26 Temmuz 2018 Perşembe

“ Masum Siviller ” Ne kadar masum?


“ Masum Siviller ” Ne kadar masum? 
  Alçaklığın Modern Tarihi 



Tarık Aygün

Nasıl oluyor da, evlerinde oturan milyarlarca modern uygar insan televizyonlarının karşısına geçip, ölüm olaylarını ve katliamları umarsızlıkla 
izleyebiliyor, dünyanın bir kısmı açlıktan kıvranırken, diğerleri nasıl oluyor da yemek zevklerinden ödün vermeyi akıllarından bile geçirmiyor? Sadece işgal 
ordusunun “cefakar” askerleri midir, bir cinayetin başrol oyuncuları? Sadece geri zekalı birkaç general bozuntusu mudur asıl sorumlular? Evlerinde oturan, 
televizyon izleyen, işlerine giden, borsayı takip eden, faizlerin yükselmesinden endişe eden, çocuklarını öpen, ev işleriyle uğraşan, olup bitenler karşısında 
herhangi bir öfkeye kapılmayan, kayıtsızlığından taviz vermeyen milyarlarca insana ne demeli? Katilleri başka yerlere yollayan hükümetlerini destekleyenlere 
ne demeli, askeri teçhizat üreten işçilere ne demeli?

Şiddetin, katliamın, kanlı savaşların, faili meçhullerin, işkencede öldürülenlerin ya da çocuk ölümlerinin ardından samimiyetle gözyaşı döken milyonlar için, modern dünya ne anlam taşır? Hukukun üstünlüğü, hümanizm, kadın hakları, eğitim, bilimsellik, akılcılık, keza özgürlük dolu bir dünyanın bu sıradan insanları, kendi geçmişlerini dikkate alma gereği hissetmeden, sözüm ona sadece bir kaç diktatör bozuntusu psikopatın, ya da bazı kar ya da çıkar gruplarının sözcüsü haline gelmiş devlet adamlarının kötü niyetli senaryolarını hayata geçirme çabalarından muzdarip olan milyonların bahtsızlığı karşısında neden gözyaşı dökmek dışında bir alternatifleri olacağını hiç düşünme gereği hissetmezler? Ama daha acı olanı bu milyonlar için, yaşanan ve muhtemelen daha da yaşanacak olan sayısız diğer acının ardında sadece ve sadece psikopat şiddet yanlıları ve onlara destek olan çeşitli grupların olduğunu bilmenin getirdiği   rahatlıktır ve bu rahatlık ne yazık ki ölümcül bir günahı da tarihimiz olarak ilan etmek üzeredir.

Daha da kötüsü odur ki; çağımızın zavallı kahramanları için yaşananların bir sapma, iyiye, doğruya ve güzele inanan genel insanlık arayışının küçük bir durak noktası olarak görme eğilimidir ki, içimizde en entelektüel olanların büyük bir bilmişlik edasıyla yüzünü özgürlüğe dönen modern toplumun bu sapmalardan kurtulup, son hızla bir dünya cennetine doğru koşmaya başlayacağına yönelik iyimser inancı, dünyayı aynı hızla bir cehenneme çevirme potansiyeline de sahip gözükmektedir. Dün yaşanmış olanların dünde kaldığına yönelik kör inanç, yarın yaşanacak katliamların asla yaşanmayacak olmasının garantisi imiş gibi algılanmaya başlanır.

Modern ve yalnız kalan insanın trajedisi, yaşadıklarımızdan ders alacağımıza yönelik safça inanç, ama ondan önemlisi kendisinin yaşananlarda hemen hemen 
hiçbir suçu olmadığına yönelik imanıdır. İnsanı alçaltan, bütün bir toplumsallaşma sürecini, kendini koruma dürtüsüyle yıkıma uğratan, bütün 
dayanışma pratiklerini, bütün karşılıklı yardımlaşma geleneğini arkasında bırakmasına neden olan bu inanç, insanları; yaşananların sessiz bir suç ortağı 
yapmaktan öteye bir anlam taşımaz ve modern toplum, birbirine benzeyen bireylerin elinden hayata müdahale hakkını alan kolektiflerin denetiminde, yok 
etmeyi ve gerçek anlamda bir geleceksizliği kaderimiz olarak ilan eder. Modern insanın elindeki tek gerçeklilik insanlığın toplu infazına eşlik eden alkış 
sesleridir. Bu seslerin gerisinde holocaust vardı, geleceğinde büyük olasılıkla doğanın kendisi ile birlikte bütün bir insanlık olacak.

Sadece Nazi Kamplarını kurduğu için Modernite’den nefret etmeye gerek yok. 

Modernizm ne kadar katil olabileceğini çok daha önceleri Kızılderilileri ya da Afrikalı siyahları yok ederken göstermedi mi? Nazilerin katliamı sadece insan 
soyunun kendi türünü de sistemli bir biçimde yok etmesinin olanaklı olduğunu kanıtlamaktan öte nedir? Yahudileri yok eden zihniyet, her gün bir kez daha 
yeniden üretilen modern ilişkilerin bizzat kendisi değil mi? Almanların ortak olduğu vahşetin nüansları ABD’de ya da İsrail’de veyahut Avrupa’nın nezih, uygar devletlerinde her gün yeniden ortaya çıkmıyor mu? Eğer çıkmıyorsa, nasıl olur da günde binlerce çocuk sadece beslenemediği için ölebilir, nasıl olurda büyük ve zengin kentlerin varoşlarında biraz temiz su bulabilmek imkansız hale gelir, nasıl olur da sokak çocukları para-militer çetelerin hedefi haline gelir, nasıl 
olur da sadece rengi farklı olduğu için insanlar benzine bulanıp yakılabilir, nasıl olur da bir halkın tümü yok edilme tehlikesi ile baş başa kalabilir, nasıl 
olur da zengin ülkelerin işgal kuvvetleri mesela Afganistan’da ya da Filistin’de veya Somali’de veyahut Irak’ta, koltuk altlarında otomatik tüfekleri ile 
dolaşabilir?

İşgal ordusunun her bir askeri, aynı zamanda, mahallemizin çocuğu, aynı bakkaldan alışveriş ettiğimiz, aynı içkiyi birlikte tükettiğimiz sıradan bir 
komşumuz, birlikte top oynadığımız, kavga ettiğimiz, seviştiğimiz bir arkadaşımız, hatta sizlerin kardeşi, diğerlerinin oğlu ya da kızı nasıl oluyor? 
Nasıl oluyor da, bir gün önce kendi kardeşini, sokaktan geçen herhangi bir çocuğu ya da kendi çocuğunu okşamak için kalkan elleri, ertesi gün bir başka 
çocuğa kurşun sıkabilmek için silahına sarılabiliyor; nasıl oluyor da kendisi ölüm karşısında son derece aciz olduğu ve bir gün mutlaka öleceğini bildiği 
halde, aynı gün bir başkasını öldürmekten bu derece zevk alıyor? Nasıl oluyor da, evlerinde oturan milyarlarca modern uygar insan televizyonlarının karşısına 
geçip, ölüm olaylarını ve katliamları umarsızlıkla izleyebiliyor, dünyanın bir kısmı açlıktan kıvranırken, diğerleri nasıl oluyor da yemek zevklerinden ödün 
vermeyi akıllarından bile geçirmiyor? Sadece işgal ordusunun “cefakar” askerleri midir, bir cinayetin başrol oyuncuları? Sadece geri zekalı birkaç general 
bozuntusu mudur asıl sorumlular? Evlerinde oturan, televizyon izleyen, işlerine giden, borsayı takip eden, faizlerin yükselmesinden endişe eden, çocuklarını 
öpen, ev işleriyle uğraşan, olup bitenler karşısında herhangi bir öfkeye kapılmayan, kayıtsızlığından taviz vermeyen milyarlarca insana ne demeli? 
Katilleri başka yerlere yollayan hükümetlerini destekleyenlere ne demeli, askeri teçhizat üreten işçilere, vergi ödeyenlere, televizyondan yayılan yalanları 
izleyenlere ne demeli, askere gidenlere, silah kuşananlara, talim yapanlara ne demeli? Onların hiç mi suçu yok? Üç kuruş fazla kazanabilmek adına tüm bunlara onay verenler de alçak değil mi? Yalanların ortağı bunlar değil mi?

Silahları tutan eller, bizimkiler değilse, para ödeyen bizler değilsek, yalanları üreten bizim dudaklarımız değilse, ihbarcı biz değilsek, uyumlu ve 
itaatkâr olan bizler değilsek, açlık grevlerinde, ölüm oruçlarında, yargısız infazlarda yitip giden her bir canın ardından “oh olsun” diyen biz değilsek, oy 
veren, işlerini iyi yapan, bir gün olsun yaptıklarınızdan dolayı hiçbir sorumluluk duyamayan biz değilsek, silahları tasarlayan bizim aramızdan çıkan 
mühendisler değilse, bizim çocuklarımız polis, bizim çocuklarımız memur, bizim çocuklarımız öğretmen değilse ve tüm bu yalanları onlar öğretmiyorsa, biz 
çocuklarımızı okullara yollamıyorsak, medeni olsun diye onları topluma uydurmaya biz uğraşmıyorsak, bizim aramızdan çıkanlar psikolog olmuyorsa ve onlar uyumsuzları, sözüm ona ruh hastalarını topluma uygun bir hale getirmeye çalışmıyorlarsa, biz bahçenizdeki yabani otları söküp atmıyorsak, biz 
televizyonlardaki yalanlara itibar etmiyorsak, biz basını izlerken kendinizden geçmiyorsak, bizler gelişen silah ya da gen teknolojisi karşısından 
büyülenmiyorsak, biz sokak çocuklarını, gayleri, fahişeleri aşağılamıyorsak, biz işsiz kalmaktan korkmuyorsak, biz oy verme sıralarına girmiyorsak, katilleri 
alkışlayan biz değilsek, küfür etmeyi bile beceremeyen biz değilsek, demokratım diye ortalıkta hava atmaya çalışan biz değilsek, biz evlerinizden çıkmaya 
korkmuyorsak, biz güneşin doğuşunu izlemek için dağlara çıkmayı düşleyenlerdensek, biz güneşin altında çırılçıplak sevişmeyi becermişsek, biz 
haksızlıkları protesto ediyorsak, biz kaldırım taşları altındaki kumsalı görüyorsak, o kaldırım taşı ile bir banka arasındaki muhteşem uyumu fark 
edebiliyorsak, nasıl oluyor da tüm bu alçaklıklar böyle sürüp gidiyor? Biz onay vermiyorsak nasıl oluyor da bütün bir katil ordusu tarafından yönetilen bir 
dünyada yaşıyoruz? Nasıl oluyor da ölümden önce bir yaşam olduğunu fark etmiyoruz?..

*******

Alçaklık bu dünyaya özgüdür. Rakibini alt etmek için onun karşısına cesurca çıkmayan, tüfeklerin arkasına sığınan, büyük metropollerin güneşten uzak 
gökdelenlerinde yaşayan, yaşamında bir kez bile ağaca tırmanmayan, bir karınca ordusu görememiş, zavallıların alçak dünyasıdır modern dünya. Hiyerarşilerin ve otoritenin dünyasıdır. Emreden ve emir almaya alışmışların dünyasıdır.

Modern olmak, modernitenin çizdiği sınırlar içinde olmak, günlük yaşayışımızı nasıl değiştirdi ki? Geçmişin nasıl olduğunu unutmak bir erdem miydi? Sokaktaki insan, gittikçe daralan yürüyüş yolları karşısında ne düşünür, zamanın daha da hızlanmasını nasıl algılar, meyve ağaçlarının birbiri ardına greyderlerin 
altında kalmasını nasıl tahayyül eder? Eski bir evin gün geçtikçe harabeye dönmesi ve bir gün yıkılması konusundaki fikri nedir, çocukluğunda top oynadığı 
arsanın yerinde şimdi bir iş merkezi olması onu nasıl etkilemiştir, şehrin her gün daha da büyümesi, çiçek topladığı evinin yakınındaki kırların arsa mafyası 
tarafından ele geçirilmesinin farkında mıdır? Eskiden denize girdiği sahilin şimdilerde bir siteye ev sahipliği yapması üzerine düşünebilir mi? Gözleri tek 
katlı taş binaların ötesindeki batan güneşi görmeye alışmışken, yükselen gökdelenler nedeniyle artık güneşin batışını hiç seyredemiyor olması nasıl bir 
ruh hali yaratır, geçmişte mahallesindeki tüm insanları tanıma alışkanlığı ile şimdiki yalnızlığı arasında bir kıyas yapabiliyor mudur, dün hiç doktora 
gitmezken, bugün köşedeki tam teçhizatlı hastane onun sağlık konusundaki görüşünü nasıl değiştirmiş olabilir? Eski marangoz ustalarının yerini büyük ve 
standart üretim yapan dev fabrikaların alması ya da veresiye yazdırdığı küçük mahalle bakkalı yerinde bugün süper marketlerin bulunması onun için ne anlam 
taşır? Eskiden en uzak yerlere bile yürüyerek gidebilirken, bugün en yakın yerler için taşıt kullanmak zorunda kalması ona ne tür bir kolaylık sağlamış 
olabilir, atları görmek için çocukluğunda sokaktan geçen zerzevatçılara bakması yeterliyken, bugün kendi çocuğunu sırf bu iş için örgütlenmiş hayvanat 
bahçelerine götürmek zorunda kalması karşısında ki tavrı nedir? Sadece sinema salonlarında gördüğü ve üzerinde hayaller kurduğu masalsı dünyaların bugün yalan dolu alçak bir magazine indirgenmesi sonucunda; sanat artık onun için ne anlam taşır? Büyük ve kalabalık bir aileden gelen kendi çocukluğu ile, sadece kendini düşünmek zorunda olan, küçük evlere sığınmış şimdiki çekirdek ailesine üye çocuğunun çocukluklarını karşılaştırabilir mi? Sadece ucuz romanlarda tanıdığı sokak çocuklarının şimdi yanı başında olması, romanlarda ağladığı kötü kaderli zavallı hayal kahramanı insanların yanı başındaki gerçek öykülerini şimdi 
umursamamasını kendine nasıl açıklar? Bahçesinden meyve aşırdığı komşularını artık hiç göremeyecek olması, meyve aşıracak bir bahçe bile bulamayışını nasıl 
kabullenir? Boş zamanından sıkıntı duyarken, şimdi uykusunda bile iş düşünmesi aklını nasıl meşgul ediyordur, eski yoksulluğu ile şimdiki yoksunluğu arasındaki 
farkı görebilir mi? Sadece fatura ödemeye indirgenmiş bir yaşam karşısında ölümüne koşuşturmasını anlamlandırabiliyor mudur? Çocuklarını sürekli iyi bir 
eğitim, gelecek garantisi planlarken, sürekli kendi geleceğinden korkuyor olmasını nasıl kabullenilir? Daha fazla kazanmak için daha fazla çalışmaya 
programlanmış bir beyne sahip olmak ne anlama gelir, her gün daha fazla tüketmedikçe adam yerine konmayacağı aklının ayrıntılarında sürekli bir korku 
olarak duyumsuyorsa, gençliğinin tüm enerjisini, yaşlılığını iyi geçirebilme için harcıyorsa, mülk edinebilmek için gecesini gündüzüne katıyorsa, yaşamındaki 
olası alternatifleri ancak piyango biletlerinin milyarda bir olasılığı ile kurgulayabiliyorsa, işsiz kalmamak için patronuna yaltaklanmak zorunda olduğunu hissediyorsa ve tüm bunlara bakıp, geçmişindeki özgürlüğü artık arama cesaretini bile yitirmişse ve birileri ona “işte uygarlık bu “diye anlattığı zaman ağız dolusu küfür etmek yerine kibar bir gülümse ile yanıt vermeyi öğrenmişse, onun için ümit etme şansımız kalmış mıdır?

*****

Modern insan alçaktır. Alçak doğduğu için değil, alçalmadan yaşama şansını yitirdiği için bu böyledir. O kadar alçaktır ki, doğanın karşısına çıplak elle 
çıkmaya cesaret edemediğini haykırmak yerine o, doğayı fethetme adına, silahlarıyla donanmış büyük ve gaddar bir orduyu salar yağmur ormanlarına. O 
kadar gaddardır ki, sadece bitip tükenmez açlığı bastırma sevdasıyla bütün bir sığır türünün tüm bireylerini bir ahıra kapatıp, birer idam mahkumu gibi, tümünü kılıçtan geçirme işini sadece bir zaman sorununa indirgeyebilir. Tüm hayvanların yumurtalarını çalan odur. Bütün balık türlerini tüketen odur. 
Ağaçları kesen, kesecek ağaç bulamayınca plastiği üreten odur. Virüsleri öldürebilmek için aşıları bulan ve her seferinde daha güçlü başka virüslerle mücadele etmek için daha güçlü zehirler üretmek için çırpınan yine odur. Atmosferi zehirleyen, ozonu delen, utanmazca yeni felaketleri hazırlamak için, yeni buluşlar peşinden koşan odur. Mars’ın demir rezervlerine gözünü diken aynı insandır. Binlerce fareyi, binlerce maymunu deneylerinde birer canavara çeviren onun kültürüdür. “Vahşi” olduğu için köpek balıklarını öldüren, timsahların derisinden ayakkabı yapmayı düşleyen odur. Ondan başka hiçbir canlı, balinaların ya da fokların yağlarını depolamayı düşünmez. Onun dışında hiçbir tür hayvanları yararlı ve zararlı diye ayırmayı beceremez. Onun dışında hiçbir canlı, bir başkasını evcilleştirip, kendi hizmetinde kullanmayı planlayamaz. Onun uygarlığı dışında hiçbir şey, atmosferi kirletip, ardından hijyen dolu steril bir mekan tasarlayamaz. Güneşin 
doğuş ve batış saatlerine göre yaşamı onun dışında hiçbir şey planlayamaz. Onun dışında hiçbir tür kendi hemcinslerini yok etmek için, toplar, tüfekler üretmez. 
Onun dışında hiçbir şey, büyük şehirler kurup, bu şehirleri birden bire yok edebilecek, atom bombası yapmayı bilmez. Onun dışında hiçbir canlı spor olsun 
diye, bir başka canlının hayatına kast etmez. Onun vahşiliği karşısında, bir kaplan, yumuşak huylu bir ev kedisidir yalnızca.

******

Modernizm ardında önemli sorunları ve soruları bıraktı ve dünya yeni bir döneme doğru son hızla ilerliyor. Modernizm insanı doğanın tek ve tartışmasız egemeni 
haline getirdi. Modernizm düşünmeyi en önemli erdem, değiştirmeyi ve her şeyi insan yararına uygun işlevsel bir konuma sokmayı “başardı.” Sonuçta elimizde 
sadece insan için olduğu kabul edilen ve bu nedenle neredeyse yok olmanın eşiğine getirilen bir dünya, bireyselleşme adına yalnızlaşan, toplumsallığından, 
iradesinden koparılmış, tıpkı bir fabrika sisteminde olduğu gibi, sadece işlevli olduğu sürece anlamlı olan yeni bir tür yarattı. Bugün geriye dönüp bakıldığında 
korkudan başka ortaklığı olmayan, sözüm ona uygarlık üreten, ama kendisi dışındaki her türlü değeri, her türlü kültürü, her türlü yaşam formunu yok 
etmekle var olan kanlı bir uygarlıktı bu. Varlığının koşulu kendisi dışındaki her şeyin öyle ya da böyle zarar vereceğinden korkan, korktukça yok eden, yok 
edecek bir şeyler bulamayınca, önce çocuklarını, sonra hayallerini, rüyalarını, ruhlarını yok eden bir uygarlıktı bu. Bu nedenle cinlerden, şeytanlardan, 
ölümden, hastalıktan, mikroplardan, komünistlerden, aykırı düşünenlerden, aykırı yaşayanlardan, soru soranlardan, akıl hastalarından, suçlulardan, eşcinsellerden, anarşistlerden, yabancılardan, göçmenlerden korkan dünyanın “yerlileri” için, yeni hedef, kendini ortadan kaldırmak, kendi varlığına son vererek, bu uygarlığı taçlandırmak olması şaşırtıcı kabul edilmemelidir. Son hızla menziline ulaşmaya çabalayan bir trenin sessiz ve mütevazi yolcuları için istasyon göründü bile…

Tarık Aygün
“Masum Siviller” ne kadar masum? 
Alçaklığın Modern Tarihi 
Tarık Aygün
Cafrande Kültür Sanat 

https://www.cafrande.org/siviller-alcakligin-tarihi/

..

25 Temmuz 2018 Çarşamba

“ Etkin Pişmanlık Yasası” Ve "Salıverilen" Teröristler!





“ Etkin Pişmanlık Yasası” Ve "Salıverilen" Teröristler! 
     
       

"Memleketin her köşesi bilfiil işgal edilmiş olabilir. Bütün bu şeraitten daha elim ve daha vahim olmak üzere, memleketin dahilinde iktidara sahip olanlar 
gaflet, dalalet ve hatta hıyanet içinde bulunabilirler. Hatta bu iktidar sahipleri şahsi menfaatlerini, müstevlilerin siyasi emelleriyle tevhit 
edebilirler. Millet, fakru zaruret içinde harap ve bitap düşmüş olabilir. 

Ey Türk istikbalinin evladı! İşte, bu ahval ve şerait içinde dahi, vazifen; Türk  İstiklal ve Cumhuriyetini kurtarmaktır!.." 
M. Kemal Atatürk



Semra KILINÇ 

Önce, ETKİN PİŞMANLIK NEDİR? 


        5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu’nun “Etkin pişmanlık” başlığını taşıyan ve “Etkin pişmanlıktan” yararlandırılan birçok maddesi olmasına 
        rağmen, biz konumuz gereği şu anda sadece 6. Madde 221 i burada  işleyeceğiz..

        Madde 221 - 
         (1) Suç işlemek amacıyla örgüt kurma suçu nedeniyle soruşturmaya başlanmadan ve örgütün amacı doğrultusunda suç işlenmeden 
        önce, örgütü dağıtan veya verdiği bilgilerle örgütün dağılmasın sağlayan kurucu veya yöneticiler hakkında cezaya hükmolunmaz.

        (2) Örgüt üyesinin, örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeksizin, gönüllü olarak örgütten ayrıldığını 
        ilgili makamlara bildirmesi halinde, hakkında cezaya hükmolunmaz.

        (3) Örgütün faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmeden yakalanan örgüt üyesinin, pişmanlık duyarak örgütün dağılmasını 
        veya mensuplarının yakalanmasını sağlamaya elverişli bilgi vermesi  halinde, hakkında cezaya hükmolunmaz.

        (4) Suç işlemek amacıyla örgüt kuran, yöneten veya örgüte üye olan ya da üye olmamakla birlikte örgüt adına suç işleyen veya örgüte bilerek ve 
        isteyerek yardım eden kişinin, gönüllü olarak teslim olup, örgütün yapısı ve faaliyeti çerçevesinde işlenen suçlarla ilgili bilgi vermesi 
        halinde, hakkında örgüt kurmak, yönetmek veya örgüte üye olmak suçundan dolayı cezaya hükmolunmaz. Kişinin bu bilgileri yakalandıktan sonra 
        vermesi halinde, hakkında bu suçtan dolayı verilecek cezada üçte birden  dörtte üçe kadar indirim yapılır.

        (5) Etkin pişmanlıktan yararlanan kişiler hakkında bir yıl süreyle  denetimli serbestlik tedbirine hükmolunur. Denetimli serbestlik 
        tedbirinin süresi üç yıla kadar uzatılabilir.


        YORUM


        Bu durumda anlamamız gereken; yaptığı işten, hoş olmayan davranıştan,  hiçbir baskı görmeden kendi rızası ile yani gönüllü olarak pişman olan 
        ve bu pişmanlığını dışa vurarak bunu ifade eden, hareketleri ile de bunu pekiştiren kişi/ler “Etkin pişmanlık” yasasından yaralandırılmaktadırlar…

        1 Haziran 2005 tarihinde yürürlüğe giren "Örgüt üyesinin, örgütün  faaliyeti çerçevesinde herhangi bir suçun işlenişine iştirak etmemiş 
        olması, örgütte olduğuna pişman olduğunu ve örgütten gönüllü olarak ayrıldığını," (yani yukarıda bahsi geçen “şartları” barındırması 
        durumunda) ilgili makamlara bildirmesi halinde; Türk Ceza Kanunu`nun 221/2 maddesine göre, pişmanlığın etkin, olması kaydı ile, çok sayıda 
        teröristin daha önce de, Habur Sınır Kapısı`ndan geçerek güvenlik güçlerine teslim oldukları biliniyor..

        Haklarında örgüt üyesi olmak suçundan dava açılan PKK`lıların,  çıkarıldıkları ilk duruşmada tahliye oldukları, çoğunluğunun da etkin 
        pişmanlık yasası kapsamında cezai işleme gerek olmadığına karar verilerek dosyalarının kapatılmış olduğu da bilinmektedir..

        Günümüze, bu günkü son gelişmelere döndüğümüzde ise; teröristler hakkında gazetelerden ve televizyonlardan edindiğimiz bilgiler bize; PKK 
        lıların ‘etkin pişmanlıktan’ faydalanmak için herhangi bir talep ileri sürmediklerini gösteriyor..

        Bu durumda T.C.K. da 221. madde de yer alan ve suçlunun "Etkin pişmanlıktan" yararlanmasını sağlayan şartların neler olduğunu, 
        yetkililer bildikleri halde; gelen bu teröristlerin hiç birinin “ Etkin Pişmanlık ” şartlarını barındırmadıkları da ortada iken, nasıl olurda 
        teröristler jet hızı ile yargılanır ve serbest bırakılırlar, anlamak  mümkün değil! 

        34 PKK lının yargı önüne zorla getirilmedikleri, kendilerinin geldikleri  (daha doğrusu Öcalan’ın isteği doğrultusunda gelmiş oldukları) yine 
        kendi ifadelerince söylenmektedir.

        Oynanan tiyatro gereği, gönüllü olarak örgütten ayrılmış görünüyorlar. Ama diğer yandan da, örgütten ayrılmadıkları, örgüte ve sözde 
        liderlerine duydukları saygı ve bağlılıkları yine kendi ifadelerince çarpıcı bir şekilde öne çıkıyor… Yani efendim, “ Pişmanlık ” ile ilgili en 
        küçük ne bir söz, ne de bir davranış yoktur burada! 

        “Etkin Pişmanlık Yasası’ndan” yararlanabilmeleri için, tüm bu şartların  oluşmuş olması gerekmiyor muydu?

        “Açılım’ı” başlatmış olanların ve teröristi “ Öylesine ” salıverenlerin,  bunların cevaplarını vatandaşa vermeleri gerekmektedir!

        Terörist pişman ise eğer; “pişmanım” demeli…

        Silah bıraktığını beyan etmeli…

        “Kürt halkının lideri Sayın Öcalan” dememeli, aksine; örgüt hakkında güvenlik güçlerine bilgi vermeli…

        “Öcalan söyledi geldik” diyemez! (Etkin pişmanlık yasasının gereği,  teröristin kendisinin karar vererek gelmesi şartı olduğuna göre...) 
        Sözde lider dediği kişinin emirleri doğrultusunda hareket etmesi demek, O’nu hala amaçları doğrultusunda lider olarak gördüğü ve sözünden 
        çıkmadığını gösterir ki; bu da zaten açılımın içine eder!

        Ve teröristlerin, Habur Sınır Kapısı'ndan, dağda ki kıyafetleri ve PKK  rozetleri ile girmeleri ayrı bir PKK propagandasıdır.. Amaçlarına da 
        ulaşmışlardır..

        Dolayısı ile kimse, bizleri daha fazla aptal yerine koymasın ve  gözümüzün içine baka baka bunlar için; “barış elçileri” yalanını 
        yutturmaya kalkmasın! 

        Her hareket, her söylem, aynen planladıkları gibi yürümektedir..

        Teröristler, DTP ve AKP, senkronize bir şekilde hareket etmektedirler.. 

        Etmektedirler, ancak; hükümet yine aynı hatayı yapmış, vatandaşının duygu ve düşüncelerini umursamayan (öncelikle Şehit aileleri ve Gaziler 
        olmak üzere) bir yönetimle, olaylar yaşandıktan sonra, birçok konuda yaptıkları gibi, geri adım hamlesi yapmak durumunda kalmışlardır! 

        Hükümet bu ülkenin vatandaşını biraz fazla küçümsemektedir.. Hükümetin görmediği, belki de görmek istemediğini, bizler sıradan 
        vatandaşlar olarak bile görebilmekteyiz..

        Dağdan inen teröristin, yarınlarda legal yollarla bile olsa, meclise girmesine karşıyız ve silahsızda olsa, yöre halkının beyinlerine nifak 
        tohumlarını atacak olanlar yine bunlardır.

        Ne sanıyordunuz ki? Bunların dağa çıkış sebepleri ilk başlarda ne idi,  bir düşünün hele!.. 

        Bunlar; ‘en başında’ ” TC Devleti bizi tanımıyor” “Türkiye’de Kürtçe konuşamıyoruz” diyerek tavır koydukları için çıkmadılar mı O dağlara!! 

        Peki, geçen süreç içinde Türkiye zaten (Özal dönemi ile birlikte) Kürtçeyi konuşmalarını serbest bırakmadı mı? (Resmi dil Türkçedir.)

        “TC Devleti bizi görmüyor, tanımıyor” ifadesi ise bir fiyaskodur! Çünkü  Türkiye Cumhuriyeti Devlet olarak kendi eli ile On’lara bir ayrımcılık 
        yapmamıştır.. 

        Vatandaş olarak ve Hukuken Kürt ya da Türk ayrımı yapmamış, herkese  olması gerektiği gibi eşit davranmıştır!

        Bu konuda var olduğu iddia edilen eksikliklerini ise gidermiştir..

        Burada Türk Kürt ayrımcılığı yine "belli bazı odaklar tarafından," öncelikle vatandaş eli ile kızıştırılmaya başlanılmıştır!

        Günümüze döndüğümüzde ise; PKK’nın bu gün ve hatta yıllar öncesinden  başlayan istekleri yön değiştirmiş; ülkeyi bölme ve bir Kürdistan hayali 
        ile yollarına devam etmeye başlamışladır.. Yani Terörist; ilk dağa çıkış  sebebini unutmuş ve tüm iyileştirmelere rağmen, süreci suiistimal etmiş 
        ve “daha fazla daha fazla” diyerek yola devam etme kararını almıştır..

        Bu durumda da birkaç satır yukarıda belirttiğim üzere yineliyorum; “Dağdan inen teröristin, yarınlarda legal yollarla bile olsa, meclise 
        girmesine karşıyız ve silahsızda olsa, yöre halkının beyinlerine nifak  tohumlarını atacak olanlar yine bunlardır.” Diyorum!..

        Özetle, askere nişan alırken kafalarının içinden geçenler; “Kürtçe konuşmak, daha fazla demokrasi ayakları, ya da bölgede daha fazla 
        istihdam sağlanması için falan değildir”! Aksine “Türkiye’yi Amerika ve  Avrupa’nın hedefleri doğrultusunda" parçalayarak, bölgede bir Kürdistan 
        haritası emelleri için yıllarını O dağlarda geçirdiler!.. 

        Şimdi de bir çoğu kalkmış, “kimse bölünme istemiyor” yalanı ile kafaları  karıştırıyorlar..

        Yöre halkının kafasına ‘ırkçılığı’ kazıyanların yine PKK olduğunu  unutmayın! Halkın kafasını işleyerek ülkeye karşı tavır aldırıyor, sonra 
        da kalkıp, “ bölünme istemiyoruz” diyorlar!

        Buna kargalar bile güler.. 

        Bre Allahsızlar, “bölünme” değilse derdiniz, O zaman ne b.. yemeğe  dağlarda binlerce askeri şehit ettiniz?? 

        Neydi sözde uğruna verdiğiniz savaşın adı? Neydi ellerinizde ki (bu gün hala) salladığınız ve “Sözde Kürdistan bayrağı” dediğiniz O bez parçası?

        Şimdi Türkiye’ye “barış elçileri” adı altında gelerek, sözde “Açılıma  demokrasi adına katkıda bulunma”  Tiyatrosunu çeviriyorsunuz!

        Ne yani, tüm ideallerinizden “ VAZ GEÇTİĞİNİZİ Mİ söylüyorsunuz ??

        Yoksa şeytani bir planla, amaçlarınızı (güya silahsız olarak) sokaklara  ve meclise taşımayı mı düşünüyorsunuz? 

        Bir kez daha tekrarlıyorum; bu bir tiyatro senaryosu.. Yine “ Yerseniz ” misali gerçekleşti işte!

        Yoksa yöre halkını düşünen ve " Açılımı " başlatmış olan yetkililer, yöre halkının isteklerini, “ Türkiye’nin istekleri olarak kabul eder ” ve 
        yapılması gereken varsa yapılır!.. Bölgeye daha fazla önem verilmesi gerekiyorsa, bu da yapılır.. 

        Toplum olarak istediğimiz, daha fazla "demokrasi" ise eğer, bu da "Kürt  halkı" diyerek yapılmaz!!
        "Açılım böyle olmaz, tüm ulusu, tüm ülkeyi ilgilendiren bir şekilde  gerçekleştirilir!..

        Ve bütün bunlar PKK eliyle değil, devlet eliyle olur. 

        Bu sorun Kürt sorunu falan değil… Bu sorun resmen PKK sorunudur! Bunun böyle olduğunu yetkililer de bildiği halde, bizleri NEDEN daha 
        fazla gererek birbirimize düşürmeye çalıştıklarını varın siz bulun!



        Semra KILINÇ
        25 Ekim 2009

       
http://www.haberpotasi.com/forum/semra-kilinc-kose-yazilari/802-etkin-pismanlik-yasasi-ve-saliverilen-teroristler.html

..

Demokrasi, İstatistiklerin İstismar edilmesidir



Demokrasi, İstatistiklerin İstismar edilmesidir” 

Alçaklık ve İhanet Kuramı: 

Borges Ulus Baker 

Borges’in alçakları komplocudurlar. Elbette popüler polisiye kültürünün bildik kişelerinin çok ötelerine geçerler. Ama kurdukları komplolar, hesapçı, doğrudan doğruya ‘fesat’ ile tanımlanamaz bir “dolandırıcılık” türünü çağrıştırırlar. Kâh Pampaların macho’ları, kâh beynelminel ve kozmopolit Dünya Savaşı çağı 
uygarlığının karanlık kişilikleri olarak çıkarlar karşımıza. Alçaklıkları, günlük hayatın, “küçük adamların” alçaklıkları değildir; “Yolları çatallanan bahçe”lerin, labirentlerin, kaosun hakim olduğu bir uygarlık türüne uygun düşer: 

“İnsanın kendini hergün yeni alçaklıklara terk edeceğini görüyorum şimdiden; öyle ki sonuçta sadece haydutlarla askerler kalacak geriye.” Ufak tefek “kötüye kullanmaları”, günlük hayat içinde genellikle “bağışlanabilir” küçük komplocukları, karı-koca kavgalarındaki minik “hainlikler” birikimini, kedilerin kuyruklarına bir şeyler bağlayan çocuklarınkini, Nietzsche’nin bahsettiği “sürü insan”na ait bir ressentiment, içerleme alçaklığını Borges’in tasnifinde bulamazsınız.

Çok bilgili yazarımız, “alçaklık” ile “ihanet” arasındaki farkı da  ayırdedememektedir. Bunun nedeni, alçaklarını sanki birer “kahraman”, Poe’nunkiler türünden, üstün ve adsız, kişisel olmayan bir zekânın , önceden kestirilemez labirentlerini kateden ve her noktada, gereğini yapmaları şartıyla mutlak başarıya erişmeleri kuşkusuz her zaman muhtemel olan aktörler olarak kurgulamasıdır. Ona göre, alçaklığın kurgusu more geometrico, geometrik üslûpta işlemelidir. 

Alçaklık bir satranç tahtası üzerinde yapılan hamleler gibi icra edilir ve labirentin “sonsuzluğunun” yalnızca bir türüne uygunluk gösterir: 

“Herhangi bir vahşi eyleme girişecek kimse sanki bu eylem önceden gerçekleşmiş gibi davranmalı, kendine geçmiş kadar geriye getirilemez bir gelecek dayatmalıdır.” (Yollan Çatallanan Bahçe) Leibniz’in “sonsuz”unu yorumlayışı zamana endekslenmiştir böylece. Her öykünün bitişi, mutlak ve katıksız alçaklığın belirmesiyle mümkündür ancak. Geriye cevaplanmamış soru kalmayacak, ancak alçaklığın içerdiği ve büyük bir ustalıkla çekip çevirdiği zekânın karşısında, hüzünlü bir hayranlık damaktaki acı lezzetini bırakacaktır. Borges alçaklığı bir icraat alçaklığı değil, bir taraftan buluşlara, öte taraftan da evrensel bir insan mefhumuna gönderen bir alçaklıktır: “Bir kişinin yaptığı, bir ölçüde, bütün insanların yaptığıdır. Bu yüzden bir bahçede yapılan bir başkaldırı bütün insan ırkına bulaşır. 

Öyleyse, tek bir Yahudinin çarmıha gerilmesinin ırkı kurtarmaya yeterli olması adaletsiz değildir.” 
(Kılıcın Biçimi) Hiyerarşideki yüksek konumların kötüye kullanılmasıyla gerçekleştirilen “tezgâh” ile sokaktaki bir işportacının tezgâhında atacağı kazık arasında bir fark kalmamaktadır böylece.
Elbette Borges alçaklarını yalnızca üst sınıflardan seçmemektedir: Sokaktaki adamlar ve kadınlar da bu alçaklıklar tarihinin kişilikleri arasına girebilirler. Ancak bir şartla: Alçaklık her zaman bir komplonun labirentinden geçerek, sonsuzcasına dallanıp budaklanarak, suça dair olağan kavramlarımızın çatlaklarını zorlamalı, suçlamanın ve nefretin yönünü alçağın zararına uğrayan kurbanın aleyhine dönüştürmeye her an aday olan bir güç gösterisi yapabilmelidir. Böylece Borges, yazının araçlarıyla, kendi oluşturduğu 
labirentin içinde, kurguladığı alçakla belli birnoktada karşılaşacak, ama o andan itibarenonunlaeşitlenecektir: “Tarihin tarihi taklit etmek zorunda oluşu yeterince harikadır; tarihin edebiyatı taklit edişi ise inanılmaz bir haldir.” 

(Hain ile Kahraman) Alçağın öyküsünün bitiş noktası, işte bu karşılaşma ve eşitlenme andır. Bir öykü olarak “alçaklığın” anlatısı, eninde sonunda “yazar”ın ta kendisinin ürettiği bir kurgu değil midir? Modern edebiyata özgü olduğu hep söylenen “yazarın, kendini yazının ardında görünmez kılışı”, böylece uzun, 
dolambaçlı yolların en son noktasında belirecek ve böylece suça, nefrete ve antipatiye ilişkin duyguların Aristocu katharsis’inin elinden kurtulamayacaktır.

Erken dönem kitaplarından Alçaklığın Evrensel Tarihi, bu yüzden ne yeterince “evrensel”dir, ne de yeterince “Tarih”. Öncelikle, Ortaçağ edebiyatında rastladığımız “demonolojik”, iblisvari alçaklık türünü dışlamaktadır. 

Klossowski’nin gösterdiği gibi, Şeytan, aslında bir “yanılsamalar satıcısı”, bir “gözbağcı” değil, tam aksine, bir “karışımlar” ve “alaşımlar” zanaatçısı, “saf ve temiz”, pürüzsüz kavram olarak İyi’nin, Güzelin, Doğru’nun, Öz’ün, ve “Tann”nın despotluğuna, yani evren üzerindeki evsahipliğine başkaldıran salt 
üretkenlikti. Ama. bu üretim “ruhsal” malzemeyle gerçekleştiriliyordu: Ruhta önceden bulunmayan hiçbir karanlık yanın Şeytan tarafından üretilmesi bu yüzden mümkün değildi. Oysa Borges’e göre, “Hiçkimse herhangi biridir, biricik, tek bir ölümsüz insan bütün insanlardır. Cornelius Agrippa gibi, Tanrıyım, kahramanım, filozofum, iblisim ve dünyayım; bu ise varolmadığımı söylemenin sıkıcı bir yoludur.

” (Ölümsüz) Gilles de Rais ya da Mavi Sakal, giderek Kont Dracula, kapalı cemiyetler ve “compagnonnage”lar, sır kardeşlikleri içinde örgütlenen zanaatçı kültürleri karşısındaki bir köylü kültüründen bağımsız çıkmamışlardı ortaya. Sahtelikleri ve masalsı yüzeysellikleri bundan gelmektedir. Ancak, Borges tipi “alçaklık”, Ortaçağ kültüründe kaynaşıp duran ve sivrilen bu “alçaklıklardan” bazı unsurları ödünç almakta, üstelik modernleştirmekte ve yeniden uygulamaktadır. Borges, anlattığı alçağın “şeytani” bir kişilikle de belirlemesini arzulamaktadır. Ancak her türden “illüzyon”un mutlak bir “gerçeklik” olarak kabul edilmesi gibisinden, bütün eserinin, kuşatan bir tema, tam da bu noktada, “alçaklığın tasvirinde” doyum noktasına varmaktadır. Borges’in labirenti hiç de “sonsuz” değildir.

Ancak, Borges’in anlamak istemediği ve “evrensel” tarihine katmaya lâyık görmediği çok önemli bir alçaklık türünü, yalnızca “modern” edebiyatın değil, modern yaşam tarzlarının ta göbeğinde keşfedebilenler de vardı: Gogol, Brecht, Kafka ve Foucault tipi alçaklardır bunlar. Yazarlarının onları asla “alçak” diye 
damgalamıyor olmalarıyla ayırdedilirler. “Ölü can” alıcısının “içtenliği”, onu her türden “demonolojik” çağrışımdan, gürültüyle patlayıveren komplodan, “entrikacı” zihniyetten uzak tutmaktadır. O, basit bir memur gibidir ve çökmekte olan bir toplumun ekranında beliren çatlaklar boyunca “yolunu bulmaktadır”.
Günahkârlık, Tanrıyla birlikte çoktan geri çekilmiş, onların bıraktıkları boşlukta “herkes gibi” olan “alçaklar” kaynaşmaya başlamışlardır. Bizi Musil’in “Niteliksiz Adam”ına götürecek yollan, gerçek anlamda ilk kez açan, kahramanları “Büyük Adam”ın gölgesinde iş gören Dostoyevski değil, Gogol’dür bu yüzden. 
Gogol’ün alçağı, sanki Hegelci “büyük adam” tarihinin (Rusya’da Hegel bile inanılmaz ölçüde ‘vülgarize’ edilebilmişti) kurnazlığının panzehiridir: Bir ‘küçük adamlar ve masum alçaklıklar tarihi’… Gogolcü alçağın ana formülü, en belirgin biçimiyle Müfettiş’te ortaya çıkar: Her alçaklığın zorunlu olarak uğradığı “yanılsama”, kasabanın bütün ileri gelenlerini sararken, sahte müfettişin “memuriyet”ini geçici birkaç çıkar (birkaç kıza kur yapma fırsatı, başka bir durumda asla karşılaşmak şansına sahip olamayacağı, bir “ast”ı 
aşağılayıp, azarlama fırsatı, vb.,) uğruna üstlenişi, alçaklığın doğasında bulunan, çok özel türden bir “karşılıklılığı” ifade etmektedir. Foucault’nun modern adalet cihazının isimsiz kahramanları olarak tanıttığı, köşebaşı muhbiri, apartman kapıcısı gibi biridir o: İktidarın “kurbanı” olmadığı gibi, ona sahip de değildir; hep iki arada bir derede, iktidara “dayanak” oluşturur. 

Gerçekten de “sarhoş edici” bir güçten çok uzakta, üstelik asla bir “mülk” gibi düşünülüp konulamayacak bir iktidar tipi söz konusudur. Bu iktidar tipi, evde, günlük yaşamın dolambaçlarında, köşebaşlarında, komşular arasında, cemiyetin kenarında köşesinde belirir. Bu köşebaşı insanları, istedikleri kadar “politik” kimlikten yoksun olmak, sıradanlaşmak, ortadan kaybolmak istesinler, yine de iktidarın “dayanakları” olmadan edemezler. Kafka’nın formülü işte tam da bu hali anlatıyor bize: “Bir babanın oğluna verdiği her buyrukta binlerce ölüm hükmü saklıdır.”

Borges – Ulus Baker
Alçaklık ve İhanet Kuramı
www.cafrande.org

https://www.cafrande.org/demokrasi-istatistiklerin-edilmesidir/

*********

BU KONUYLA İLGİLİ DİĞER YAZILAR ;

Yaralarım benden önce vardı, ben onları bedenimde taşımak için doğmuşum – Ulus Baker
“Masum siviller” ne kadar masum? Alçaklığın Modern Tarihi – Tarık Aygün
Sevginin Nefretle İlişkisi: Spinoza ve Aşkın Diyalektiği – Ulus Baker
Günümüzün ve geleceğin filozofu Spinoza: Hayatın Geometrisi – Ulus Baker
www.cafrande.org

   

3 Nisan 2018 Salı

Bir Kuşak, Bir Yol , Projesinin Halkaları Nasıl Koptu. ?

“Bir Kuşak, Bir Yol” Projesinin Halkaları Nasıl Koptu. ? 


Nesibe Flora Kurt
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 
Çin Halk Cumhuriyeti, Asya Pasifik Araştırmaları Merkezi
06 Şubat 2018 Salı


Çin Komünist Parti tüzüğüne yeni eklenen  "Bir Yol, Bir Kuşak” projesinde bir dizi hayal kırıklığı yaşanmaya başladı.

15 Kasım 2017’de Zimbabve'deki siyasi iklim aniden değişti. Zimbabve'de 37 yıl hüküm süren Pekin’in "eski dostu"   Mugabe devrildi ve bu ülkedeki “Bir Yol, Bir 
Kuşak” projesi politik bir tuzağa düşmüş oldu. “ Bir Yol, Bir Kuşak” projesi ağırlıklı olarak Güney Asya, Orta Asya, Doğu Afrika ve diğer bölgelerde 
yoğunlaşmaktadır. Ancak bu projeye dâhil olan çoğu ülke, kendi politik sistemlerinde geri kalmış ve demokratik normlara sahip olmayan ülkelerdir. Bu 
ülkelerde eğer hükümet devrilirse, Çin’in yaptığı büyük yatırımlar her an boşa gitme riski taşımaktadır.

Çin’i şoke eden ilk yeni gelişme Pakistan’da yaşandı. Çin’in komşusu ve sadık dostu olan Pakistan 11. Kasım 2017 günü, şaşırtıcı bir şekilde Çin'in baraj 
projelerine ayırdığı 14 milyar ABD doları yatırımını reddederek kendi yapısından kaynak aktardı. Pakistan'ın Damoa - Basha Barajı “Bir Yol, Bir Kuşak”  
girişiminde çok önemli rol oynamaktaydı. "Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru" projesi hakkında yeni bir mutabakat zaptı imzalanmıştı. Pakistan'ın kontrolünde 
olan Keşmir'deki Damoa-Basha Barajı’nın işletme hakkını Çin’in alacağı kesindi. Ancak İslamabad, Çin’in ileri sürdüğü koşulların kabul edilemez olduğunu ve 
Pakistan’ın çıkarlarına aykırı olduğunu gerekçe gösterdi. Çin medyası geçen ay, 43 yıllığına kiraladığı ve 46 milyar dolar sermaye koyduğu Pakistan’ın 
Belucistan sınırları içerisinde yer alan Gvadar dev derin su limanında çalışmak üzere 500 bin Çinli işçinin bölgeye nakledilmeye başlayacağını duyurmuştu. 

Çinli yorumcular, Gvadar Liman inşaatı 5 sene sonra tamamlandığında Gvadar’ın 5 milyon Çinli barındıran bir Çin şehri olarak ortaya çıkacağını, o zaman körfez ve Orta Doğu petrol, doğal gazlarının Çin’den sorulacağı ön görüsünde bulunarak Çin toplumunun milliyetçilik duygularını ateşliyorlardı. Pakistan’ı aniden saran 
tedirginlik ve Çin’e karşı bu çıkışı pek şaşırtıcı değildir.

"Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru" (CPEC) projesi için Çin'in yaptığı yatırım, 62 milyar ABD dolarını bulmuştur ve ABD'nin İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra Avrupa Rönesansı için yaptığı "Marshall Planı"na yaptığı yatırımın neredeyse yarısına denk gelmektedir. Kendi ülkesinde açlık sınırı altında yaşayan 300 milyon nüfusu görmezlikten gelen Çin, neden kendi halkının değil, diğer ülkelerin refahı için para harcıyor? Amacı ne? Bu sorular “Bir Yol, Bir Kuşak” projesine dâhil olan birçok ülkenin zihninde canlanmaya başlamıştır.

Pakistan, Çin’in Damoa - Basha Barajı projesine koyduğu 14 milyar doları reddettiğini açıkladıktan 3 gün sonra, yani 14 Kasım günü Nepal, 2.5 milyar 
dolarlık Çin sermayesi ile yapılma anlaşması olan Buda Gandaki hidroelektrik santrali projesini iptal ettiğini açıkladı.  Myanmar, Çin projesi olan 3.6 
milyarlık bir baraj projesini daha önce de iptal etmişti. Geçen ay Myanmar hükümeti, Çin’in bu baraj projesini bir daha gündeme getirmeyeceğini tekrar 
açıkladı. Çin’in “Bir Yol, Bir Kuşak”  kapsamında bu 3 ülkedeki 3 baraj projesine ayırdığı bütçe yaklaşık 20 milyar dolardı. Çin’e komşu bu 3 ülke ise, 
20 milyar parayı elinin tersi ile geri çevirdi.

Çin’e bir darbe de Sri Lanka’dan geldi. Sri Lanka'nın Çin ile yaptığı Hambantota derin liman projesinde Sri Lanka, Çin'e olan büyük kredilerini ödeyememesi 
nedeniyle arazi kiralamaya zorlanmıştı. Bunun sonucu olarak, Çin'in kamu iktisadi teşebbüsleri 500 hektarlık toprağın işletme hakkını 99 yıllığına Sri 
Lanka’dan aldı. Projeye yöre halkı şiddetle karşı çıktı. Gösteri, yürüyüş gün geçtikçe ülke çapına yayıldı. Hükümet devrilme noktasına geldiğinde Çin’in 
yatırım planını durdurduğunu açıkladı. Sri Lanka’nın, Körfez ve Orta Doğu petrol tankerlerinin Hint okyanusu üzerinden Çin’e ulaşmasında stratejik konumu son 
derece önemlidir. Bu yüzden Çin, ÇKP Merkezi Komitesi Politbürosu’na yeni seçilen bir üyesi olan Wang Yang ay başında Sri Lanka Dışişleri Bakanı Marapanar ile Pekin’de görüşürken, Çin’in Sri Lanka’daki dev liman projesini kabul etmeye çağırdı ve Çin'in Sri Lanka ile ilişkileri geliştirmeye büyük önem verdiğini, Sri Lanka'nın “Bir Yol, Bir Kuşak” projesinin vazgeçilmez bir halkası olduğunu vurguladı. Ancak halkın baskısı altında kalan Sri Lanka hükümeti, Çin 
yatırımlarını ülkede kontrol altında tutmaya zorunlu kalmıştır.

Çin’in stratejik ortak ve güvenilir komşu olarak gördüğü bu ülkeler tarafından önceden onaylanan projelerin teker, teker iptal edilmesi “Bir Yol, Bir Kuşak” 
projesinin itibarına büyük gölge düşürmüştür. Çünkü plan aslında, Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa gibi gelişmiş ülkeler de dâhil olmak üzere dünya 
çapında bir altyapı oluşturulmasını içeriyordu. Her ne kadar bu 4 ülke tarafından verilen kararın ardında farklı yerel, siyasi ve ekonomik nedenler 
olsa da, bu yoksul ülkeler, Çin'in büyük ölçekli altyapı projeleri inşa etmeyi planladığı projelerin ekolojik ve insani açıdan ülkelerine son derece pahalıya 
mal olacağının farkına vardılar.

Çin son 10 yıl içinde dünyanın değişik ülkelerinden satın alarak yatırım yaptığı liman sayısı 53’tür. Çin’in eline geçen bu limanlar Güneydoğu Asya, Güney Asya, Afrika, Avrupa, Okyanusya ve diğer yerlerde temelde Çin'in aktif olarak inşa ettiği üç "mavi ekonomik koridor" diye adlandırdığı kuşaklarda bulunuyor. Bu üç "mavi ekonomik koridor", Çin-Hint Okyanusu-Afrika-Akdeniz Mavi Ekonomik Koridoru, Çin – Okyanus kıyası ülkeler, Güney Pasifik Mavi Ekonomik Koridor ve Avrupa'yı  Okyanus'undan bağlayan Mavi Ekonomik Koridorunu kapsamaktadır.

“Bir Yol, Bir Kuşak” Projesinin Avrasya Karesini Çevreleyen Deniz Yolu Projesi Haritası

İngilizce "Belt and Road" diye adlandırılan “Bir Yol, Bir Kuşak” projesini hayata geçirmek için Çin bir trilyon dolar para aktıracağını dünyaya duyurmuş 
durumdadır. Ancak, bu bir trilyon ABD dolarını nereden, nasıl bulacağı konusundaki hikâyesi ekonomistlerin kafasında heyecandan fazla kuşku uyandırmaya devam ediyor. Çünkü “Bir Yol, Bir Kuşak” projesi zincirinin kritik halkaları şimdiden teker, teker kopmaya başlamıştır.

Uzmanın Diğer Yazıları

  “Bir Kuşak, Bir Yol” Projesinin Halkaları Nasıl Koptu? 
  Zimbabve’deki Askeri Darbenin Düğmesine Pekin mi Bastı? 
  Pekin-Erbil İlişkisinde Bilinmeyenler 
  Çin Komünist Parti 19. Kongresi Yaklaşırken 
  Dünyadan İzole Edilmiş Bir Kuzey Kore İleri Nükleer Teknolojiye Nasıl Ulaşıyor? 


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/cin-halk-cumhuriyeti/2018/02/06/8814/bir-kusak-bir-yol-projesinin-halkalari-nasil-koptu

İki Büyük Tehlike


İki Büyük Tehlike


Yekta Güngör Özden

Her ülkenin olduğu gibi Türkiye’mizin de kimi sorunları çözüm beklemektedir. Ekonomik, toplumsal, hukuksal, siyasal her tür sorun iyi niyetli ve yetenekli iktidarların öncülüğünde başarıyla çözümlenir. Bunların yaratacağı güçlüklerin giderilmesi olanağı her zaman vardır, bulunabilir. Ama giderek büyüyen iki tehlike Türki­ye’mizin varlığını ve geleceğini olumsuzluklarla karşı karşıya bırakmaktadır. Biri İRTİCA (gericilik), öbürü IRKÇILIK’tır. İkisinin de terörle yakın ilişkisi vardır. Uluslararası ortamda El-Kaide islâmcı terör örgütünün yanında Afganistan’ın Taliban’ı, Mısır’ın Müslüman Kardeşler’i, Filistin’in Hamas’ı hemen anımsanan gerici-dinci örgütlerdir. Türkiye’de İbda-C, Hizbullah, Kaplancılar vd. adlarla kendini duyuran yasadışı dinci örgütler ulusal bağlamdaki örneklerdendir. Günümüz siyasal iktidarı lâiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak suçundan Anayasa Mahkemesi’nce cezalandırılmıştır. Sakıncalı tutumundan dönmek yerine sık­ma­başa sarılarak, sıkmabaşlı milletvekillerine yeşil ışık yakarak, yargı kararlarına karşın sıkmabaşlı öğrencilere ve öğretim üyelerine üniversite kapılarını açarak dinsel düzenden vazgeçmediğini sık sık yinelemektedir.

İkinci tehlike, dinci açılımları gerçekleştirmekte kolaylık sağlanması için verilen ödünlerle kürt ırkçılığının boyutlarının artmasıdır. Tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni olan, hiçbir soy ve inanç ayrımı gözetmeyen cumhuriyetin yurttaşı olmayı, her yurttaşı kucaklayan “Türk Ulusu” kavramının anlam ve amacını yadsıyarak sürdürülen bölücülük ve yıkıcılık 1980’li yıllardan bu yana 40 bine yakın yurttaşımızı aramızdan almıştır. Hâlâ güneydoğudaki kimi il ve ilçelerde denenen ayaklanmalar, kolluk güçlerine karşı çıkmalar, saldırılar, terör örgütünün rengini taşıyan bezler sallayıp zafer işaretleri yaparak, örgüt başının adıyla bölücü sloganlar atıp posterlerini taşıyan kalabalıklar kürtçülük akımının geldiği düzeyi göstermektedir. Güncel durumları, gerçekleri bırakarak ekonomik ve toplumsal kimi sorunlardan söz ederek sorunu yanlış değerlendirmekle bir yere varılamaz. İktidarın 2011 seçimleri için tüm kalkışmaları, tehditleri, saldırıları, amacı açıklayan konuşmaları görmezlikten-duymazlıktan gelerek savuşturmaya çalışması yarınlarda daha büyük sorunları karşımıza çıkaracaktır. Somutlaşan amaç kürtçü liderlerin açıkladığı gibi özerk yönetimden bağımsız kürt devletine geçmektir. Geçmişin olaylarını tersine çevirerek, Mustafa Kemal Atatürk’ü ve cumhuriyeti suçlayarak, Mustafa Kemal’in 85 no.lu 1921 Anayasası ile 16 Ocak 1923 İzmit konuşmasını yanlış değerlendirip Lozan görüşmelerini çarpıtarak, 1924 Anayasası’nı ve kürt isyanlarını yadsıyarak bir yere varılamaz.

Güneydoğudaki genel seçimlerin ve yerel seçimlerin sonucu baskı, tehdit ve ölümle korkutulan yurttaşların kürtçüleri yeğlediğini göstermektedir. Kürtçü belediye başkanlarının, öbür yerel yönetimcilerin yanında, hattâ önünde BDP’li milletvekillerini göstermektedir. Ama hiçbirine Silivri yargısı kapsamındakilere uygulanan yöntemler uygulanmamakta, 30 yıl süren ceza dâvası da zamanaşımı nedeniyle sonuçsuz kalmaktadır. Kandil elebaşları “Sınır dışına çekilmek asla söz konusu değildir” diyerek Türkiye içindeki yuvalanmaları, destekleri, militan varlığını ve güçlerini itiraf ve ikar etmektedirler. Ne Kandil’e karşı, ne de yurt içinde etkin bir önlem, anlamlı bir tepki saptanamamaktadır. İktidara yaranma, ilişkileri düzeltme çabasındaki medyada kürtçülere destek giderek artmakta, “anadilde eğitim”le “Kürt ulusu” teriminin Anayasa değişikliğiyle gerçekleştirilmesi önerilip istenmekte, iktidar “Yeni Anayasa” çıkışıyla sanki 2011 seçimlerinden sonra bu istemleri gerçekleştirecekmiş gibi kürtçülere umut vererek oy almaya, istediklerini daha rahat yapabilme olanağı bulmaya çalışmaktadır. Kürtçülerin isteklerini yerine getirince ayrı devlet kurma, “kendilerini yönetme” ayrımcılığından vazgeçecekleri sanılarak aldanılmakta ve halk çoğunluğu aldatılmaktadır. Eşitlik olmasaydı nasıl milletvekili olacakları, nasıl asker ve sivil devlet görevini yüklenecekleri, nasıl özel kesimde varlık edinecekleri, zenginlikleri songulanmamakta, feodal yapının getirdiği sorunlar bırakılıp cumhuriyet yapısının yıkımıyla uğraşılmaktadır.

İktidar o kadar aşırı hoşgörülü sorumlular o kadar ilgisiz ki siyasal yasaklılar siyasal çalışmalara yoğun buçunde katılmakta, onbinlerce yurttaşın kanına giren teröristbaşından “Sayın” diyerek söz etmekte, sorunun çözümü için onu yetkili göstermekte, onun avukatlarınca ulaştırılan buyruklarına uymakta, uymaya çağırmakta, devleti tehdit etmekte, daha ileri giderek “Kürt halkı kendini yönetmek istiyor” sözüyle sakladıkları amacı açıklamak için iktidarın yarattığı ortamı elverişli bulmaktadır. Unutmamak gerekir, hukuk diploması ve avukat ruhsatı almakla kendini hukukçu sanan kimileriyle, muhabirlik günlerini anımsatan çocuksu yazılarıyla gelişmediğini gösteren düşünce yotksullarının “Kürt sorunu” deyişleri asla gerçeği yansıtmamaktadır. Türkiye’de “Kürt sorunu” değil “Kürtçülük sorunu” vardır. BDP milletvekillerinden Sırrı Sakık’ın TBMM kürsüsünde “Ben Türk değilimi” sözleri Türklük ile Türk Ulusu kavramlarını anlamadığını ya da özellikle anlamamış görünerek sömürüsünü göstermektedir. Anayasa’nın 81. Maddesi gereğince içtiği anda aykırı davranmaktan öte andını geri almış sayılacağından milletvekilliğinin düşürülmesi gerekir. Bu sonuç, Ahmet Türk’ün taşıdığı soyadını değiştirmemesi nedenini de düşündürmektedir. Korkak, çıkarcı ve lâik cumhuriyetle Atatürk karşıtı kimi bilimsel sanlı kinci ve dincilerle kimi aymazların ve sapkınların destek verdiği, kimi varlıklılarla yabancıların yardım musluklarını açık tuttukları anlaşılan kürtçülük, anayasal, ulusal ve yaşamsal ilkelerden ödünler verilerek değilaçık, kesin, gerçekçi ve yürekli duruş ve tutumlarla önlenir.

Kürtçüler iktidarın gündeme getirdiği “alt, üst kimlik” tartışmalarını da kabûl etmemekte “Türk ayrı, Kürt ayrı kimliktir, başka kimlik söz konusu değildir” demektedirler. Tüm bu durumları görmemek için görme özürlü olmak gerekir. Doğuya yapılan yatırımlar, bayındır kılma çabaları, teröristlerin yakıp yıktıkları okullar, tesisler, öldürdükleri yurttaşlarla, yalan ve iftiralarla, gizli tanıklar ve sözde itirafçılarla karşılanmıştır. Kimi sözcüklerine katılmasak bile MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin bu konudaki eleştirileri yerindedir.

Önceki devlet yöneticilerinin “Federasyon” ve “Realite” söylemlerini AKP’nin ödünleri izledi. Habur karşılamaları durumun kötülüğünü tüm çıplaklığıyla ortaya koydu. Ayaklanmalar, çocuklarını panzerlerin önüne süren, onları taş, molotof kokteyli, havaî fişeklerle polise ve jandarmaya saldırtan aileler, teröristlerin cenazelerini sloganlar, posterler ve zafer işaretleriyle kaldıranbinler, BDP’li milletvekillerinin kışkırtıcı konuşmaları hızından ve dozundan birşey yitirmiş değildir. Silâhlı Kuvvetleri yıpratmak, yargıyı etkisiz kılmak, giderek bölmekle uğraşmaktan teröre yeterli zamanı ayıramadığı anlaşılan iktidarın sorumluluğu ağırlaşmakta ve artmaktadır.

Dış destek, sözde dostların ve kimi komşuların yardımlarıyla şımarıp azgınlaşan kürtçülere AB ülkeleri de kapılarını açık tutmakta, onları dinleyip yönlendirmekte, kimi azınlık savlarıyla onlara arka çıkmaktadır. Bunlara karşın arap ülkeleriyle ilişkileri güçlendirmeyi yeğleyen iktidar, Türk Cumhuriyetlerine karşı soğukluğuna aldırışsızlık ekleyerek olayların ve yerine getirilmesi olanaksız isteklerin sürmesine neden olmuştur. Ermenistan, İsrail ve İran kuşatmasındaki Türkiye, bir zamanlar terör örgütünü yuvlandıran, aşırı solcu olup şimdi iktidarı destekleyen eski militanları barındıran Suriye ile Lübnan’ın koltukçusu olmuştur.

Irak egemenlerinin oyalayıcı, aldatıcı ve iki yüzlü tutumu da gereken tepkiyi görmüyor. ABD’nin gizlenen koruyuculuğu altında kabadayılık taslayan Kandil kaçakları, Türk Hava Kuvvetleri’nin onca bombardımanına karşın güçlerini korumaktadır. Demekki eksik olan, yeterince yapılamayan, yapımlak istenmeyen, başarılamayan bir şey vardır. Türkiye Cumhuriyeti’ne kafa tutan terör örgütü varlığını sürdürebiliyorsa Türkiye yönetimi sorgulanmalıdır. Silâhlı Kuvvetler eli-kolu bağlı duruma getirilmiş, lâf ebelerinin yakınması üzerine kozmik odalarına, lomanlarına, çalışma-görev yerlerine kadar girilip araştırmalar yapılmış, gerçek dışı suçlamalarla komutanlar önüne çıkarılarak haklarını almaları engellenmiş, iktidarın kötülüklerinin, yanlışlıklarının ve sakıncalı gidişinin önüne çıkması olası güçler ve kesimleryargı kullanılarak sindirilip yokedilmek istenmiştir. Türkân Saylan öldürülmüştür. Haberal, Hilmioğlu, Yurtkuran, Özkan, Poyraz, Cihaner, Doğan, Balbay ve öbür Silivri tutuklularının da ölmelerinin istendiği anlaşılmaktadır. Çelişkili, aykırı, amaçlı uygulamalar bunu göstermektedir. Silivri’dekiler Kandil’dekilerden daha tehlikeli sayılmakta, yabancı ve dşman kuklası kürtçülere gösterilen kolaylıklar Silivri’deki komutanlardan, bilim adamlarından, yazar ve gazetecilerden esirgenmektedir. “Masumiyet karinesi” yok sayılarak tüm şüpheli ve sanıklar iktidar tarafından cezası kesinleşmiş hükümlüler gibi nitelendirilmektedir.

Kendi halkından, ulusundan çokyabancıları dinleyen iktidar, sorunu kestirip atmaktan kaçınmakta, “Gücüzüm varsa gelin, alın” demektedir. Soruşturma, kovuşturma, geçiştirme, oyalama, avutma, savsaklama, erteleme, uyutma ve bildiğini okuma birbirine karışmış durumdadır. İktidarın kendinden başkasını, ülkesini düşündüğüne inanmak güçtür. 

Öte yandan Apo tek seçici gibi davranıp belediye başkanını tehdit etmekte, ateşkes süresinin sınırını belirlemekte, koşullar gündeme getirerek iktidarı etkilemekte, konuklar düzeninde ağırlanarak amacından dönmediğini açık biçimde ortaya koymaktadır. PKK’nın İmralı’dan yönlendirilip yönetildiğine ancak yandaşları karşı çıkabilir. Siyasal iktidar, yönetimindeki devlet kurumlarıyla PKK’nın doğrudan görüşme yaptığını dolaylı anlatımlarla açıklamaktadır. Apo’yla görüşmelerin bugüne değin neler sağladığı da bilinmemekte, sağladığı bir yarar saptanmamakta dır.

Yönetimin zayıflığı o kadar belirgin ki son günlerde PKK yararına görüş veren kimilerinin emeklilikten önce çok önemli görevlerde bulunanlar olduğu kuşku ve üzüntüyle öğrenilmektedir. BDP’lilere gösterilen aşırı hoşgörüden anlaşılıyor ki günümüz iktidarı PKK’dan da BDP’den de korkmakta, üstesinden gelemeyeceği olaylara neden olmaktan çekinmektedir. Ulusal devletin yapısını bozacak girişimleri ve kalkışmaları devleti koruyacak iktidar önleyemiyor. İktidar için ödün vermek çözüm, başarı ve beceri sayılıyor. Yarın neler olacağı kestirilemiyor, gerçekçi, kalıcı, etkin önlemler alınamıyor,cumhuriyeti koruyacak çalışmalar yapılamıyor.

PKK’nın 32. kuruluş yılı nedeniyle Hakkâri-Yüksekova’da, Diyarbakır-Lice’de yapılan taş­kın­lıklar (aslında ayaklanmalar)a iktidar önem vermiyor görünmektedir. Kışkırtıcı konuşmaları gerçek durumu bilmeyen, aldatılan yurttaşlar zafer işaretleriyle, alkışlarla karşılıyor. Kimi yargı yerlerinden kürtçülüğe açılım sayılacak öneriler, güç verecek kararlar çıkıyor, insan hakları, özgürlük, demokrasi sömürüleri sürüyor. Kürt kökenli yurttaşlarımızı değil, kürtçülük yapanları eleştiriyoruz.kürt kökenliler içinde arkadaşlarımız, meslektaşımız, öğrencimiz, dostumuz var. Kürt kökenli avukatla birlikte savunma görevi aldığımız davâ oldu. Kürtçülük yapmayan, ulus bağlamındaki birlikteliğimizin ve cumhuriyetle Atatürk’ün değerini bilen yurtseverleri var. Sorunun sorumluları AB, ABD, Er­menistan, Irak ve içimizdeki PKK’lılarla yan­daşlarıdır. Bir o kadar da siyasal iktidardır, medyadır, üniversitelerdir, yargıdır.

Yeni Anayasa..” sözü kürtçülerle sıkmabaşçılara uzatılmış ucu zehirli bir oltadır. Bundan önce yapılanların olduğu gibi bundan sonra yapılacakların da demokrasiyle ilgisi olmayacaktır. İktidarın ruhunda, anlayışında demokrasi yoktur. Demokrasiyle eğitilmemişler, inançla dokunmuşlardır. Demokrasiyi bilmeyenler demokrasiden söz edemezler. “Sivil irade, askerî vesayet, yargı vesayeti” sözleriyle yolalmak isteyen iktidar, rejimi koruyup güçlendirmek, demokratik niteliğini yükseltmek yerine tehlikeye atmaktadır. Feodal yapının, topraksızlığın, şeyhe ve aşiret başına bağımlılığın çözümlenmesine önclik vermek gerekir. Yoksa kimi raporlardan söz ederek, kimi ödünler ve ayrıcalıklarla çözüm olacağı havasını basmanın hiçbir anlamı ve yararı yoktur. Türkiye bölünmez bir bütündür. Bir bölgede demokrasi olacak, öbüründe olmayacak, böyle bir çelişki düşünülemez. Etnik duyarlıklar, kültür farklılıkları, kimi özellikler elbet özgürlük içinde yaşam bulur. Kürt kökenlilerden başka kökenliler de var. Ancak etnik özellikler ve özgünlükler ulusal yapıyı bozacak zorlayıcı girişimler olamaz. Anadil öğretilir ama devletin Türkçe’den başka ikinci bir resmî dili olamaz. Yurtdışından verilen örneklerin Türkiye için uygulanmasını gerektiren benzerlikler bulunmamaktadır. Bir kez ödün verilince nerede duracağı, ne sonuçlar getireceği iyi düşünülmelidir. Çok açık olan gerçek, kimi siyasal kuruluşların içlerindeki kürt kökenlilerden kürtçülük yandaşlarının etkisiyle ya da liberal demokrat geçinenlerin kışkırtmasıyla ödünler vererek sorunu çözecekleri ne ilişkin kanılar yanılgıları dır. Yaşamı, güncel olayları, iç kalkışmaları, ayaklanma olaylarını ve dış baskılarla destekleri hep birlikte değerlendirmeden hazır reçetelerle sonuç alacaklarını sanmaktadırlar. Ayrım, kutuplaşma giderek keskinleşmektedir. Kürtçülerin ölçüsüz, aşırı, ayrımcı çabaları dracak sanılmamalıdır. Devletle çatışmaktadırlar. Bundan daha belirgin bir kanıt olamaz. İktidar da kendi amacı ve doğrultusu için bu kesimi okşayarak susturup durduracağı inancıyla yumuşak davranmaktadır.

“Asimilâsyon” söylenti ve suçlamalarına, “özgürlük” yalanlarına kanmamak gerekir. Farklılıkların yarattığı zenginliğin ulusal dokunun özelliği olduğu bilinmeli, yıkıcılıkla, kavgayla, savaşla, ödünle, şirin görünme çabasıyla, anlayış ve hoşgörüyü aşan tutarsızlık ve zayıflıkla bir yere varılamayacağı benimsenmelidir. Teröre başvurup dışardan destek alan kürtçülerle, terör karşıtı kürtlerin ayrı duruşu bile teröristlerin ağır yanılgı ve sapkınlığını anlatmaktadır. Bize düşen, ulusal birliği, ülke ve ulus tümlüğünü korumak, yanılanlara gerçeği öğretmektir. Siyasetin ikilemleri ve ödünleri gerçek çözümü sağlamaktan uzak görünmektedir. Yepyeni Türkiye Cumhuriyeti aşırılıklara kıydırılamaz.

http://turksolu.com.tr/ileri/47/ozden47.htm

..

2 Nisan 2018 Pazartesi

Denklemin içinde yer almak mı denklemin içinde boğulmak mı?

Denklemin içinde yer almak mı denklemin içinde  boğulmak mı? 


Yekta Güngör Özden
10.02.2003/Sayı:23 


Günümüz iktidarı, ABD’nin Irak’a yapacağı saldırıya Türkiye Cumhuriyeti’ni bulaştırma yolundaki baskılarına, liderinin ve Başbakanının ağzından, “ABD’nin yanında yer alacağız.” diyerek ve “başka seçenek kalmadığı”nı belirterek işbirlikçi bir yanıt vermiş bulunuyor. Hatta ABD’nin Irak’ta “otoriter bir yönetim kuracağını, Irak petrollerini ABD’nin yöneteceğini” de kabullenmiş bir biçimde açıklıyorlar! Dünya kamuoyu bu savaşın haklı gerekçesi olmadığını, 1441 Sayılı Güvenlik Konseyi kararının ABD’ye keyfi saldırı yetkisi vermediğini, düpedüz sömürgeci amaçlı bir ABD - İngiliz saldırganlığı söz konusu olduğunu düşünürken, Türk hükümetinin böyle bir tutum takınmasını ve hemen arkasından ABD Hazine Bakanı’nın Ankara’ya gelmesini, bir çok bakımdan temel önemde yanlışları içeren ve büyük tehlikelere çağrı çıkaran usdışı ve onur kırıcı bir tutum olarak görüyoruz. 

Her şeyden önce iktidarın tutumuna dayanak yaptığı ana gerekçe, tek süper güç olan ABD’nin her istediğini yapabileceği, onun karşısına çıkmanın bir çığın altına girmeye kalkışmak gibi çılgınlık olacağı, karşı çıkmak şöyle dursun, ABD’nin yanında yer almama durumunda bile bu süper gücün Irak’a Türkiye’nin hiç istemeyeceği bir biçim verebileceği gerekçesidir. Çoğu güdümlü olan büyük iletişim araçları da bu gerekçeyi, özellikle kimi emekli diplomat ve askerlerle üniversite öğretim üyelerinin ağzından yoğun biçimde yaymaktadır. Bu iletişim çevreleri, Atatürkçüleri, örneğin Kıbrıs gibi ulusal konulardaki tutumlarından dolayı “şahin” diye suçlarken, bugün uluslararası hukuka aykırı bahanelere dayalı ABD saldırganlığına destek verip savaş kışkırtıcılığı yapmakta, barış isteyen Atatürkçülere ise “halk dalkavukluğu” suçlaması yöneltmektedirler. 

Bu günlerde, Mustafa Kemal’in ulusal bağımsızlık için izlenmesini zorunlu saydığı ilkeyi özenle gözönünde tutmanın tam zamanıdır: 

“Asıl olan, Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Yabancı bir devletin korumasını ve onun insafına sığınmayı kabul etmek, insanlık niteliklerinden yoksunluğu, düşkünlük ve güçsüzlüğü kabul etmekten başka bir şey değildir. Oysa Türk'ün onuru, özsaygısı ve yeteneği çok yüksek ve büyüktür. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir. Öyleyse ya bağımsızlık, ya ölüm!” 

Dış güçlerin güdümünde, onların yarattığı oldu-bittilerin etkisinde bir dış politika değil, özgür ve bağımsız olarak saptanan meşru ulusal yararların hizmetinde, yurt ve ulusu esenlik içinde yaşatacak bir dış politikayı, ancak bu Atatürkçü bilince sahip siyasi iktidarlar izleyebilir. İç yapıları demokrasiden yoksun, lider boyunduruğu altındaki siyasal partilerin ulusa karşı sorumlu siyaset izlemeleri beklenemez. Tersine, böyle siyasal partiler, yetkisiz ve sorumsuz genel başkanların ulusumuzu yabancı devletler önünde temsil etmesi gibi hem onur kırıcı, hem de olağanüstü tehlikeli sakat tutumlar yaratır; Osmanlı Devleti gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni de süper güçlerin güdümünde savaşlara sürükleyen, Türk ulusuna Sarıkamış yıkımlarını yaşatan Enver Paşa’ları ortaya çıkarır; bir yandan da savaş kışkırtmacılığı arkasında, türbanı kamusal alana sokma, eğitim birliğini baltalama ve bu amaçlar için kamu kurumlarında kadrolaşma gibi demokrasiyi yıkıcı girişimlere ortam hazırlar. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürkçü soylu ulusal dış politikası yerine, ‘ABD her dilediğini yapabilecek güçtedir; onun yanında yer alalım.’ diyen teslimiyetçi görüşün üzerine dayandığı kanıtlar ve mantıklar çürüktür, dayanaktan yoksundur. Şöyle ki: 

“ABD, Türkiye onun yanında yer alsa da, almasa da, Orta-Doğu ve Avrasya çapında saptamış olduğu planları uygulayabilir.” demek, gerçekte, ABD’nin yanında yer alsak bile bizim için de kendince uygun bulduğu her planı yürütebileceği anlamına geldiğine göre, bu gerekçeyle onun yanında yer almayı istemek, kendi ulusundan değil, yabancı devletlerden güç almayı benimsemiş teslimiyetçi kafa yapısının ürünüdür. 

Bu düşünce, ABD’nin, zaten bir oldu-bitti olarak önemli ölçüde yapmış olduğu gibi, örneğin Kuzey Irak’ta bir kukla Kürdistan kurmaya, “Ermeni soykırımı” savlarını ABD politikasına dönüştürmeye kalkışması, Kıbrıs konusundaki dayatmalarda olduğu gibi Ege Kıta Sahanlığı ve Hava Alanı sorunlarında ödünler vermemizi, ekonomi alanında demiryolu ve sanayi yatırımları yapmamamızı, tarımımızı korumamamızı … istemesi gibi durumlarda da boyun eğmek dışında elimizden hiçbir şey gelemeyeceğini daha baştan kabul ve ilân etmek anlamına gelmektedir. 

Türkiye’nin ülke topraklarını maddi çıkar sağlamak üzere ABD’ye kullandırttığı, Irak petrollerinin yağmalanmasından kendisine de bir pay çıkarmak için bu ülkeye asker gönderdiği gibi eleştirilere hak verdirir nitelikteki akçalı ilişkiler içine girmek de, Türkiye Cumhuriyeti’nin komşu ulusların, hatta tüm dünyanın gözünde çıkarcı, fırsatçı, saldırgan bir devlet gibi görülmesine yol açar. “Denklemin içinde yer alalım” yolundaki sorumsuz, sığ görüşün, ulusumuzu ve yurdumuzu sömürgeci denklemlerinin içinde boğulmaya sürükleyeceği düşünülmeli, bu tür serüvenci yaklaşımlardan uzak kalınmalıdır. 

Sonuç olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin Irak sorununa uluslararası hukukun meşruluk ölçüleri ile “Yurtta barış, dünyada barış!”, “Ulusların yaşamı tehlikede olmadıkça savaş cinayettir!” diyen ilkelere dayalı bir tutum belirlemesini, ABD’nin meşru ulusal yararlarımıza aykırı amaçlar gütmesine seyirci kalınmayacağının açık ve kesin biçimde bildirilmesini zorunlu görüyoruz. Bunun için silah gücünün kendi başına bir ulusu güçlü kılmaya yetmeyeceğini, silahların ancak haklı ve güçlü bir dâvânın hizmetinde kullanılırsa işe yarayacağını, çünkü “Meşru haklarının bilincinde olan ve yönetimini kendi eline alan bir ulusun karşısında dünyanın en güçlü ordularının bile dize geleceğini” kanıtlayan Türk Kurtuluş Savaşı’nın felsefesini bilmek ve benimsemek zorunludur. 


http://www.turksolu.com.tr/23/ozden23.htm

***

Emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağı dik tutabilmek


Emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağı dik tutabilmek


Yekta Güngör Özden 
27.01.2003/Sayı:22 

Bağımsız, hukukun güvencesi altında özgür, bilim ve teknolojinin ışıklarıyla donanıp gönenç içinde bir ulus olarak yaşama hakkımızı ve bunları bize sağlayan Türk Devrimi ve Atatürk ilkelerine dayalı Cumhuriyetimizi yerli ve yabancı sömürücülere karşı yiğitçe savundukları için a1çak cinayetlerle canlarına kıyılan Profesör Muammer Aksoy’un 13., değerli araştırmacı-yazar Uğur Mumcu’nun 10. öldürülüş yıldönümlerindeyiz. Ama bu namuslu ulus aydınlarının yaşamlarına kıyan asıl suçlular ortaya çıkarılıp, ülkemiz siyasal cinayetler işlenemeyen bir ortama kavuşturulamadı. O nedenle siyasal cinayetlerin arkası kesilmedi. Yurttaşlar soruyorlar: “Bu nasıl bir güçtür ki, tetiği çektirenlerin maskeleri baştan aşağıya indirilemiyor ve bir türlü adaletin önüne çıkarılamıyorlar? Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gücü neden buna yetmiyor?” 

Bu durumun baş sorumlusu, kanımızca, kendileri her türlü yasadışı eylemlerden sanık, hukuk tanımaz insanların -bir-ikisi dışındaki- siyasal partilerde ve Türk siyasal yaşamında etkin olabilmeleri, bu partilerin yapısını ve işleyişini demokratik nitelikten uzaklaştırabilmiş olmalarıdır. 

Hukukun güvenli şemsiyesi altında yaşamak, bağımsız, özgür ve uygar bir toplum olmanın en temel koşulu iken, hukukun üstünlüğü ilkesini çiğneyen siyasetçi kadrosu, Türk ulusunu bu yaşam temelinden büyük ölçüde yoksun bırakmış bulunmaktadır. 

Bu ortam bugüne değin ulusumuzu nice üstün değerden yoksun kıldığı gibi, bilim adamları ve genel olarak aydınlarımızı yurt ve ulus sorunlarıyla yakından ilgilenmekten caydırmakta, yürekli aydınlarımızı terörün tehdidi altında yaşatmakta, devlet gücümüzü zayıflatmakta, ekonomik kalkınmayı engellemekte, ulus ve yurdumuzu uluslararası sömürünün kucağına itmektedir. 

Hukuka saygı kurulup sorumluluk düzeni işletilemedikçe, yan tutuculuktan uzak kamu yönetimi sağlanmadıkça, ulusal birlik ve bağımsızlığımızın, yurt bütünlüğümüzün ve temel hak ve özgürlüklerimizin güvencede olduğunu söylemeye olanak yoktur. 

Mustafa Kemal Atatürk’ün armağanı ulusal bağımsızlığımızı koruyabilmek, Kurtuluş Savaşı’nda emperyalizme karşı dalgalandırdığımız bayrağımızı dik tutabilmek, ülkemiz kaynaklarının sömürgeciliğin ahtapot kollarına teslim edilmesini engelleyebilmek, sömürgeciliğe karşı devletimizi savunmak uğrundaki özverili, yiğit savaşımları nedeniyle canlarına kıyılan değerli bilim adamlarımız ve yazarlarımız Profesör Muammer Aksoy ve Uğur Mumcu’nun anılarını saygıyla anar, aynı davanın yılmaz savunucuları olarak ulusumuza başsağlığı dilerken, gerçek katillerinin bulunması isteğimizi yineler, siyasal yaşamımızda hukukun üstünlüğünün her türlü kuşkudan arındırılmış olarak kurulmasının, bir yaşam ve onur sorunu olduğunu bir kez daha vurgularız. 

http://www.turksolu.com.tr/22/ozden22.htm


***