PAPA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
PAPA etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Şubat 2019 Salı

İbrahim Telemen Olayı.,

İbrahim Telemen Olayı.,



Vicdan Azabı Duyan Bir Kaçakçının Hikayesi.,


                                    İbrahim Telemen

Uğur Mumcu'nun PAPA-MAFYA-AĞCA isimli kitabından alınmış olan Telemen olayı

Eğer Susurluk nedir öğrenmek istiyorsanız, eğer Türkiye üzerinde oynanan oyunları, uyuşturucu, silah kaçakçılığı gibi konuları merak ediyorsanız, eğer önemli cinayetler ve Papa olayı gibi perde arkasında kalmış olayların nedenlerine ulaşmak arzusundaysanız, Türkiye'de size referans olabilecek tek bir ciddi kaynak var: "Uğur Mumcu'nun kitapları ve yazıları."  Onun eserleri bugün dahi olaylara en iyi şekilde ışık tutuyor.

" Beni öldürecekler."

Telefondaki ses ısrarla bu iki sözcüğü yineliyordu:

" Beni öldürecekler, beni öldürecekler"... "Kimler' diye soruyorum.

" Siz tanımazsınız bunları, çok tehlikelidirler."

" Adları ne? Kim bunlar? Söylesenize" diyorum. Telefonun öbür ucundan şimdiye kadar hiç duymadığım bir kişinin adı veriliyor:

" Abuzer ve adamları."

Meraklanıp, soruyorum:

" Kimdir bu Abuzer? Ne iş yapar? "

" Son zamanlara kadar onlarla beraberdim. Kaçakçılık yapıyorduk. Size bu konuda  açıklamalarda bulunacağım."

" Siz kimsiniz?"

" Telemen. İbrahim Telemen. Silah kaçakçısıyım."
Sonra hemen düzeltiyor:

" Yani eski silah kaçakçılarından Telemen."

Anlatacakları vardı; elinde belgeler olduğunu bildiriyordu. Bana bu konuları içeren bir mektup yazdığını söylüyor ve soruyordu:

" Mektubumu aldınız mı?"

Hayır, telefon ettiğinde mektubu henüz almamıştım.

" Hayır," dedim, "almadım."

" Mektubu ele geçirirlerse, mahvolduk."

" Merak etmeyin, postadadır, gelir."

Telemen'in telefonları bir kaç gün daha devam etti.

Telefonlarının birinde soruyordu:

" MİT müsteşarını tanıyor musunuz? "

" Hayır tanımıyorum."

" İçişleri Bakanını?… "

" Tanırım, arkadaşımdır."

" Beni bakanla tanıştırın."

" Önce ben sizi tanımıyorum. Kaçakçıyım diyorsunuz, size nasıl güven duyayım? Kendiniz gelin görüşün."

Telemen ısrarlıydı:

"Bakan beni güvence altına alsın, bütün kaçakçıları açıklayacağım. Size yolladığım mektupta bir kısmı var."
Ecevit hükümetinin İçişleri Bakanı Hasan Fehmi Güneş, gerçekten benim çok yakın bir arkadaşımdı, Bu yakınlığım nedeniyle Telemen'e bir yardımım olabilirdi. Fakat henüz kararımı vermemiştim.
Birkaç gün sonra Telemen'in mektubu geldi, Mektubuna hızla göz gezdirdim, Kaçakçı adları, telefon numaraları ve bir sürü açıklama. Mektubu okudukça ilgim artıyordu:

" İtalya, İspanya, Fransa ve Çekoslovakya. Bu ülkelerden silah siparişleri organize etmekte idim. Çünkü Bulgarlar, hiçbir kayıt aramaksızın her türlü silahı Abuzer'e vermektedirler."
Sayfaları hızla çeviriyordum, bir başka paragrafa g6züm takılıyor;
Telemen, Abuzer Uğurlu’nun kendisini cezaevinden nasıl kaçırdığını anlatıyor ve vicdan azabı ile bir itirafta bulunuyor:

" Beni İzmir Buca Cezaevi'nden kaçırdığı güne dek yurda soktuğum silah ve mermilerin sayısını unutmuştum. Bir de Nedim Dişkaya ve Aziz ikilisinin[1] Bulgaristan’dan soktukları var ki, düşündükçe korkunç bir düşünceye ve üzüntüye kapılıyorum."
Mektubu aldığım gün Başbakan Ecevit ile bir g6rüşmem vardı, Mektubu cebime yerleştirerek Başbakanlık köşküne gittim, Eve döner dönmez, mektubu açarak okumaya başladım.
Bu kez evimin telefonu çaldı, Karşımdaki yine Telemen'di:

" Mektubum elinize geçti mi?"

" Evet, bugün geldi. Okudum, ilginç."

" Sizinle buluşalım."

" Gelin buraya, görüşelim."

" Gelemem"

" Niçin?"

" Takip ediyorlar. Öldürecekler."

" Ben ne yapabilirim?"

" Benimle görüşürseniz, ne yapacağımızı birlikte kararlaştırırız"

" İstanbul Sıkıyönetim komutanına başvur, Namuslu adamdır, seni korur, seni dinler, ben ne yapabilirim tek başıma?"

" Beni MİT müsteşarı ile görüştürün,"

" Ben özel kalem müdürü değilim ki, nasıl görüştüreyim sizi MİT müsteşarı ile? Hem tanımıyorum müsteşarı?"

" İçişleri Bakanını tanıdığınızı söylediniz?"

" Evet, tanırım. Verin adresinizi, gelsin polis sizli alsın, bakana getirsin,"

" İstanbul Polisi içinde adamları vardır."

" Kimler onlar? Adlarını verin öyleyse, ben de söyleyim bakana."

" Uğur Bey, İstanbul'dan ayrılamam, beni öldürürler, Siz bu adamları bilmezsiniz, Ben onların arasındayım, Bunların kanunlarını çok iyi bilirim, öldürecekler beni, bu yüzden ayrılamam buradan."

" Peki bu iş için bana başvurmak nereden aklınıza geldi. Devletin polisi var, sıkıyönetimi var, savcısı var."

" Sizi yazılarınızdan tanıyorum, Geçenlerde televizyonda silah kaçakçılığı konusuna değinmiştiniz, ondan cesaret aldım, Bana yardım edin."

Ve devam ediyordu:

" Benden kuşkulanmayın, Ne olur kuşkulanmayın, Her şeyi anlatacağım. Terörün kesilmesini istemiyor musunuz?"

Kararımı verdim. Telemen ile görüşecektim: Kendisini arayacağım bir telefon numarası istedim. Verdi. Ben de buluşma yerini söyledim. İstanbul'da bir kitapevi.

Telefonu kapattım ve hemen İçişleri Bakanı Güneş'i aradım. Durumu anlattım. Biraz sonra mektup bakanın eline ulaşmıştı.

Telefon çaldı. Bakan Güneş'ti:

" Yarın bakanlığa gel, görüşelim şu konuyu."
Ertesi sabah İçişleri Bakanlığı'na gittim. Bakan Güneş, MİT’ten ve Emniyet Genel Müdürlüğünden İbrahim Telemen ile ilgili bilgileri toplamıştı: Telemen, polis tarafından aranan bir silah kaçakçısıydı. İzmir'de iki büyük kaçakçılık olayına karışmıştı. İnterpol'de de bir dosyası vardı. Bana gönderdiği mektubun bir benzerini Milli Güvenlik Kurulu'na göndermişti. Bu mektup getirtilerek el yazıları karşılaştırıldı: Evet aynı elden çıkmıştı.
Bu konuşma 1979 yılının Mart ayının ilk günlerine rastlamaktaydı.
İçişleri Bakanı, Emniyet Genel Müdürü ve ben; Telemen'in verdiği numaraya her saat başı telefon ettik. Kimse çıkmıyordu.
Sonra hep birlikte bir plan yaptık.
Ankara'dan hareket edecek bir polis timi İstanbul'da beni bulacaktı. Ayrıca İstanbul polisine de bir şifre çekilmişti: "Gazeteci Uğur Mumcu geliyor, herhangi bir terörist eylem nedeniyle yakın korunmaya alınması"
Birkaç saat sonra buluşma yerine gelmiştim. Buluşma yeri Nişantaşı'ndaki Akademi Kitapevi'ydi ve ben o gün okurlarıma kitaplarımı imzalayacaktım. Yaptığımız plan gereğince, İçişleri Bakanının imzalı kartını taşıyan bir polis yetkilisi, kitabı imzalarken kulağıma fısıldadı:

" Kitapevini sardık. İşaretinizi bekliyoruz."
Kapıdan giren herkese, " acaba bu Telemen mi " diye baktım ama Telemen gelmedi.
Yirmi gün sonra bir gazete haberi olayın önemini büsbütün arttıracaktı: İbrahim Telemen adlı sabıkalı bir silah kaçakçısı, İstanbul'da kalmakta olduğu Opera Oteli'nin 7'nci katından atlayarak intihar etmişti!
Ve sonra bir başka haber: Telemen'in odasında Kemal Tayyar adına düzenlenmiş sahte pasaport ele geçmişti. Takvimler, 31 Mart 1979 tarihini göstermekteydi. 30 Mart günü Telemen tarafından yazılmış bir ihbar mektubu da sıkıyönetim komutanına ulaşmıştı.

Bundan sonrasını, intihar olayından sonra ilk saptamaları yapan İstanbul Sıkıyönetim Savcılığı'nın kararından öğreniyoruz:

"Odanın kapısı içeriden kilitli olmakla beraber, bitişik odanın kapı ve balkon kapısının açık olduğunun tespit edilmesi, yatağında kan bulunuşu, ayrıca odada kanlı bir jilet elde edilişi, ihbarından dolayı öldürülmüş olabileceği kuşkusunu doğurmaktadır."[2]
Daha sonra Telemen'in cesedi otopsi yapılmak üzere arandığında hiçbir mezarlıkta bulunamayacaktı. Ceset kayıptı.
Türkiye'de kaçakçılar konusundaki yoğun operasyonlar bu olaydan sonra başladı. Telemen'in mektubunda adı geçen kaçakçılar, bir gecede göz altına alındılar. Bir tek kişi dışında: Abuzer Uğurlu. Uğurlu, çok gizli yürütülen operasyonu duymuş ve gece yarısı Mercedes arabasına binip kaçmıştı. Polis, Bulgaristan'a gittiği kanısındaydı.
Telemen'in ihbar mektupları sonucunda İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi'nce tutuklanan kaçakçılar, bir süre sonra salıverildiler. Kaçakçıların avukatlıklarını, 12 Mart 1971 döneminde[3] İstanbul'da görev yapan eski askeri hakimler üstlendi. Sanıkların salıverilmelerine karar veren mahkeme başkanı albay, bir süre sonra görevinden istifa etti ve Darüşşafaka adlı bir hayır kurumunda çalışmaya başladı.[4] Bütün kaçakçıların salıverilmelerinden sonra Abuzer Uğurlu kendi isteği ile teslim oldu, bir süre sonra o da serbest bırakıldı.
16 Nisan 1979 gecesi yapılan operasyon ile göz altına alınan sanıklar, çok ilginç ifadeler veriyorlardı. Evlerinde ve işyerlerinde yapılan aramalarda uluslararası telefon faturalarına, sahte pasaportlara, yasak mermi ve tabancalara ve kaçakçılıktan elde edilen paraların bölüşümünü gösteren defterler ele geçmişti. Sanıklar, bu defterlerin kaçakçılıktan elde edilen paranın bölüşümü için tutulduğunu söylediler. Ayrıca sonradan teslim olan Abuzer Uğurlu, mali polise verdiği ifadede, silah kaçakçılığı yapmadığını, ancak elektronik aygıt kaçakçılığı yaptığını ifade ediyordu.

Abuzer Uğurlu’nun ifadesi şöyleydi:

" Silah ve mermi kaçakçısı değilim. Eldeki belgeler, 1977 yılı içinde İtalya’dan bir gemi ile getirtilerek İskenderun’dan soktuğum teyp, radyo ve elektronik cihaz ile ilgilidir."[5]
Yasalara göre, elektronik aygıt kaçakçılığı yapmak suçtu. Ancak Abuzer Uğurlu, bu belgelere ve bu belgeleri doğrulayan itiraflarına rağmen serbest bırakılmıştı. Ne zamana kadar? Ecevit hükümetinin Gümrük ve Tekel Bakanı Tuncay Mataracı'ya rüşvet verdiği anlaşılıncaya kadar!
Telemen'in 4 Mart 1979 tarihini taşıyan ihbar mektubu, Abuzer Uğurlu ve arkadaşları ile ilgiliydi. Mektup şöyle başlıyordu:

" Ben 7-8 yıldan beri silah kaçakçılığı yapan, daha doğrusu yapmaya itilmiş ve şimdi de içinden çıkamayan ve daha fazla yapmam için zorlanan bir yurttaşım."

Fakat şu son iki aydır yurtta cereyan eden olayları da bahane ederek silah kaçakçılığı yapmamak için direnmekteyim. Bunun için yoğun baskı ve tehdit altındayım. Ama her ne pahasına olursa olsun direnmeye devam edeceğim.
Şimdi sana silah kaçakçılığının ve silah kaçakçılığı kadar tehlikeli diğer iki konunun kaynakları, kanalları ve arkasındaki kişileri açıklayacağım.
Silah kaçakçılığı Türkiye'de 15 yıldan beri Abuzer Uğurlu (Kürt Abuzer)[6] tarafından yapılır. Tabii kardeşleri Mustafa. Sabri, Ahmet ve en yakın arkadaşları da Nedim Dişkaya... Seyfi Dadaş. Kürt Aziz ve Selahattin Güvensoy. Sarı Avni, Hayrettin Yağcı, Mustafa Aydemir ve Oflu İsmail.[7] Oflu İsmail ünlü kabadayı ve MHP'ye yakınlığı ile tanınan bir kişi. Sındırgılı Mustafa Aydemir de Balıkesir'de MHP'ye en yakın ve etkin adamı. Yukarıda isimlerini yazdığım ve daha çok benim dışarıda oluşumdan ve bir de benim tanımamda sakınca gördükleri birçok kişi var ki. bunların hepsi Abuzer'in adamlarıdır ve çoğunluğu MHP ile çok iyi ilişkiler içindedirler. Abuzer hücre usulü çalışır ve bazen hücreler birbirini tanımazlar.
İstanbul polisinin her kesimi ile çok iyi ilişkileri vardır. Gümrükler de öyledir. Edirne, Kapıkule, İpsala, Haydarpaşa ve Mersin gümrükleri Abuzer'in çiftliği gibidirler. Müdürlerini ve muhafaza amirlerini Abuzer tayin ettirir. Bu saydığım gümrük müdürlerinin tayini için gümrük bakanlığına ödenen 1 milyonla 10 milyon arasında. Bu durum İstanbul polis müdürlükleri için de söz konusudur."
İbrahim Telemen, bu girişten sonra, Bulgaristan’ın kaçakçılık olaylarındaki rolünü şöyle anlatıyor:

"1- Bulgarlar, her cins silahı, Türkiye'ye ya TIR'lar veya Varna'dan. Burgaz'dan deniz taşıtları ile göndermektedirler. Ve bu da Abuzer'in en yakın adamı Nedim Dişkaya tarafından, Bulgaristan ile Türkiye arasında sağlanmaktadır. Bu birinci kaynak.

2- İtalya, ispanya, Fransa ve Çekoslovakya, bu ülkelerden ise silah işini ben organize etmekte idim. Çünkü Bulgarlar, hiçbir kayıt aramadan her türlü silahı Abuzer'e vermektedirler, Nedim vasıtası ile. Nitekim geçen günkü iki bin adet uzun menzilli tüfek geldi ve şimdi Abuzer'in adamı Aziz, onları Anadolu'ya göndermekle meşgul. Ama, İtalya, ispanya, Fransa ve Çekoslovakya silah verirken lisans istemektedirler. Ben Arap Emirliklerinden veya Afrika'da bir devletten 25-30 bin dolar ödeyerek lisans alıyorum. Ve o Lisans ile 10 bin, 20 bin her cins tabanca ve 4-5 milyon mermi, sanki oraya gidecekmiş gibi, Abuzer'in gönderdiği gemiye yüklüyorum. Gemi açık denize açıldıktan sonra silahları Abuzer Haydarpaşa gümrüğünden müdür Galip[8] ve adamları tarafından Abuzer'e verilmektedir. Her ay Haydarpaşa'dan on beş-yirmi bin silah ve o kadar mermi Türkiye'ye girmektedir. Veya Ayvalık açıklarında Mustafa Aydemir ve onun vasıtaları ile Anadolu'ya sevk edilmektedir. Bundan gümrüklerin ve jandarmaların haberi oluyor. Bir ay kadar önce Abuzer'in Sarı Avni ve Hayrettin Yağcı hücresi çok miktarda tabanca ve mermiyi Ayvalık açıklarında Mustafa Aydemir'e teslim ettiler. İstanbul’da sıkıyönetim olduğu için bu kez orasını yeğlediler.

Haydarpaşa gümrük müdürü Galip'in, Abuzer'in Mecidiyeköy hücresi ile her akşam nasıl işbirliği yaptığı kısa bir takipten sonra anlaşılacaktır.
Şimdi bana ağır baskı yapıyorlar. Daha evvel Çekoslovakya'ya 15 bin tabanca ve 4 milyon mermi siparişi ve kaporaları verilmişti. Hemen gidip yüklememi isteyerek ağır tehdit etmektedirler. Hatta ölümle. Ve 20 bin tabanca daha sipariş etmem için, beş milyon da mermi.
Çekoslovakya'da ise onların direksiz bir çeşit özel vapurları var. Onlarla Tuna'dan Karadeniz'e açılarak açıkta bekleyen Abuzer'e ait gemiye hemen teslim edip, geriye dönüyorlar. Mersin açıklarından da silah soktukları oluyor. Fakat şimdi en iyi yer Ayvalık kıyıları. Sıkıyönetim yok."
İbrahim Telemen'in silah kaçakçılığı kadar tehlikeli saydığı bir başka konu da döviz kaçakçılığıdır. Mektupta bu konuda şu açıklamalara rastlanıyor:

"Sirkeci'de, Büyük Postane'nin hemen karşısında "Dövizci Celal" vardır ki, bütün Sirkeci bankalarından daha çok döviz toplar. Ve bütün İstanbul emniyeti de bilir. İstanbul polis şeflerinden hele bazıları ile olan çok sıkı dostluğu yüzünden kimse bir şey yapmaz, yapamaz. Güzel, planlı bir operasyonda çok miktarda döviz ve bazı delillerin ele geçeceğinden hiç kuşku olmasın. Fakat bunu İstanbul polisi yapamaz. Hemen haber verir, baskın var, tedbirinizi alın, diye.
Yeşilköy gümrüğünden her an elinde 3-5 milyon DM dolu çanta ile hiçbir engelle karşılaşmadan adamları girer, çıkar. İsterse pasaportuna damga vurdurur, isterse vurdurmaz. Ben böyle birkaç kez çıkıp girdim. En çok çıkıp giren ise Selahattin Güvensoy. Zira bizim hücrede dil bilen ben ve Selahattin.
Ben Abuzer ile ilişkilerimi Seyfi Dadaş ile yürütürüm. Çok ender görüşürüz. Kendi evinden ve yazıhanesinden bana hiçbir zaman telefon etmez ve ettirmez. Telefonu ev: 583060, yazıhanesi: 381750 ve Harbiye'deki yazıhanesi: 462595. Dadaş'a ait: 465224. Kurtuluş, Kuyularbaşı sokak No: 20/3. Bu telefonla Çekoslovakya ve İtalya ile devamlı görüşürüz.
Ağustos i 978'den yıl sonuna dek 465224 nolu telefondan Çekoslovakya-Prag dan ve İtalya-Milano'dan 639518 Cemal Bey, 666441 gene Milano'dan karşılıklı ne kadar görüşülmüş, bu durum İstanbul Telefon Müdürlüğü kayıtlarından çıkarılabilir."
İbrahim Telemen, Abuzer Uğurlu’nun yönettiği kaçakçılık şebekesi hakkında bilgi verdikten sonra şu önerilerde de bulunmaktadır.

Bir kaçakçının bu konudaki gözlemleri şöyle; bunları da öğrenelim:

" Peki bu durum önlenemez mi! Derhal önlenir, şöyle ki:

1- Kapıkule, İpsala, Haydarpaşa, Mersin ve İstanbul Yeşilköy gümrük müdürleri, muavinleri ve sivil muhafaza amirleri hemen değişmeli ve bu gümrük kapıları müfettişlerce çok sıkı denetlenmeli.

2- Hükümet, diplomatik yollardan çok etkin girişim de bulunmalı. Nitekim Ecevit yeni iktidara geldiği zaman böyle bir girişimde bulunmuş olacak ki, Bulgarlar altı ay kadar, silah sevkiyatını durdurmuşlardı. 2-3 aydır tekrar başladılar.

3- Lisansla silah satan ülkelerden yalnız silah değil, lisansa şu açıklama ve sorumluluk yükleyecek tümceyi koydurmak için gene diplomatik girişimde bulunmak. Uluslararası antlaşmalarda, silah için re-export yasağı olduğunu sanıyorum. "ithali için lisans verdiğimiz silahı kendimiz kullanacağız, tekrar bir başka ülkeye ihraç etmeyeceğiz"... Bu şu bakımdan çok önemli: O zaman her ülke 25-30 bin dolar için lisans vermeyecektir. Silah satan ülke ve fabrika da silah vermeyecektir. Bunun yüzde yüz yararlı olacağına, uzun tecrübeme dayanarak, inanıyorum.

4- Lisanslar zaten naylon lisans. Örneğin Arap Emirliklerinden birisi şöyle bir yazı yazıyor: "Sayın Bay, ithali için yaptığınız müracaat uygun görülmüştür. Cins ve miktarları yazılı silah ve mermileri, döviz talep etmediğiniz için ithal izni verilmiştir." İşte böyle bir yazı ile anlaşıyorlar ve parayı da bir İsviçre bankasından gönderdiniz mi, istediğiniz kadar, her cins, her marka silah ve mermi, Abuzer'in göndereceği gemiye hemen yüklenmek üzere istediğiniz serbest limana gönderiyorlar ."

Kaçakçılığın çeşitli kanalları, yol ve yöntemleri var. Telemen sahte pasaport konusunu da ele alıyor:
" Sahte pasaport ve her türlü sahte mühür, araç ve gereçler. Bunlar da Abuzer'in elinde.

Beni, İzmir Buca Cezaevi'nden Abuzer kaçırdı. Ve hemen üç adet pasaport: Biri Bora adına, tüccar, her an yurt dışına çıkıp girebilirim. Çok girdim, çıktım. Şimdi o pasaport Abuzer'in elindedir. ikincisi Kemal, Almanya'da çalışan bir işçiyim. Gene her an girip, çıkabilirim. O pasaport bende. Abuzer istedi, kaybettim diye vermedim. Üçüncüsü de kendi adıma, o da tüccar. O pasaport da İtalya’da.
Abuzer'in bütün adamlarında böyle birkaç pasaport var. Her istedikleri an yurt dışına gidip, gelmektedirler. Bu bakımdan sahte pasaport işi de silah kadar zararlı ve silah kaçakçılığını kolaylaştırdığı için ve sahte pasaportla en azılı katiller, kaçakçılar ve anarşistler istedikleri an yurt dışına gidip, geliyorlar. Ve silah dolu TIR'ları istedikleri yerde bırakıp, hiç oradan ayrılmadan, sanki Suriye'ye gidip, gelmişler gibi, çıkış damgası ve şoförün durumuna göre Arap vizesi ve damgası hepsi sahte olarak, Abuzer'in elindedir.
(...) İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığına da yazacağım ve sahte pasaportumu mektupla birlikte göndereceğim. Hatta fırsat bulursam, gidip teslim olacağım. Fakat bir an dahi olsun yalnız bırakmıyorlar. Her an gölge gibi takip ediyorlar. Hem benim teslim olmam hiçbir anlam taşımaz. Önemli olan Abuzer ve etrafındaki birkaç kodamanın yakalanması, ondan sonra teslim olurum. Ve gerektiği şekilde her yardımı devlet görevlilerine yapmaya ve elimdeki delilleri vermeye hazırım."
Telemen'in kuşkulu ölümünden sonra otel odasında yapılan aramada, Telemen'in fotoğrafını taşıyan ve Kemal Tayyar adına düzenlenmiş bir sahte pasaport ele geçmişti. Bu, Telemen'in mektubunda sözünü ettiği pasaporttu.
Telemen'in ölümü üzerindeki sis perdesi bugün de kaldırılmış değildir. Ölümünden hemen sonra ölüm nedenini kesinlikle saptayacak yeterli bir otopsi yapılmamıştır. Ölünün, Telemen'e ait olduğunu saptayacak bir teşhis tutanağı da tutulmamıştır. Telemen'in cesedinin hangi mezarlığa gömüldüğü belli değildir. Bir yakını tarafından, Ankara'nın Kızılcahamam ilçesi mezarlığına gömüleceği söylenerek teslim alınan ceset, Kızılcahamam mezarlığına gömülmemiştir. Ayrıca, o tarihte.. cezaevi kaçağı olarak aranan Telemen'in otelde kendi adına oda ayırtması da ilgi çekmiştir. Acaba, ölen, Telemen'in kendisi miydi? Yoksa, bir başkasını öldürüp, olaya bir intihar süsümü vermişti? Polis tarafından aranan bir kaçakçı, elinde de sahte pasaport varken, niçin kendi adına oda ayırtmaktaydı? Bunlar, kuşku verici noktalardı.

Bugün üzerinde durulan olasılık Telemen'in yaptığı ihbarlardan ötürü öldürülmüş olmasıdır. Olaya el koyan İstanbul Askeri Savcılığı bu kanıdadır.

Telemen'in 1972 yılında İzmir Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanmasında savcılık yapan bir tanık, 1980 yılında, İzmir emniyetine başvurarak, öldüğü ileri sürülen Telemen'i gördüğünü bildirmiş ve bunun üzerine araştırmalar ve soruşturmalar yapılmıştı. Fakat bu soruşturmalardan herhangi bir sonuç alınmış değildir.
Telemen'den bugün elimizde kalan. şu okuduğunuz ihbar mektubu ile iki kaçakçılık dosyasıdır.
İbrahim Telemen'in biri 1972, öteki 1975 yılı olmak üzere iki ayrı silah kaçakçılığı davasında yargılandığını saptadık. Telemen, 1972 yılında askeri savcıya verdiği el yazılı ifadesinde birçok kaçakçı adı açıklamıştı. Bunların arasında, Papa'ya suikast girişimi nedeniyle adını duyuran Bekir Çelenk ile İtalya’nın Trieste kentinde 1981 yılının Mart ayında ele geçirilen 15 kilogram baz morfin olayı ile ilgili görülen Hasan Nehir'in de adları var. Telemen'in açıklamalarına göre, Çelenk ve Hasan Nehir ortak olarak çalışmaktadırlar. Telemen, Çelenk ve Nehir'i 1972 yılında yetkililere bildirmişti.
Telemen'in 1972 yılında askeri savcıya yaptığı bu açıklamalardan kimsenin haberi yoktu. Bu el yazılı ifade, adliye mahzenlerinde unutulmaya terkedilmişti. 1980 yılının Ekim ayında, bu ifade. Cumhuriyet Gazetesi'ndeki köşemde yayınlanınca birdenbire ortalık karıştı.
Telemen'in 31.12.1972 günü askeri savcıya verdiği el yazılı ifadenin Bekir Çelenk ve Hasan Nehir ile ilgili bölümüne göz atalım:[9]

" Ömer ve Hasan Nehir kardeşler, İstanbul Beyazıt'taki Radar ve Topkapı otelleri sahibidirler. Ve otellerini adeta kaçakçı yuvası gibi kullanırlar. Yaz-kış otelleri Arap ve İranlı kaçakçılarla doludur. 1971 başlarında benim ihbarımla Ankara'da 500 kg. esrarla beş kişi suçüstü yakalandılar. Örtbas oldu. Bugün onlardan hiç kimse yok içeride. 1972 yılı ortalarında İstanbul Yeşilköy gümrük depolarından Haydarpaşa gümrük deposuna nakledilecek diye külliyetli miktarda silahı içeri soktular. Bunların dışarıdaki adamı da Bekir Çelenk'tir. Münih'te oturur, Türkiye'ye pek gelmez."
İbrahim Telemen'in bu el yazılı ifadesi, askeri mahkeme tarafından resmi, makamlara gönderilmiştir. Fakat Bekir Çelenk de, armatör Hasan Nehir de Gaziantep ilinde yağ ve un fabrikası sahibi olarak ellerini, kollarını sallayarak dolaşmışlar.
1972 yılı Aralık ayının on beşinci günü, İzmir Alsancak limanına, İtalyan bandıralı "Sangiorgia" gemisi yanaştığında, önemli bir kaçakçılık olayının patlak vereceğinden kimsenin haberi yoktu. Daha önce herhangi bir ihbar ya da uyarı da alınmış değildi. Gümrük yetkilileri ve polisler, her zamanki denetimlerini yapmaktaydılar.
Hans Peter Haas adlı bir Alman yurttaşı, "S. An. 5743" plaka nolu arabası ile denetimlerini tamamlamış, limana çıkmak üzereydi. Görevliler, gemiden çıkmak üzere olan Alman plakalı aracın arka kısmının yerle bitişecek biçimde çökmüş olduğunu gördüler. Belli ki, arabanın arka kısmında büyük bir ağırlık vardı. Hemen araba durduruldu, bagaj açıldı. Bagajda yalnızca pek de ağır olmayan bir valiz vardı. Şüpheler büsbütün arttı. Bu ağırlık nereden geliyordu. Aramalar çok uzun sürmedi. Arabanın arka kısmında özel bir bölmeye yerleştirilmiş 350 tabanca ele geçiverdi.
Haas, hemen emniyet müdürlüğüne götürüldü. Biraz sonra ilk bağlantı ortaya çıkıyordu: İbrahim Telemen... Polis, Telemen adını hemen sınır kapılarına bildirdi. Telemen, Haas ile İzmir’de buluşacaktı, ancak Haas'ın yakalanmasıyla birlikte ortadan kaybolmuştu. İstanbul polisi çok geçmeden Telemen'i, İzmir’den İstanbul’a inen uçakta ele geçiriyordu. Telemen'in yanında bir de sarışın güzel bir bayan vardı. Finlandiyalı Anna Liza Tuhkanen.
Telemen, ilk sorgusunda bir Türk adı vermekteydi: Kemal Ercan... Polis, ilk aşamada dört kişiyi yakalamıştı: Federal Alman Haas, Finlandiyalı Tuhkanen ve iki Türk: İbrahim Telemen ve Kemal Ercan...
Sorgunun bir sonraki aşamasında bir başka kişi daha belirdi: Federal Alman Peter Schüwartz. Bu iki Türk, iki Alman ve bir Finlandiyalı çetenin silah sağladığı ülke de Macaristan.

Olayın gelişmesi şöyle:

İbrahim Telemen, Federal Almanya'da çalışan Türk işçilerinden, karşılıkları Türkiye'de ödenmek üzere mark toplar. Bu paraların karşılığı, Kemal Ercan tarafından, işçilerin Türkiye'deki yakınlarına Türk parası olarak ödenir. Bundan sonrası, silah fabrikası ile temas kurmaktır. Bu temasları da Telemen sağlar. Budapeşte'ye gider, Ferunlion Export yetkilileri ile görüşür. Anlaşma sağlanır. Anlaşmaya göre, Alman plakalı bir araba gelip, silahları teslim alacaktır. Silahların parası, Alman markı olarak ödenir.
Telemen, silahları fabrikadan teslim almak için Alman Haas'ı görevlendirir. İlk aşamada, Telemen geri plandadır. Haas, doğrudan doğruya Peter Schwartz ile görüşür. Aldığı talimat gereği Budapeşte'ye gider, arabasını Fer-union yetkililerine teslim eder. Arabanın özel bölümlerine, gizli olarak silah yerleştirir. Ve bu araba ile Trieste'den gemiye binerek İstanbul'a gelir. Haas'ın Türkiye'ye ilk girişi, 1970 yılına rastlar. 1970 Mart ayı ile yakalandığı tarih olan 15 Aralık 1972 tarihleri arasında tam sekiz kez Türkiye'ye giriş yapar.
Haas, Türkiye'ye ilk girişinde, İstanbul'da bir otele yerleşir. Biraz sonra tanımadığı iki kişi gelir, arabanın anahtarlarını alır ve giderler. Haas, Reşat Kagıt adlı bir denizci ile tanışır. Daha sonraki seferlerde, Reşat Kagıt, silahlan teslim alır. Reşat Kagıt ile Hoas'ı tanıştıran Peter Schwartz'dır. Schwartz, bazı seferlerde bulunur. Gemiye biner. Haas'ı uzaktan izler.
Haas, daha sonraki seferlerinde Telemen'den talimat alır. Silahlar, bazen İstanbul’da, bazen de Ankara'da Türk kaçakçılarına teslim edilir. Haas'ın son seferi de Budapeşte'den başlamıştır. Haas, Telemen'in Finlandiyalı sevgilisi Tuhkanen ile Budapeşte'de Beke otelinde buluşurlar. Haas'ın son seferde kullandığı araba, Telemen tarafından özel olarak yaptırılmıştır. Araba, Norbert Orlikovoski adlı bir Almanın üzerine kayıtlıdır. Haas, bu araba ile Budapeşte'den hareket eder ve Trieste'ye gelir. Trieste'den Sangeiorgia adlı İtalyan gemisine binerek, İstanbul limanına gelir. Telemen, Haas'ı İstanbul'da karşılar ve silahların İzmir’de boşaltılmasını ister. Telemen ve Kemal Ercan, Haas'ı, İzmir’de ünlü Efes otelinde beklemektedirler.Ancak Haas yakalanır.

Haas'ın yakalandığını öğrenen Telemen, hemen otelden ayrılır. Akşam uçaklarından birine binerek İstanbul’a iner. Ve Yeşilköy havaalanına iner inmez de yakalanır.

Yakalanan sanıklar, İzmir Sıkıyönetim Mahkemesi'nde yargılanarak çeşitli hapis cezasına çarptırılırlar. Bu arada, Sıkıyönetim kaldırılır. Bu nedenle bu dosya İzmir İkinci Ağır Ceza Mahkemesi'nce ele alınır. Yargılamanın sürmekte olduğu 1974 yılında çıkarılan af yasası ile sanıklar salıverilirler. Dosya mahzene kaldırılır.

13 Ekim 1980 günü, gazetedeki köşemde, Telemen'in silah kaçakçılarını açıklayan ifadesi yayınlanınca, dosya yeniden mahzenden çıkıyor.
1932 yılında Ankara'nın Kızılcahamam ilçesinde doğan ve İstanbul’da çeşitli otellerde, muhasebeci, santral ve resepsiyon memuru olarak çalışan ve 1967 yılında Almanya'da uyuşturucu madde ile yakalanan Türk uyruklu İbrahim Telemen ile 1940 Goisling doğumlu, çeşitli eğlence yerlerinde çalışan ve 1970 yılında silah ve uyuşturucu madde taşımak suçundan Stutgard ilinde yakalanan Alman uyruklu Hans Dieter Haas'ı, biraraya getiren bu çok uluslu kaçakçılık zinciri tabii ki bu olayla kapanmayacaktı. Çünkü, gerek Telemen, gerekse Haas, bu çok uluslu kaçakçılık zincirinin yalnızca iki küçük halkasıydılar.[10]
29 Temmuz 1975 günü, İzmir Alsancak limanına yaklaşan "İstanbul" adlı feribottan "SCA 3921 " plaka nolu bir kamyonet iner. Kamyoneti, Gunter Bock adlı bir Alman kullanmaktadır. Kamyonette yapılan aramada 599 adet Çekoslovak yapısı "Vizor" marka tabanca ele geçer. Bock ilk sorgusunda tabancaların getirtilmesi için İbrahim Telemen ile anlaştıklarını söyler.

Bock, olayın öncesini ayrıntılı biçimde anlatır: Telemen ile daha önce tanışmışlardır. Telemen, İstanbul'dan Bock'un Stutgart'taki 234095 nolu telefonunu arar. Anlaşırlar. Telemen Bock'a "7 Stutgart 80 Rohr, Gietmannster, 10" adresinde oturan Norbert Orlikowoski adına kayıtlı kamyoneti bir garajdan teslim alıp, yola çıkmasını söyler.

Norbert Orlikowoski, İbrahim Telemen'in 1972 yılında Alman uyruklu Hoans Dieter Haas aracılığı ile Türkiye'de 350 tane Browning marka silahla yakalanan "S An 5473" plaka nolu araba da aynı Norbert Orlikowoski üzerine kayıtlıdır. Fakat bu iki dava arasında bir türlü ilgi kurulmaz.

Telemen, Bock'a İstanbul'dan sonra Milano'dan telefon eder. Telemen, Milano'da "Florada" otelinde beklemektedir. Bock ve Telemen, otelde buluşurlar.
Telemen, Milano'da iki İtalyan ile sürekli olarak görüşmeler yapar. 5 Temmuz 1975 günü, Bock ve Telemen'in yolları motosikletli iki polis tarafından kesilir. Arama yapılır. Telemen'in üzerindeki bütün paralar; polisler tarafından alınır. Gerçek, bir süre sonra öğrenilir. Polis elbisesi giymiş bu iki kişi gerçekte polis değil iki soyguncudur. Konu İtalyan polisine yansıtılır. Ancak Telemen, olayın üzerinde pek durmak istemez. Sonradan cezaevindeki arkadaşlarına "Kızıl Tugaylar tarafından soyulduğunu" söyler.

Bock, Telemen'den ayrılarak, Viyana'ya gidip, "Gloriette" oteline yerleşir ve Telemen'den telefon bekler. Birkaç gün sonra Telemen telefon eder ve gereken talimatı verir. Talimat uyarınca Bock, Çekoslovakya'nın Brünn kentine gider ve Intenational oteline yerleşir. Telemen, Bock'a bir firma adı ve telefon numarası vermiştir. Bock, "Mercurian" firmasının 371360/3808 numaralı telefonundan Davidek ve Bemard adlı kişileri arar.
Davidek, 16 Temmuz günü, otelden Bock'u arar. Yarım saat sonra otele biri kadın olmak üzere dört kişi gelirler. Bu dört kişi, Telemen ile konuştuklarını, anlaşma gereği olarak, 600 tabancayı kamyonetin özel bölmelerine yerleştirdiklerini söylerler. Bu dört kişi, Alman Bock'u bir polis arabası eşliğinde Avusturya sınırına kadar götürürler. Bock, sınırı geçer geçmez, Telemen'i telefonla arar. Konuşurlar. Telemen yeniden talimat verir. Bock, aldığı bu talimat üzerine, Venedik'te Park oteline yerleşir. Telemen, bu kez, Bock'u İstanbul’dan telefonla arar. 
İzmir gümrüğünün ayarlandığını, hiçbir güçlükle karşılaşmayacağını bildirir. Bock, İstanbul feribotunda yer ayırtarak, İzmir’e doğru yolculuğuna başlar. Telemen'in planı daha sonra şöyle işleyecekti: Bock, araba ile Manisa yolunda bir benzinciye gelecek, burada iki kişi arabayı alıp, silahlan boşaltacaklardı.

Bock, yakalandıktan sonra Telemen dışında bir Türkün adını daha veriyordu: Nedim... Bu Nedim, Telemen'in ihbar mektubunda adı geçen Nedim Dişkaya'dan başkası değildi. Nedim Dişkaya da Abuzer Uğurlu çetesinin bir adamıydı.
Kısa öyküsünü okuduğunuz bu olay, Bock'un ilk kaçakçılık serüveni değildi. Bock, bundan önce de aynı kaçakçılık çetesinin bir başka taşımacılık işini yapmıştı.

Bock, Peter Harigart adlı bir Almanın emrinde çalışmaktadır. Harigart, "7000 Stutgart-W Roterbühl Str. 98" adresinde oturmaktadır. Bock, Haligart'ın talimatı üzerine 1975 yılının Mayıs ayında Sofya'ya gider ve Sofya'da Nedim Dişkaya ile buluşur. Nedim Dişkaya ve Bock, Sofya'dan karayolu ile Yugoslavya'nın Pirot kentine giderler. Pirot'da iki minibüs kendilerini beklemektedir. Minibüslerden biri "S-CC-7564, diğeri, S-CA-921" plaka noludur.

Bock ve Dişkaya, minibüslere binerek, İtalya’nın Ancona kentine gelirler. Daha sonra, Telemen, Dişkaya ve Bock, Milano'da buluşurlar. Amaçları, "Baretta" marka tabanca satın almaktır. Ancak, bu girişimlerinde başarılı olamazlar. Bunun üzerine Nedim Dişkaya, İstanbul’a döner. Bock ise Viyana'ya gider. Telemen ve Bock, daha sonra Prag'da buluşurlar. Bock ve Telemen, Prag'da Esplanda otelinde kalırlar. Bock, daha sonra Brünn kentine gider. Bock'u kaldığı International otelinde Davidek adlı bir kişi arar. Daha sonra, dört kişi gelerek, Bock'un arabasını alırlar ve arabaya 600 tane tabanca yerleştirirler.
Bock, Venedik'e gelir. Buradan bir feribot ile İzmir’e doğru yol alır. İzmir gümrüğünde hiçbir güçlükle karşılaşmaz. Arabası ile Manisa-Balıkesir yolunda bir benzin istasyonunda durur. Arabayı, kendisi ile buluşanlara teslim eder. Ve kendisi ile buluşanların arabasıyla İstanbul’a gider ve İstanbul’da Park otelde Telemen'den 5000 dolar alır.

Telemen, Bock'a aynı yollarla bir kaçakçılık işi daha yapmasını söyler. Bock'un yakalandığı kaçakçılık olayı, Telemen'in önerisi üzerine yaptığı ikinci kaçakçılık olayıydı, ama yakayı ele vermişti.
Bock'un yakalanmasından sonra yapılan aramalarda Telemen bulunamaz. Telemen, Almanya'dadır. Ömer Kazmacı adına düzenlenmiş sahte pasaportla dolaşmaktadır. Türk polisinin başvurusu üzerine Telemen, Federal Alman polisince Münih'te yakalanır ve 1976 Temmuz ayı ortalarında Türkiye'ye geri verilir. Telemen, İzmir İkinci Ağır Ceza Mahkemesince tutuklanır ve Buca Cezaevi'ne gönderilir.
Dava, önce İzmir İkinci Ağır Ceza Mahkemesi'nde başlar. Dosya daha sonra, o tarihte yeni kurulan İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi'ne gönderilir.[11]
Ve bu dava görülmekte iken Telemen, Abuzer Uğurlu tarafından cezaevinden kaçırılır. Telemen kaçırıldığı 1976 yılından, şüpheli ölümüne kadar İstanbul’da, Opera otelinde kaldı. Kendi ifadesine göre daha birçok olaya karıştı.

Ankara'da, Sıkıyönetim Askeri Mahkemesi'ndeki Abuzer Uğurlu ve arkadaşları ile ilgili dava, Telemen'in ihbarına dayanmaktadır. Telemen adı, Türkiye'de kaçakçılık olayları ile birlikte anılmaktadır. Ve Telemen yazdığı mektupta, bütün kaçakçılık işlerini Abuzer Uğurlu’nun emri ile yaptığını söylemektedir.
Eğer, M. Ali Ağca adındaki sağcı terörist Papa'ya suikast girişiminde bulunmasaydı bütün bu olaylar ve kişiler tozlu adliye dosyalan arasında unutulup gidecekti. Ve eğer Ağca, yargıç Martella'ya verdiği ikinci ifade de "bana yardım edenler, Bekir Çelenk ve Abuzer Uğurlu'dur" demeseydi, bu kaçakçıların adı, Türkiye dışında pek duyulmamış olacaktı.
Telemen ölmüş müdür? Ölmemiş midir? Acaba Opera otelinde ölen ya da öldürülen bir başkası mıydı? Uğurlu'lar, Telemen'in ölmediği kanısındadır. Mustafa Uğurlu, mahkeme önünde böyle bir açıklama yapmıştır. İzmir'de bir Cumhuriyet savcı yardımcısı Telemen'i gördüğünü polise bildirmiştir. Ancak aramalar bir sonuç vermemiştir.

Telemen ölü ya da diri fakat, geride bıraktığı el yazılı ifadeler ile ihbar mektupları birçok olayın aydınlatılmasına yardımcı olmuştur.
Şu rastlantıya bakın: Telemen, 1972 yılında askeri savcıya verdiği el yazılı ifadede, Hasan Nehir ve Bekir Çelenk'in adlarını veriyor. Hasan Nehir ve Bekir Çelenk, İtalya’da ortaya çıkartılan büyük kaçakçılık olayı ile ilgili görülüyorlar. Aynı Telemen, 1979 yılında bana yazdığı mektupta, Abuzer Uğurlu ve "Oflu İsmail" olarak bilinen İsmail Hacı Süleymanoğlu'nun adlarını veriyor.

Abuzer Uğurlu'nun adı, yargıç Martella'nın dosyalarında geçiyor. "Oflu İsmail" adı ise savcı Palermo tarafından saptanıyor. Oflu İsmail’in Macaristan'da olduğu sanılıyor.
Bu çok uluslu kaçakçılığın bir ilginç gelişmesi de, M. Ali Ağca'ya Sofya'da sahte pasaport sağlayan Ömer Mersan'ın, Abuzer Uğurlu'nun kaçakçılık ortağı Bekir ve Selami Gültaş'ların Münih'teki "Vardar" adlı şirketinde çalışmasıdır.
Ve daha da ilginci, M. Ali Ağca'nın Papa'ya suikast girişiminden önce Roma'dan, Münih telefon rehberinde kayıtlı Vardar firmasının 531070 numaralı telefonunu aramasıdır.

DİPNOTLAR;

[1] Nedim Dişkaya, Abuzer Uğurlu’nun kaçakçılık çetesinde çalışan bir ele­mandır Aziz de "Kürt Aziz" olarak bilinir. Aynı çetede çalışır.
[2] İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcısı Albay Refik Karaa'nın 30.05.1979 gün ve 1979/783 sayılı görevsizlik kararı
[3] O dönemde, İstanbul Sıkıyönetim Mahkemesi'nde görev yapan Albay Ferruh Şenerdem ve Albay Coşkun Dündar emekli olduktan sonra, avukatlığa başladılar 1979 yılında kaçakçılar tutuklanınca, bu kaçakçıların bir kısmının avukatlıklarını da bu iki emekli yargıç üstlendi. Aynı iki emekli yargıç, aynı tarihlerde, i Şubat 1979 tarihinde öldürülen Milliyet Gazetesi Abdi İpekçi davasında M. Ali Ağca’nın suç ortağı Yavuz ÇayIan'ın avukatlığını da aldılar.
[4] Emekli hakim Albay Metin Taran... Bu tahliye kararından sonra, o zaman Genelkurmay Başkanı olan şimdiki Cumhurbaşkanı Kenan Evren'in emri ile bir soruşturma açıldı, ancak bir sonuç alınamadı.
[5] 30.05.1979 gün ve 1979/783 sayılı İstanbul Sıkıyönetim Askeri Savcılığı kararı.
[6] Telemen, Abuzer Uğurlu için "Kürt Abuzer" adını kullanmaktadır. Türkiye'deki Güneydoğulu kaçakçılar "Kürt Grubu" olarak adlandırılırlar. Telemen, "Uğurlu' soyadı yerine 'Doğulu' soyadını kullanmaktadır
[7] İtalya’da ortaya çıkartılan uyuşturucu madde ve silah kaçakçılığı olayları nedeniyle aranan ve 1980 yılından bu yana Türkiye dışında olduğu bilinen yeraltı dünyasında etkinliği ile tanınan İsmail Hacı Süleymanoğlu.
[8] Ali Galip Kayıran, İstanbul’da Haydarpaşa gümrük müdürlüğü yapmıştır, Hakkında kaçakçılarla işbirliği yaptığı savı ile çeşitli kovuşturmalar bulunan Kayıran, Ecevit hükümetinin Gümrük ve Tekel Bakanı Tuncay Mata­racı'ya rüşvet vermek suçundan da mahkum olmuştur.
[9] İbrahim Telemen'in askeri savcıya yaptığı bu açıklama, İzmir İkinci Ağır Ceza Mahkemesi'nin 1974/384 esas sayılı dosyasının i 46'ncı sırasında bulunmaktadır. Telemen'in, Hasan Nehir ile ilgili olarak bildirdiği olayın yargılanması, Ankara, Altındağ Ağır Ceza Mahkemesi'nde yapılmıştır. Bu dosya da 970/394 sayısını taşımaktadır
[10] Federal Alman İnterpol makamının 20.1.1972 gün ve EA/2 3 w h 177 083 sayılı telsiz ile Türkiye'de Emniyet Genel Müdürlüğüne gönderilen bilgi
[11] Telemen ve Bock ile ilgili dava, o tarihte devlet güvenliğini ilgilendiren suçları karara bağlamakla görevli özel bir uzmanlı Güvenlik Mahkemesinde görülmüştür. Dosya, İzmir Devlet Güvenlik Mahkemesi'nin 1978/3 sayısında kayıtlıdır.

 http://www.geocities.ws/ramazanmercan/mumcu/telemen.html

***

28 Eylül 2018 Cuma

AZINLIKLAR ve MÜŞAVİRLER BÖLÜM 2

AZINLIKLAR ve MÜŞAVİRLER BÖLÜM 2 


Ana Dilde Eğitim. ANA dilde eğitim… ANA DİL… 

Ana dil öğretimi değil. Çünkü, ANA dilin, adı üstünde «ana»dan öğrenildiğini ve özellikle doğu ve güneydoğuda çoğunluğun Kürtçe’den başka dil bilmediğini herkes bal gibi biliyor. (Bu nasıl baskıdır, bu nasıl asimilasyondur ki, bu ülkede milyonlarca kişi hala o baskıcı, zalim «devlet» dilini bilmez!) 

Almanya kendisini ulusal bir tehlike içinde hissedince ülkesindeki camilerde imamların Türkçe konuşmasını yasaklamayı tartışmaya başladı. Başbakan Şröder, kamuda türban istemediklerini, hem de televizyonda ve açıkça “burada yaşayan ve topluma uyum sağlamak isteyenler, yasal kurallara uymak ve dilimizi öğrenmek zorundalar” diyerek ifade etti. 

Yani, Türkiye için bir eksiklikten söz edilecekse bütün vatandaşlarına Türkçe öğretememiş olmasıdır, diyebiliriz biz de. 

Öte yandan okul, dili geliştirmez de. Biz Turgut Özal gibi İTÜ mezunu yüksek mühendis, Tansu Çiller gibi profesör ama Türkçe katili başbakanlar biliyoruz. İnsanlar, kendi ana dillerini bile ancak kendi çabalarıyla geliştirir. Hugo’ları, Şekspir’leri, Danteleri, Sokratları, Orhan Kemalleri, Nazım Hikmetleri mektepler yetiştirmemiştir. Yaşar Kemal’in lise öğreniminin bile olmadığı, hatta espriyle karışık, ortaokulda Türkçe’den ikmal kaldığı söylenir. Ama Türkçe’nin dev eserlerini yazmıştır. Her türlü öğrenim basamağını eksiksiz atladığı halde çok kötü İngilizce, Fransızca, İtalyanca, Türkçe konuşan safkan İngiliz, Fransız, İtalyan ve Türk’ün sayısının iyi konuşanlardan çok daha fazla olduğuna bahse girseniz rahatça kazanırsınız. 

Mekteplerde, ancak yabancı dil öğrenilir, o da yine kişisel çabayla geliştirilir. Kürtçe Kürtlerin yabancı dili mi? 

Üstelik öğrenimi yetmiyor, eğitime geliyoruz. Bu çok daha geniş kapsamlı bir kavram. Bunun içine kültür de girer, tıp, mühendislik, hukuk da girer. Kültür… Sevgili Ahmet T. Kışlalı’nın ilk eşi, sevgili Nilgün Kışlalı, Ahmet Taner’le evlenene kadar bir Katolik Fransız iken, Türk okullarından adımını bile atmamış olduğu halde öldüğünde mükemmel bir Türk hatta Anadolu Müslüman’ıydı. Buna karşılık sektirmeden Türk okullarında yetiştiği halde Türk olmaktan, Türkiye’den utanan, hiç de azımsanamayacak sayıda insan da var. İsim saymayalım, bazı çevrelerin düşünce özgürlükleri incinebilir. 

Eğitim denince akla tüm bir maarif sistemi gelir. Peki, bununla Kürtçe tıp eğitimi, Kürtçe mühendislik, hukuk eğitimi mi kast edilmektedir? Nerede kullanılacak bu eğitim?!.. 
Anamdan Kürtçe öğrenmişim. Büyüdüm, Kürtçe roman okumak istiyorum. Ama yok. E birileri oturup Kürtçe Roman yazmamışsa ne yapalım? Çevirin Aziz Nesini, Yaşar Kemal’i Kürtçe’ye okuyun. Ama o zaman Kürt kültürü öğrenmiş olmayız ki?!.. 

El insaf demeyelim ama Tatyos Efendi’nin, Udi Hırant’ın Rumca, Ermenice kilise müziği bestelemesine kimse mani olmamıştı. Onlar yine de Türkçe “Türk” müziği yaptılar. 
Aksi taktirde kendilerini çoğunluğu anlatmaları, şarkılarının bugün bile saygıyla, sevilerek dinlenmesi mümkün olmazdı. İbrahim Tatlıses, tamamen Kürtçe çalıp söyleseydi bugünkü İbrahim Tatlıses olamaz,. Belki İMÇ’ye bile adımını atamazdı. 

Batı Trakya’daki Türk… Baskı vesaire orada da var. Ama kendisini Yunan çoğunluğa anlatmak, yaşadığı baskıyı anlatmak istiyorsa Yunanca yazmaktan başka çaresi yok. Nitekim bizde de Özgür Gündemler, Özgür Ülkeler vesaireler var. Oldu. 

Almanya’da bir Almanla evlenip Almanya’da yaşamayı seçmişseniz, hele Alman olan anne ise ailede, özellikle çocuklar için Almanca’nın ağır basması kaçınılmaz. Nitekim öyle oluyor. Hatta anne ve babanın özbeöz Türk olduğu ailelerde bile orada doğan çocuklar çok çeşitli nedenlerle Almanca’yı Türkçe’den çok daha iyi konuşuyor. Ne kadar Türkçe ders verilirse verilsin, ne kadar Türkçe sınıf, okul açılırsa açılsın. Çünkü insan ilişkisi, toplumsal yaşam, sınırlı ve resmi okul saatlerinden çok daha etkileyici. Alman devleti baskı yaptığı için mi? Ama aynı çift, yaşama mekanı olarak Türkiye’yi seçerse bu kez de Türkçe’nin öne çıkması kaçınılmaz. 

Peki bütün bu Kürtçe eğitimler, öğretimler, kültür kazandırmalar, ne zaman asıl anlamını bulur? Asıl nerede işe yarar?!.. 

6) Raporda azınlık okullarına Türk müdür yardımcısı atanmasından da rahatsızlık belirtiliyor. Okulun diğer öğretmenlerinin tamamı ilgili azınlık mensubu. Müdürü aynı azınlıktan. Türk olan, bir tek müdür yardımcısı. Ne olur? Türk müdür yardımcısı olmasaydı bu ekalliyet ne yapacaktı da bu gariban olunca yapamıyor, veya yapamayacak? Yarası olan gocunur. 

Yunanistan, ülkesindeki, Batı Trakya’daki Türk okullarına, genel olarak Türklere nasıl bakıyor? ABD 11 Eylül’den sonra, Fetullah Hoca ve benzerleri hariç, ülkesindeki ve ülkesine giren bütün Müslümanlara (Kemal Derviş hariç Türkiye’nin bakanı Masum Türker’e bile), bütün esmer tenlilere, bütün Ortadoğululara, bütün Doğululara nasıl bakıyor? Bizim 11 Eylülümüz yok mu? Birinci Dünya Savaşı, Kurtuluş Savaşı ve bunların tam ortasındaki Mavri Miralar, Etniki Eteryalar, Ermeni çeteleri ne idi? 

7) “Bugün de TSK, Dışişleri, Emniyet, MİT başta olmak üzere, üniversiteler dışında gayrimüslim memura rastlanmaz.” 

Birinci Dünya Savaşı ve Milli Mücadele’den hemen sonra yürürlüğe giren Memurin Kanunu en az 40 yıldır yürürlükte değildir. Gayrimüslimlerin sayısı, başta Lozan olmak üzere çeşitli uluslararası anlaşmalarla ve karşılıklı mutabakatla (nitekim Yunanistan’dan da Rumca’dan başka dil bilmeyen binlerce Türk bu şekilde Türkiye’ye gelmiştir) özellikle azaltılmış olup ancak binlerle ifade edilebilecek düzeydedir ve genellikle kamudan, devletten resmi görev talep etmemektedir; çünkü ticaretle gayet müreffeh bir hayat düzeni kurmuşlardır. Memur maaşı, onlar için komiktir. Talep edip reddedilselerdi, müşavirlerin içini rahatlatacak durumlar belki oluşabilirdi; ama etmediler, etmiyorlar. 

Bunun dışında, Mıgırdıç Şellefyan, veya Cefi Kamhi “milliyetçi-muhafazakar” başbakanlara çok yakın azınlık milletvekilleridir. Topu topu iki kişi olmaları mazeret değil. 70 milyonluk, 60, 50, 30 milyonluk Türkiye’de, azami 550 kişilik parlamentoda beş on bin kişilik azınlığa da bundan daha fazla sandalye düşmezdi herhalde. Kaldı ki, sayı azlığı da çok önemli değildir. Çünkü mevcut seçim sisteminde Başpatron, İstanbul bilmem kaçıncı bölgede birinci sırada aday gösterse Patrik Bartelomeos’u bile milletvekili seçtirebilir. 

Ayrıca, « Solcu » müşavirler, bu azınlık milletvekillerinin neden genellikle hep « Sağcı » partileri tercih ettiklerini de tartışmalıdır. 

Osmanlı döneminde Vezirliğe kadar yükselmiş Ermeni yurttaşlarımızın bulunduğunu mutlaka müşavirler de bilir; ama biz, 1895’te neden Osmanlı Bankasını bombalayıp, Osmanlı Padişahına karşı suikaste kalkıştıklarını, neden kanlı çarpışmalar halinde olduğumuz Ruslarla işbirliği yaptıklarını bilmiyoruz. Hem de Padişah İkinci Abdülhamit’in, adeta bir müşavirin yüz yıl sonra “aman Batılılar eleştirmeden, uyarmadan biz yapalım” diyeceğini bilmişçesine kendisine suikast düzenleyen Ermeniler için genel af çıkarmasına rağmen… 

Azınlıklar pek çok haklarına, talep ederek, mücadele ederek, dış destekle değil, kollarını kıpırdatmadan, Osmanlı’nın engin vericiliği sayesinde kavuşmuştur. Türkler çiftçilikten ve hele askerlikten başka şeye adeta vakit bile bulamazken (ki bakın şimdi her türlü üçkağıtçılığıyla birlikte ne güzel beceriyorlar!.. Demek ki yapabiliyorlarmış) bu azınlıkların ticarette, sanatta, zanaatkarlıkta, bankacılıkta, mali işlerde çok gelişip zenginleşmelerinin bir nedeni de, muhterem Osmanlı padişahlarının kendilerini askerlikten muaf tutmuş olmalarıdır. Patrikhaneleri ne Rumlara, ne Ermenilere kendi talepleri kazandırmamıştır; patrikhaneler Padişahın bu azınlıklara kendiliğinden layık gördüğü birer lütuftur. Hatta başlangıçta İstanbul’da hiç Ermeni yokken, Doğu’dan getirtip kurdurmuşlardır Patrikhane’yi. Patriğin vezir rütbesine eş sayılır hale gelmesi de, istenmeden yapılmış bir bağıştır. 

Ve Ermeniler bütün bu kendiliğinden verilenlere, 1839’lara, 1856’lara rağmen banka bombalayıp, Padişaha suikast düzenleyip Ruslarla işbirliğine; Rumlar bütün bunlara rağmen Mavri Miralara, Etniki Eteryalara, Pontusçuluğa, Yunanla işbirliğine soyunmuştur. 

8) Doğrudur, Lozan’da Türkiye DİNSEL azınlıktan başka azınlık kabul etmemiştir. Yani sadece Müslüman olmayanları azınlık saymıştır. Buna, tıpkı o zaman karşımızda olan Müttefikler gibi, hayıflanmak niye? 

Bu soruya bir başka soruyla cevap aramak gerek: Bugün üyesi olmak için AB’ne yalvarıp yakarıyoruz; onlar da, belki haklı olarak “o zaman bizim şartlarımız da bunlar” diyorlar. Peki Lozan’da, yalvarmak ne demek, yenilmiş konumda oldukları halde Müttefikler niye, hem de Mîsâk-ı Milli’deki eksiz «azınlık» sözcüğünden hareketle Müslüman olan bazı grupların da azınlık kapsamına alınmasında o kadar ısrarlı olmuştur? Kimdir bu bazı Müslüman gruplar? 

Tabii en başta Kürtler… Sonra Çerkezler ve diğer Türk olmayan Müslüman gruplar… 

Oysa 1922-23’te Kürtlerle ilgili en küçük bir sorun yoktur. Şeyh Sait İsyanına daha çok vardır. Kaldı ki, Cumhuriyet 29 Ekim 1923’te ilan edilmiş, Şeyh Sait İsyanı Nisan 1925’te başlamıştır. Aradan geçen bir buçuk senede, ayakları üzerinde güçlükle doğrulmaya çalışan Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı’nın yapmadığı hangi baskıyı uygulamıştır da, kendilerinin ve başka bazılarının sık sık ifade ettiği üzere daha dün Çanakkale’de «ezen ulus»(!) Türklerle birlikte düşmana karşı can veren Kürtler bu defa isyan etmek gereğini duymuşlardır? 

Aynı bir buçuk, iki yıl öncesinde müttefiklerin Lozan’da azınlık kavramının ille de Müslüman olanları da kapsayacak şekilde geniş tutulması için verdikleri cansiperane mücadeleyle Şeyh Sait İsyanı arasında bağlantı kurulursa tıp değil siyaset bilimi doktorları öyle fetva buyurdu diye neden «paranoyak» olalım?.. 

Demeyelim hadi de sözü Uğur MUMCU ve Abdülmelik Fırat’a bırakalım. Şeyh Sait’in kardeşinin torunu ve oğlunun damadı olan, eski DP milletvekili Melik Fırat’ın Şeyh Sait İsyanı ile ilgili düşünceleri son derece ilginçtir: 

“- Şeyh Sait’in, müktesebatı ve ailesinin yapısı nedeniyle, İslami bir düşünce dışın-da, ümmet fikri dışında her hangi bir beşeri sisteme inanması, o yolda hareket etmesi mümkün değil. Nasyonalist bir düşüncesi olamaz. Şeyh Sait’in şahsi düşüncesi nasyonalist olamaz. Fakat, İslami ağırlıklı bir hareket içinde, otomatikman nasyonalist bir harekete, yani ulusal bir harekete katılabilir.” 

“- ... 

“- ... Şeyh Sait gibi yetişmiş bir insanın durup dururken «Ben Kürt Devleti kuracağım» demesi biraz yanlıştır. O dine inandığı için, din yıkıldığı zaman kıyam edebilir.” 

“Atatürk dini mi yıkmıştı? Neden? Şeyh bu yüzden mi kıyam etmişti? Neydi Şeyh’i ayaklanmaya yönlendiren ana neden? Torunundan bunları öğrenmek istiyorum. Yorumu şöyle: 

“- Şeyh Sait ile Atatürkçülük... Bunlar birbirine karşı iki olgudur. İki dünya görüşü ve iki siyasettir doğuda. Mustafa Kemal, «Osmanlı İmparatorluğu batıyor, devlet yıkılacak. Bunun yerine, batının kültür sistemini, hukuk sistemini alıp Türk ulusunu yüceltebilirim» diye düşünüyor. 
Buna karşı «Osmanlı İmparatorluğu yıkılsa bile yine kendi kültürünü, inançlarını yaşatıp, batı teknolojisini almak» fikri savunuluyor. 

Bu çarpışan iki fikirdir. Şeyh Sait cumhuriyete karşı değildir. Bu batılı-taklitçi dü-şünceye karşıdır. Şöyle düşünüyor: «Kürtler ve Türkler İslam unsuru olarak kaldıkça bir devlet çatısı altında birlikte yaşarlar. Fakat, İslam düşüncesi ortadan kalkarsa beraber bir devlet olmanın anlamı kalmaz.» Yani, İslam düşüncesi Kürtleri ve Türkleri bir arada tutan unsurdur. Bu kalktı. Bunu söyleyen Kürtler. Jön Türkler’de nasıl Batı standardında bir devlet kurma fikri varsa, Kürtler arasında da Kürt devleti kurmak isteyenler vardır. 

... 

... Şeyh Sait olayının diğer yanı da Kürt ulusunun kendi başına devlet kurma fikridir. Bu fikir de var işin içinde. O iş de Şeyh Sait ile başlamıyor; bu da her milletin kendini idare hakkından doğuyor. 

… 

“- Şeyh Sait, «Dini kaldırdılar. Biz Kürtler, kendi kendimize, dini esaslara göre idare edilelim” diyor.» (Uğur Mumcu, Kürt İslam Ayaklanması, um:ag Vakfı Yayınları: 23, Bütün Yapıtları Dizisi: 21, 21’inci Baskı, Ağustos 1996, Ankara, s. 148, 149, 150.) 

Görüldüğü üzere, Şeyh Sait’in torun-damadı bile bu ilk isyan için bir baskıdan, zulümden söz etmemektedir. Tek neden vardır Melik Fırat’ın sözlerinde: “İslam ortadan kalktığına göre, Türklerle bir arada yaşamamız için neden kalmamıştır...” 

9) “Türkiye, azınlık kavramının ve hukukunun dünyadaki gelişmelerini izlemek yerine, 1923 yılına takılıp kalmakta, üstelik 1923 Lozan’ı da yanlış/eksik 
yorumlamaktadır. 

Azınlık kavramının ve hukukunun dünyadaki gelişmeleri!!... 

Dünyadaki gelişme babında bizim gördüğümüz şu: Yerlileri bir müze malzemesi derekesine indiren Amerika, şimdi de 25 milyonluk koca bir ülkeyi yok ediyor. Sömürü olanaklarını yitiren, Amerika gibi zorla yeni sömürgeler edinmeye çalışma gücüne en azından şimdilik sahip olmayan Almanya, hıncını kendi emekçisinden çıkarıyor. İngiltere aynen öyle. 

Peki biz ne yapıyoruz bunlardan daha kötü? Zaten hiçbir zaman sömürü olanağına sahip olmadığımız, yabancıları sömürmeyi imparatorlukken bile beceremediğimiz için hıncını kendi emekçisinden çıkarmayı Almanya’dan daha önce keşfetmek; Patrikhaneye ekümeniklik, kardinal yetiştirme hakkı tanımamak, Rumlara «Türk» dememek, Kürtleri, Keldanileri, Süryanileri, Alevileri, Çerkezleri de azınlık saymamak dışında... Ne ayııııp, ne ayıp! (Tabi, Almanya’da evlerinde diri diri yakılan Türkler, resmen hükumet tarafından değil Dazlaklar tarafından yakıldığı için zaten konumuz dışında!!) 

1923 Yılına Takılıp kalmışız. 

Peki 2004 yılı neresi? Yukarıda tasvire çalıştığımız Amerika’nın, Almanya’nın, İngiltere’nin, Avrupa’nı, Batı’nın dünyası… Sovyetler varken ancak illegal çalışabilen sömürünün yeniden «resmileştiği», «devlet»leştirildiği, «sosyal»in «individual»a dönüştüğü, her koyunun kendi bacağından asıldığı bir vahşi cangıl dünyası… Türkleri zaten adam yerine koyan yok ya, Kürtlerin de işsizlik, açlık gibi bir sorunları yok. Kürtçe türkü dinlesinler, Kürtçe televizyon seyretsinler kafi. Karınları doyar. 

10) “Azınlığın farklı kimliğinin kabulü ile azınlık statüsü/hakları vermek aynı şey sayılmakta/sanılmaktadır. Oysa birincisi objektif bir durumdur, ikincisi ise devletin bileceği bir iştir.” 

Kast edilen şu herhalde: Azınlık statüsü veya hakları tanımak hukuki bir olaydır, süreçtir. Bu olmayabilir. Ama hiç değilse “bu ülkede Kürt, Çerkes, Ermeni, Boşnak, Arap, Rum vardır ve bunlar Türklerden farklıdır”ı kabul edin. 

Tamam. Hepimiz çıktık, sabah Anıtkabir’de toplandık ve koro halinde “Türküm, doğruyum, çalışkanım” yerine bunu söyledik. 

«Kabul etme»nin ağzı, yüzü yok mu? Kabul ettim; bunu sözle ikrar ettim. Sonra?!.. Yani, kabul etmekle statü tanımak, hak vermek aynı şey değilmiş madem, “farklı kimliğini kabul ettim” dedikten sonra, ana dilde eğitim, yayın, vesaire hakkı vermesem de olacak mı? O zaman benim Kürt, Çerkez, Arap kardeşim ne anladı bu kuru kuru «kabul etmek»ten? Azınlık statüsü vermeden, hakkı tanımadan, kabul etmek nasıl olacak, oluyor öyleyse? Yasa çıkarmamızı, yani yazılı ikrarı bile ciddiye almayan Avrupa Birliği niye ensemizde “tamam yasayı çıkardın, ama bir de uygulamayı görelim” diye boza pişirip duruyor? 

İş kabul etmekle bitseydi, bu memleketin Süleyman Paşası “Amerika bir Kürt devleti kurulmasını istiyorsa (herhalde «bölgede» demek istemişti) buna mani olamayız” diyeli çok olmuştu. Üstelik mevcut durum, adamın haklılığını kanıtlıyor. 

11) “Demokrasi anlamına gelen iç self-determinasyonla, parçalanma anlamına gelen dış self determinasyon aynı şey sanılmakta…” 

Ulusların kendi kaderini tayin hakkı anlamına gelen self determinasyon hakkının böyle iç ve dış diye ikiye ayrıldığını, hem de birinin demokrasi ötekinin parçalanma anlamına geldiğini hiç duymamıştık. Ama aldık kabul ettik diyelim 

Osmanlı da Batı baskısıyla azınlıklara tanıdığı statülerin tamamını bir iç self determinasyon yani demokrasi olarak kabul edip tanımıştı. Ama sonuç dış self determinasyon oldu. Yugoslavya da öyle… Demek, iç self determinasyonla dış self determinasyonun arası bıçak sırtı. Hemen öbür tarafa, yani demokrasi tarafından parçalanma tarafına düşülebiliyor… 

Osmanlı, hiç parçalanmadan yıkılsaydı… Veya Yugoslavya… Anlaşılırdı. 

Ayrıca, solcu müşavirlerin de bildiği üzere self determinasyon hakkı sosyalizmin kuralı değil, ABD devlet Başkanı Wodraw Wilson’un Milletler Cemiyetinin temelini oluşturmak üzere 1914’te yayınladığı Bildirisinin bir maddesidir. Birinci Dünya Savaşı Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun, Alman İmparatorluğunun da yıkılmasına yol açmıştır; İngiltere’nin üzerindeki güneşi de söndürmüştür; ama bunlar yine de siyasi yıkılmalardır. Almanya’da İmparatorluk rejim olarak yıkılmış, yerine Cumhuriyet kurulmuştur o kadar. İngiltere ve Almanya’da azınlıklar oluşmamıştır bu yıkılmalarla. Avusturya ve Macaristan’da azınlıklar söz konusu olmuştur ve Osmanlı’dan ayrılan ülkelerde de milyonlarca Türk 
kalmıştır. Ama bunlar hiçbir zaman bizimkiler gibi bütün dünyayı meşgul eden bir sorun haline gelmemiştir. Wilson Prensiplerinin, azınlıklarla ilgili self determinasyon maddesinin Avusturya, Macaristan, Romanya, Bulgaristan, Yunanistan, Sırbistan’da kalan azınlıklar için gündeme getirildiğini kimse söyleyemez. O madde özellikle Türkiye sınırları içinde kalan Ermeniler, sonra Kürtler ve diğer azınlıkları gözetir. 

Kısaca… Kim ne derse desin Sevr ortadadır, orada bir Ermenistan’a ek olarak (Kesim VI, ERMENİSTAN, Madde 88-93) bir Kürdistan (Kesim III, KÜRDİSTAN, Madde 62-64) vardır. Lozan ortadadır; bağımsız bir madde olarak antlaşma metnine sokulamamıştır ama, tutanaklar, Müttefiklerin «gayrimüslim azınlıklar» terimi yerine «azınlıklar» teriminde nasıl direndiklerini açıkça sergilemektedir. Müşavir bey de ortadadır; o da tıpkı o zamanki müttefikler gibi geniş kapsamlı, Kürtleri vb. de içerecek «azınlıklar» teriminden yana ve «gayrimüslim azınlıklar» teriminin antlaşma hükmü haline gelmesini doğru bulmamaktadır. Ve nihayet Şeyh Sait’in torunu Abdülmelik Fırat’ın Uğur Mumcu’ya yaptığı açıklama da, 
bunların hepsinin en açık ve dürüstü olarak (ki Fırat, Müttefikler gibi, AB gibi, müşavir bey gibi konunun tufeylisi değil sahibi aslisidir) ortadadır. Hiçbiri olmasa da Abdülmelik Fırat, Uğur Mumcu ve kitabı düş değildir. Paranoya hiç değildir; siyaset bilimi doktorları bununla yetinmeli, tıp doktorluğuna soyunmaya kalkmamalıdır. Çünkü bu kerameti kendinden menkul teşhis bomerang gibi onlara da dönebilir. 

Ayrıca «daha dün» Çanakkale’de İngiliz ve Fransızların, Milli Mücadele’de Yunanların öldürdükleri arasında, son andaki sığınma olayına kadar Çerkez Ethem ve onun kuvvetleri içinde vb. bu Kürtler de vardır, Çerkezler de vardır, diğerleri de vardır. Çok açık söylenmese de Kurtuluş Savaşı fiilen bir Müslüman-Hıristiyan savaşıdır. Ama ne hikmetse muhterem düşmanlarımızın, dün öldürdükleri Müslümanlara bugün kanı kaynayıvermiştir!!! Türkler hariç! 

2 Ocak 2003 tarihli Ermeni azınlık gazetesi Agos’ta yayınlanan «Şu Sevr Paranoyası Yok Mu» başlıklı yazıda ileri sürüldüğü gibi o günkü düşmanlarımız bugün artık dostlarımız, en azından müttefiklerimiz midir? Artık onlardan kuşkulanmaya, Sevr sayıklayıp durmaya gerek yok mudur; bu bir paranoya mıdır? 

Bir kere, güya artık «barış» anlaşmasının imzalanacağı Lozan’da bile, müttefiklerin, hele Yunanların tüm istediği, sanki yenilen onlar değilmiş gibi, Sevr’in tekrarıdır. Başka hiçbir şey olmasa, o inanılmaz “Ermeni Yurdu” baskısı bile tek başına bu tezin kanıtıdır. Kaldı ki ... Sevr Antlaşmasının 140-151’inci maddelerinde yer alan hükümlerin hemen hepsi Lozan’da da aynen yeniden istenmiş, bir kısmı hiç kabul edilmemiş, bir kısmı değiştirilmiş, bir kısmı da aynı kalmıştır, ama ne güçlükler pahasına!.. 

Hadi Lozan’la Sevr’in arası çok yakındı, düşmanlıklar henüz sönmemişti. 

Metin Toker on beş yıl kadar önce yazmıştı (tarihini ne yazık ki hatırlayamıyorum). 1980’den kısa bir süre önce Toker Senato kontenjan grubu başkanıdır ve bir heyetle birlikte Senato’nun konuğu olarak Amerika’ya giderler. Gündüz resmi görüşmelerden sonra ev sahibi Senato başkanı bir akşam yemeği verir. Toker, ev sahibinin yanında oturmaktadır. Sohbetin koyulaştığı bir anda ev sahibi adeta itiraf eder: 

“- Ermenilere bir söz vermiştik ama tutamadık. 

“- Ne sözü? 

“- Devlet sözü vermiştik. 

“- Niye tutamadınız? 

“- Siz ağır bastınız.” 

Bu da 25 yıl öncesi. Yetmedi mi? 

O zaman altı yıl öncesine gelelim. 19 Ocak 1998 tarihli Alman Süd Deutsch Zeitung gazetesinde yer alan Wolfgang Koydl imzalı yazıda aynen “Lenin’in Rusya’sı yıkıldı; Tito’nun Yugoslavya’sı yıkıldı; sıra Kemal’in Türkiye’sinde” denilmektedir. Koydl, Kopenhag Kriterlerinden, demokrasiden, insan haklarından filan söz etmiyor; Türkiye’nin AB üyeliği olmasa dahi, hatta belki olmaması için “sıra Kemal’in Türkiye’sinde”dir 

Koydl nihayet bir gazeteci; söylediklerinin «resmi» niteliği yok, Alman devletini bağlamaz denecekse, Amerikan Senatosu başkanının resmi kimliği vardı, bir. Ama daha önemlisi, Koydl’ı gazeteci diye niye küçümsüyorsunuz? Her şeyden önce adamın söylediklerinin ilk ikisi gerçekleşmiş!.. 

Yugoslavya, Rusya, Koydl istedi diye yıkılmadı. Bunlar kişisel temennilerdir; tesadüfen hayatla çakışmıştır. Türkiye de o istedi diye yıkılmaz denerek önemsiz sayılacaksa, sayılması istenecekse, o zaman yukarıda değindiğimiz üzere, “Yorum Beyanından er geç vazgeçilecektir, bir gün gelecek herkes istediği dilde yayın yapacaktır”ların da aynı kategoriye girdiği kabul edilmelidir. 

«Resmi» şahsiyetler elbette bir gazeteci gibi ulu orta konuşmayacak!.. 

Bakın Irak’a…. Yanılıyorsunuz… Orada Amerikan askeri postalıyla girdiği camiye sığınmış ağır yaralı Irak’lıyı “daha ölmemiş bu. Ölü numarası yapıyor” diyerek öldürmüyor. 
Yanılıyorsunuz… Bush oraya, 100 bin cesetten sonra hala “demokrasi götürüyor”. “Ekonomim kötü, toplumsal dengelerim kötü, dünya kötüye gidiyor. İmparatorluğum zor durumda, bir an önce tedbir almalıyım. Hepsi benim olmalı” diyecek hali yoktu ya!.. 

Ve bütün bunları, kuyruğuna yapışmazsak uyarlık dışı kalacağımızın tekke erbabı gibi zikredilip durulduğu «uygar» Avrupa sükunetle izlemektedir. (“Arapların, Müslümanların da gıkı çıkmıyor” denecekse; Araplar, Müslümanlar zaten uygar(!) değil. Bizim de, 17 Aralık’tan başlamak üzere medenileşmek için nasıl olsa daha on beş yılımız var!) Oysa muhterem ve medeni Avrupa için, Halepçe’de öldürülen Kürtlerin kıymeti harbiyesi yoktur. Amerika’nın öldürdüğü, Ermeni’siyle, Keldanisiyle, Asurisiyle, Sünni’si, Şii’siyle 100 bin Iraklının, 
Sivas’ta yakılan 37 kişinin, Mumcuların, Aksoyların, Kışlalıların da yoktur. Avrupa için varsa yoksa Türkiye Hıristiyanları, Öcalan ve onun Kürtleri, Amerika için varsa yoksa Talabani, Barzani… 

Ne insan hakları, ne demokrasi ama!.. 

Şurada, burnumuzun dibinde, taş çatlasa 500 kilometre ötemizde (Ankara-İstanbul mesafesi kadar), Saddam’a, Şah’a, hatta Hitler’e, Mussolini’ye rahmet okutan, olsa olsa Roma’nın Kartaca vahşetiyle karşılaştırılabilecek bir namussuz BATI vahşeti, hem de demokrasi adına, insan hakları adına cereyan edecek; biz de yine aynı demokrasi adına, aman bize demokrasi düşmanı demesin diye «Türkiyeli»leşivereceğiz!.. 

Rapordaki, “dikte edilmeden kendimiz yapıverelim” yaklaşımı, ilk bakışta hoş, bağımsızlıkçı, onurlu, kişilikli görünüyor. Osmanlı’nın son dönem tarihi, Abdülhamit’in yine yukarıda değinilen Ermeni suikastçilere affı gibi sayısız “dikte edilmeden kendimiz yapıverelim”lerle doludur. Üstelik Osmanlı, raporda kısaca değinildiği gibi, tam istenen yapıdadır. Üst kimlik Osmanlılıktır. Bunun altında ne isterseniz olabilirsiniz. «Millet Sistemi» denilen çok uluslu bir yapı söz konusudur. Ayrıca o günün ölçülerinde verilmedik hak, verilmedik taviz kalmadığı halde Hıristiyan azınlıklar, isyanı gerektirecek hiçbir baskı yokken yine isyan etmiş, yine düşmanla işbirliği yapmıştır. Ve Osmanlı bütün o haklara, tavizlere rağmen yıkılmıştır! 

Osmanlı İmparatorluğu yıkıldıktan sonra, Anadolu’da ancak tutunabilmiş Türkiye’de bu uluslardan bazı kalıntılar olması, Türkiye’nin inisiyatifiyle gerçekleşmiş bir durum değildir. 
Kalan azınlıkların hemen hepsinin artık bağımsız bir ülkesi olmuştur. Türkiye’den şikayeti olan, bu bağımsız ülkelere gidebilirdi. Gitmemişlerse ya memnundurlar, ya da tıpkı çoğunlukta ve egemen olduğu sanılan Türkler gibi, olumsuzluklara katlanmayı göze almışlar demektir. 

Osmanlıda, «Osmanlılık» şeklinde bir üst kimlik çok doğaldı. Çünkü Padişah bile çoğu zaman bir «kırma» idi. Ama Türkiye artık ekonomik, siyasi ve askeri açıdan özellikle sosyal açıdan bir imparatorluk değil. Bu saatten sonra, «Türkiyelilik» gibi hezeyanlarla Türkiye’den zorla imparatorluk çıkmaz; Türkiye artık bir imparatorluk gibi davranamaz. (Kaldı ki imparatorlukların ne hale geldiğini gördük. Yakında Amerika’yı da göreceğiz.) Türkiye, artık ya ulus-devlettir ya da sömürge. Bilimsel görüş budur, çünkü somut şartların somut tahlilidir. 

Yeniden imparatorluk olamayacağımız açık. Sömürge olmayı ise (“olmadık da ne oldu; keşke 1920’de Amerikan mandasını veya İngiliz himayesini kabul ediverseydik… Şimdiki gibi uğraşıp durmak zorunda kalmazdık” diyenler olsa da) istemeyen milyonlar var. İmparatorluk olmadan da sömürge olunmayabilir. Ama bu biraz zor iştir, zahmetli iştir, yürek ister, ve yolu da emperyalist paşaların eteklerinin öpülüp durulduğu bugünkü Diyarbakır’dan, hatta Ankara’dan, hele İstanbul’dan değil, herkesin kelle koltukta dolaştığı 1920 Ankara’sından geçer. 

Sorunu budur: kendi gücüyle, kendi dinamikleriyle bir şeyler yapmanın risk ve zahmetlerine katlanamamak… İlber Ortaylı’nın haklı deyimiyle, tam bir «aydın tembelliği»… Yani hayatlar veya özgürlükler tehlikeye girmeden, istenenleri verivererek, birtakım «pabuççu muştaları» marifetiyle «adam olmak». Siz bakmayın “dışarıdan dikte edilmeden kendimiz yapalım da onurumuzu kurtaralım” sözlerine. Daha dikte edilmemesi mi kalmış? Saatin durması, zamanın geçmediği anlamına gelmez. Saat arada sırada durmuştur, ama zaman da Türkiye’nin AB başvurusuyla başlamamıştır. “Azınlıklara dikkat!” komutu verileli iki yüz yıl olmuştur Avrupa tarafından. Şimdiki sadece bir emir tekrarıdır. 
İki yüz yıldır bir şey yapılmadığından değil. Düveli muazzamaya, azınlıklar konusunda istedikleri, Osmanlının parçalanması uğruna verilmiştir; 
sıra Türkiye’dedir, çünkü diş kovuklarında hala biraz (hatta biraz değil, 1071, 1453, 1923 gibi ciddi) artık vardır. 

Söylenmek istenen “canım bir kere Osmanlı Bankası bombalandı, bir kere padişaha suikaste kalkışıldı, bir kere savaş anında düşmanla işbirliği yapıldı, Mavri Mira, Etniki Eterya kuruldu diye seksen yıl sonra hala güvenmemek olmaz. Unutalım bunları” ise, bu mübarek «zaman», seksen yıl sonra Ermeni soykırımı iddialarını niye bir türlü tedavi edemiyor? 

İkincisi, Orhan Kemal, Sabahattin Ali, Hasan İzzettin Dinamo, Rıfat Ilgaz, Uğur Mumcu, Cavit Orhan, Doğan Öz vs. vs. Kürt müydü, Alevi miydi? Ya da Kürt veya Alevi oldukları için mi çektiler çektiklerini, öldürüldüler? Türkler ölürse ölsün, aç kalırsa kalsın, yeter ki Kürt ve Alevi’nin tüyüne halel gelmesin mi? Verhugen veya Prodi bu isimlerden hangisini tanır? Ama hepsi de Diyarbakır’ı şehir haritasını gözü kapalı çizecek kadar iyi biliyor. Ve son raporlarında büyük bir rahatlıkla Lozan’da yapamadıklarını yapıp «Sünni olmayan Müslümanlar»ın, Alevilerin haklarından da söz edebiliyorlar. 

Çok daha yeni olan Tito Yugoslavya’sı tam da Türkiye için düşlenen bir örnekti. «Yugoslavyalılık»” gibi bir üst kimlik dahi yoktu. Herkes kendi dilinde konuşuyor, yazıyor, 
yayın yapıyor; parlamentoda bile kürsüye çıkan her milletvekilinin yanında bir de tercüman… Ama, ne zaman Tito hakkın rahmetine kavuştu, Yugoslavya’da kavuştu. Niye? Muhterem ve medeni Batı öyle istedi de ondan. Tıpkı Irak gibi, Bosna’da olanları 32 Kısım Tekmili Birden Direklerarası Naşit Tiyatrosu gibi seyretti de ondan. 

Bütün bunları, siyaset bilimi doktorlarının, uluslararası ilişkiler profesörlerinin bilmemesi imkansız. Ama onlar da bizden, farklı zaman ve mekanlarda da olsa bütün dünyanın gözleri önünde cereyan edenleri görmememizi, tıpkı «Şu Sevr Paranoyası Yok Mu» başlıklı yazıdaki gibi, her şeye rağmen Batıya güvenmemizi, onların artık müttefikimiz olduğuna, sırf onaylanmadığı için Sevr diye bir anlaşmanın dahi bulunmadığına inanmamızı, “paranoyak olmamamızı”; kısaca çıplak kral için “vallahi kaftanı çok güzel” diyerek aptallığı kabul etmemizi istemektedir. Onlar bize 1923’te de 2004’te de güvenmeyebilirler, ama biz onlara, 1923 artık çok gerilerde(!) kaldığı için güvenmek zorundayız. Onlar bakiredir, onların geçmişinde hiç şaibe yoktur. Irak hala yaşanmamakta, Vietnam daha 30 yıl önce, Cezayir daha 40 yıl önce yaşanmamış, 1,5 milyon insan öldürülmemiştir. Çin de daha 100 yıl önce “Afyon Savaşları” yaşanmamıştır. Fransa için Vietnam, Cezayir, Amerika için Vietnam, İngiltere için Çin, Hindistan ne ise, bizim için Kars, Van, Diyarbakır da odur. Fransa’daki 
Fas, Tunus, Cezayir kökenli milyonlarca insanın azınlık haklarından kimse söz etmeyebilir, Fransa, diğerleriyle birlikte Ortak Pazar’ı kurarken, bu insanların da masaya oturması düşünülmemiş olabilir; Türkiye müzakere masasına oturacağında ise Kürtler bir taraf olarak bulunmalıdır. 

Bu kadarı yeter. 

Burnumuzun dibinde 100 bin insan bir buçuk yıl içinde yok edilirken, kimsenin burnu kanamadığı halde patrikhane ekümenikliğinden, filanca dilde yayın yapılmasından dünyanın en büyük, en dramatik, en trajik olayıymış gibi söz edip durmak artık kabak tadı veriyor, çirkinleşiyor. 

Öleceksek de kalacaksa kendi kendimize, kendi gücümüzle veya güçsüzlüğümüzle olsun demekten ödümüz koparak, Amerika’dan korkarak, AB’ye yaltaklanarak, aman yaşayalım da nasıl olursa olsun sümüklüğü artık yetmeli! 

Bütün bunlar TESEV kitaplarında kalsaydı, belki mesele yoktu. Ama artık hükumet politikası. Hoş, TESEV kitapları da bu hükumet politikaları sayesinde varlık kazandı. Çünkü TESEV kitabının arkasında Açık Toplum Enstitüsü, onun arkasında da Batı ve Amerika yanlısı olmayan hükumetlerin (Gürcistan, Ukrayna), sözde halk ayaklanmalarıyla devrilmelerinin mimarı Soros ve onun VAKFI(!!!!) var. 

Yararlanılan Kaynaklar: 


1 - Afetinan, Türk İstiklali ve Lozan Muahedesi, Belleten Cilt: II, Temmuz 1938, Sayı: 7-8'den ayrı basım, Türk Tarih Kurumu, Ankara. 
2 - Çağrı Erhan (ed.), Yaşayan Lozan,Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2003 
3 - Eyüp Kaptan, Lozan Konferansı'nda Azınlıklar Sorunu, Harp Akademileri Basımevi, İstanbul, 2002. 
4 - Reha Parla (derleyen), Belgelerle Türkiye Cumhuriyeti'nin Uluslararası Temelleri; Lozan, Montrö, Türkiye'nin Komşularıyla İmzaladığı Başlıca Belgeler, Lefkoşe, 1985. 
5 - Seha L. Meray, (çev.), Lozan Barış Konferansı, Tutanaklar Belgeler, Takım 2, Cilt 2, AÜ SBF Yayınları, Ankara, 1970. 

https://docplayer.biz.tr/33687515-Azinliklar-ve-musavirler.html

***

11 Kasım 2014 Salı

VATİKAN'IN KÜRTLERİ !... 2





28 ARALIK 2007 CUMA
VATİKAN'IN KÜRTLERİ !.. (2)

Mustafa Nevruz SINACI

Yeni Dünya Düzeni aldatmacası ile bütün insanlık alemini tehdit eden; Başta İlâh (din tüccarlığı) Silâh ve İlâç tacirlerinin emperyalist emellerine niçin engel olmayı düşünmezler. Bu konuda açıklamalarını sürdüren ve;
Misyonerlerin, her tür insani duyguları istismar ederek ve kullanarak Hıristiyanlık propagandası yaptığını belirten Erkal, misyonerlerin asıl amacının "Mutlak Hıristiyanlaştırma" olmadığına da özellikle dikkat çekiyor. Erkal, "Önemli olan, insanları toplumuna ve kültürüne yabancılaştırma, milli-ilmi ve manevi değerlerini aşağılama, yozlaştırma, vatandaşlık ve milli kimliği aşındırma ve maddi yönden tatmin etmektir.”
MİSYONERLİK :
Genellikle misyonerler şahitlik kelimesini kullanmaktadırlar.
Sözde kardeşlik adı altında ve dikkat çekmemek için 'İsa Müslümanları' yaratılmak istenmektedir" görüşünü dile getiriyor ve Vatikan bağlantılı Caritas isimli örgüte özellikle ve bilhassa dikkat çekiyor.
“Caritas'ın adı ilk kez 17 Ağustos 1999 yılında yaşanan büyük Marmara felaketinden sonra duyuldu. İnsani yardım adı altında İncil dağıttıkları öğrenilen bazı grupların, deprem nedeniyle kimsesiz kalan çocuklara da "sahip çıktıklarını" hatta yurt dışına götürdükleri iddia edildi. Afet bölgesine gönüllüleriyle gelen sivil toplum örgütleri ve yardım kuruluşlarının belki de en önemlilerinden biri Caritas'tı.”
1897 yılında Almanya'nın Freiburg kentinde Katolik bir insani yardım örgütü ! olarak kurulan Caritas, pek çok ülkede aynı adla bağımsız yardım kuruluşları açmaya başladı. 1951 yılında papalığın öncülüğünde bir araya gelen 154 Katolik kuruluşu Caritas İnternationalis adıyla bir konfederasyon şekline dönüştü ve örgüt bütünüyle papanın emrine girdi.
Merkezi Vatikan'da Papalık sarayının içinde olan Caritas'ın başkanı, 1999 tarihinde bu göreve seçilen ve daha önce de Caritas Ortadoğu ve Caritas Lübnan'ın başkanlığını yürüten Yohana Fuad El Haci. Bu gün yüz binlerce misyoneriyle 198 ülkede faaliyet gösteren Caritas' ın Türkiye'deki Vatikan Büyükelçiliği nezdinde Caritas Üniteleri Müdürlüğü'nü yürüten kişi ise geçtiğimiz günlerde İzmir'de bıçaklı saldırıya uğrayan Rahip Adriano Franchini idi.
MİSYONERLER ÖCALAN İLE AYNI DİLİ KULLANIYOR :
Türkiye'de Hıristiyan misyoner örgütlerin temsilcileri özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu'ya ziyaretlerde bulunarak oradaki halkla iletişim kurmaya çalışmaktadırlar. Yakın dönemde Milli Güvenlik Kurulu'na sunulan bir raporda, Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ne son bir yılda gelen ziyaretçilerin sayısının son 15 yıldaki ziyaretçiler kadar olduğu ve Türkiye'ye yönelik bu hareketlerin hepsinin belli bir merkezden (Papalık ve AB’den) yönlendirildiğinin anlaşıldığı belirtiliyordu.
Bu zaman zarfında tırmanan anarşi, terör ve tedhiş hareketleri de, yoğunlaşan bu ilgi ve alânın doğal sonucu olsa gerektir. Bu arada, Karen Fog’un mektupları, mesajları ve menfur faaliyetlerini de bu bağlamda hatırlamak gerekir. Tabii ki, İnsan hakları, demokratikleşme ve açık toplum adına “küresel emperyalizm ve vahşi kapitalizme” ortam hazırlama gayretlerini sürdüren Soros’u da unutmamak gerek.
Analize devam edelim:
Terörist başının mektuplardaki sözleriyle, Türkiye'de misyonerlik faaliyetini sürdüren kişilerin sözlerinin birebir örtüştüğüne dikkat çeken Prof. Dr. Nadim Macit, şunları söylüyor:
"Ülkemizde misyonerlik yapan kişiler şöyle derler:
‘Türkiye Devleti, Kürtler üzerinde baskı yapmaktadır.
Geçmişte Ermeniler, Süryaniler, Rumlar üzerinde soykırımı faaliyeti yaptılar.
Bunun benzerini şimdi Kürtlere yapmaktadırlar.
Türkiye Devleti, soykırımını sürdürmektedir.
Birçok masum Kürt kimliğini ve hakkını istemesinden dolayı öldürülmektedir.'
İki metin arasındaki benzerlik, bize, terör örgütünün gerçek yüzünü ve ilâh ticareti bağlamında vizyona konulan kutsal sürümünü yeterince tanımlamaktadır.
Acaba, hiç düşündünüz mü?
Batılı devletler (AB) ve kiliseler niçin PKK'yi destekliyorlar?
Bu sorunun açık ve net cevabı İtalyan Evanjelist Kiliseler Federasyonu Başkanı Domenico Maselli'nin şu sözünde gizlidir.
Maselli, der ki:
“Varlıklarını kabul etmeyen beş devlet arasında bölünmüş saygın (!) (burada kendini Kürt olarak tanımlayan ve fakat aslında Ermeni, Rum ve Yahudi dönmelerinden müteşekkil potansiyel hain kitleler hedef kitle durumunda ve konumundadır) Kürt halkının yazgısına kayıtsız kalamayız.”
Gerçekten kalamazlar.
Çünkü iki kutuplu dünya sisteminin çöküşünden sonra ortaya çıkan fiili durum, dünya dengelerini bozacak niteliktedir. Öyleyse Türkiye ile Türk dünyası arasında duvar örmek gerekir. İkisinin arasını tam anlamıyla kesmek için Ermenistan yetmez, bir de Kürdistan gerekiyor. Bütün mesele budur."
BUSH'LA 2003'TE ANTLAŞMA İMZALANDI :
Araştırmacı-Yazar Aytunç Altındal: "Teröristbaşının mektubundan sonra Papalığın Doğu Kiliseler Birliği Komisyonu'nun başı Achille Silvestrini bir açıklama yaparak Vatikan'ın PKK'yi ve onun başını desteklediğini belirtti.
Rusya'da ise; Ortodoks Kilisesi'nin en hararetli taraftar ve savunucularından biri olan bir milletvekili bölücü başını Rusya'ya getirmek ve ona sığınma hakkı tanıtmak için var gücüyle çalıştı.
Bu milletvekili aynı zamanda gizli bir tarikatın üyesi idi.
Tarikatın adı, 'İstanbul Haçı'nın Egemen Askeri ve Hanedansal Tarikatı'idi.
Tarikatın başında yasal Bizans İmparatoru olduğu başta Rusya, ABD, İtalya, İngiltere ve Fransa mahkemeleri tarafından tevsik edilmiş olan Prens Henry Paleolog vardı.
İşte bu tarikatın başı Almanya'da PKK örgütüne destek veriyordu.
El altından dağıtılan bildirilerinde aynen şöyle yazıyordu:
“Türkiye'de boyunduruk (esaret) altında yaşayan siz Kürtleri çok yakında bu barbar boyunduruğundan kurtaracağız."
PAPA'NIN MİSYONU :
Mektup ile birlikte Ortodoks Papa'nın, Evangelist Bush ile bir anlaşma yaptığını ve bu anlaşma çerçevesinde, başta Irak'ın kuzeyindeki Kürtler olmak üzere, tüm coğrafyada etnik ırkçılık yapan Kürt nüfusunu koruma misyonunu üstlendiğini ifade eden Altındal, şu noktalara da vurgu yapıyor:
"Papa ben 'Bush'u destekliyorum' diyor.
Oysa ki Bush evangelist yani Protestan. Bush ile 2003 yılında yapılmış bir anlaşması var. Bu anlaşma, Irak'ta bir Katolik kilisesi kurulmasını öngörmektedir. Amaç, Irak'ın kuzeyindeki Kürtleri korumak ve Türkiye'deki Kürtlere yapılan baskıları yerinde tespit etmekti. Bu kilise kuruldu, 2003 yılından itibaren faaliyete geçti ve Kürtleri koruma görevi Papalığa verildi. Şimdi de BOP çerçevesinde Rusya'ya ve Çin'e karşı ABD'nin yollarını açmaya çalışıyor, açıkları bu yönde. Papa'nın misyonu bu." 




http://ikiyakam.blogcu.com/vatikan-in-kurtleri-2/19895156