28 Eylül 2018 Cuma

AZINLIKLAR ve MÜŞAVİRLER BÖLÜM 1




AZINLIKLAR ve MÜŞAVİRLER BÖLÜM 1 






Ali TARTANOĞLU 


Geçenlerde Tan Oral’ın enfes bir karikatürü yayınlandı Cumhuriyet’in en arka sayfasında. Bir masanın başında bir adamcağız. Başını eline, o elinin dirseğini de masaya dayamış. Kaşları kalkık, gözleri hayret ve endişe ile açık, soruyor kendi kendine: 

“- Eşcinsel değilim, kadın değilim, azınlık değilim, gözaltında değilim, tutsak değilim; benim haklarımı kim savunacak?!!..” 

Başbakanlık İnsan Hakları Danışma Kurulu’nun «Azınlık Hakları ve Kültürel Haklar Çalışma Grubu» Raporu bize bu karikatürü hatırlattı. 

Aynı konu üzerinde yaklaşık yüz seksen sayfalık bir metnin, yayınlanması için önce TÜSİAD’a önerilip olumsuz cevap alındığı, sonra TESEV (Türkiye Ekonomik ve Sosyal Etüdler Vakfı) tarafından kabul edildiği; TESEV’den, TÜSİAD’dan istenenin dörtte biri kadarı telif alındığı (tabi «bin» dolarlar söz konusu) söyleniyor. Başbakanlık raporu haline getirilen metin bu kitabın çok kısa bir özeti 

Elbette yazan çizen de emeğinin karşılığını layıkıyla almalıdır. Ama TÜSİAD, TESEV diye dolaşıp durmak ilginç. Raporu kaleme alan müşavir beyin doktora tezi olan «Azgelişmiş Ülke Milliyetçiliği: Kara Afrika Modeli»nin (1977) ilk baskısı bir «Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını» idi. Fakültenin telifi az bulundu ise daha sonraki kitaplarını da yayınlayan Bilgi, Dost Yayınevlerine, Mülkiyeliler Birliği Vakfına başvurulabilirdi. Ama, bu raporun tam tersi görüşleri içeren bir metin yine TESEV’e kabul ettirilebilir miydi, ve (bize göre çok değil ama) profesyonel yayınevlerinden bile o kadar telif alınabilir miydi? 

Bir düşünce üreticisinin, düşüncelerinin etki alanını olabildiğince yaygınlaştırmak isteyip TÜSİAD’la, TESEV’le yetinmemesi doğal sayılabilir; oldum olası savunduğu görüşlere bu kez «BAŞBAKANLIK» anteti altında son derece önemli bir şemsiye veya projektör kazandırması onun için bir başarıdır. Çünkü bu görüşler orada burada yazılarak, TESEV’in kitabı haline getirilerek, zamanlamanın rolü de dikkate alınsa bile, bu kadar ilgi çekememişti. Şimdi «Türkiyeliler» müşavir beyi eskisinden çok daha fazla tanıyor. Artık daha 
yüksek telifler istenebilir. 

Bu nedenledir ki, işin asıl önemli boyutu raporun tepesindeki «BAŞBAKANLIK» antetidir, imzasıdır. Ama Başbakanlık şirketi patronunun tek kelime etmemesini nasıl yorumlamalı? 

Raporda dile getirilen görüşler, ulusallık, tam bağımsızlık, Türk’lük, Türkiyelilik, Kürt ve sair noktalarda AKP’ye ve onun patronuna aykırı görüşler değil. Bu görüşler AKP’nin de (Hürriyet ve İtilaf diye okuyunuz), Patronlarının da paylaştığı, en önemlisi, AB  « Paşa »larının da duymak istediği görüşlerdir. 

Bu kadar tepki yaratmasaydı, Başpatron «E»vropa’ya karşı, hem de hazır tayyare ( bu arada trilyonluk Mersedes) mübayaası için gitmişken, matbuat huzurunda alenen “işte bizim ekaliyet konusundaki mütalaamız” diyecekti. Lakin ortalık karıştı. O da alenen değil, kapalı kapılar arkasında söyledi söyleyeceğini. Yoksa nasıl açıklanır bu kadar suskunluk? “Hayır. Bu raporun bizimle hiçbir alakası yoktur” demiyorsunuz. “Evet. Raporu biz istedik. Bizim görüşlerimizi yansıtıyor. Kimdir o, TC hükumetinin raporunu, hem de matbuat huzurunda 
yırtmaya cüret eden haddini bilmez” de demiyorsunuz (tabi diyemiyorsunuz). 

O zaman, yırtılan hükumettir, iktidar partisidir, Başpatrondur. Bu manzara karşısında alınmaya gerek yoktu. Nihayet «E»vropa’ya karşı hükumetle karşılıklı «faydalaş»ılmıştır o kadar. 

İnsan, tıpkı Atatürk’ün Türk milleti tanımındaki gibi çalışkan, zeki olabilir. Ama bu özellikler, ona, başkalarını aptal yerine koyma hakkını vermez. 

Bu, Mülkiyeliler Birliğinin açıklamasında iddia edildiği üzere, bir düşünce özgürlüğü sorunu filan da değildir. TESEV kitabı haline gelinceye kadar belki öyleydi. Ama artık Başbakanlık antetli bir resmi metin söz konusudur. Artık herkesinki, bir hükümet metnine yönelik bir başka düşüncedir. Kimsenin düşünce özgürlüğü engellenmiş de değil. Kitap haline bile gelmiş. Ve başbakanlık raporu haline gelinceye kadar da kimse aldırmamış. Bir başbakanlık raporu söz konusu olmasa bile birinin düşünce özgürlüğü, başkalarının onu eleştirme özgürlüğü, yani başkalarının düşünce özgürlüğü kısıtlanarak ne sağlanır ne korunur. Mülkiyeliler Birliği’ninki gibi çocuksu desteklere ihtiyaç duymamak, düşünce özgürlüğüne bu kadar saygı duyuluyorsa, artık susup bir kenara çekilmek gerekir. 

Televizyondaki basın toplantısında yırtılan TESEV’ce yayınlanan kitap değil, artık «Başbakanlık Raporu»dur. Dolayısıyla düşünce özgürlüğüne saldırı değil, olsa olsa hükumetin manevi şahsiyetine hakaret söz konusudur; bundan da alınacaksa hükumetin, Başpatronun alınması gerekir. Onun (onların) böylesine duvar gibi sessiz kaldığı yerde, bağımsız, özgür bilim adamı kimliğiyle çıkıp “Ey başbakan, bizi maşa haline getirdin, kurda kuşa yem ediyorsun, başbakansan adam gibi sahip çık şu raporuna ve bana” demek varken kendini paralamak çok tuhaf, çok anlamsız. Çünkü apaçık, Başpatron ve hükumeti tarafından aldatılmış, ihanete uğramış, yalnız bırakılmıştır. Başpatron her zamanki etik dışı 
takiyyeciliğin, çok yüzlülüğün içindedir. Asıl bunun üzerinde durulması gerekmez mi? Ama Başpatron öyle susarken müşaviri ve müşavir-severler de böyle susuyor. Çok tuhaf!!.. Başpatron müşavirini ve artık kendi görüşleri haline gelmiş bir raporu değil, müşavir başpatronu mu savunmaktadır? 


*** 

Şimdi şu Lozan Antlaşmasına, Azınlıklar açısından kendi gözümüzle bir bakalım. 

Kaba hatlarıyla Müttefikler, azınlık kavramının bazı Müslüman grupları da kapsamasını ve Müslüman olmayanların daha önce Osmanlı devletinden elde ettikleri bazı ayrıcalıkların devam etmesi isterken, Türk heyeti, Misak-ı Milli’deki azınlık sözünün yalnız gayrimüslimleri içerdiği ve Avrupalı diğer devletlerin kabul ettiklerinden daha fazla haklara sahip olamayacakları noktasında direnmiş, İsmet Paşa, azınlıkların Türk yasaları çerçevesinde yeterince korunacaklarını, hareket özgürlükleri ve mülkiyet haklarının tanınacağını, ancak askerlikten muaf tutulmalarının mümkün olmadığını, ayrıca karşılık olarak sadece Yunanistan’daki değil tüm komşu devletlerdeki Müslümanların dikkate alınması gerektiğini, 
ancak Avrupa’daki kadar ve ancak Müslümanların da aynı haklardan yararlanması koşuluyla azınlık haklarının kabul edileceğini, Türkiye için, kuraldışı ve öteki devletlerden daha sıkı bir rejim kabul edilmeyeceğini bildirmiştir. Azınlık haklarının korunmasında Milletler 

Cemiyetinin denetimi de reddedilmiştir. Çünkü “bugüne kadar insanlık düşünceleri ileri sürülerek Türkiye’nin egemenliği birçok kez çiğnenmiştir. Üstelik o zaman da Türkiye’nin ülke bütünlüğü, en yetkili ağızlardan verilen sözlerle garanti edilmişti”. 

Müttefikler Rumlardan sonra en çok Ermenilerle ilgilenmiştir. Sevr’de olduğu gibi tüm müttefikler hiç sapmadan yeni bir Ermenistan kurulmasını savunmuşlardır. Özellikle Amerika konuyla çok yakından ilgilenmektedir. Gözlemci ABD Müttefiklere gönderdiği memorandumda, ABD kamuoyunda Ermeni Yurdu için baskı olduğunu, Ermeniler için bir yurt sözü verildiğini belirterek, bu konuda bir adım atılmadan görüşmelerin sona erdirilmemesini istemiştir. Müttefiklerin 1. Dünya Savaşını başlatırken amaçlarından birisinin de Anadolu’daki Hıristiyan azınlıkların, özellikle de Ermenilerin korunması ve mümkün olursa kurtarılması olduğunu açıkça ifade eden İngiltere Temsilcisi Lord Curzon, bir zamanlar 
3 Milyon Ermeni’nin bulunduğu Türkiye’de o sırada İstanbul’da 130 bin Ermeni’nin kaldığından, Sovyet Ermenistan’ının daha fazla göçü kabul edemeyeceğinden bahisle Türkiye’nin, Ermeniler için bir toplanma merkezi bulmasını istemektedir. 

Amerikan delegesi Grew’ün, anılarında “Türklerin başka hiçbir konuda bu kadar inatla direnmedikleri”ni kaydettiği Ermeniler konusunda Lozan’a giden Türk heyetine verilen talimatta ise, Ermenilere toprak verilmesinin kesinlikle söz konusu olmayacağı vurgulanmakta, olursa görüşmelerin kesilmesi emredilmektedir. 

İsmet Paşa, Osmanlı devletindeki azınlık sorununun bağlı olduğu dış etkenin, bazı devletlerin azınlıkların iç işlerine karışmaları, kışkırtma ve karışıklık çıkarmaları, iç etkenin ise, bu dış etkenden cesaret alan azınlıkların bağımsız devlet talebiyle ortaya çıkmaları olduğunu, azınlıkların ülke yasalarının sağladığı korumadan başka bir siyasal korumaya sahip olmaması gerektiğini, büyük devletlerin vereceği garantilerin, sadece bu devletlere siyasi müdahale olanağı verdiğini, artık yalnız Türk vilayetlerinden ibaret olan ülkede, bağımsız bir 
devlet kurabilecek azınlık bulunmadığını, “nasıl Marsilya’daki Rumların bağımsızlık hakkı yoksa, Türkiye Rumlarının ya da Ermenilerinin de olmadığını” belirtmiştir. Türk görüşüne göre, her azınlığa ayrı bir toprak, Türkiye’nin bölünmesidir. Türkiye’nin bağımsız Sovyet Ermenistan’ı ile ilişkileri, anlaşmaları zaten vardır. Bundan başka bir Ermenistan düşünmek bu anlaşma ve ilişkilere de aykırıdır. Lord Curzon’un verdiği 3 milyon rakamı yanlıştır. Tüm dünyada bu kadar Ermeni yoktur. Onları gitmeye zorlayan ise Ermeni komiteleridir. 

Alt komisyondaki Türk temsilci Rıza Nur da Müttefiklerin bu halklara karşı moral yükümlülük altına girdiğini, onları Türkiye’ye saldırmak için kullandığını, bu halkların uğradığı felaketlerin sorumlusunun müttefikler olduğunu belirterek, karşı görüşleri reddedip oturumdan çekilmiştir. 

Gayrımüslimlerden başkasının azınlık kabul edilmemesi, o günün Türkiye’sinde ittifakla benimsenmiş görüştür. Mustafa Kemaliyle, İsmet Paşasıyla, Rıza Nuruyla bu insanlar bu kadar “hiç”midir ki, bugün şartların değiştiğinden, 1923’e takılıp kalmamak gerektiğinden söz edilip durulmaktadır? Türkiye’nin bugünkü iktidar yapısı, terör dolayısıyla yaşananlar, AB dolayısıyla yaşananlar ve nihayet tartışılan raporun kendisi bile o insanların haklılıklarını bugün de koruduğunun kanıtıdır. Türkçe Sözlük’e göre (TDK, Altıncı Baskı, Ankara, 1974) 
“Tabu: bir kimseyi ya da bir şeyi kutsal sayan, ona dokunulmasını, onun kullanılmasını yasak eden dini inanış”tır, yani etimolojik kökeni «din» olan bir terimdir. Ama 2004 Türkiye’sinde 1500 yıl öncesinin din anlayışını başbakanlık koltuğuna oturtmak devlete, topluma hakim kılmak değil de, seksen yıl öncesinin bu anlayışı tabu sayılarak yıkılmasından söz edilmektedir. Madem tabular yıkılacak, önce 1500 yıl öncesini bugüne taşımak isteyen tabudan başlanması, yani biraz din tüccarlığının tartışılması gerekmez mi? Ayrıca sorun zaten, tek tek azınlıklar veya başka sorunlar değil, bir bütün olarak tam :bağımsızlık sorunudur. Bunu göremeyenlerle, bunu önemsemeyenlerle tartışmak da zor olmaktadır. 

Kaldı ki... Türkiye’nin, Müslüman olmayan azınlıklara tanıdığı hakların, sadece Yunanistan’da değil, ayrılan diğer Balkan ülkelerindeki Müslüman azınlıklara da 
uygulanması isteği Sırp-Hırvat-Sloven devleti ve Romanya tarafından, “ülkelerindeki Müslüman grupların başka anlaşmalar ve iç düzenlemelerle zaten korunduğu ve bundan fazlasının içişlere karışma olacağı” gerekçesiyle şiddetle reddedilmiş, Osmanlı’dan kalma haklar devam edemez denilmiştir. Sonuçta, İngiltere ve Fransa’nın, azınlık haklarının korunup korunmadığını gözetmek üzere İstanbul’da sürekli bir Milletler Cemiyeti temsilcisinin bulunması talebinden vazgeçmesine karşılık Türkiye de Yunanistan dışındaki ülkelere yönelik 
bu mütekabiliyet talebinden vazgeçmiştir. 

Oysa, kendi bağımsızlık ve egemenliklerine pek düşkün bu heyetler, azınlıklar alt komisyonunda, Hıristiyan azınlıklar dışında Kürtler, Çerkezler, Araplar gibi bütün diğer Müslüman azınlıkların da koruma altına alınmasını apaçık isteyebilmişler, aynı Sırp, Hırvat, Sloven ve Romenler, örneğin Türk tarafının Patrikhanenin Türkiye’den çıkarılması, en azından yetkilerinin tamamen din işleriyle sınırlanması talebine de, veya azınlıkların kişi ve evlenme hukuku ile ilgili işlemlerinin yakında çıkarılacak olan laiklikle ilgili düzenlemeler ve Medeni Kanun çerçevesinde düzenlenmesi talebine de, Türkiye’nin iç düzenini, egemenlik haklarını zerre kadar dikkate almadan (oysa kendilerininki çok önemliydi), ailenin Hıristiyanlıktaki kutsiyetinden, evlenmenin mutlaka Kilise tarafından yapılması gerektiğinden söz ederek karşılık vermiş, hatta Medeni Kanun ve laiklik sözünden bile açıkça olmasa da hoşlanmadıklarını belli etmişlerdir. 

Patrikhanenin Türkiye dışına çıkarılması yönündeki Türk talebinin sadece Yunanlardan değil, bütün müttefiklerden bu kadar tepki görmesi son derece ilginçtir. Patrik, patrikhane hep Hıristiyan kavramlardır. Ortodoks bir ülkede bulunması çok daha mantıklıdır. Patrik, patrikhane alınıp, rahatça ekümenik olunup, papaz okulu açılabilecekken, Ermenilere kendi ülkelerinde yurt vermeye nasıl hiç yanaşmamışlarsa, Patrikhane’yi kabule de Yunanistan dahil hiç biri yanaşmamıştır. Ortodoks Vatikan’ı ille de silme Müslüman dolu, bütününde ancak birkaç bin Ortodoks’un bulunduğu Türkiye’nin İstanbul’unda kalacaktır, olmalıdır. Bu husus o gün de bu gün de, bırakınız Ortodoks ülkeleri, Protestan Amerika tarafından, hatta bizim bir kısım fevkalade demokrat Sünni-Müslüman tarafından bile savunulmaktadır. 

Üç beş bin Hıristiyan’ın kaldığı bir ülkede, bunlara yetecek kadar da mütevazı kilisenin bulunması anlaşılır. Ama böyle bir ülkede hem de «ekümenik»inden patrikhane bulundurmakta, yüksek düzey Hıristiyan din adamı yetiştirecek yüksek düzeyli okul açmakta bu kadar ısrarı, sağlıklı, akılcı, düzgün mantıkla izah mümkün değildir. Ama siyasal art niyetlerle izah pek ala mümkündür. 

Cemaat Vakıfları… 

Bir. Azınlık hakları, gruba değil, grubun üyelerine verilir, yani bireysel haktır. Ama… 

İki. Azınlık haklarıyla ilgili anlayışın dünyada genel bir değişime uğradığı, azınlıklar için devletten engellememenin yanı sıra, artık azınlıkların çoğunlukla eşitliği yerine azınlık olarak farklı niteliklerinin korunması yönünde destek istendiği öne sürülmektedir. 

Gerçekten, Türkiye’de “resmen” azınlık olan Ermeni, Rum ve Musevi yurttaşların, azınlık olmayanlardan hukuken eşitsizlik denebilecek bir ayrılıkları, en azından bugün artık yoktur. Kaldı ki her vatandaş farklı bakımlardan birtakım olumsuz uygulamalara muhatap olabilmektedir. Parası olanlar dışında (hatta artık Uzanlar örneğinde olduğu gibi parası olanlar da dahil) hukuk dışı uygulamayla karşılaşmayan vatandaş yoktur. Bir kısmı azınlık olduğu için, bir kısmı iktidara, sisteme muhalefet ettiği için, ve saire. Bunun dışında, Lozan’a göre resmen azınlık olanların, bireysel olarak mülk edinmesine, istediği alanda ticaret yapıp para kazanmasına, seyahatine, vb. engel olunmamaktadır. Okulları vardır, gazeteleri vardır. Kiliseleri, Havraları vardır. İstedikleri partiye girip, milletvekili seçilebilme hakları, fiilen ve hukuken vardır. Vergi alınması veya alınmaması kimsenin, dinine, milletine göre belirlenmemekte, işini beceren herkes isterse vergiden kaçabilmekte, beceremeyen veya dürüst olan herkes de hiçbir ayrım olmadan kuzu kuzu vergisini ödemektedir. (Tabi bu arada yoksulluk sınırın altında, akşamları Pazar yerlerinden artık toplayan kaç azınlık var, bunu bilmiyoruz.) 

Dolayısıyla bireysel eşitlik, karışmama, «Türkiyelilik» savunucuları açısından yeterli bir silah olamamaktadır. Patrikhane, Cemaat Vakıfları, Ruhban Okulu vesaire de işte bu noktada gündeme gelmektedir. Kendi İslam Hilafetini kendi iradesiyle ortadan kaldıran Türkiye Cumhuriyetinden (yoksa asıl sorun bu mudur, hoşgörü moşgörü, Vatikan’a gidip Papa eli öpmelerin asıl maksadı bu mudur!?!..), üstelik bu hilafetin çok yakın bir tarihte neler karıştırdığı biline biline Hıristiyan değilse bile en azından Ortodoks hilafetini tanıması ve 
benimsemesi istenmektedir. 
Kendi « Yeşil Sermayesi » hakkında derin kuşkular içinde olan bir yapıdan, «haçlı sermayesi» diyebileceğimiz paralarla oynayan, oynayabilecek olan cemaat vakıflarından hiç kuşkulanmaması istenmektedir. 

Buna hemen verilecek yanıtın “canım, o da yanlış, öteki de yanlış” olacağını tahmin etmek güç değil. Niye?Almanya, çok yakın geçmişte Bader-Mainhof örgütü üyelerinin tutuklu bulundukları hapishanelerde tesadüfen ve adeta topluca intihar ettiği, bugün camilerde imamların Türkçe konuşmasını yasaklamayı tartışmaya başlayan, Metin Kaplan’ı iade eden Almanya da mı anti demokrat? 

Türkiye’de tek tek birey olarak hiçbir azınlığın özel serveti, özel mülkü, kapitalizme candan bağlı bir ülkede asla sorgulanmamıştır, sorgulanamaz. Buna karşılık geçmişteki naneleri de bilinen birtakım örgütlenmelere yüzde yüz hoşgörüyle bakılması, ancak kendi bitleri de benzer vakıfsal yapılanmalarla kanlanmış İslamCI anlayışlar açısından mümkündür. Milli Görüş’ün örgütü de «VAKIF»tır. Atatürk Mason örgütlenmesini de yasaklamıştı. Kıbrıs konusundaki tutumu dolayısıyla TÜSİAD da yoğun tepkilere muhatap olmuştur. 

Kısaca, eşit muameleden öte, Patrikhane’nin ekümenikliğinin tanınması, Heybeliada okulunun tamamen Patrikhane’ye bağlı olarak yeniden açılması istenmektedir. Bu talepler, evet eşitliğin ötesindedir; çünkü bu kurumların dosyaları kabarıktır, bolca vukuatı vardır geçmişte. Hukuku, bu vukuat hiç olmamış gibi düzenlenemez. Dinler bile tamamen sosyal, siyasal, ekonomik koşullar etkisinde ortaya çıkmışken, hukuk, öyle, mekandan ve zamandan münezzeh, askıda duran bir kurum değildir, olamaz. Hukuk oluşturulurken sadece bugün değil, elbette geçmiş ve hatta gelecek de düşünülür. 

Kaldı ki, 72 milyon Müslüman’ın ortasında geleceğin piskoposlarını (Makarios’un da Heybeliada’dan mezun olduğu söylenir), patriklerini, kardinallerini yetiştirmekteki ısrarı açıklayan da yoktur. Oysa Atina’da veya Selanik’te bir İlahiyat Fakültesi, olmadı bir Anadolu İmam Hatip Lisesi (eğitimin Rumca yapıldığı mesela…), olmadı bir İmam Hatip Lisesi, olmadı bir Kız İmam Hatip Lisesi açmayı talep etmek ne demekse, hangi cevabı alacaksa, ille İstanbul’da Ekümenik Ortodoks Patrikhanesi’nin de aynı anlama gelmesi, aynı tepkiyi alması neden bu kadar yadırganır ve demokrasiye aykırı bulunur? Bombalayan yok. Öldüren yok. Sadece “arkadaş sen bana kalleşlik ettin, sana güvenmiyorum, içimde istemiyorum; asıl ait olduğun yere git” deniyor. Bunun neresi demokrasiye aykırı; neresi çağdışı? Demokrasi mantıksızlık mı demek? Yunanistan, içinde kalmasını Lozan’da kabul ettiği Türklere güveniyor mu, bütün o kendisinin yol açtığı, kendi deyimiyle «Küçük Asya Faciası»nden sonra güvenmemesi normal değil mi? Yunanistan bu Türkleri bıktırıp kaçırtmak için az mı çaba harcadı? 
Ama «Türkiyeli»cilere «resmi» azınlıkların negatif ve pozitif hakları da yetmemekte, bu defa, «resmi» olmayan «azınlıklara» el atmaktadırlar. Tabi en başta Kürtler… Sonra gelsin Çerkezler, Araplar, Süryaniler, Keldaniler, Gürcüler, Lazlar, Boşnaklar, Arnavutlar, Çeçenler, Abazalar, Adigeler, Ibıhlar… Haaa, unuttuk, başta Aleviler olmak üzere Hanbeliler, 
Şafiler, Caferiler, varsa Dürziler… Verhugen ve Prodi, raporlarında bunları nasıl unutmuş? Biz hatırlatmış olalım! 

Azınlıkları anladık. Onlara göre Türkiye neredeyse tamamen azınlıklardan müteşekkil. Ama sayılarının 20’şer milyon olduğu iddia edilen Kürtler ve Aleviler’e, Çerkezlerden başlamak üzere diğerleri de eklendiğinde ortada çoğunluk kalmıyor. Daha doğrusu, asıl, Türkler azınlık haline geliyor. Hakları uluslararası koruma altında olmayan, altına alınması 
kimsenin aklına gelmeyen, gelse bile bu düşüncenin derhal kovalandığı tek grup, adeta bu zavallı «Sünni Türk azınlık». 


Şimdi Gelelim Raporun muhteviyatına. 

1) “Türkiye’de hiç kimse, örneğin bir Rum veya Musevi vatandaştan söz ettiği zaman «Türk» dememektedir.” 

Gagavuzlar Hıristiyan Türklerdir; tarihte Kafkas bölgesinde Musevi Türklerin (Hazarlar) yaşadığından da söz edilir. «Rum» etnik terimdir, «Musevi» dinsel terimdir. Bir Rum da Musevi olabilir. Veya bir Musevi Türk de, Fransız da, Rus da olabilir. 

Bir Musevi’ye Türk denebilir, denir. Nitekim, Musevi yurttaşımız Rafael Sadi, internet sitelerine gönderdiği yazısında “Ben Türk’üm, Türkiyeli değil!..” diyerek, «Türkiyelilik» saçmalığından duyduğu rahatsızlığı açıkça ifade etmiştir. 

Ama bir Rum’a nasıl Türk denir?!.. Bu, aynı zamanda iki milliyete veya etnisiteye sahip olmak demektir. Bu ise ancak anne ve babanın farklı milliyetlere mensup olması halinde mümkündür, bir; ikincisi zaten yıllardır Türkiye sözde bu nedenle eleştirilmiyor mu? Başpatron ve müşavir(ler)i de “azınlıkların varlığını kabul etmek”ten söz edip, “Türkiye azınlıkların varlığını kabul etmiyor” diyip dururken aynı eleştiri çizgisinde oturmuyorlar mı? 

2) “Milletler Cemiyeti döneminden bu yana azınlık kavramının ölçütü üçlüdür: etnik, dilsel ve DİNSEL azınlıklar. Bununla birlikte, Türkiye 1923 Lozan’da bunların üçünü de kabul etmemiş ve yalnızca GAYRİMÜSLİM yurttaşların azınlık olduğunu ve dolayısıyla uluslararası azınlık korumasından yararlanabileceğini kabul ettirmiştir.” (Ortadaki “…TİR” ile memnuniyet mi ifade ediliyor, yoksa bir hayıflanma mı var, anlaşılmıyor.) 

Gayrimüslim, «Müslüman olmayan» demek. Müslümanlık bir din. Müslüman olmayan da herhalde, Hıristiyan, Musevi, Budist, putatapar vb. demek. Bunlar da DİN. Öyleyse «gayrimüslim», apaçık, DİNsel bir kavram. O zaman Türkiye, etnik, dilsel değil, ama DİN’sel azınlığı kabul etmiş işte. GAYRİMÜSLİM, bir etnisite terimi veya bir dil terimi değil ki!.. 

3) “Türkiye’nin yakın bir gelecekte, zaten bir yararını görmediği «Yorum Beyanı»ndan vazgeçmek zorunda kalacağı kesindir. … Bir gün, kaçınılmaz olarak, herkes her dilde yayın yapabilecektir…” 

Bu sözler, Necmeddin Erbakan’ın (“Öyleyse yaşasaydı Muhammed Peygamber de Komünist olurdu” dedirtecek) “Atatürk yaşasaydı bizim partiye girerdi” hezeyanını hatırlatıyor. Bu rapor(!) bilimselse, bu tür «temenni»lerin yeri değil; bu «temennilerin» bulunduğu bir metin de «bilimsel rapor» olamaz 

4) “Devletin dili olmaz; resmî dili olur.” 

TÜRKÇE’de, «devlet» ile «resmi» özdeştir. Türk Dil Kurumunun Türkçe Sözlüğünde (1974, 6. basım) «resmî»nin karşısında “1- devletin olan, 2- devlet yöntemince olan”; «resmî dil»in karşısında da “bir ülkede yasa ile kabul edilen dil” yazılıdır. Türkçe gibi bir dilde (kaldı ki başka dillerde de) devlet ile resmî arasında hem de böylesine önemli farklar aramak, en iyimser yaklaşımla öküz altında buzağı aramaktır. Devlet, özel olamaz; özel de resmî olamaz. Devlet, resmîdir. «Resmi plaka», «resmi üniforma» nedir? «Devletin dili» değil de 
«resmi dil» denince değişecek olan nedir? İnsanların özel hayatlarında başka dil de kullanabilecekleri, resmi dili ise devletle ilişkilerinde kullanacaklarının anlaşıldığı raporda da belirtiliyor. Peki, «devletin dili» denince insanların özel hayatlarında dahi bundan başka dil konuşamayacakları, «resmi dil» denince konuşabilecekleri mi anlaşılıyormuş? Kısaca zaten «resmi» olandır devlete ait olan. Müşavirler de bunları pek ala bilir, ama rapordaki rahatsız edici dil özensizliklerine bakmayıp, burada kendilerince bir dil atraksiyonu yaparak maksada vasıl olmaya çalışmaktadırlar. 

5) “«Herkesin, dilediği dili ticarette, açık ve kapalı toplantılarda, her türlü basın ve yayın araçlarında kullanma hakkı» şeklindeki Lozan hükmü uygulansaydı Türkiye bazı sıkıntılardan kurtulurdu.” 

Bir kere, Rapor’da sözü edilen düzenlemeler yapılmadan hayli önce de, Ankara’da Kızılay’daki bütün kitapçılarda Kürtçe kitaplar, sözlükler, Oran semtinde milletvekili lojmanlarının dibindeki Ceyko sitesinin her dakika koruma polislerinin de girip çıktığı marketinde Welat adlı gazete, alan varsa satılıyordu. Kürtçe kurslar da açıldı, giden olmadı. Kürtçe özel televizyona MED TV dışında kimse girişmedi. 

İlle de TRT… Hoş o da beğenilmedi (Beğenilmesi için “Biji Kürdisten, Biji Apo” sloganları mı atılmalıydı?!). Ama bu ısrar niyeydi? Sadece bir hesaplaşma, bir burun sürtme mi? Yoksa Patrikhanenin İstanbul’da kalmasındaki ısrarda “bir gün gelir ekümenikliği için bastırırız” amacının yatması gibi mi? Ermeni sorununda da toprak verilmesinden soykırım iddiasının kabulüne, Kurtuluş Savaşını kazanmış, Mustafa Kemal Atatürk iradesine sahip Türkiye’nin gücü karşısında geri çekilindiğini, müşavirler dahil hepimiz biliyoruz. Çünkü hepsi Sevr’de ve Lozan tutanaklarında yazılı. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder