazarına aittir.
Ahlatlıbel Mah. 1830. Sokak No:39 İncek/Çankaya ANKARA        


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/orta-dogu-ve-afrika-arastirmalari-merkezi/2018/09/21/8905/suriyeyi-kaybettigimiz-bozgunun-yuzuncu-yili

***

AZINLIKLAR ve MÜŞAVİRLER BÖLÜM 2

AZINLIKLAR ve MÜŞAVİRLER BÖLÜM 2 


Ana Dilde Eğitim. ANA dilde eğitim… ANA DİL… 

Ana dil öğretimi değil. Çünkü, ANA dilin, adı üstünde «ana»dan öğrenildiğini ve özellikle doğu ve güneydoğuda çoğunluğun Kürtçe’den başka dil bilmediğini herkes bal gibi biliyor. (Bu nasıl baskıdır, bu nasıl asimilasyondur ki, bu ülkede milyonlarca kişi hala o baskıcı, zalim «devlet» dilini bilmez!) 

Almanya kendisini ulusal bir tehlike içinde hissedince ülkesindeki camilerde imamların Türkçe konuşmasını yasaklamayı tartışmaya başladı. Başbakan Şröder, kamuda türban istemediklerini, hem de televizyonda ve açıkça “burada yaşayan ve topluma uyum sağlamak isteyenler, yasal kurallara uymak ve dilimizi öğrenmek zorundalar” diyerek ifade etti. 

Yani, Türkiye için bir eksiklikten söz edilecekse bütün vatandaşlarına Türkçe öğretememiş olmasıdır, diyebiliriz biz de. 

Öte yandan okul, dili geliştirmez de. Biz Turgut Özal gibi İTÜ mezunu yüksek mühendis, Tansu Çiller gibi profesör ama Türkçe katili başbakanlar biliyoruz. İnsanlar, kendi ana dillerini bile ancak kendi çabalarıyla geliştirir. Hugo’ları, Şekspir’leri, Danteleri, Sokratları, Orhan Kemalleri, Nazım Hikmetleri mektepler yetiştirmemiştir. Yaşar Kemal’in lise öğreniminin bile olmadığı, hatta espriyle karışık, ortaokulda Türkçe’den ikmal kaldığı söylenir. Ama Türkçe’nin dev eserlerini yazmıştır. Her türlü öğrenim basamağını eksiksiz atladığı halde çok kötü İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Türkçe konuşan safkan İngiliz, Fransız, İtalyan ve Türk’ün sayısının iyi konuşanlardan çok daha fazla olduğuna bahse girseniz rahatça kazanırsınız. 

Mekteplerde, ancak yabancı dil öğrenilir, o da yine kişisel çabayla geliştirilir. Kürtçe Kürtlerin yabancı dili mi? 

Üstelik öğrenimi yetmiyor, eğitime geliyoruz. Bu çok daha geniş kapsamlı bir kavram. Bunun içine kültür de girer, tıp, mühendislik, hukuk da girer. Kültür… Sevgili Ahmet T. Kışlalı’nın ilk eşi, sevgili Nilgün Kışlalı, Ahmet Taner’le evlenene kadar bir Katolik Fransız iken, Türk okullarından adımını bile atmamış olduğu halde öldüğünde mükemmel bir Türk hatta Anadolu Müslüman’ıydı. Buna karşılık sektirmeden Türk okullarında yetiştiği halde Türk olmaktan, Türkiye’den utanan, hiç de azımsanamayacak sayıda insan da var. İsim saymayalım, bazı çevrelerin düşünce özgürlükleri incinebilir. 

Eğitim denince akla tüm bir maarif sistemi gelir. Peki, bununla Kürtçe tıp eğitimi, Kürtçe mühendislik, hukuk eğitimi mi kast edilmektedir? Nerede kullanılacak bu eğitim?!.. 
Anamdan Kürtçe öğrenmişim. Büyüdüm, Kürtçe roman okumak istiyorum. Ama yok. E birileri oturup Kürtçe Roman yazmamışsa ne yapalım? Çevirin Aziz Nesini, Yaşar Kemal’i Kürtçe’ye okuyun. Ama o zaman Kürt kültürü öğrenmiş olmayız ki?!.. 

El insaf demeyelim ama Tatyos Efendi’nin, Udi Hırant’ın Rumca, Ermenice kilise müziği bestelemesine kimse mani olmamıştı. Onlar yine de Türkçe “Türk” müziği yaptılar. 
Aksi taktirde kendilerini çoğunluğu anlatmaları, şarkılarının bugün bile saygıyla, sevilerek dinlenmesi mümkün olmazdı. İbrahim Tatlıses, tamamen Kürtçe çalıp söyleseydi bugünkü İbrahim Tatlıses olamaz,. Belki İMÇ’ye bile adımını atamazdı. 

Batı Trakya’daki Türk… Baskı vesaire orada da var. Ama kendisini Yunan çoğunluğa anlatmak, yaşadığı baskıyı anlatmak istiyorsa Yunanca yazmaktan başka çaresi yok. Nitekim bizde de Özgür Gündemler, Özgür Ülkeler vesaireler var. Oldu. 

Almanya’da bir Almanla evlenip Almanya’da yaşamayı seçmişseniz, hele Alman olan anne ise ailede, özellikle çocuklar için Almanca’nın ağır basması kaçınılmaz. Nitekim öyle oluyor. Hatta anne ve babanın özbeöz Türk olduğu ailelerde bile orada doğan çocuklar çok çeşitli nedenlerle Almanca’yı Türkçe’den çok daha iyi konuşuyor. Ne kadar Türkçe ders verilirse verilsin, ne kadar Türkçe sınıf, okul açılırsa açılsın. Çünkü insan ilişkisi, toplumsal yaşam, sınırlı ve resmi okul saatlerinden çok daha etkileyici. Alman devleti baskı yaptığı için mi? Ama aynı çift, yaşama mekanı olarak Türkiye’yi seçerse bu kez de Türkçe’nin öne çıkması kaçınılmaz. 

Peki bütün bu Kürtçe eğitimler, öğretimler, kültür kazandırmalar, ne zaman asıl anlamını bulur? Asıl nerede işe yarar?!.. 

6) Raporda azınlık okullarına Türk müdür yardımcısı atanmasından da rahatsızlık belirtiliyor. Okulun diğer öğretmenlerinin tamamı ilgili azınlık mensubu. Müdürü aynı azınlıktan. Türk olan, bir tek müdür yardımcısı. Ne olur? Türk müdür yardımcısı olmasaydı bu ekalliyet ne yapacaktı da bu gariban olunca yapamıyor, veya yapamayacak? Yarası olan gocunur. 

Yunanistan, ülkesindeki, Batı Trakya’daki Türk okullarına, genel olarak Türklere nasıl bakıyor? ABD 11 Eylül’den sonra, Fetullah Hoca ve benzerleri hariç, ülkesindeki ve ülkesine giren bütün Müslümanlara (Kemal Derviş hariç Türkiye’nin bakanı Masum Türker’e bile), bütün esmer tenlilere, bütün Ortadoğululara, bütün Doğululara nasıl bakıyor? Bizim 11 Eylülümüz yok mu? Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve bunların tam ortasındaki Mavri Miralar, Etniki Eteryalar, Ermeni çeteleri ne idi? 

7) “Bugün de TSK, Dışişleri, Emniyet, MİT başta olmak üzere, üniversiteler dışında gayrimüslim memura rastlanmaz.” 

Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele’den hemen sonra yürürlüğe giren Memurin Kanunu en az 40 yıldır yürürlükte değildir. Gayrimüslimlerin sayısı, başta Lozan olmak üzere çeşitli uluslararası anlaşmalarla ve karşılıklı mutabakatla (nitekim Yunanistan’dan da Rumca’dan başka dil bilmeyen binlerce Türk bu şekilde Türkiye’ye gelmiştir) özellikle azaltılmış olup ancak binlerle ifade edilebilecek düzeydedir ve genellikle kamudan, devletten resmi görev talep etmemektedir; çünkü ticaretle gayet müreffeh bir hayat düzeni kurmuşlardır. Memur maaşı, onlar için komiktir. Talep edip reddedilselerdi, müşavirlerin içini rahatlatacak durumlar belki oluşabilirdi; ama etmediler, etmiyorlar. 

Bunun dışında, Mıgırdıç Şellefyan, veya Cefi Kamhi “milliyetçi-muhafazakar” başbakanlara çok yakın azınlık milletvekilleridir. Topu topu iki kişi olmaları mazeret değil. 70 milyonluk, 60, 50, 30 milyonluk Türkiye’de, azami 550 kişilik parlamentoda beş on bin kişilik azınlığa da bundan daha fazla sandalye düşmezdi herhalde. Kaldı ki, sayı azlığı da çok önemli değildir. Çünkü mevcut seçim sisteminde Başpatron, İstanbul bilmem kaçıncı bölgede birinci sırada aday gösterse Patrik Bartelomeos’u bile milletvekili seçtirebilir. 

Ayrıca, « Solcu » müşavirler, bu azınlık milletvekillerinin neden genellikle hep « Sağcı » partileri tercih ettiklerini de tartışmalıdır. 

Osmanlı döneminde Vezirliğe kadar yükselmiş Ermeni yurttaşlarımızın bulunduğunu mutlaka müşavirler de bilir; ama biz, 1895’te neden Osmanlı Bankasını bombalayıp, Osmanlı Padişahına karşı suikaste kalkıştıklarını, neden kanlı çarpışmalar halinde olduğumuz Ruslarla işbirliği yaptıklarını bilmiyoruz. Hem de Padişah İkinci Abdülhamit’in, adeta bir müşavirin yüz yıl sonra “aman Batılılar eleştirmeden, uyarmadan biz yapalım” diyeceğini bilmişçesine kendisine suikast düzenleyen Ermeniler için genel af çıkarmasına rağmen… 

Azınlıklar pek çok haklarına, talep ederek, mücadele ederek, dış destekle değil, kollarını kıpırdatmadan, Osmanlı’nın engin vericiliği sayesinde kavuşmuştur. Türkler çiftçilikten ve hele askerlikten başka şeye adeta vakit bile bulamazken (ki bakın şimdi her türlü üçkağıtçılığıyla birlikte ne güzel beceriyorlar!.. Demek ki yapabiliyorlarmış) bu azınlıkların ticarette, sanatta, zanaatkarlıkta, bankacılıkta, mali işlerde çok gelişip zenginleşmelerinin bir nedeni de, muhterem Osmanlı padişahlarının kendilerini askerlikten muaf tutmuş olmalarıdır. Patrikhaneleri ne Rumlara, ne Ermenilere kendi talepleri kazandırmamıştır; patrikhaneler Padişahın bu azınlıklara kendiliğinden layık gördüğü birer lütuftur. Hatta başlangıçta İstanbul’da hiç Ermeni yokken, Doğu’dan getirtip kurdurmuşlardır Patrikhane’yi. Patriğin vezir rütbesine eş sayılır hale gelmesi de, istenmeden yapılmış bir bağıştır. 

Ve Ermeniler bütün bu kendiliğinden verilenlere, 1839’lara, 1856’lara rağmen banka bombalayıp, Padişaha suikast düzenleyip Ruslarla işbirliğine; Rumlar bütün bunlara rağmen Mavri Miralara, Etniki Eteryalara, Pontusçuluğa, Yunanla işbirliğine soyunmuştur. 

8) Doğrudur, Lozan’da Türkiye DİNSEL azınlıktan başka azınlık kabul etmemiştir. Yani sadece Müslüman olmayanları azınlık saymıştır. Buna, tıpkı o zaman karşımızda olan Müttefikler gibi, hayıflanmak niye? 

Bu soruya bir başka soruyla cevap aramak gerek: Bugün üyesi olmak için AB’ne yalvarıp yakarıyoruz; onlar da, belki haklı olarak “o zaman bizim şartlarımız da bunlar” diyorlar. Peki Lozan’da, yalvarmak ne demek, yenilmiş konumda oldukları halde Müttefikler niye, hem de Mîsâk-ı Milli’deki eksiz «azınlık» sözcüğünden hareketle Müslüman olan bazı grupların da azınlık kapsamına alınmasında o kadar ısrarlı olmuştur? Kimdir bu bazı Müslüman gruplar? 

Tabii en başta Kürtler… Sonra Çerkezler ve diğer Türk olmayan Müslüman gruplar… 

Oysa 1922-23’te Kürtlerle ilgili en küçük bir sorun yoktur. Şeyh Sait İsyanına daha çok vardır. Kaldı ki, Cumhuriyet 29 Ekim 1923’te ilan edilmiş, Şeyh Sait İsyanı Nisan 1925’te başlamıştır. Aradan geçen bir buçuk senede, ayakları üzerinde güçlükle doğrulmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın yapmadığı hangi baskıyı uygulamıştır da, kendilerinin ve başka bazılarının sık sık ifade ettiği üzere daha dün Çanakkale’de «ezen ulus»(!) Türklerle birlikte düşmana karşı can veren Kürtler bu defa isyan etmek gereğini duymuşlardır? 

Aynı bir buçuk, iki yıl öncesinde müttefiklerin Lozan’da azınlık kavramının ille de Müslüman olanları da kapsayacak şekilde geniş tutulması için verdikleri cansiperane mücadeleyle Şeyh Sait İsyanı arasında bağlantı kurulursa tıp değil siyaset bilimi doktorları öyle fetva buyurdu diye neden «paranoyak» olalım?.. 

Demeyelim hadi de sözü Uğur MUMCU ve Abdülmelik Fırat’a bırakalım. Şeyh Sait’in kardeşinin torunu ve oğlunun damadı olan, eski DP milletvekili Melik Fırat’ın Şeyh Sait İsyanı ile ilgili düşünceleri son derece ilginçtir: 

“- Şeyh Sait’in, müktesebatı ve ailesinin yapısı nedeniyle, İslami bir düşünce dışın-da, ümmet fikri dışında her hangi bir beşeri sisteme inanması, o yolda hareket etmesi mümkün değil. Nasyonalist bir düşüncesi olamaz. Şeyh Sait’in şahsi düşüncesi nasyonalist olamaz. Fakat, İslami ağırlıklı bir hareket içinde, otomatikman nasyonalist bir harekete, yani ulusal bir harekete katılabilir.” 

“- ... 

“- ... Şeyh Sait gibi yetişmiş bir insanın durup dururken «Ben Kürt Devleti kuracağım» demesi biraz yanlıştır. O dine inandığı için, din yıkıldığı zaman kıyam edebilir.” 

“Atatürk dini mi yıkmıştı? Neden? Şeyh bu yüzden mi kıyam etmişti? Neydi Şeyh’i ayaklanmaya yönlendiren ana neden? Torunundan bunları öğrenmek istiyorum. Yorumu şöyle: 

“- Şeyh Sait ile Atatürkçülük... Bunlar birbirine karşı iki olgudur. İki dünya görüşü ve iki siyasettir doğuda. Mustafa Kemal, «Osmanlı İmparatorluğu batıyor, devlet yıkılacak. Bunun yerine, batının kültür sistemini, hukuk sistemini alıp Türk ulusunu yüceltebilirim» diye düşünüyor. 
Buna karşı «Osmanlı İmparatorluğu yıkılsa bile yine kendi kültürünü, inançlarını yaşatıp, batı teknolojisini almak» fikri savunuluyor. 

Bu çarpışan iki fikirdir. Şeyh Sait cumhuriyete karşı değildir. Bu batılı-taklitçi dü-şünceye karşıdır. Şöyle düşünüyor: «Kürtler ve Türkler İslam unsuru olarak kaldıkça bir devlet çatısı altında birlikte yaşarlar. Fakat, İslam düşüncesi ortadan kalkarsa beraber bir devlet olmanın anlamı kalmaz.» Yani, İslam düşüncesi Kürtleri ve Türkleri bir arada tutan unsurdur. Bu kalktı. Bunu söyleyen Kürtler. Jön Türkler’de nasıl Batı standardında bir devlet kurma fikri varsa, Kürtler arasında da Kürt devleti kurmak isteyenler vardır. 

... 

... Şeyh Sait olayının diğer yanı da Kürt ulusunun kendi başına devlet kurma fikridir. Bu fikir de var işin içinde. O iş de Şeyh Sait ile başlamıyor; bu da her milletin kendini idare hakkından doğuyor. 

… 

“- Şeyh Sait, «Dini kaldırdılar. Biz Kürtler, kendi kendimize, dini esaslara göre idare edilelim” diyor.» (Uğur Mumcu, Kürt İslam Ayaklanması, um:ag Vakfı Yayınları: 23, Bütün Yapıtları Dizisi: 21, 21’inci Baskı, Ağustos 1996, Ankara, s. 148, 149, 150.) 

Görüldüğü üzere, Şeyh Sait’in torun-damadı bile bu ilk isyan için bir baskıdan, zulümden söz etmemektedir. Tek neden vardır Melik Fırat’ın sözlerinde: “İslam ortadan kalktığına göre, Türklerle bir arada yaşamamız için neden kalmamıştır...” 

9) “Türkiye, azınlık kavramının ve hukukunun dünyadaki gelişmelerini izlemek yerine, 1923 yılına takılıp kalmakta, üstelik 1923 Lozan’ı da yanlış/eksik 
yorumlamaktadır. 

Azınlık kavramının ve hukukunun dünyadaki gelişmeleri!!... 

Dünyadaki gelişme babında bizim gördüğümüz şu: Yerlileri bir müze malzemesi derekesine indiren Amerika, şimdi de 25 milyonluk koca bir ülkeyi yok ediyor. Sömürü olanaklarını yitiren, Amerika gibi zorla yeni sömürgeler edinmeye çalışma gücüne en azından şimdilik sahip olmayan Almanya, hıncını kendi emekçisinden çıkarıyor. İngiltere aynen öyle. 

Peki biz ne yapıyoruz bunlardan daha kötü? Zaten hiçbir zaman sömürü olanağına sahip olmadığımız, yabancıları sömürmeyi imparatorlukken bile beceremediğimiz için hıncını kendi emekçisinden çıkarmayı Almanya’dan daha önce keşfetmek; Patrikhaneye ekümeniklik, kardinal yetiştirme hakkı tanımamak, Rumlara «Türk» dememek, Kürtleri, Keldanileri, Süryanileri, Alevileri, Çerkezleri de azınlık saymamak dışında... Ne ayııııp, ne ayıp! (Tabi, Almanya’da evlerinde diri diri yakılan Türkler, resmen hükumet tarafından değil Dazlaklar tarafından yakıldığı için zaten konumuz dışında!!) 

1923 Yılına Takılıp kalmışız. 

Peki 2004 yılı neresi? Yukarıda tasvire çalıştığımız Amerika’nın, Almanya’nın, İngiltere’nin, Avrupa’nı, Batı’nın dünyası… Sovyetler varken ancak illegal çalışabilen sömürünün yeniden «resmileştiği», «devlet»leştirildiği, «sosyal»in «individual»a dönüştüğü, her koyunun kendi bacağından asıldığı bir vahşi cangıl dünyası… Türkleri zaten adam yerine koyan yok ya, Kürtlerin de işsizlik, açlık gibi bir sorunları yok. Kürtçe türkü dinlesinler, Kürtçe televizyon seyretsinler kafi. Karınları doyar. 

10) “Azınlığın farklı kimliğinin kabulü ile azınlık statüsü/hakları vermek aynı şey sayılmakta/sanılmaktadır. Oysa birincisi objektif bir durumdur, ikincisi ise devletin bileceği bir iştir.” 

Kast edilen şu herhalde: Azınlık statüsü veya hakları tanımak hukuki bir olaydır, süreçtir. Bu olmayabilir. Ama hiç değilse “bu ülkede Kürt, Çerkes, Ermeni, Boşnak, Arap, Rum vardır ve bunlar Türklerden farklıdır”ı kabul edin. 

Tamam. Hepimiz çıktık, sabah Anıtkabir’de toplandık ve koro halinde “Türküm, doğruyum, çalışkanım” yerine bunu söyledik. 

«Kabul etme»nin ağzı, yüzü yok mu? Kabul ettim; bunu sözle ikrar ettim. Sonra?!.. Yani, kabul etmekle statü tanımak, hak vermek aynı şey değilmiş madem, “farklı kimliğini kabul ettim” dedikten sonra, ana dilde eğitim, yayın, vesaire hakkı vermesem de olacak mı? O zaman benim Kürt, Çerkez, Arap kardeşim ne anladı bu kuru kuru «kabul etmek»ten? Azınlık statüsü vermeden, hakkı tanımadan, kabul etmek nasıl olacak, oluyor öyleyse? Yasa çıkarmamızı, yani yazılı ikrarı bile ciddiye almayan Avrupa Birliği niye ensemizde “tamam yasayı çıkardın, ama bir de uygulamayı görelim” diye boza pişirip duruyor? 

İş kabul etmekle bitseydi, bu memleketin Süleyman Paşası “Amerika bir Kürt devleti kurulmasını istiyorsa (herhalde «bölgede» demek istemişti) buna mani olamayız” diyeli çok olmuştu. Üstelik mevcut durum, adamın haklılığını kanıtlıyor. 

11) “Demokrasi anlamına gelen iç self-determinasyonla, parçalanma anlamına gelen dış self determinasyon aynı şey sanılmakta…” 

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı anlamına gelen self determinasyon hakkının böyle iç ve dış diye ikiye ayrıldığını, hem de birinin demokrasi ötekinin parçalanma anlamına geldiğini hiç duymamıştık. Ama aldık kabul ettik diyelim 

Osmanlı da Batı baskısıyla azınlıklara tanıdığı statülerin tamamını bir iç self determinasyon yani demokrasi olarak kabul edip tanımıştı. Ama sonuç dış self determinasyon oldu. Yugoslavya da öyle… Demek, iç self determinasyonla dış self determinasyonun arası bıçak sırtı. Hemen öbür tarafa, yani demokrasi tarafından parçalanma tarafına düşülebiliyor… 

Osmanlı, hiç parçalanmadan yıkılsaydı… Veya Yugoslavya… Anlaşılırdı. 

Ayrıca, solcu müşavirlerin de bildiği üzere self determinasyon hakkı sosyalizmin kuralı değil, ABD devlet Başkanı Wodraw Wilson’un Milletler Cemiyetinin temelini oluşturmak üzere 1914’te yayınladığı Bildirisinin bir maddesidir. Birinci Dünya Savaşı Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun, Alman İmparatorluğunun da yıkılmasına yol açmıştır; İngiltere’nin üzerindeki güneşi de söndürmüştür; ama bunlar yine de siyasi yıkılmalardır. Almanya’da İmparatorluk rejim olarak yıkılmış, yerine Cumhuriyet kurulmuştur o kadar. İngiltere ve Almanya’da azınlıklar oluşmamıştır bu yıkılmalarla. Avusturya ve Macaristan’da azınlıklar söz konusu olmuştur ve Osmanlı’dan ayrılan ülkelerde de milyonlarca Türk 
kalmıştır. Ama bunlar hiçbir zaman bizimkiler gibi bütün dünyayı meşgul eden bir sorun haline gelmemiştir. Wilson Prensiplerinin, azınlıklarla ilgili self determinasyon maddesinin Avusturya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan’da kalan azınlıklar için gündeme getirildiğini kimse söyleyemez. O madde özellikle Türkiye sınırları içinde kalan Ermeniler, sonra Kürtler ve diğer azınlıkları gözetir. 

Kısaca… Kim ne derse desin Sevr ortadadır, orada bir Ermenistan’a ek olarak (Kesim VI, ERMENİSTAN, Madde 88-93) bir Kürdistan (Kesim III, KÜRDİSTAN, Madde 62-64) vardır. Lozan ortadadır; bağımsız bir madde olarak antlaşma metnine sokulamamıştır ama, tutanaklar, Müttefiklerin «gayrimüslim azınlıklar» terimi yerine «azınlıklar» teriminde nasıl direndiklerini açıkça sergilemektedir. Müşavir bey de ortadadır; o da tıpkı o zamanki müttefikler gibi geniş kapsamlı, Kürtleri vb. de içerecek «azınlıklar» teriminden yana ve «gayrimüslim azınlıklar» teriminin antlaşma hükmü haline gelmesini doğru bulmamaktadır. Ve nihayet Şeyh Sait’in torunu Abdülmelik Fırat’ın Uğur Mumcu’ya yaptığı açıklama da, 
bunların hepsinin en açık ve dürüstü olarak (ki Fırat, Müttefikler gibi, AB gibi, müşavir bey gibi konunun tufeylisi değil sahibi aslisidir) ortadadır. Hiçbiri olmasa da Abdülmelik Fırat, Uğur Mumcu ve kitabı düş değildir. Paranoya hiç değildir; siyaset bilimi doktorları bununla yetinmeli, tıp doktorluğuna soyunmaya kalkmamalıdır. Çünkü bu kerameti kendinden menkul teşhis bomerang gibi onlara da dönebilir. 

Ayrıca «daha dün» Çanakkale’de İngiliz ve Fransızların, Milli Mücadele’de Yunanların öldürdükleri arasında, son andaki sığınma olayına kadar Çerkez Ethem ve onun kuvvetleri içinde vb. bu Kürtler de vardır, Çerkezler de vardır, diğerleri de vardır. Çok açık söylenmese de Kurtuluş Savaşı fiilen bir Müslüman-Hıristiyan savaşıdır. Ama ne hikmetse muhterem düşmanlarımızın, dün öldürdükleri Müslümanlara bugün kanı kaynayıvermiştir!!! Türkler hariç! 

2 Ocak 2003 tarihli Ermeni azınlık gazetesi Agos’ta yayınlanan «Şu Sevr Paranoyası Yok Mu» başlıklı yazıda ileri sürüldüğü gibi o günkü düşmanlarımız bugün artık dostlarımız, en azından müttefiklerimiz midir? Artık onlardan kuşkulanmaya, Sevr sayıklayıp durmaya gerek yok mudur; bu bir paranoya mıdır? 

Bir kere, güya artık «barış» anlaşmasının imzalanacağı Lozan’da bile, müttefiklerin, hele Yunanların tüm istediği, sanki yenilen onlar değilmiş gibi, Sevr’in tekrarıdır. Başka hiçbir şey olmasa, o inanılmaz “Ermeni Yurdu” baskısı bile tek başına bu tezin kanıtıdır. Kaldı ki ... Sevr Antlaşmasının 140-151’inci maddelerinde yer alan hükümlerin hemen hepsi Lozan’da da aynen yeniden istenmiş, bir kısmı hiç kabul edilmemiş, bir kısmı değiştirilmiş, bir kısmı da aynı kalmıştır, ama ne güçlükler pahasına!.. 

Hadi Lozan’la Sevr’in arası çok yakındı, düşmanlıklar henüz sönmemişti. 

Metin Toker on beş yıl kadar önce yazmıştı (tarihini ne yazık ki hatırlayamıyorum). 1980’den kısa bir süre önce Toker Senato kontenjan grubu başkanıdır ve bir heyetle birlikte Senato’nun konuğu olarak Amerika’ya giderler. Gündüz resmi görüşmelerden sonra ev sahibi Senato başkanı bir akşam yemeği verir. Toker, ev sahibinin yanında oturmaktadır. Sohbetin koyulaştığı bir anda ev sahibi adeta itiraf eder: 

“- Ermenilere bir söz vermiştik ama tutamadık. 

“- Ne sözü? 

“- Devlet sözü vermiştik. 

“- Niye tutamadınız? 

“- Siz ağır bastınız.” 

Bu da 25 yıl öncesi. Yetmedi mi? 

O zaman altı yıl öncesine gelelim. 19 Ocak 1998 tarihli Alman Süd Deutsch Zeitung gazetesinde yer alan Wolfgang Koydl imzalı yazıda aynen “Lenin’in Rusya’sı yıkıldı; Tito’nun Yugoslavya’sı yıkıldı; sıra Kemal’in Türkiye’sinde” denilmektedir. Koydl, Kopenhag Kriterlerinden, demokrasiden, insan haklarından filan söz etmiyor; Türkiye’nin AB üyeliği olmasa dahi, hatta belki olmaması için “sıra Kemal’in Türkiye’sinde”dir 

Koydl nihayet bir gazeteci; söylediklerinin «resmi» niteliği yok, Alman devletini bağlamaz denecekse, Amerikan Senatosu başkanının resmi kimliği vardı, bir. Ama daha önemlisi, Koydl’ı gazeteci diye niye küçümsüyorsunuz? Her şeyden önce adamın söylediklerinin ilk ikisi gerçekleşmiş!.. 

Yugoslavya, Rusya, Koydl istedi diye yıkılmadı. Bunlar kişisel temennilerdir; tesadüfen hayatla çakışmıştır. Türkiye de o istedi diye yıkılmaz denerek önemsiz sayılacaksa, sayılması istenecekse, o zaman yukarıda değindiğimiz üzere, “Yorum Beyanından er geç vazgeçilecektir, bir gün gelecek herkes istediği dilde yayın yapacaktır”ların da aynı kategoriye girdiği kabul edilmelidir. 

«Resmi» şahsiyetler elbette bir gazeteci gibi ulu orta konuşmayacak!.. 

Bakın Irak’a…. Yanılıyorsunuz… Orada Amerikan askeri postalıyla girdiği camiye sığınmış ağır yaralı Irak’lıyı “daha ölmemiş bu. Ölü numarası yapıyor” diyerek öldürmüyor. 
Yanılıyorsunuz… Bush oraya, 100 bin cesetten sonra hala “demokrasi götürüyor”. “Ekonomim kötü, toplumsal dengelerim kötü, dünya kötüye gidiyor. İmparatorluğum zor durumda, bir an önce tedbir almalıyım. Hepsi benim olmalı” diyecek hali yoktu ya!.. 

Ve bütün bunları, kuyruğuna yapışmazsak uyarlık dışı kalacağımızın tekke erbabı gibi zikredilip durulduğu «uygar» Avrupa sükunetle izlemektedir. (“Arapların, Müslümanların da gıkı çıkmıyor” denecekse; Araplar, Müslümanlar zaten uygar(!) değil. Bizim de, 17 Aralık’tan başlamak üzere medenileşmek için nasıl olsa daha on beş yılımız var!) Oysa muhterem ve medeni Avrupa için, Halepçe’de öldürülen Kürtlerin kıymeti harbiyesi yoktur. Amerika’nın öldürdüğü, Ermeni’siyle, Keldanisiyle, Asurisiyle, Sünni’si, Şii’siyle 100 bin Iraklının, 
Sivas’ta yakılan 37 kişinin, Mumcuların, Aksoyların, Kışlalıların da yoktur. Avrupa için varsa yoksa Türkiye Hıristiyanları, Öcalan ve onun Kürtleri, Amerika için varsa yoksa Talabani, Barzani… 

Ne insan hakları, ne demokrasi ama!.. 

Şurada, burnumuzun dibinde, taş çatlasa 500 kilometre ötemizde (Ankara-İstanbul mesafesi kadar), Saddam’a, Şah’a, hatta Hitler’e, Mussolini’ye rahmet okutan, olsa olsa Roma’nın Kartaca vahşetiyle karşılaştırılabilecek bir namussuz BATI vahşeti, hem de demokrasi adına, insan hakları adına cereyan edecek; biz de yine aynı demokrasi adına, aman bize demokrasi düşmanı demesin diye «Türkiyeli»leşivereceğiz!.. 

Rapordaki, “dikte edilmeden kendimiz yapıverelim” yaklaşımı, ilk bakışta hoş, bağımsızlıkçı, onurlu, kişilikli görünüyor. Osmanlı’nın son dönem tarihi, Abdülhamit’in yine yukarıda değinilen Ermeni suikastçilere affı gibi sayısız “dikte edilmeden kendimiz yapıverelim”lerle doludur. Üstelik Osmanlı, raporda kısaca değinildiği gibi, tam istenen yapıdadır. Üst kimlik Osmanlılıktır. Bunun altında ne isterseniz olabilirsiniz. «Millet Sistemi» denilen çok uluslu bir yapı söz konusudur. Ayrıca o günün ölçülerinde verilmedik hak, verilmedik taviz kalmadığı halde Hıristiyan azınlıklar, isyanı gerektirecek hiçbir baskı yokken yine isyan etmiş, yine düşmanla işbirliği yapmıştır. Ve Osmanlı bütün o haklara, tavizlere rağmen yıkılmıştır! 

Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra, Anadolu’da ancak tutunabilmiş Türkiye’de bu uluslardan bazı kalıntılar olması, Türkiye’nin inisiyatifiyle gerçekleşmiş bir durum değildir. 
Kalan azınlıkların hemen hepsinin artık bağımsız bir ülkesi olmuştur. Türkiye’den şikayeti olan, bu bağımsız ülkelere gidebilirdi. Gitmemişlerse ya memnundurlar, ya da tıpkı çoğunlukta ve egemen olduğu sanılan Türkler gibi, olumsuzluklara katlanmayı göze almışlar demektir. 

Osmanlıda, «Osmanlılık» şeklinde bir üst kimlik çok doğaldı. Çünkü Padişah bile çoğu zaman bir «kırma» idi. Ama Türkiye artık ekonomik, siyasi ve askeri açıdan özellikle sosyal açıdan bir imparatorluk değil. Bu saatten sonra, «Türkiyelilik» gibi hezeyanlarla Türkiye’den zorla imparatorluk çıkmaz; Türkiye artık bir imparatorluk gibi davranamaz. (Kaldı ki imparatorlukların ne hale geldiğini gördük. Yakında Amerika’yı da göreceğiz.) Türkiye, artık ya ulus-devlettir ya da sömürge. Bilimsel görüş budur, çünkü somut şartların somut tahlilidir. 

Yeniden imparatorluk olamayacağımız açık. Sömürge olmayı ise (“olmadık da ne oldu; keşke 1920’de Amerikan mandasını veya İngiliz himayesini kabul ediverseydik… Şimdiki gibi uğraşıp durmak zorunda kalmazdık” diyenler olsa da) istemeyen milyonlar var. İmparatorluk olmadan da sömürge olunmayabilir. Ama bu biraz zor iştir, zahmetli iştir, yürek ister, ve yolu da emperyalist paşaların eteklerinin öpülüp durulduğu bugünkü Diyarbakır’dan, hatta Ankara’dan, hele İstanbul’dan değil, herkesin kelle koltukta dolaştığı 1920 Ankara’sından geçer. 

Sorunu budur: kendi gücüyle, kendi dinamikleriyle bir şeyler yapmanın risk ve zahmetlerine katlanamamak… İlber Ortaylı’nın haklı deyimiyle, tam bir «aydın tembelliği»… Yani hayatlar veya özgürlükler tehlikeye girmeden, istenenleri verivererek, birtakım «pabuççu muştaları» marifetiyle «adam olmak». Siz bakmayın “dışarıdan dikte edilmeden kendimiz yapalım da onurumuzu kurtaralım” sözlerine. Daha dikte edilmemesi mi kalmış? Saatin durması, zamanın geçmediği anlamına gelmez. Saat arada sırada durmuştur, ama zaman da Türkiye’nin AB başvurusuyla başlamamıştır. “Azınlıklara dikkat!” komutu verileli iki yüz yıl olmuştur Avrupa tarafından. Şimdiki sadece bir emir tekrarıdır. 
İki yüz yıldır bir şey yapılmadığından değil. Düveli muazzamaya, azınlıklar konusunda istedikleri, Osmanlının parçalanması uğruna verilmiştir; 
sıra Türkiye’dedir, çünkü diş kovuklarında hala biraz (hatta biraz değil, 1071, 1453, 1923 gibi ciddi) artık vardır. 

Söylenmek istenen “canım bir kere Osmanlı Bankası bombalandı, bir kere padişaha suikaste kalkışıldı, bir kere savaş anında düşmanla işbirliği yapıldı, Mavri Mira, Etniki Eterya kuruldu diye seksen yıl sonra hala güvenmemek olmaz. Unutalım bunları” ise, bu mübarek «zaman», seksen yıl sonra Ermeni soykırımı iddialarını niye bir türlü tedavi edemiyor? 

İkincisi, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Uğur Mumcu, Cavit Orhan, Doğan Öz vs. vs. Kürt müydü, Alevi miydi? Ya da Kürt veya Alevi oldukları için mi çektiler çektiklerini, öldürüldüler? Türkler ölürse ölsün, aç kalırsa kalsın, yeter ki Kürt ve Alevi’nin tüyüne halel gelmesin mi? Verhugen veya Prodi bu isimlerden hangisini tanır? Ama hepsi de Diyarbakır’ı şehir haritasını gözü kapalı çizecek kadar iyi biliyor. Ve son raporlarında büyük bir rahatlıkla Lozan’da yapamadıklarını yapıp «Sünni olmayan Müslümanlar»ın, Alevilerin haklarından da söz edebiliyorlar. 

Çok daha yeni olan Tito Yugoslavya’sı tam da Türkiye için düşlenen bir örnekti. «Yugoslavyalılık»” gibi bir üst kimlik dahi yoktu. Herkes kendi dilinde konuşuyor, yazıyor, 
yayın yapıyor; parlamentoda bile kürsüye çıkan her milletvekilinin yanında bir de tercüman… Ama, ne zaman Tito hakkın rahmetine kavuştu, Yugoslavya’da kavuştu. Niye? Muhterem ve medeni Batı öyle istedi de ondan. Tıpkı Irak gibi, Bosna’da olanları 32 Kısım Tekmili Birden Direklerarası Naşit Tiyatrosu gibi seyretti de ondan. 

Bütün bunları, siyaset bilimi doktorlarının, uluslararası ilişkiler profesörlerinin bilmemesi imkansız. Ama onlar da bizden, farklı zaman ve mekanlarda da olsa bütün dünyanın gözleri önünde cereyan edenleri görmememizi, tıpkı «Şu Sevr Paranoyası Yok Mu» başlıklı yazıdaki gibi, her şeye rağmen Batıya güvenmemizi, onların artık müttefikimiz olduğuna, sırf onaylanmadığı için Sevr diye bir anlaşmanın dahi bulunmadığına inanmamızı, “paranoyak olmamamızı”; kısaca çıplak kral için “vallahi kaftanı çok güzel” diyerek aptallığı kabul etmemizi istemektedir. Onlar bize 1923’te de 2004’te de güvenmeyebilirler, ama biz onlara, 1923 artık çok gerilerde(!) kaldığı için güvenmek zorundayız. Onlar bakiredir, onların geçmişinde hiç şaibe yoktur. Irak hala yaşanmamakta, Vietnam daha 30 yıl önce, Cezayir daha 40 yıl önce yaşanmamış, 1,5 milyon insan öldürülmemiştir. Çin de daha 100 yıl önce “Afyon Savaşları” yaşanmamıştır. Fransa için Vietnam, Cezayir, Amerika için Vietnam, İngiltere için Çin, Hindistan ne ise, bizim için Kars, Van, Diyarbakır da odur. Fransa’daki 
Fas, Tunus, Cezayir kökenli milyonlarca insanın azınlık haklarından kimse söz etmeyebilir, Fransa, diğerleriyle birlikte Ortak Pazar’ı kurarken, bu insanların da masaya oturması düşünülmemiş olabilir; Türkiye müzakere masasına oturacağında ise Kürtler bir taraf olarak bulunmalıdır. 

Bu kadarı yeter. 

Burnumuzun dibinde 100 bin insan bir buçuk yıl içinde yok edilirken, kimsenin burnu kanamadığı halde patrikhane ekümenikliğinden, filanca dilde yayın yapılmasından dünyanın en büyük, en dramatik, en trajik olayıymış gibi söz edip durmak artık kabak tadı veriyor, çirkinleşiyor. 

Öleceksek de kalacaksa kendi kendimize, kendi gücümüzle veya güçsüzlüğümüzle olsun demekten ödümüz koparak, Amerika’dan korkarak, AB’ye yaltaklanarak, aman yaşayalım da nasıl olursa olsun sümüklüğü artık yetmeli! 

Bütün bunlar TESEV kitaplarında kalsaydı, belki mesele yoktu. Ama artık hükumet politikası. Hoş, TESEV kitapları da bu hükumet politikaları sayesinde varlık kazandı. Çünkü TESEV kitabının arkasında Açık Toplum Enstitüsü, onun arkasında da Batı ve Amerika yanlısı olmayan hükumetlerin (Gürcistan, Ukrayna), sözde halk ayaklanmalarıyla devrilmelerinin mimarı Soros ve onun VAKFI(!!!!) var. 

Yararlanılan Kaynaklar: 


1 - Afetinan, Türk İstiklali ve Lozan Muahedesi, Belleten Cilt: II, Temmuz 1938, Sayı: 7-8'den ayrı basım, Türk Tarih Kurumu, Ankara. 
2 - Çağrı Erhan (ed.), Yaşayan Lozan,Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2003 
3 - Eyüp Kaptan, Lozan Konferansı'nda Azınlıklar Sorunu, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 2002. 
4 - Reha Parla (derleyen), Belgelerle Türkiye Cumhuriyeti'nin Uluslararası Temelleri; Lozan, Montrö, Türkiye'nin Komşularıyla İmzaladığı Başlıca Belgeler, Lefkoşe, 1985. 
5 - Seha L. Meray, (çev.), Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, Takım 2, Cilt 2, AÜ SBF Yayınları, Ankara, 1970. 

https://docplayer.biz.tr/33687515-Azinliklar-ve-musavirler.html

***

AZINLIKLAR ve MÜŞAVİRLER BÖLÜM 1




AZINLIKLAR ve MÜŞAVİRLER BÖLÜM 1 






Ali TARTANOĞLU 


Geçenlerde Tan Oral’ın enfes bir karikatürü yayınlandı Cumhuriyet’in en arka sayfasında. Bir masanın başında bir adamcağız. Başını eline, o elinin dirseğini de masaya dayamış. Kaşları kalkık, gözleri hayret ve endişe ile açık, soruyor kendi kendine: 

“- Eşcinsel değilim, kadın değilim, azınlık değilim, gözaltında değilim, tutsak değilim; benim haklarımı kim savunacak?!!..” 

Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun «Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu» Raporu bize bu karikatürü hatırlattı. 

Aynı konu üzerinde yaklaşık yüz seksen sayfalık bir metnin, yayınlanması için önce TÜSİAD’a önerilip olumsuz cevap alındığı, sonra TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı) tarafından kabul edildiği; TESEV’den, TÜSİAD’dan istenenin dörtte biri kadarı telif alındığı (tabi «bin» dolarlar söz konusu) söyleniyor. Başbakanlık raporu haline getirilen metin bu kitabın çok kısa bir özeti 

Elbette yazan çizen de emeğinin karşılığını layıkıyla almalıdır. Ama TÜSİAD, TESEV diye dolaşıp durmak ilginç. Raporu kaleme alan müşavir beyin doktora tezi olan «Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği: Kara Afrika Modeli»nin (1977) ilk baskısı bir «Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını» idi. Fakültenin telifi az bulundu ise daha sonraki kitaplarını da yayınlayan Bilgi, Dost Yayınevlerine, Mülkiyeliler Birliği Vakfına başvurulabilirdi. Ama, bu raporun tam tersi görüşleri içeren bir metin yine TESEV’e kabul ettirilebilir miydi, ve (bize göre çok değil ama) profesyonel yayınevlerinden bile o kadar telif alınabilir miydi? 

Bir düşünce üreticisinin, düşüncelerinin etki alanını olabildiğince yaygınlaştırmak isteyip TÜSİAD’la, TESEV’le yetinmemesi doğal sayılabilir; oldum olası savunduğu görüşlere bu kez «BAŞBAKANLIK» anteti altında son derece önemli bir şemsiye veya projektör kazandırması onun için bir başarıdır. Çünkü bu görüşler orada burada yazılarak, TESEV’in kitabı haline getirilerek, zamanlamanın rolü de dikkate alınsa bile, bu kadar ilgi çekememişti. Şimdi «Türkiyeliler» müşavir beyi eskisinden çok daha fazla tanıyor. Artık daha 
yüksek telifler istenebilir. 

Bu nedenledir ki, işin asıl önemli boyutu raporun tepesindeki «BAŞBAKANLIK» antetidir, imzasıdır. Ama Başbakanlık şirketi patronunun tek kelime etmemesini nasıl yorumlamalı? 

Raporda dile getirilen görüşler, ulusallık, tam bağımsızlık, Türk’lük, Türkiyelilik, Kürt ve sair noktalarda AKP’ye ve onun patronuna aykırı görüşler değil. Bu görüşler AKP’nin de (Hürriyet ve İtilaf diye okuyunuz), Patronlarının da paylaştığı, en önemlisi, AB  « Paşa »larının da duymak istediği görüşlerdir. 

Bu kadar tepki yaratmasaydı, Başpatron «E»vropa’ya karşı, hem de hazır tayyare ( bu arada trilyonluk Mersedes) mübayaası için gitmişken, matbuat huzurunda alenen “işte bizim ekaliyet konusundaki mütalaamız” diyecekti. Lakin ortalık karıştı. O da alenen değil, kapalı kapılar arkasında söyledi söyleyeceğini. Yoksa nasıl açıklanır bu kadar suskunluk? “Hayır. Bu raporun bizimle hiçbir alakası yoktur” demiyorsunuz. “Evet. Raporu biz istedik. Bizim görüşlerimizi yansıtıyor. Kimdir o, TC hükumetinin raporunu, hem de matbuat huzurunda 
yırtmaya cüret eden haddini bilmez” de demiyorsunuz (tabi diyemiyorsunuz). 

O zaman, yırtılan hükumettir, iktidar partisidir, Başpatrondur. Bu manzara karşısında alınmaya gerek yoktu. Nihayet «E»vropa’ya karşı hükumetle karşılıklı «faydalaş»ılmıştır o kadar. 

İnsan, tıpkı Atatürk’ün Türk milleti tanımındaki gibi çalışkan, zeki olabilir. Ama bu özellikler, ona, başkalarını aptal yerine koyma hakkını vermez. 

Bu, Mülkiyeliler Birliğinin açıklamasında iddia edildiği üzere, bir düşünce özgürlüğü sorunu filan da değildir. TESEV kitabı haline gelinceye kadar belki öyleydi. Ama artık Başbakanlık antetli bir resmi metin söz konusudur. Artık herkesinki, bir hükümet metnine yönelik bir başka düşüncedir. Kimsenin düşünce özgürlüğü engellenmiş de değil. Kitap haline bile gelmiş. Ve başbakanlık raporu haline gelinceye kadar da kimse aldırmamış. Bir başbakanlık raporu söz konusu olmasa bile birinin düşünce özgürlüğü, başkalarının onu eleştirme özgürlüğü, yani başkalarının düşünce özgürlüğü kısıtlanarak ne sağlanır ne korunur. Mülkiyeliler Birliği’ninki gibi çocuksu desteklere ihtiyaç duymamak, düşünce özgürlüğüne bu kadar saygı duyuluyorsa, artık susup bir kenara çekilmek gerekir. 

Televizyondaki basın toplantısında yırtılan TESEV’ce yayınlanan kitap değil, artık «Başbakanlık Raporu»dur. Dolayısıyla düşünce özgürlüğüne saldırı değil, olsa olsa hükumetin manevi şahsiyetine hakaret söz konusudur; bundan da alınacaksa hükumetin, Başpatronun alınması gerekir. Onun (onların) böylesine duvar gibi sessiz kaldığı yerde, bağımsız, özgür bilim adamı kimliğiyle çıkıp “Ey başbakan, bizi maşa haline getirdin, kurda kuşa yem ediyorsun, başbakansan adam gibi sahip çık şu raporuna ve bana” demek varken kendini paralamak çok tuhaf, çok anlamsız. Çünkü apaçık, Başpatron ve hükumeti tarafından aldatılmış, ihanete uğramış, yalnız bırakılmıştır. Başpatron her zamanki etik dışı 
takiyyeciliğin, çok yüzlülüğün içindedir. Asıl bunun üzerinde durulması gerekmez mi? Ama Başpatron öyle susarken müşaviri ve müşavir-severler de böyle susuyor. Çok tuhaf!!.. Başpatron müşavirini ve artık kendi görüşleri haline gelmiş bir raporu değil, müşavir başpatronu mu savunmaktadır? 


*** 

Şimdi şu Lozan Antlaşmasına, Azınlıklar açısından kendi gözümüzle bir bakalım. 

Kaba hatlarıyla Müttefikler, azınlık kavramının bazı Müslüman grupları da kapsamasını ve Müslüman olmayanların daha önce Osmanlı devletinden elde ettikleri bazı ayrıcalıkların devam etmesi isterken, Türk heyeti, Misak-ı Milli’deki azınlık sözünün yalnız gayrimüslimleri içerdiği ve Avrupalı diğer devletlerin kabul ettiklerinden daha fazla haklara sahip olamayacakları noktasında direnmiş, İsmet Paşa, azınlıkların Türk yasaları çerçevesinde yeterince korunacaklarını, hareket özgürlükleri ve mülkiyet haklarının tanınacağını, ancak askerlikten muaf tutulmalarının mümkün olmadığını, ayrıca karşılık olarak sadece Yunanistan’daki değil tüm komşu devletlerdeki Müslümanların dikkate alınması gerektiğini, 
ancak Avrupa’daki kadar ve ancak Müslümanların da aynı haklardan yararlanması koşuluyla azınlık haklarının kabul edileceğini, Türkiye için, kuraldışı ve öteki devletlerden daha sıkı bir rejim kabul edilmeyeceğini bildirmiştir. Azınlık haklarının korunmasında Milletler 

Cemiyetinin denetimi de reddedilmiştir. Çünkü “bugüne kadar insanlık düşünceleri ileri sürülerek Türkiye’nin egemenliği birçok kez çiğnenmiştir. Üstelik o zaman da Türkiye’nin ülke bütünlüğü, en yetkili ağızlardan verilen sözlerle garanti edilmişti”. 

Müttefikler Rumlardan sonra en çok Ermenilerle ilgilenmiştir. Sevr’de olduğu gibi tüm müttefikler hiç sapmadan yeni bir Ermenistan kurulmasını savunmuşlardır. Özellikle Amerika konuyla çok yakından ilgilenmektedir. Gözlemci ABD Müttefiklere gönderdiği memorandumda, ABD kamuoyunda Ermeni Yurdu için baskı olduğunu, Ermeniler için bir yurt sözü verildiğini belirterek, bu konuda bir adım atılmadan görüşmelerin sona erdirilmemesini istemiştir. Müttefiklerin 1. Dünya Savaşını başlatırken amaçlarından birisinin de Anadolu’daki Hıristiyan azınlıkların, özellikle de Ermenilerin korunması ve mümkün olursa kurtarılması olduğunu açıkça ifade eden İngiltere Temsilcisi Lord Curzon, bir zamanlar 
3 Milyon Ermeni’nin bulunduğu Türkiye’de o sırada İstanbul’da 130 bin Ermeni’nin kaldığından, Sovyet Ermenistan’ının daha fazla göçü kabul edemeyeceğinden bahisle Türkiye’nin, Ermeniler için bir toplanma merkezi bulmasını istemektedir. 

Amerikan delegesi Grew’ün, anılarında “Türklerin başka hiçbir konuda bu kadar inatla direnmedikleri”ni kaydettiği Ermeniler konusunda Lozan’a giden Türk heyetine verilen talimatta ise, Ermenilere toprak verilmesinin kesinlikle söz konusu olmayacağı vurgulanmakta, olursa görüşmelerin kesilmesi emredilmektedir. 

İsmet Paşa, Osmanlı devletindeki azınlık sorununun bağlı olduğu dış etkenin, bazı devletlerin azınlıkların iç işlerine karışmaları, kışkırtma ve karışıklık çıkarmaları, iç etkenin ise, bu dış etkenden cesaret alan azınlıkların bağımsız devlet talebiyle ortaya çıkmaları olduğunu, azınlıkların ülke yasalarının sağladığı korumadan başka bir siyasal korumaya sahip olmaması gerektiğini, büyük devletlerin vereceği garantilerin, sadece bu devletlere siyasi müdahale olanağı verdiğini, artık yalnız Türk vilayetlerinden ibaret olan ülkede, bağımsız bir 
devlet kurabilecek azınlık bulunmadığını, “nasıl Marsilya’daki Rumların bağımsızlık hakkı yoksa, Türkiye Rumlarının ya da Ermenilerinin de olmadığını” belirtmiştir. Türk görüşüne göre, her azınlığa ayrı bir toprak, Türkiye’nin bölünmesidir. Türkiye’nin bağımsız Sovyet Ermenistan’ı ile ilişkileri, anlaşmaları zaten vardır. Bundan başka bir Ermenistan düşünmek bu anlaşma ve ilişkilere de aykırıdır. Lord Curzon’un verdiği 3 milyon rakamı yanlıştır. Tüm dünyada bu kadar Ermeni yoktur. Onları gitmeye zorlayan ise Ermeni komiteleridir. 

Alt komisyondaki Türk temsilci Rıza Nur da Müttefiklerin bu halklara karşı moral yükümlülük altına girdiğini, onları Türkiye’ye saldırmak için kullandığını, bu halkların uğradığı felaketlerin sorumlusunun müttefikler olduğunu belirterek, karşı görüşleri reddedip oturumdan çekilmiştir. 

Gayrımüslimlerden başkasının azınlık kabul edilmemesi, o günün Türkiye’sinde ittifakla benimsenmiş görüştür. Mustafa Kemaliyle, İsmet Paşasıyla, Rıza Nuruyla bu insanlar bu kadar “hiç”midir ki, bugün şartların değiştiğinden, 1923’e takılıp kalmamak gerektiğinden söz edilip durulmaktadır? Türkiye’nin bugünkü iktidar yapısı, terör dolayısıyla yaşananlar, AB dolayısıyla yaşananlar ve nihayet tartışılan raporun kendisi bile o insanların haklılıklarını bugün de koruduğunun kanıtıdır. Türkçe Sözlük’e göre (TDK, Altıncı Baskı, Ankara, 1974) 
“Tabu: bir kimseyi ya da bir şeyi kutsal sayan, ona dokunulmasını, onun kullanılmasını yasak eden dini inanış”tır, yani etimolojik kökeni «din» olan bir terimdir. Ama 2004 Türkiye’sinde 1500 yıl öncesinin din anlayışını başbakanlık koltuğuna oturtmak devlete, topluma hakim kılmak değil de, seksen yıl öncesinin bu anlayışı tabu sayılarak yıkılmasından söz edilmektedir. Madem tabular yıkılacak, önce 1500 yıl öncesini bugüne taşımak isteyen tabudan başlanması, yani biraz din tüccarlığının tartışılması gerekmez mi? Ayrıca sorun zaten, tek tek azınlıklar veya başka sorunlar değil, bir bütün olarak tam :bağımsızlık sorunudur. Bunu göremeyenlerle, bunu önemsemeyenlerle tartışmak da zor olmaktadır. 

Kaldı ki... Türkiye’nin, Müslüman olmayan azınlıklara tanıdığı hakların, sadece Yunanistan’da değil, ayrılan diğer Balkan ülkelerindeki Müslüman azınlıklara da 
uygulanması isteği Sırp-Hırvat-Sloven devleti ve Romanya tarafından, “ülkelerindeki Müslüman grupların başka anlaşmalar ve iç düzenlemelerle zaten korunduğu ve bundan fazlasının içişlere karışma olacağı” gerekçesiyle şiddetle reddedilmiş, Osmanlı’dan kalma haklar devam edemez denilmiştir. Sonuçta, İngiltere ve Fransa’nın, azınlık haklarının korunup korunmadığını gözetmek üzere İstanbul’da sürekli bir Milletler Cemiyeti temsilcisinin bulunması talebinden vazgeçmesine karşılık Türkiye de Yunanistan dışındaki ülkelere yönelik 
bu mütekabiliyet talebinden vazgeçmiştir. 

Oysa, kendi bağımsızlık ve egemenliklerine pek düşkün bu heyetler, azınlıklar alt komisyonunda, Hıristiyan azınlıklar dışında Kürtler, Çerkezler, Araplar gibi bütün diğer Müslüman azınlıkların da koruma altına alınmasını apaçık isteyebilmişler, aynı Sırp, Hırvat, Sloven ve Romenler, örneğin Türk tarafının Patrikhanenin Türkiye’den çıkarılması, en azından yetkilerinin tamamen din işleriyle sınırlanması talebine de, veya azınlıkların kişi ve evlenme hukuku ile ilgili işlemlerinin yakında çıkarılacak olan laiklikle ilgili düzenlemeler ve Medeni Kanun çerçevesinde düzenlenmesi talebine de, Türkiye’nin iç düzenini, egemenlik haklarını zerre kadar dikkate almadan (oysa kendilerininki çok önemliydi), ailenin Hıristiyanlıktaki kutsiyetinden, evlenmenin mutlaka Kilise tarafından yapılması gerektiğinden söz ederek karşılık vermiş, hatta Medeni Kanun ve laiklik sözünden bile açıkça olmasa da hoşlanmadıklarını belli etmişlerdir. 

Patrikhanenin Türkiye dışına çıkarılması yönündeki Türk talebinin sadece Yunanlardan değil, bütün müttefiklerden bu kadar tepki görmesi son derece ilginçtir. Patrik, patrikhane hep Hıristiyan kavramlardır. Ortodoks bir ülkede bulunması çok daha mantıklıdır. Patrik, patrikhane alınıp, rahatça ekümenik olunup, papaz okulu açılabilecekken, Ermenilere kendi ülkelerinde yurt vermeye nasıl hiç yanaşmamışlarsa, Patrikhane’yi kabule de Yunanistan dahil hiç biri yanaşmamıştır. Ortodoks Vatikan’ı ille de silme Müslüman dolu, bütününde ancak birkaç bin Ortodoks’un bulunduğu Türkiye’nin İstanbul’unda kalacaktır, olmalıdır. Bu husus o gün de bu gün de, bırakınız Ortodoks ülkeleri, Protestan Amerika tarafından, hatta bizim bir kısım fevkalade demokrat Sünni-Müslüman tarafından bile savunulmaktadır. 

Üç beş bin Hıristiyan’ın kaldığı bir ülkede, bunlara yetecek kadar da mütevazı kilisenin bulunması anlaşılır. Ama böyle bir ülkede hem de «ekümenik»inden patrikhane bulundurmakta, yüksek düzey Hıristiyan din adamı yetiştirecek yüksek düzeyli okul açmakta bu kadar ısrarı, sağlıklı, akılcı, düzgün mantıkla izah mümkün değildir. Ama siyasal art niyetlerle izah pek ala mümkündür. 

Cemaat Vakıfları… 

Bir. Azınlık hakları, gruba değil, grubun üyelerine verilir, yani bireysel haktır. Ama… 

İki. Azınlık haklarıyla ilgili anlayışın dünyada genel bir değişime uğradığı, azınlıklar için devletten engellememenin yanı sıra, artık azınlıkların çoğunlukla eşitliği yerine azınlık olarak farklı niteliklerinin korunması yönünde destek istendiği öne sürülmektedir. 

Gerçekten, Türkiye’de “resmen” azınlık olan Ermeni, Rum ve Musevi yurttaşların, azınlık olmayanlardan hukuken eşitsizlik denebilecek bir ayrılıkları, en azından bugün artık yoktur. Kaldı ki her vatandaş farklı bakımlardan birtakım olumsuz uygulamalara muhatap olabilmektedir. Parası olanlar dışında (hatta artık Uzanlar örneğinde olduğu gibi parası olanlar da dahil) hukuk dışı uygulamayla karşılaşmayan vatandaş yoktur. Bir kısmı azınlık olduğu için, bir kısmı iktidara, sisteme muhalefet ettiği için, ve saire. Bunun dışında, Lozan’a göre resmen azınlık olanların, bireysel olarak mülk edinmesine, istediği alanda ticaret yapıp para kazanmasına, seyahatine, vb. engel olunmamaktadır. Okulları vardır, gazeteleri vardır. Kiliseleri, Havraları vardır. İstedikleri partiye girip, milletvekili seçilebilme hakları, fiilen ve hukuken vardır. Vergi alınması veya alınmaması kimsenin, dinine, milletine göre belirlenmemekte, işini beceren herkes isterse vergiden kaçabilmekte, beceremeyen veya dürüst olan herkes de hiçbir ayrım olmadan kuzu kuzu vergisini ödemektedir. (Tabi bu arada yoksulluk sınırın altında, akşamları Pazar yerlerinden artık toplayan kaç azınlık var, bunu bilmiyoruz.) 

Dolayısıyla bireysel eşitlik, karışmama, «Türkiyelilik» savunucuları açısından yeterli bir silah olamamaktadır. Patrikhane, Cemaat Vakıfları, Ruhban Okulu vesaire de işte bu noktada gündeme gelmektedir. Kendi İslam Hilafetini kendi iradesiyle ortadan kaldıran Türkiye Cumhuriyetinden (yoksa asıl sorun bu mudur, hoşgörü moşgörü, Vatikan’a gidip Papa eli öpmelerin asıl maksadı bu mudur!?!..), üstelik bu hilafetin çok yakın bir tarihte neler karıştırdığı biline biline Hıristiyan değilse bile en azından Ortodoks hilafetini tanıması ve 
benimsemesi istenmektedir. 
Kendi « Yeşil Sermayesi » hakkında derin kuşkular içinde olan bir yapıdan, «haçlı sermayesi» diyebileceğimiz paralarla oynayan, oynayabilecek olan cemaat vakıflarından hiç kuşkulanmaması istenmektedir. 

Buna hemen verilecek yanıtın “canım, o da yanlış, öteki de yanlış” olacağını tahmin etmek güç değil. Niye?Almanya, çok yakın geçmişte Bader-Mainhof örgütü üyelerinin tutuklu bulundukları hapishanelerde tesadüfen ve adeta topluca intihar ettiği, bugün camilerde imamların Türkçe konuşmasını yasaklamayı tartışmaya başlayan, Metin Kaplan’ı iade eden Almanya da mı anti demokrat? 

Türkiye’de tek tek birey olarak hiçbir azınlığın özel serveti, özel mülkü, kapitalizme candan bağlı bir ülkede asla sorgulanmamıştır, sorgulanamaz. Buna karşılık geçmişteki naneleri de bilinen birtakım örgütlenmelere yüzde yüz hoşgörüyle bakılması, ancak kendi bitleri de benzer vakıfsal yapılanmalarla kanlanmış İslamCI anlayışlar açısından mümkündür. Milli Görüş’ün örgütü de «VAKIF»tır. Atatürk Mason örgütlenmesini de yasaklamıştı. Kıbrıs konusundaki tutumu dolayısıyla TÜSİAD da yoğun tepkilere muhatap olmuştur. 

Kısaca, eşit muameleden öte, Patrikhane’nin ekümenikliğinin tanınması, Heybeliada okulunun tamamen Patrikhane’ye bağlı olarak yeniden açılması istenmektedir. Bu talepler, evet eşitliğin ötesindedir; çünkü bu kurumların dosyaları kabarıktır, bolca vukuatı vardır geçmişte. Hukuku, bu vukuat hiç olmamış gibi düzenlenemez. Dinler bile tamamen sosyal, siyasal, ekonomik koşullar etkisinde ortaya çıkmışken, hukuk, öyle, mekandan ve zamandan münezzeh, askıda duran bir kurum değildir, olamaz. Hukuk oluşturulurken sadece bugün değil, elbette geçmiş ve hatta gelecek de düşünülür. 

Kaldı ki, 72 milyon Müslüman’ın ortasında geleceğin piskoposlarını (Makarios’un da Heybeliada’dan mezun olduğu söylenir), patriklerini, kardinallerini yetiştirmekteki ısrarı açıklayan da yoktur. Oysa Atina’da veya Selanik’te bir İlahiyat Fakültesi, olmadı bir Anadolu İmam Hatip Lisesi (eğitimin Rumca yapıldığı mesela…), olmadı bir İmam Hatip Lisesi, olmadı bir Kız İmam Hatip Lisesi açmayı talep etmek ne demekse, hangi cevabı alacaksa, ille İstanbul’da Ekümenik Ortodoks Patrikhanesi’nin de aynı anlama gelmesi, aynı tepkiyi alması neden bu kadar yadırganır ve demokrasiye aykırı bulunur? Bombalayan yok. Öldüren yok. Sadece “arkadaş sen bana kalleşlik ettin, sana güvenmiyorum, içimde istemiyorum; asıl ait olduğun yere git” deniyor. Bunun neresi demokrasiye aykırı; neresi çağdışı? Demokrasi mantıksızlık mı demek? Yunanistan, içinde kalmasını Lozan’da kabul ettiği Türklere güveniyor mu, bütün o kendisinin yol açtığı, kendi deyimiyle «Küçük Asya Faciası»nden sonra güvenmemesi normal değil mi? Yunanistan bu Türkleri bıktırıp kaçırtmak için az mı çaba harcadı? 
Ama «Türkiyeli»cilere «resmi» azınlıkların negatif ve pozitif hakları da yetmemekte, bu defa, «resmi» olmayan «azınlıklara» el atmaktadırlar. Tabi en başta Kürtler… Sonra gelsin Çerkezler, Araplar, Süryaniler, Keldaniler, Gürcüler, Lazlar, Boşnaklar, Arnavutlar, Çeçenler, Abazalar, Adigeler, Ibıhlar… Haaa, unuttuk, başta Aleviler olmak üzere Hanbeliler, 
Şafiler, Caferiler, varsa Dürziler… Verhugen ve Prodi, raporlarında bunları nasıl unutmuş? Biz hatırlatmış olalım! 

Azınlıkları anladık. Onlara göre Türkiye neredeyse tamamen azınlıklardan müteşekkil. Ama sayılarının 20’şer milyon olduğu iddia edilen Kürtler ve Aleviler’e, Çerkezlerden başlamak üzere diğerleri de eklendiğinde ortada çoğunluk kalmıyor. Daha doğrusu, asıl, Türkler azınlık haline geliyor. Hakları uluslararası koruma altında olmayan, altına alınması 
kimsenin aklına gelmeyen, gelse bile bu düşüncenin derhal kovalandığı tek grup, adeta bu zavallı «Sünni Türk azınlık». 


Şimdi Gelelim Raporun muhteviyatına. 

1) “Türkiye’de hiç kimse, örneğin bir Rum veya Musevi vatandaştan söz ettiği zaman «Türk» dememektedir.” 

Gagavuzlar Hıristiyan Türklerdir; tarihte Kafkas bölgesinde Musevi Türklerin (Hazarlar) yaşadığından da söz edilir. «Rum» etnik terimdir, «Musevi» dinsel terimdir. Bir Rum da Musevi olabilir. Veya bir Musevi Türk de, Fransız da, Rus da olabilir. 

Bir Musevi’ye Türk denebilir, denir. Nitekim, Musevi yurttaşımız Rafael Sadi, internet sitelerine gönderdiği yazısında “Ben Türk’üm, Türkiyeli değil!..” diyerek, «Türkiyelilik» saçmalığından duyduğu rahatsızlığı açıkça ifade etmiştir. 

Ama bir Rum’a nasıl Türk denir?!.. Bu, aynı zamanda iki milliyete veya etnisiteye sahip olmak demektir. Bu ise ancak anne ve babanın farklı milliyetlere mensup olması halinde mümkündür, bir; ikincisi zaten yıllardır Türkiye sözde bu nedenle eleştirilmiyor mu? Başpatron ve müşavir(ler)i de “azınlıkların varlığını kabul etmek”ten söz edip, “Türkiye azınlıkların varlığını kabul etmiyor” diyip dururken aynı eleştiri çizgisinde oturmuyorlar mı? 

2) “Milletler Cemiyeti döneminden bu yana azınlık kavramının ölçütü üçlüdür: etnik, dilsel ve DİNSEL azınlıklar. Bununla birlikte, Türkiye 1923 Lozan’da bunların üçünü de kabul etmemiş ve yalnızca GAYRİMÜSLİM yurttaşların azınlık olduğunu ve dolayısıyla uluslararası azınlık korumasından yararlanabileceğini kabul ettirmiştir.” (Ortadaki “…TİR” ile memnuniyet mi ifade ediliyor, yoksa bir hayıflanma mı var, anlaşılmıyor.) 

Gayrimüslim, «Müslüman olmayan» demek. Müslümanlık bir din. Müslüman olmayan da herhalde, Hıristiyan, Musevi, Budist, putatapar vb. demek. Bunlar da DİN. Öyleyse «gayrimüslim», apaçık, DİNsel bir kavram. O zaman Türkiye, etnik, dilsel değil, ama DİN’sel azınlığı kabul etmiş işte. GAYRİMÜSLİM, bir etnisite terimi veya bir dil terimi değil ki!.. 

3) “Türkiye’nin yakın bir gelecekte, zaten bir yararını görmediği «Yorum Beyanı»ndan vazgeçmek zorunda kalacağı kesindir. … Bir gün, kaçınılmaz olarak, herkes her dilde yayın yapabilecektir…” 

Bu sözler, Necmeddin Erbakan’ın (“Öyleyse yaşasaydı Muhammed Peygamber de Komünist olurdu” dedirtecek) “Atatürk yaşasaydı bizim partiye girerdi” hezeyanını hatırlatıyor. Bu rapor(!) bilimselse, bu tür «temenni»lerin yeri değil; bu «temennilerin» bulunduğu bir metin de «bilimsel rapor» olamaz 

4) “Devletin dili olmaz; resmî dili olur.” 

TÜRKÇE’de, «devlet» ile «resmi» özdeştir. Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlüğünde (1974, 6. basım) «resmî»nin karşısında “1- devletin olan, 2- devlet yöntemince olan”; «resmî dil»in karşısında da “bir ülkede yasa ile kabul edilen dil” yazılıdır. Türkçe gibi bir dilde (kaldı ki başka dillerde de) devlet ile resmî arasında hem de böylesine önemli farklar aramak, en iyimser yaklaşımla öküz altında buzağı aramaktır. Devlet, özel olamaz; özel de resmî olamaz. Devlet, resmîdir. «Resmi plaka», «resmi üniforma» nedir? «Devletin dili» değil de 
«resmi dil» denince değişecek olan nedir? İnsanların özel hayatlarında başka dil de kullanabilecekleri, resmi dili ise devletle ilişkilerinde kullanacaklarının anlaşıldığı raporda da belirtiliyor. Peki, «devletin dili» denince insanların özel hayatlarında dahi bundan başka dil konuşamayacakları, «resmi dil» denince konuşabilecekleri mi anlaşılıyormuş? Kısaca zaten «resmi» olandır devlete ait olan. Müşavirler de bunları pek ala bilir, ama rapordaki rahatsız edici dil özensizliklerine bakmayıp, burada kendilerince bir dil atraksiyonu yaparak maksada vasıl olmaya çalışmaktadırlar. 

5) “«Herkesin, dilediği dili ticarette, açık ve kapalı toplantılarda, her türlü basın ve yayın araçlarında kullanma hakkı» şeklindeki Lozan hükmü uygulansaydı Türkiye bazı sıkıntılardan kurtulurdu.” 

Bir kere, Rapor’da sözü edilen düzenlemeler yapılmadan hayli önce de, Ankara’da Kızılay’daki bütün kitapçılarda Kürtçe kitaplar, sözlükler, Oran semtinde milletvekili lojmanlarının dibindeki Ceyko sitesinin her dakika koruma polislerinin de girip çıktığı marketinde Welat adlı gazete, alan varsa satılıyordu. Kürtçe kurslar da açıldı, giden olmadı. Kürtçe özel televizyona MED TV dışında kimse girişmedi. 

İlle de TRT… Hoş o da beğenilmedi (Beğenilmesi için “Biji Kürdisten, Biji Apo” sloganları mı atılmalıydı?!). Ama bu ısrar niyeydi? Sadece bir hesaplaşma, bir burun sürtme mi? Yoksa Patrikhanenin İstanbul’da kalmasındaki ısrarda “bir gün gelir ekümenikliği için bastırırız” amacının yatması gibi mi? Ermeni sorununda da toprak verilmesinden soykırım iddiasının kabulüne, Kurtuluş Savaşını kazanmış, Mustafa Kemal Atatürk iradesine sahip Türkiye’nin gücü karşısında geri çekilindiğini, müşavirler dahil hepimiz biliyoruz. Çünkü hepsi Sevr’de ve Lozan tutanaklarında yazılı. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***