13 Şubat 2018 Salı

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 7




 BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 7



YAVRU VATAN KIBRIS (5)

Bizim ders kitaplarımızda Kıbrıs için ayrı bölüm, ders hiç olmadı. Bilincimizden uzak tutuldu oralar...

Yüksek öğretim için ülkemize geldiklerinde Kıbrıslı öğrenciler, Kıbrıs adıyla tanıştı çoğumuz. Siyasetle ilgilenmeyenlerin, kırsal alandan gelenlerin Kıbrıs Türklerinden haberi bile yoktu. Öğrenci olarak yurdumuza gelen Kıbrıslı Türkler şiveleriyle dikkat çekerlerdi, vurgulamaları azıcık başkaydı bizim Türkçemize göre. Bir de çok iyi İngilizce konuşurlardı. Bunların dışında bizlerden bir farkları yoktu. Dilimiz dilleri, geçmişimiz onların da benimsediği geçmişleriydi... Abecemiz Atatürk abecesi, masallarımız, ninnilerimiz, geleneklerimiz birbirinin benzeri...

Kıbrıslı Türkler, Atatürk devrimlerini sırasıyla uygulamışlar, İngiliz sömürge yönetiminde olmalarına karşı o yıllarda, bu devrimleri bizimle birlikte benimsemişlerdir. Atatürk döneminde Kıbrıslı Türklerle kültürel ilişkiler başlatılmış, geliştirilmiştir. Türk yazı dilini, Türkiye dışında yalnızca Kıbrıslı Türkler kullanıyor. Dil devrimine de orada çok önem verilmiş, dilimizin yabancı diller boyunduruğundan kurtarılması, yenileşmesi Kıbrıs Türk toplumunca önemsenmiştir. Bu nedenle aramızda hiçbir ayrılık yok, biriz, aynıyız... Kıbrıslı Türklerin önderlerinin, Türkiye’den giden, Kıbrıs Türk toplumu içinde yetişen nice değerli öğretmenlerin, oradaki Türk basınının, nice adsız kahramanın emeğiyle bu büyük iş başarılmıştır.

Kıbrıs Türkleri bir zamanlar hem anavatana okumaya geldiler, hem de İngiltere’ye gittiler, oranın yüksek okullarında okudular, sonra Kıbrıs’a döndüler.

Günümüzde daha çok bizim yönümüzden gidiş o yöne, sular tersine akıyor, şöyle bir bakarsak en yakınımızda en az iki üç üniversite öğrencisi görebiliriz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde okuyan.

Kıbrıs Türklerinin ilk lideri, bu davanın öncüsü Dr. Fazıl Küçük olsun, Kıbrıs’ın ikinci önderi, Fazıl Küçük’ün omuzdaşı, bayrağı Dr. Fazıl Küçük’ten teslim alan Rauf Denktaş (1924 – 2012) olsun, Kıbrıs’ın okumuş Türk kadroları, hem Türkiye’de hem İngiltere’de eğitim öğretim gördüler. Sonra da İngilizlerden hiç etkilenmediklerini, oralardan yalnızca bilgi aldıklarını gösterircesine vatanlarına, davalarına daha çok sarıldılar...

Lefkoşa Fazıl Küçük müze evinde, Fazıl Küçük için dağıtılan tanıtımdan önemli yerleri kısaca aktarırsak:

Dr. Fazıl Küçük 1906 doğumlu. Lefkoşa, Ortaköy’de doğdu. Okula Lefkoşa’da başladı, İstanbul’da (Özel İstiklal Lisesi) devam etti. İstanbul Tıp Fakültesini yarıda bırakıp, tıp öğretimini İsviçre’de (Lozan) sürdürdü, uzmanlığını da orada Dahiliye (İç hastalıkları) dalında yaptı.

Sonra çalışmak için Kıbrıs’a döndü (1937), Lefkoşa’da çalışmaya başladı. Köyleri dolaştı, halkının dertlerini dinledi, sorunları belirledi. Halkçılığıyla halkına kendini sevdirdi, gerektiğinde parasız hasta baktı; Cuma günleri özellikle halk günü uygulaması, yoksullara parasız bakması onu halkının gözünde efsaneleştirdi.

Bu kadar da değil, aynı zamanda köşe yazarlığı yaparken siyasetle de ilgilenirdi. İngiliz yönetimine karşı mücadelesini hep sürdürdü. Türkleri orada örgütlemesi, önce 1943’te KATAK (Kıbrıs Adası Türk Azınlıklar Kurumu) üyeliği, ertesi yıl oradan ayrılması (1944), sonra hemen kurduğu parti (Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi), daha sonra bu iki örgütü birleştirerek (1949) Kıbrıs Milli Türk Birliği Partisi’ni kurması, Enosis’e (Kıbrıs’ın Yunanistan’ın olması) engel olma çalışmalarını bu partiyle yürütmesi.

Fazıl Küçük, Kıbrıs davasında kendisine istediği yakınlığı göstermeyen Türkiye’deki hükümetlerle sayısız kez görüşür, bıkıp usanmadan davası için mücadele eder, anavatanda Türk halkının arasına karışır, değişik kentlerde mitingler düzenler, Kıbrıs davasını Türk ulusuna anlatır. Ulusla bütünleşir.

O arada EOKA (Rum) terör örgütünün eylemlerine karşı çeşitli direniş örgütleri kurar, en son, silahlı direniş için (Rauf Denktaş önderliğinde) Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kurulur.

Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (1959) kuruluş anlaşmasını Kıbrıs Türk halkının temsilcisi olarak imzalar. Bu yeni devlette (Ağustos 1960) cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı Türk olacaktır. 1963 yılındaki “Kanlı Noel”e (Rumların Türklere silahlı saldırıları) kadar cumhurbaşkanı yardımcılığı sürer. “Genel Komite Dönemi’nde (1963 – 1967) Türklere başkandır. 1967 yılındaki “Geçici Kıbrıs Türk Yönetimi”nin de başkanıdır (Rauf Denktaş yardımcısı). Bu son görevini Şubat 1974’te bırakır. Ancak gazetesi “Halkın Sesi’nde yazılarına devam eder. 1983’te hastalanır. 1984 yılında Londra’da tedavi edildiği hastanede yaşamını yitirir.

Tanıtımda son sözü şöyle yazılı:

“Tanrı Kıbrıs Türk’ünü korusun, onun yanında olsun!”

Mezarı Lefkoşa Hamitköy’de, Anıt Tepe’de.


Müze evi iki yıldır kapalıymış. Düzenlemesi bitince daha yeni açılmış. İçerde görevli rehberler size eşlik ediyor, her köşeyi tek tek anlatıyorlar. Müze eve ilgi büyük. Bizden az önce evi 180 kişilik bir öğrenci grubu gelip gezmiş. Öndeki bayrak direklerine iki bayrak asılı. Türk bayrağı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Bayrağı. Çevredeki yapılaşmaya dikkat edildiği, çevre özenle korunduğu için evin bayrakları çok uzaklardan bile görünüyor. Ev iki katlı küçük bir ev. Alt katı doktorluk yaptığı bölüm. Çalışma odası, muayene odası, dinlenme odası... Üst kat ailesiyle yaşadığı alan. Eşyaları olduğu gibi korunmuş, korunamayanların benzeri bulunup konulmuş. Mobilyalar çok sade, gösterişsiz. Arka yöne çıkan, avlumsu bölüme, bir de oturur durumda heykeli konmuş, kahvesini yudumluyor, canlı gibi. Yanında da iki boş sandalye. İsteyen yanına oturup resim çektiriyor.Tam bir halk önderinin evi. Duvarlarda o yıllara ait siyah beyaz sayısız fotoğraf asılı. TMT komutanlığının (Türk Mukavemet Teşkilatı), Fazıl Küçük’e bir teşekkür sunumu da sergileniyor orada:

“Sayın Dr. Fazıl Küçük’e üstün saygılarımla...” ( 1973) yazılı, tablo büyüklüğündeki armağan burada duruyor. 1961’de Anıtkabir’i ziyaretinin resmi, Atatürk’e saygı duruşu resmi, yine aynı yıl İngiliz kraliçesinin, 1962’de Yunanistan kralının kızının Kıbrıs’ı ziyareti gibi değişik anı resimleri duvarları süslüyor.

Duvardaki şu yazı (özlü sözü) ilk odada:


“Hürriyet aşığı milletler tebaalarını, kılıç ve kurşun korkusuyla idare etmek değil, onların benlik ve izzeti nefislerine hürmet ederek, hukuk ve şereflerini muhafaza etmek gayesini kendilerine düstur edinmişlerdir.”

Yine hasta muayene odasının duvarına kocaman yazıyla yazılmış bu sözü (1943) onun insan yönünü göstermiyor mu?

“Biz son iğnemizi yapar, son ilacımızı verirken, ölümün kollarımız arasından çeke çeke aldığı hasta karşısında duyduğumuz acı ve ıztırap hiçbir meslek erbabının hissedip duyacağı acıya benzemez.”

Bu sözleri de Dr. Fazıl Küçük’ün büyüklüğünü bizlere göstermeye yeter:

“Düşünüyordum ki, benden hizmet bekleyen bir vatan, bir Türklük vardır. Ve bu da vazifelerin en büyüğü, en kutsisi olduğunu anlayarak işe koyuldum.”

“Ben yalnız mensup olduğum cemaatı ilgilendiren meseleleri kaleme alan naçiz bir ferdim. Çünkü Türküm, ve hiçbir zaman Türklüğün ayaklar altında çiğnenmesine tahammül edemem.”

Öğretmenlerin öneminden söz etmesi:


“Türk olmanın gururunu, Atatürk ilkelerine ebediyete kadar bağlı kalmayı, özgür insanlar olarak kimsenin tekmesi ve yumruğu altında ezilmemeyi ve buna ay yıldızlı bayrağımızdan başka bir bayrak tanımamakla erişebileceğimizi yine öğretmenlerden öğrendik.”

Lefkoşa’da doktorluk yapması için bir süre izin alamamış İngilizlerden o günlerde. Çok uğraştırmışlar. Muayenehanesinin kapısına bu nedenle şu sözü eklemiş. Kapıda aynen öyle yazıyor:

“Dr. Fazıl Küçük - İsviçre’den mezun.”

TMT’nin kurucularından öğretmen kökenli siyasetçi, tıp doktoru Kıbrıslı büyük Türk Burhan Nalbantoğlu’nun (1925 -1980) şu sözünü de orada duvardan okuduk:

“Kıbrıs Türk’ü hür ve bağımsız olarak yaşayacaktır.”

Boşuna mı deniyor, müzeler, anıtlar, anıt mezarlar bir toplumun gelecek kuşaklara aktarılan belleğidir.

Feza Tiryaki, 

27 Mayıs 2016 


***




YAVRU VATAN KIBRIS (6)


İşte, hiç aklımda yokken, bir zorunlu ziyaret gereği gittiğim Kıbrıs’ı, madem oraları gittim gördüm, anlatmak boynumun borcu olsun diyerek karınca kararınca yazdığım, “Yavru Vatan Kıbrıs” yazı dizisinin sonuna geliyorum. Belki, ek olarak, bir de basınını, Kıbrıs gazetelerini yazarım.

Bu konuyu bitirmeden, araya başka konu sokmayacağım demiştim, sözümü tuttum, altı bölüm, yazı yazdığım bilgiağı gazetelerinde art arda dizildi.

Kıbrıs’ı, yavru vatanı, bu eşsiz güzellikteki yerleri kısaca anlatmaya, unutulan, değeri bilinmeyen Türk Kıbrıs’a bir parçacık da olsa ilgi çekmeye çalıştım.Türk gezginlerin, el memleketleri yerine, bir vatan görevi sayarak, dünyanın en güzel tatil yeri olan bu yere gelip gezmelerini, buralarda kalmalarını, paralarını yavru vatanda harcamalarının önemini dilimin döndüğünce belirttim. Böyle yaparsan hem sen, hem anavatan Türkiye, hem de yavru vatan Kıbrıs kazanacak demek istedim. Bu zincirleme ilişkinin gelişmesine, Kıbrıs üzerinde düşünülmesine küçücük de olsa bir katkı sağladıysam sevineceğim.

Yavru vatanın sorunlarını, ülkemiz için önemini, Kıbrıs’ın geçmişini, geleceğini, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni bekleyen tehlikeleri, Kıbrıs Türk’ünün yaşadıklarını, çektiklerini, Kıbrıs şehitlerini, hem yüce gönüllü Kıbrıs Türk büyüklerini, hem de günümüzün çirkin siyasetçilerini anlatabildim mi az da olsa, bilmem...

Kıbrıs Türk tarihini, bu en yakın tarihimizi yeniden anımsamak, Kıbrıs konusu üzerinde kısa bir süre de olsa yoğunlaşmak insanı çok sarsıyor. İçinde olmadığın, senden saklanan başka bir dünyaya gidiyor, anavatanın hemen yanındaki ikinci vatanda bir zamanlar yaşananları düşünürken sarsılıyor, çok acı çekiyorsun...

Sonra günümüze dönüyor, aklın yerindeyse, yakında olacakları kestirebiliyorsun...

Şu an Kıbrıs’ın başındaki, Avrupa Birliği’nce desteklendiği söylenen Mustafa Akıncı’nın, açıkça, “Artık yavru vatan olmak istemiyoruz!” demesinin ne anlama geldiğini anlamak mı istemiyoruz yoksa?

Kıbrıs tarihini bilen herkes şu sonuca kolayca varmaz mı?

“Hem Türkiye, hem Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kaybedecek kapalı kapılar ardındaki bu son pazarlıklarda, durum öyle görünüyor. Çözüm dedikleri birleşik yapıyla Kıbrıs Türk’ü, yeniden eski günlerine dönecek, topraklarını verecek, vatanında kiracı konumuna düşecek, bağımsızlığını yitirecek, ikinci sınıf vatandaş sayılacak, aşağılanacak, vatanında el olacak, en sonunda da göçe zorlanacak... Garantör devlet özelliği yitirtilecek anavatanı, ondan koparılacak... Yalnız bırakılacak...”

Emekli Kurmay Albaylar Ömer Lütfü Taşçıoğlu ile Ümit Yalım, Girit’in yitirilmesini anlatırlarken (Ulusal Kanal) şöyle diyorlardı geçenlerde:

“Adamlar (Yunan), 143 yıl sabredip Girit’i alıyorlar. Biz 43 yıl bile sabredemedik, Kıbrıs’ı kaybediyoruz!”

Yine aynı yayında açıklamışlardı. Rum tarafıyla müzakere sürecini Türkler adına Özdil Nami yürütüyormuş, bu kişinin kim olduğunu biliyor musunuz diye sormuş sonra yanıtlamışlardı:

“Özdil Nami’nin dedesi 1963 olaylarında Türklere karşı casusluk eden Kamil Nami’dir.” (Bunu duyunca aklımıza Menemen’de Kubilay’ı kesenlerin torunlarının yıllar sonra nasıl Cumhuriyet’imizden intikam aldıkları, devletimizi yıkmak için nasıl çalıştıkları geldi, içimiz yandı. ) Sonra eklemişlerdi:

“Kıbrıs’ta yetmiş beş bini aşkın şehit kanımız var. Bu topraklar ata toprağıdır. Bu toprakları peşkeş çekmek o kadar kolay olmayacaktır.”

Öyle de, “Süleyman Şah türbesinin bulunduğu Suriye’deki vatan toprağını bir gecede nasıl terkettik, hem de bu terkedişi başarı diye bu iktidar ve yandaşları bize nasıl yutturmaya kalkıştılar yoksa unuttunuz mu?

Her mücadele kahramanıyla kazanılır. Önderlerin üstün özellikleri toplumları başarıya götürür. Ya bir kıtlık yaşanıyorsa bu konuda, toplum bağrından elinde bayrak önde gidecek, yol gösterecek, halkıyla bütünleşip direnecek önderini çıkaramıyorsa... Güç ulustaysa... Her bireyin tek tek önder olması gerekiyorsa...
Tıpkı günümüzdeki anavatanla yavru vatanın durumu...

Kıbrıs her gün yazılmalı, her gün anlatılmalı ama kime diyorsunuz bunu?

Ülkemiz, kaynayan kazan. Karşı devrimin elinde kılıktan kılığa sokuluyor, on dört yıldır ele geçirilmiş tüm kurumlarıyla suskun, beklemede... Terör örgütünün kırımları, her gün tuzaklanan bombalarla, keskin nişancı kurşunlarıyla arkadan sinsice vurulan askerlerimize, polisimize, korucumuza sahip çıkılıyor mu ki Kıbrıs’a çıkılsın? Bu duyarsızlık ortamında Kıbrıs’ı kim düşünecek?

Kıbrıs denilince ilk akla gelen ad, ikincisi pek kullanılmayan iki ön adıyla birlikte yazarsak, “Rauf Raif Denktaş”ı son yıllarında nasıl üzdüler, nasıl acılarla göçtü dünyadan biliyorsunuz.

Rauf Denktaş, Kıbrıs mücahidi, KıbrısTürk’ünün mücadeleci büyük önderi, bağımsız Kıbrıs Türk devletinin kurucusu, bu devletin ilk cumhurbaşkanı, halkının başöğretmeni, hukukçu, yazar, gazeteci, fotoğrafçı, bir bilge kişilik...

Rauf Denktaş son nefesinde, yaşamı boyunca emek verdiği davasıyla ilgili vasiyet eder gibi şu sözü söyler: “Söyleyin onlara, burası bağımsız bir cumhuriyettir!”

Rumlarla, Avrupa Birliği ile son nefesinde bile savaşmakta, kurduğu devletin bağımsızlığını savunmakta...

Oysa şu an Kıbrıs’ta geldiğimiz yer, Ahmet Takan’ın (Ocak 2016) yazısındaki gibi:

“Başkanlık uğruna Doğu – Güneydoğu gitmiş, Kıbrıs da gitse ne olur? Yes be annem!.. Lefkoşa’yı Mersin’e, Girne’yi de Adana’ya taşırız. Hep beraber afiyetle yeriz. Olur biter. Sorun yok!..”

Bu sözler de, “Yes be annem”cilerden sonra sürdürülen müzakereler için Rauf Denktaş’tan son uyarı sözleri:

“Rum ne isterse bize de uygulanır. Hiç başka formül aramasınlar. Aynı tuzağa ikinci kez aptallar düşer.”

*Rauf Denktaş’ın kısaca yaşam öyküsünü yazarsak:

1924 yılında Kıbrıs’ta, Baf’ta doğdu. İlkokulu, ortaokulu İstanbul’da, Arnavutköy Fevzi Ati Lisesi’nde yatılı okudu, liseyi Kıbrıs’ta bitirdi. Daha sonra bir kaç yıl, başta öğretmenlik olmak üzere değişik iş ve mesleklerde çalıştı. Hukuk eğitimini İngiltere’de görerek avukat çıktı, Kıbrıs’a döndü. Önce avukatlık, sonra savcılık yaptı. Bu yıllarda (1948) Kıbrıs davasıyla ilgilenmeye, Türk toplumunun sorunlarını seslendirmeye başladı. Dr. Fazıl Küçük’le birlikte halkını örgütledi, yol gösterdi, bilinçlendirdi... Kıbrıs Türk’ünün çıkarlarını korudu, bu yüzden sürgüne de gönderildi. Adaya girişi Makaryos döneminde yasaklandı (1964). Bir ara tutuklandı. Sonra, Türkiye’nin baskısıyla serbest bırakıldı. Kaç kez Türkiye’ye gelerek Türk yetkililerle görüştü, Kıbrıs’a asker çıkarılmasını istedi, canını ortaya koyarak Kıbrıs’ta Türk silahlı direnişini de (TMT) örgütledi.

Rauf Denktaş’ın ilk gençlik yıllarından başlayarak tek bir ülküsü vardı: Kıbrıs’ta Türklerin bağımsız bir devlet kurmaları, özgür olmaları...

1970’de Türk Cemaat Meclisi Başkanı seçildi. 1974 Barış Harekatı’ndan sonra Kıbrıs’ın değişmez lideriydi. Önce Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin (KTFD) başkanı, sonra bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı oldu.

Bu arada sürüp duran müzakerelerde Rumlar tarafından istenmeyen adamdı. Rumlarca, çözümün, daha doğrusu Türklerin hakkını masa başında ellerinden almanın önünde engel görülen, direnen, yenilmeyen, baskılara boyun eğmeyen Denktaş, Ecevit’le başlayan yeni süreçte Türkiye’nin de desteğiyle AKP iktidarına kadar sarsılmadan görevini sürdürdü. Batı’nın ambargolarıyla bunaltılan, tanınması engellenen devletinin sorunlarıyla boğuştu. Kanla, irfanla (bilgiyle) kurulan Türk devletini, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”ni korudu.

Sonra işler geldi dayandı Annan planına. AKP iktidarının ikinci yılında bu plan için Kıbrıs’ta iki taraflı halk oylaması yapıldı. Rauf Denktaş doğal olarak, Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’ni koruma adına, Kıbrıs Türklerinin çıkarları adına bu plana karşı çıktı:

“İngiliz, ABD ve AB’nin çıkarları için uyumsuzluğun referandumunu yaptırıyorlar. Annan Planı ile uyumsuzluğu referanduma sunmuşlar.” diye açıkladı bu oylamada dönen dümeni.

Annan planı, baskı altına alınan Türklerin evet demesine karşın Rumların hayır oylarıyla ortadan kalktı.

Bu planın halk oylamasından hemen sonra ortalığa dökülen, bir şekilde kayda alınan, AKP iktidarının başınca KKTC’nin başbakanı Talat’a söylenen sözleri biliyorsunuz. Yeniden anımsatırsak:

“Şey noktasında bence bir numarayla (Rauf Denktaş) fazla dalaşma.”

“Denktaş’la bu yeni diplomatik atak sürecini (yes be annem) sürdüremeyiz.”

“ Talat Bey, size bir şey söyliyeyim mi, artık "O" bitmiştir! Şu anda "O" muhatap olmaktan bile çıkmıştır."

“Dünyada “O” bütün itibar kaybına girdi. Yani O’nu (Rauf Denktaş) kaale almayacağız.”

Rauf Denktaş, 2005’ten sonra Cumhurbaşkanlığından çekildi. Kendisinden sonra Mehmet Ali Talat Cumhurbaşkanı oldu.

Bu arada yine de boş durmadı. O yıllarda Ermeni soykırımı yalanına karşı kurulan Talat Paşa Komitesi’ne başkanlık etti. İlerlemiş yaşına karşın bu örgütün düzenlediği bazı gösterilere sağlığını hiçe sayarak katıldı.

Rauf Denktaş’ın ellinin üstünde kitabı vardır. İşte birinin adı: “Kıbrıs Girit Olmasın”. Çektiği fotoğraflarıyla sergiler açmış, televizyonda program yapmış (Denktaş’ın Gündemi), Türk tezini anlatmak adına bir televizyon dizisinde (Kurtlar Vadisi) rol almıştır.

İnançlı, imanlı bir adamdı Denktaş. Şu sözü, sırası gelince konuşmalarda hep yinelediğim, yazdığım, herkese anlattığım, çok sevdiğim bir bilgelik sözüdür:

“Hayatın üç günden ibaret olduğunu anladım.” der Denktaş. Arkasından açıklar:

“Birinci gün, bütün geçmiş günler.

İkinci gün, yaşadığımız bugünkü günler.

Üçüncü gün, yarın.”

Sözü burada bırakmaz. Öğüdüyle bitirir:

“Ancak yarının da gelip gelmeyeceği belli değildir. Bu üç günlük hayat, bizi sarhoş etmemeli. Görevimizi unutturmamalı.”

Günümüzün açgözlü siyasetçilerinden çok ayrı bir kişilikti. Bakınız ne diyordu:

“Kendinize, ailenize, cemiyetinize, milletinize faydalı olacak şekilde yaşayınız.”

“Dünya âhiret için bir tarladır.”

“İsraftan kaçınınız. Hesabını bilen bir kişi olarak yaşayınız.”

Son yıllarında bedensel olarak güçsüzdü, Kıbrıs Türk’ünün büyük atası hastaydı, duyuyorduk... Beyin kanaması, felç geçirdi (Mayıs 2011)... GATA’da (Gülhane Askeri Tıp Akademisi) tedavi edildi. Sonra Kıbrıs’a KKTC’ye gitti, “YDÜ” (üniversite) hastanesinde yeniden ameliyat geçirdi (Eylül 2011). Bunları atlattı, en son 8 Ocak 2012’de, Kıbrıs’ta hastaneye kaldırıldığı haberini aldık, 13 Ocak’ta da yaşamını yitirdiğini, sonsuzluğa göçtüğünü öğrendik...

Anavatan Türkiye’de ve Yavru Vatan Kıbrıs’ta ulusal yas ilan edildi.

Gömüt yeri olarak O’na, Lefkoşa Cumhuriyet parkını seçtiler.

Sokaklara, caddelere, alanlara sığmayan bir kalabalıkla, askerler arasında, sevgiyle, saygıyla, gözyaşıyla uğurlandı (17 Ocak) ... İki bayrakla sarılıydı tabutu.

Yaşarken, üç evlat acısı yaşamış Denktaş. Oğlunun dediğine göre acılarını yaşayamadığı, Kıbrıs davasıyla uğraşırken cenazelerine bile katılamadığı çocuklarının yanına gömülmek istermiş. Bir kızını küçücükken, iki oğlunu da, daha sonra, birini sekiz yaşlarında bademcik ameliyatında, diğerini de yetişkinlikte trafik kazasında yitirmiş.

Kıbrıs’a gittiğimizde Kıbrıs’ın hiçbir yerini görmesekte, tek görmek istediğimiz yer Rauf Denktaş’ın gömütüydü. Yaşarken göremediğimiz o büyük Türk’ü yattığı yerde ziyaret etmek, huzuruna varmak istiyorduk...

Kıbrıs ata toprağındaki, Cumhuriyet parkı içindeki son durağını merak ediyorduk açıkçası...

Yaşarken, “Kim demiş?” diyerek şiiriyle bile hesap sormuş, bu topraklar için, Türk düşmanlarına hep kafa tutmuştu:

“Kim demiş ki benim için bu beldede âti yok, / Kim demiş ki bu toprakta Türk oğlunun hakkı yok? / Bu diyarlar sizin için etmez diyen cahil kim? / Haykırırım cevap versin bizi fazla gören kim?”

O günü, gördüklerimizi sırasıyla anlatmalıyım:

Girne kapısında, Gönyeli yönüne giden otobüs – dolmuş bekliyoruz. Sedat’la orada tanıştık. Kıbrıslı. Aslan gibi bir genç. Bir şirkette şoför. Kendini “kaptan” olarak tanıtıyor, bizim Türkiye’den geldiğimizi, hele hele Denktaş’ın mezarına (gömüt) gittiğimizi duyunca çok yakınlık gösteriyor. Boş günüm olsaydı sizinle gelirdim ama sizi tam parkın hizasında, anayolda indireceğim, hiç yürümeden, yalnızca karşıya geçerek oraya gideceksiniz, diyor.

Bir de, “Barbarlık Müzesi’ni görün,” diye uyarıyor bizi ama ne yazık ki oraya gidemiyoruz o gün.

Otobüste konuşuyoruz, son siyasi gelişmelerden, Türk adalarının uğradığı Yunan işgalinden, Kıbrıs pazarlıklarından...

Sedat bilgili, güvenli, Sedat’ın başı dik:


“ Kıbrıs ayrı... Burayı kimse öyle kolay kolay gözden çıkaramaz. Kıbrıs’a hakim olan, bölgenin, Akdeniz’in, buraların hakimidir.”

Otobüsten tam yerinde bırakıyorlar bizi. Ortası bölünmüş, yeşillendirilmiş, vızır vızır işleyen otoyoldan binbir güçlükle geçip Cumhuriyet Parkı’na ulaşıyoruz. Bir anıtın önündeyiz. Yoksa burası mı mezarı diyoruz önce, şaşkın şaşkın.

Şehitler Abidesi ve Atatürk Anıtı Lefkoşa’nın ulusal tören yeri imiş. Atatürk anıtının her bir yanına konan yazılar özenle seçilmiş, en güzel Atatürk sözleri:

“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” “ Türk, öğün, çalış, güven!” “Bu millete hizmet eden onun efendisi olur.” “ Ne mutlu Türk’üm diyene!”

Park, düz bir alanda, seyrek ağaçlıklı bir yer. Asırlık, yaş yaşamış, dalları göğe direk ağaçları yok. Bir bakışta her yanını görüyorsun. Önce gömütün nerede olduğunu anlamıyoruz, yalnızca epeyce ötede çevresi alçak boylu koyu kahverengi parmaklıklarla çevrili küçücük bir yer, karaltı gibi gözümüze çarpıyor.

Toprak yoldan gidiyoruz, yaklaşınca minicik bir bekçi kulübesi, önünde bir araba, az ötesinde yerleşim yerleri, evler...

Parmaklıkların ortasında, yerde, ortada, küçük, üstü yazılı, bir mermer taşlı mezar. Üstünde iki çelenk duruyor. “Engelliler Günü” nedeniyle konmuş, yazısından öyle anlıyoruz.

Herhangi bir yerdeki bir köy mezarı gibi. Sıradan, gösterişsiz, özentisiz... Yalnız... Belki biraz da garip...

Parktaki yol kıyısından, çevresi parmaklıklı bu yere gelmek için bir kaç metrelik bir yeri geçiyorsun. Bu yer, mezarın dış çevresi, yani bir küçük bahçe büyüklüğündeki bu yer, uzaktan yemyeşil çimle kaplı gibi görünüyor.

Bir üstüne basıp ilerliyorsun ki, ayağının altı naylondan. Halı sahaların kandırıcı naylon çimeni bir karışlık bu yere de döşenmiş. Hemen bir iki metre ötesi, kara toprak, kıraç toprak zaten... Sanki doğru çimen ekilse, bakılamaz, sulanamazdı... İç alana çiçekler ekilemezdi... Bir dal yaseminden başka çiçek ekilmemiş...

Köşelerde yeni dikili bir iki selvi... Naylon sahte çimene inanamaz gözlerle bakıyorsun... İçin cız ediyor, sabahtan beri zorla tutulan gözyaşların sel olup akıyor...

Ne parkta, ne ötede, ne beride tek bir insan görmeden oradan ayrılıyoruz.

Başımız eğik, gönlümüz buruk...


2012 yılında, ölmeden az önce, bir söyleşide, Türk gazetecisine (Nur Batur) şunları demişti Rauf Denktaş:

“Türkiye, Kıbrıs için, “ Bu benim milli davamın temelidir. Esasıdır. Ben bundan ayrılmam. Vazgeçmem ” demeli.”

Görünen o ki, bir mezar bakımını, çevresini yeşillendirmeyi, otunu kesip biçmeyi, canlı tutmayı bile çok görmüşler Kıbrıs’ın büyük Türk’üne, atasına...

Acaba bu benim milli davam der mi Kıbrıs’a, Türkiye’yi bugün yönetenler?

Diyebilirler mi?

Diyecekler mi?
Dedirtecek miyiz?

Feza Tiryaki, 

29 Mayıs 2016

***



YAVRU VATAN KIBRIS (7)

(Niye Yavru Vatan? Kıbrıs Türk Basını)


Kıbrıs’a “Yavru Vatan” sözünü ilk kim yakıştırmış bilmiyorum ama bu sözün Türk toplumunca benimsendiği kesin. Yavru iki anlama geliyor dilimizde, biri, küçük, boyutu benzerlerinden çok küçük anlamında; diğeri, çocuk, evlat, kendi dölü, soyu anlamında. İçinde sevgi, koruma, yavru saydığını kanından canından, kendinden bir parça görme, beğenme, benimseme, kendinden bilme... her duygu var “yavru” sözünde.

Annelerin “Yavrum” diye seslenişleri, birini korurken söylenen, birbirine bağlılığı anlatan yavru, yavrucak tanımı, bir şeyin, ürediği kendi türüne benzemesini “yavrusu” diye niteleme... bir anda yavru sözünün akla getirdikleri...

Ana baba, özellikle ana, yavrusunu canı pahasına korur, bu bilinen bir olgudur. Üvey ana, üvey baba öyküleri, anası ölenin babası da ölür anlayışı yalan mı? Vatanı, vatanı kurtaran, devlet kuran atasının, anasının elinden almışlarsa, almak üzerelerse, o ananın yavrusunun da üvey evlat görülmesi, korunmaması yadırganır mı?

Kıbrıs’ı anlatırken duydum ki, “ yavru vatan” sözü tartışılıyor. Hem de şaşırtıcı bir şekilde! Sanki Talat’la yapılan o telefon konuşması (2004), Denktaş’ın dışlanması, son yıllarında gördüğü ihanet, yalnız bırakılmışlık, AKP iktidarının, Denktaş’a, Kıbrıs Türk’ünün elde ettiklerine ters Kıbrıs siyaseti, Kıbrıs’ı Rum’un - Yunan’ın saymalar, AB’ye girsin de ne olursa olsun, Türkiye’nin garantör devletliği gereksiz, eski anlaşmalar kalkabilir, Annan planına evet deyin, bağımsızlık da neymiş, Türk askeri adada gereksiz, işgalci demeler, Rumlara limanlarımızı açmaya kalkışmalar hayaldi, uydurmaydı... Kıbrıs öyle iki devletli yaşayamaz diyen, Kıbrıs’ın (KKTC) tanınmasını istemeyen, onlarca kayalığımızı, adalarımızı sessiz sedasız Yunan’a işgal ettiren, bu konuda ağzını açıp tek söz etmeyen başka bir siyasetçiydi sanki... Akp’nin başkanı değildi... Tutmuşlar Kıbrıs’ın şimdiki cumhurbaşkanıyla, “yavru vatan” adını, bunun anlamını tartışmışlar geçen yıl bu zamanlar...

Akıncı, saçmalamış, iki kardeş ülke denmeli demiş, yavru vatan – anavatan yerine. Saraydan (!) yanıt gelmiş: “ Ağzından çıkanı kulağı duysun.” Akıncı’da laf çok: “Türkiye bizim hep yavru kalmamızı mı istiyor?”

Bu çirkin soruya verilen yanıt daha da çirkin olmuş: Başlanmış iş paraya dökülmeye. Suriyeli kaçaklara, vatanlarından, savaştan kaçan vatansızlara, dili dilimize, kültürü kültürümüze benzemeyenlere, içinde terörist besleyen, canlı bomba saklayan, kafaları nasıl çalışır, kimdir nedir bilmediklerine kaç milyar dolar harca *(on milyara yakın), vatana doldur bunları sınırlamadan, toplumun yapısını bozdurt, üç milyonu aşkın Arap’ı, savaş kaçkınını, Avrupalı’nın içine almadıklarını, kovduklarını besle, sonra Kıbrıs’a, sayısı iki yüz bin civarındaki Kıbrıs Türk’üne, yani aslında kendine harcadığın parayı, bir milyar doları başa kakar gibi ağza al, söyle... Üstelik dünyaya, dosta düşmana duyur:

“Bu ülke KKTC'ye bir bedel ödemiştir. Hâlâ da ödüyoruz. Biz şehitler vermişiz. Bu yavru vatan ayakta kalabilsin diye. Son olarak oraya yaptığımız para yardımı 1 milyar dolar.”

Hangi ana baba yavrusuna harcadığını başa kakar, söyler? Yine hangi kardeş ilişkisi anayla yavrusunun ilişkisine benzer? Kardeş ihanetlerinin öyküleri din kitaplarında bile anlatılmıyor mu ibret alınsın diye? Kardeş ilişkisi çok başkadır, eşitlik ilk önce gelir. Bizim bölücülere, bölücü yandaşı hainler boşuna mı kardeşlik edebiyatı yapıyor. Kardeşiz diye zırvalıyor...

“Allah kardeşi yaratmış, kesesini ayrı yaratmış.” Atasözümüz bile insanın yavrusu ile kardeşinin ayrımını açıklıyor.

Kıbrıs’ın yavru vatan olduğunun kanıtını en güzel ekşi sözlük yazmış:

“Önemli bir olay olduğunda, tüm yurtta, dış temsilciliklerde, bir de burada kutlanır.” demiş, yavru vatan sözünü açıklarken.

Dilin diliyse, en önemlisi yazı dilin yazı diliyse, neyi tartışacak neden ayrı sayılacaksınız? Dünyadaki ikinci ülke, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti değil mi aynı dili konuştuğumuz, aynı zamanda aynı dille yazdığımız, okuduğumuz ülke...

Ha Anavatan Türkiye’nin basın yayını, ha Yavru Vatan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin! Dil bayrağımız, dil bayrakları...

Gazete satış yerlerinde Türkiye’den gelen günlük gazeteler, Kıbrıs’ta çıkan boyutları küçük, dergi görünümünde günlük gazeteler var orada.

Bizdeki Türkçe orada da konuşuluyor, yazılıyor. Kitapçılarda Türkçe kitaplarımız. Bizde ne basıldıysa, ne okunuyorsa, orada da o... Seyyar satıcı tezgahına Türkçe kitapları dizmiş, Girne’de limanda satıyordu.

1001 adlı bir mağazalar zinciri bulunuyor Kıbrıs’ta, oradan ayrılmadan, orada sergilenen ne kadar Kıbrıs gazetesi varsa aldım, günlük çıkan, getirdim, sonra inceleyerek okumak için.

Kıbrıs’ın gazeteleri küçük boyutlu, ortadan katlanıyor, bizdeki “Gırgır, Leman” gibi gazete dergilere benziyor büyüklükleri ve katlanmaları ama onlardan eni de, boyu da daha büyükçe. Kıbrıs, Havadis, Diyalog, Yeni Bakış... Bunlardan bir kaçını kısaca tanıtacağım burada. Aynı kalınlıkta, kırk sekiz sayfalık kalın gazeteler bunlar. "Detay", onların yarısı kadar.

Kıbrıs, eski bir gazete, 26 yıllık. Havadis 8 yıllık, Detay, Diyalog 3 yıllık, Yeni Bakış en yenileri (2 yıllık)...

Halkın Sesi, 73 yıllık Kıbrıs gazetesi. Onu orada bulup alamadım. Dağıtım sorunundan mı yoksa çok satıldığı için mi, her nedense... Bilgiağında inceledim. Oradan güncel bilgiağında bir yazı okudum demin, en son gelişmeler üzerine yazılmış. M. Erol Ekenleroğlu’nun köşe yazısı: “Şapka düştü kel göründü.”

Keli görünen Rum liderliği. Türkiye’de basının yayının hiç mi ilgilenmediği bir olay yaşanmış geçenlerde. Tek Cumhuriyet gazetesi kısa da olsa iç sayfalarda söz etmiş (nasıl olmuşsa).

23 -24 Mayıs’ta BM’nin bir toplantısı varmış İstanbul'da. “Tarihin ilk dünya insani zirvesi” imiş adı. Buraya Kıbrıs’ın temsilcisi olarak (Türkiye’nin tanımadığı) Kıbrıs Rum tarafı (GKRY) katılmış. KKTC’nin Cumhurbaşkanı da Türkiye tarafından davet edilmiş. “Zirve” bitince 46 devlet ve hükümet başkanı için verilen yemeğe, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı katılacak diye, yazarın dediğine göre, “Türklerle birleşmeye can atan, Akıncı ile konserlere giden, karşılıklı kahve içen...” Anastasiadis (Rum lider) katılmamış, dönmüş.

Erol Ekenleroğlu: “ İşte değişmeyen Rumların düşüncesi, Ada Yunanistan’ındır, Rumlar tek sahibidir. Türkler ise azınlıktır, köledir.” diyor.

Orhan Akdeniz, bu gazetenin diğer bir yazarı. Kıbrıs’taki iktidarı, kamudaki atamaları eleştiriyor yazısında, devlet olanaklarını kullanarak ve yandaşları ödüllendirerek oy kazanmaya çalışılmamalıdır, diyor. Yazısında kaç kez “Anavatan” diye geçiyor ülkemizin adı, sevgi ve saygıyla... Elinde olmadan gözlerin buğulanıyor, duygulanıyorsun...

Kıbrıs gazetesinin (Kurucusu Asil Nadir) o günkü başlığı özelleştirme üzerine. Kıbrıs Enerji Bakanı, “Özelleştirmeden korkulmamalı” demiş, oradaki sendikalar (TÜRK – SEN ve EL – SEN) “Özelleştirmeye engel olacağız.” demişler. Arka sayfada spordan bir güreş haberi var. İspanya’da düzenlenen “Vücut Geliştirme” şampiyonası ile ilgili: Emre ve Burak, Türkiye Cumhuriyeti, Sami Hamidi ise Kıbrıs Cumhuriyeti adına Avrupa şampiyonasında podyuma çıktı.” yazmışlar, “Sporcumuz var, biz yokuz!” başlığıyla.

İç sayfada ilanlar arasında kaybolan küçücük bir bölümde, “Federal Kıbrıs’ta" diye başlayan bir toplantı duyurusu dikkat çekiyor: Federal Kıbrıs’ta barış içinde ortak yaşamın ancak “yeni bir kültürle”mümkün olacağı anlatılacakmış bu toplantıda. Bu HASDER Halkbilimi sempozyumlarının 32. si imiş. Bizde, kimilerince durmadan, o gülünç, “Osmanlıcılık” çanları çalınırken, yavru vatanımızda da da denemekten bıkılmayan, “ Birleşik Kıbrıs” hayalinin çanları susmuyor... Kurucu Cumhurbaşkanları Denktaş’ın, aynı hataya aptallar iki kez düşer sözünü günümüzde kimler anımsıyor belirsiz...

Orta sayfalarda Ersin Tunay haberi, Çağdaş Müzik Derneği Türk Sanat Müziği Korosu’nun konserini duyuruyor, “Müzik sevginin, sevgi de yaşamın kaynağıdır.” başlığıyla. Kültürümüzün yaşatıldığına tanıklık ediyor bu haber başlığı.

Denktaş’ın oğlu, Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı olarak elektrikte sat-sav noktasında olmadıklarını, su konusunda erken ihaleye çıkılabileceğini, müzakereler ile ilgili olarak da, sorumluluğun Akıncı ve ekibinde olduğunu, eşitliğin ve eşit egemenliğin yeterince korunduğuna inanmadığını söylemiş içteki bir haberde.

“Havadis” gazetesi, magazin haberleriyle (kiralık hamilelik, kazalar) sayfalarını doldururken bir köşe yazısı (Başaran Düzgün) bu gazetenin kime neye hizmet ettiğinin ipucunu hemen veriyor. “İntihar ile eşanlamlı” başlığıyla Serdar Denktaş’ın bir Rum gazeteye dediği, kendini “Kıbrıslı” hisseden TC kökenlileri KKTC vatandaşı yapacağım.” sözünü intiharla eş anlamlı sayıyor. Akıncı’nın vardığı uzlaşmalar (?) havaya uçarmış o zaman.

Havadis gazetesinde küçücük bir haber başlığı daha var ön sayfada:


“Tekke bahçesinde 52 yıl sonra kazı.” 1964 yılında Ayvasıl’dan (Türkeli) getirilerek Tekke bahçesine gömülen 23 şehidin çıkarılması, tek tek kimliklendirilmesi, gömütlerinin ayrılması çalışması imiş bu kazı.

Diyalog, “Kuruduk” başlığıyla çıkmış. Sanıldığının aksine Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne Türkiye’den akıtılan suyla ilgili değil bu başlık, Rumların (olmayan) suyuna ağız suyu akıtılıyor. Yazıda güneydeki barajlar da (Rum bölgesinde) 105 milyon metre küp, kuzeyde (KKTC’de yani) sadece 3 milyon metre küp su var deniyor. Aradaki fark çok büyük diye yazmışlar, dolaylı yolla algı yönetiyorlar... Şu tartışmada ilginç: Kıbrıs Rum’unun müzakerecisi Rum, Kıbrıs Türk’ünün Türkiye’ye 17 milyor avro borcu olduğunu söylemiş, Ersin Tatar (UBP milletvekili), bunun 17 milyar değil, 4 milyar olduğunu belirterek “Mavroyannis yalan söylüyor.” demiş. Yine Mavroyannis’in “Nüfus konusunda dörtte bir oranı bozulmadığı sürece, Kıbrıs Türk tarafında kim Türkiye kökenli, kim Kıbrıslı Türk diye sorgulamayacağız.” sözlerine de dikkat çekmiş, bu, Kıbrıs Türk halkını kalıcı bir azınlık konumunda görmeye yönelik bir anlayış ve yaklaşımdır, demiş.

Yeni Bakış’ın “Bakış”ının “A” sesinin orta çizgisi, Kıbrıs adasının haritasıyla çizilmiş. Başlığı, Serdar Denktaş’ın, hak edenlere vatandaşlık vereceğiz, sözünü eleştiren bir başlık. “Popülist söylemlerle değil, ayakları yere basan söylemlerle siyaset yapmak lazımdır ki insanlara boşuna umut verilmesin.” yazıyor haberin açıklamasında, CTP vekili Akansoy’un sözleriyle. Orta sayfalarda “İran’la eğitimde işbirliği” başlığı. İran ve eğitimde işbirliği yanyana gelemeyecek iki sözcük bir arada. Karaçarşaflılar cenneti molla İran’ı ile Kıbrıs Türk’ünün okulunun eğitim işbirliği. Yakındoğu Üniversitesi rektörü “ Dr. Ümit Hassan”, konuyla ilgili açıklamalar yapmış, “ Dünya biliminin gelişimine katkı koyuyoruz.” demiş. Bir haberleri de tam sayfa neredeyse:

“Barış için bir aradalar.”


Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk öğrenciler çalıştayda bir araya geldi diye de açıklaması yazılmış, habere ilgili resimler konmuş. 14 Mayıs’taki Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün finans ettiği “Barış ve Gençlik Festivali”, yaz aylarında düzenlenecek iki toplumlu tiyatro kampı da duyurulmuş.

Küreselciler boş durmuyor, oya gibi işliyorlar Türk çocuklarını gençleri...

“Detay” gazetesinin ön sayfası, Serdar Denktaş resmiyle, açıklamasıyla. Başlıkta, “Maliye bakanından Rumlara fatura denilmiş, Serdar Denktaş’ın, “Bizim Türkiye’ye olan borcumuzu ödemesi gereken Rumlardır. Yıllardır bizi ambargolar, izolasyonlar altında tutan Rumlardır.” açıklamasıyla habere devam edilmiş.

Son haftalarda, ülkemizde çıkan, Kıbrıs’ta şu sahneye çıktı, şu şurada kumar oynadı haberlerine benzemeyen Kıbrıs Türk’ünü anlatan bir haber aradım günlerdir, her aldığım gazeteyi gözden geçirerek. Sonunda tek bir haber buldum.

Sözcü’de (27 Mayıs), Arka sayfa haberi başparmak boyutunda bir alanda.

“Ekonomik kriz kanser yapıyor” başlığıyla verilmiş bir küçük haber: "Harvard Üniversitesi’nden Kıbrıslı Türk Profesör Rıfat Atun’un araştırmasına göre, krizin etkisiyle kanser nedeniyle ölümler, Avrupa’da 160 bin, dünya genelinde ise 500 bin arttı.” yazılmış, iki satırlık bu küçücük haberde. Nobel falan almamış, Batı ödüllendirmemiş ya, incelemesinin de, Kıbrıs Türk’ü oluşunun da haliyle bir değeri yok...

Kıbrıslı Türk profesör diye başlayan, insanı onurlandıran bu haberden sonra, Türk ulusunun en büyük bayramı ile bir oteldeki içkili aşk şarkıları ile verilen konserin haberi. Hiç yadırgamayacağınız, alışıldık bir Kıbrıs haberi bu ne yazık ki. Anavatanı, yavru vatanı unutun, ne varsa bugünde var, sevgilide var, dalganıza bakın, anlamında değilse nedir bu tür haberler?

Ermenistan Bayrağıyla sahneye çıkmışsa ne olmuş, yapılanları yiyip yutmuyor muyuz, 19 Mayıs’ta, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı için (Ulusal bayram kutlamasına bakınız!) Beşiktaş Belediyesinin düzenlediği etkinlikte sahne alan, şarkısının “Hadi kızı öp bakalım!” yerinde Murat Boz’un öpücüklere boğduğu, çevresinde sarılarak döndüğü Hadise’yi Posta gazetesi haber niyetine yazmadı mı? Hiç eleştirmeden hem de... Sizler de okumadınız mı? Bu şarkıcılar bulunduğunuz kente gelse koştura koştura gitmeyecek misiniz?

Vatan için, Yavru vatan için bir şeyler yapmayı neden hep başkalarından bekliyoruz?

Bir zamanların hayran olunan aktörleri, rol modelleri şimdilerde gazinolarda kafa buluyor:

“Kadınım diye seslendi.”


“Gülben Ergen, 19 Mayıs’ta Kıbrıs Girne Rocks Hotel’de konser verdi... Konuklar arasındaki Cihan Ünal, G. Ergen’in ısrarı üzerine sahneye çıkıp ”Kadınım” şarkısını söyledi. 
Parmağındaki alyansı soranlara cevap vermek istemeyen Cihan Ünal’ın yanında sevgilisi vardı.”

Feza Tiryaki, 3 Haziran 2016


***

ÖZEL NOTUM;

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS,
Diyebilirler mi?
Diyecekler mi?
Dedirtecek miyiz?

BU ÖNEMLİ.! TANER ÇELİK.
13 ŞUBAT 2018 - İSTANBUL


***

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 6


BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 6





YAVRU VATAN KIBRIS (3)


Yolumuz, Kaş yönünden Antalya’ya doğru.


Bölgenin doğası öyle güzel ki bu mevsimde, anlatmaya dilin dönmez. Yol kıyısından hemen yükselen iki yönlü tepelerin yamaçları, dağlar yeşile kesmiş. Aralarda kayalar, gösterişli, dik, yatık yüzlü, açıklı koyulu renkli, üstü kır çiçekli türlü büyüklükte taşlar... Buraların yeşilliğinin nedeni bu kayalar olmalı. Suyu tutuyor, doğayı kurutmuyor lar... Çam ağaçları git git bitmiyor. Yer yer bodur ağaçlar, aralarda gösterişli çam ağaçları biçim biçim... Bazı yerlerde başka orman ağaçları da karışıyor çamlara. Yaprak döken ağaçlardaki bahar yeşilliği baş döndürüyor. Dağların yamaçları geven çiçekleriyle öbek öbek sarıya boyanmış. Yol kıyıları sarı, mor, beyaz kır çiçekleriyle bezeli. Kayaların aralarındaki çayırların yeşili, renk değiştirmiş, değişik tonlara bürünmüş ama daha solmamış... Gök, masmavi. Deniz, gökyüzünün rengiyle boyalı, dik kıyılar, alçak kıyılar, kumsallar...

Yollarda, çayırlardan araba yoluna yer yer inen, yavrulamış keçiler, koyunlar... Yamaçlara yayılmışlar. Hava ılık, güneşli... Cenneti tanımlasalar, daha güzelini nasıl anlatacaklar? Bu güzel ülke, dünyanın en güzel ülkesi, her yöresi birbirinden güzel bu ülke bizim!.. Yüce önderimiz, şehitlerimiz, gazilerimiz, yurtsever atalarımız sayesinde bizim...

Sonra doğa görüntüsü yer yer kesiliyor, küçük büyük yerleşimlerin içersinden geçiyorsun...

“O da ne? Burası neresi? Bu güzel kente yakışmayan çirkin yapıları kim yapmış? Yapıların üstündeki, işyerlerinin tepesindeki bu yazılar da ne? Hangi dilden? Burası bizim değil mi yoksa?” diyorsun ister istemez, İngilizce tabelalar furyası başlayınca, betona kesmiş yerleşimlere girince...

Karayolları bile dilini şaşırmış: “Karayolları Asfalt Deparmant Şefliği.” Bu levhayı kıyıya dikmişler. Bölüm yerine Deparmant yazılınca daha bir sükseli oluyor demek.

Yol boyunca, göze takılan, gözünü acıtan yapı adları: “Mavi Kumsal Recidence”, Crovne Plaza”, “Harrington Park”, “Kristal Beach Hotel”, “ Otel Carpie Diem”... Antalya, kentiçi anayolu şu günlerde çok perişan. Orası burası kazılı, kapalı yerlerinden dönülen, araba yolundan başka herşeye benzeyen eşilmiş iki yönlü caddeler... Aralarda beton, hurda, taş yığıntıları... Eski yolun, yol ortası palmiyeleri, çiçeklikleri dümdüz edilmiş.

Havaalanı yoluna sapınca taksiciye, “İç hatlara!” diyoruz önce. Sonra soruyoruz: “Kıbrıs, iç hatlar mı?” Değilmiş. Dış hatlar.”

Pegasus Hava Yolları. Uçakta, bu havayolunun dergisi koltuk arkasında. Turistik yazılar konmuş. Dünyanın gezdikleri, beğendikleri yerlerinden söz ediyor bazı sosyetikler. Ülkemiz anlatılacağına, Türk elleri tanıtılacağına, elin yerleri, öv öv bitirilemiyor dergide. Örneğin, St. Petersburg. Böyle, kendini birşey sanan ünlüce birini, her yönüyle büyülemişmiş... Ah, biri de Tayland’daki bir adadan söz ediyor. “Ko Chang” adası onun için bir rüyaymış... Tarihi yerler, eski binalar göreceksen, önce bir, Türk Kıbrıs’a gitmelisin, doğanın en güzeliyse Türkiye’de, Kıbrıs’ta desenize...

“Komşunun gizli – saklı cennetlerindeyiz” diye başlık atıyor Pegasus, kaç sayfa süren uzun tanıtma yazısına. Kendi eliyle, kendi dergisinde Yunan’ın reklamını yapıyor. Adalarını ballandırarak anlatıyor. “ Yunan sahilleri; masmavi denizinde yüzebileceğiniz, kültürü, tarihiyle tanışabileceğiniz nefis yerler...” imiş. Tanrım sizi ne etsin! Yunan seni böyle anlatır mı? Paraya boğsan onu, kendi ülkesinin çıkarından vazgeçer mi? Hem öfkeleniyor, hem utanıyorsun bu yapılandan. Kimse de bu durumu kınamamış ki, bu dergi her koltuğun arkasında durmuş çıktığından bu güne dek. Dergiler okunmaktan lime lime olmuşlar...

Havaalanına gelirken gördüğüm güzellikleri, buraların, diğer yörelerimizin yaylalarını, köylerini, eşsiz doğasını, tertemiz denizimizi, bu yurdu ayakta tutan güzel insanlarımızı düşünüyorum... Ülkemizden daha güzel bir düşsel cennet var mı ki, bazı kendini bilmezler, cebi kolay kazanılan parayla dolanlar, ülkemiz insanının cebini doldurduğu ünlü- ünsüz paralılar, vatan düşmanları böyle konuşabiliyorlar... Sonra hem Türk şirketiyim diyeceksin kendine, hem de aman Yunan’ı gezin, oralar gibisi yok diye kafa ütüleyeceksin, paranızı oralara akıtın diyeceksin yolcularına. Bu da paranın çirkin yüzü olmalı. Paranın dini imanı olmadığının kanıtı olmalı. Yayılmacı varsıl ülkeler için değil bu sözüm, onlar yüz yıllık, bin yıllık planlar yapar, kuşaklara aynı emeli aktarırlar... Paranın yüzü sıcaktır derler ama yine de aynı şeyi bir Yunan’ın ülkesine yapacağını düşünemem. Onlar yapmazlar!

Bu yazıları okur, üstünde düşünürken, yalnızca Antalya bu kadar güzel... Kıbrıs nasıldır acaba? denildiği gibi çok mu güzel diye geçiriyorum içimden 45 dakikalık kısacık yolculukta...

Uçaktan iniyor, yürüyerek üç beş adımda içeriye, havaalanına giriyoruz. Nüfus cüzdanıyla (yeni adıyla kimlik kartıyla) polis kontrolünden geçmek ne güzel! Yabancılar diğer masalara yöneliyorlar. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti vatandaşlarıyla biz Türkler aynı sıradayız.

Bir iki adım sonrası da bir salondayız. Bavullarımızı bekleme yeri. İlk darbeyi burada alıyoruz. Şaşkınım. Demek Osmanlıcılık hastalığı ta buraya kadar heryeri sarmış... Karşımızda kocaman bir pano. Başında Osmanlı tuğrası. Boydan boya solgun renkli eski saray resimleri, “Kıbrıs’ta Osmanlı Sarayları” yazısı, bir reklam olmalı bu ilan, kocaman resimli – yazılı levha.

Tamam, Kıbrıs tarihinde Osmanlı Devleti’nin yeri var, bıraktığı eserleri var. Ama 1878’de Kıbrıs’ı para karşılığı İngiliz’e bırakan, bir daha Kıbrıs’ta sözü geçmeyen Osmanlı Devleti değil mi? 1918’den sonra da yıkılıp giden, tarihten silinen de aynı Osmanlı Devleti... Kıbrıs, Türklerin vatanıysa hâlâ, bu, Kıbrıs Türklerinin yiğitliği, vatanlarına bağlılıkları, liderleri Fazıl Küçük’ün, Rauf Denktaş’ın üstün nitelikleri, büyük devlet adamı olmalarının yanında, en çok da Türkiye Cumhuriyeti sayesinde değil mi?...

Yunan, hava alanına eski Yunan kırallığının reklam panosunu asar mı hiç, bir düşünsenize. Yoksa, Yunanistan’ın reklamını mı yapar, Kıbrıs’a Yunan dediklerine göre, bıkıp usanmadan...

Anavatanı, Osmanlıcılar, Türklük düşmanı devlet yıkıcılar yönetirken başka ne bekleyebilirsiniz? Her yıl çıkarılan Meclis Takvimi, bu yıl Atatürk yerine Abdülmecit resmiyle çıkmışsa, Cumhuriyetin bayramları çoktandır kutlatılmıyorsa, yani anavatan soğuk almış, hapşırıyorsa, yavru vatan ne yapsın? “Zaman” yazarı Nevval Sevindik, “Osmanlı için Kıbrıs çok önemliydi, Kıbrıs’ı kaybeden Anadolu’yu kaybederdi, bunu çok iyi bilen Osmanlı yönetimi...” diye başlayan bir tümce kurmuş, “Kıbrıs Elden Gidiyor” adlı bir yazısında (Mart 2016). Bu kafa, herkesi aptal, bir kendilerini akıllı sanıyor. Osmanlı buranın önemini kavrasaydı, İngiliz’e kiralar mıydı, Rumları koruyarak, şımartarak, azdırarak bugünleri hazırlar mıydı Nevval Hanım?

Neyse, Kıbrıslı bir yaş yaşamış kadının, Kıbrıs’a okumak için giden bir kızımızla valiz beklemedeki ağız dalaşını, önümden çekil diye kıza laf atmasını, anlaşılmaz, tuhaf gerginliği izledikten sonra, bavulunu alıp çıkıyorsun, yine seni, çıkış kapısının arkasına asılmış kocaman boyutlu Osmanlı tuğrası karşılıyor... Of of çekerken, dışardasın, bir araca binip Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yollarına düşüyorsun...

Yağmur yağıyor. Yolu özlemle gözlenen Mayıs yağmuruymuş bu yağmur... Kuraklığı, Gazi Mağusa’daki su sorununu dinliyoruz yolda giderken...

Uzayıp giden düz yollar. Yanlarda tarlalar... Tek tük ağaçlıklar... Buğdaylar çoktan biçilmiş. Dendiğine göre başağa duramamış buğday bu yıl, yağmursuz geçen mevsim nedeniyle kurumuşlar, saman olarak biçilmişler, balyalanmışlar...

Gazi Mağusa, iki bölüm. Eski ve yeni Mağusa. Eskisinin tarihi milattan çok önceleri başlıyor. Özellikle buralar Haçlıların, Haçlı seferlerindeki konaklama, bekleyip dinlenme yerleriymiş. Venediklilerden kalma kaleleri, surları, yapıları... Bir kısmı çok eskiden camiye çevrilmiş kiliseleri... Cami adları da, sanki Osmanlı bunları yaptırmış, Rumların dinlerini geliştirmesine izin veren, ortadoksluğu burada geliştiren, Rum’u palazlandıran Osmanlı değilmiş gibi, paşa adlı, padişah adlı. Bir katedralin şimdiki adı, Lala Mustafa Paşa Camisi. Girne’de yine katedralden çevrilme Selimiye Camisi, şu an müze gibi kullanılıyor, rehberler eşliğinde geziliyor. Kentte gezerken, tarihi kalıntılar, her adım başı önünüze çıkıyor. Yapılaşmaya buralarda izin verilmediği için olmalı, tarih burada gözünün önünde hiç değişmeden yaşıyor, doğal dokusuyla gözüküyor, önü yanı betonlaşmayla kapatılmamış, gözden yitip gitmemiş...

Dün gece, bayram öncesi haberlerde, Ankara’da, tarihi Atatürk Köşkü yıkıldı” deniliyordu. Atatürk Orman Çiftliği’ndeki tarihi köşkü yıkmışlar. Bizim haberimiz, hep yıkımlardan sonra, iş olup bitince oluyor nedense, orman çiftliğindeki Atatürk mirası çiftlik ağaçlarının onbinlercesinin, Türkiye’nin yönetiminin değiştirilmesi amacıyla oraya dikilecek kaçak saray için kesildiğini de böyle iş işten geçince duyurmuşlardı.

İşte ülkemiz, işte yavru vatanımız Kıbrıs. Eskiyi korumayan, tarihinin değerini bilmeyenin geleceği olabilir mi?

Yeni Mağusa’yı, üniversitesi geliştirmiş. Öğrenciler yeni bölgelere canlılık getirmişler. Kıbrıs, burada bir üniversite adası görünümünde. Her Türk kentinde üniversite kurulmuş. Geniş topraklara yapılarını dizmişler. Öğrencilere sayısız olanaklar sunulmuş... En güzeli, buraya gelen yabancıların anadilleri gibi Türkçe öğrenmesi. Konuştuğumuz, bize yardımcı olan, koyu tenli, Arap’a benzeyen bir genci, konuşmasına bakarak neredeyse Türk sanacağız. Libya’dan dört yıl önce buraya okumaya gelmiş. Nasıl böyle güzel konuşuyorsunuz dediğimizde, kızıyor, dört yıldır buradayım diyor...

İster istemez aklımıza, ülkemizde doğan büyüyen, askerlik yapan, ilkokuldan başlayarak okullarında okuyan bazı kansızların, mahkemelerde tercüman istemeleri, başka dilleri varmış gibi Türkçe bilmez numaralarına yatmaları, bunları destekleyen aydın bozuntuları, içimize yuvalanmış dış destekli, Türk karşıtı bölücü sürüsü geliyor... İçimiz buruluyor...

Buranın denizi, Girne tarafında yer yer yüksek kıyılı. Gazi Mağusa’nın kıyısı, alabildiğine uzanan kumluklar, yavaş yavaş kıyıdan uzaklaştıkça derinleşen deniz... Denizin bölünmüş kıyısından kapalı Maraş bölgesini görebiliyorsun. Aynı güzellikteki kıyılar sürüyor ötelere doğru. Sahilde üstü bombalarla delik deşik yüksek otel binaları. Terk edilmiş, onarılması engellenmiş. Bekletiliyormuş bu yerler, yerleşime, oturuma kapalılar, Kıbrıs Barış Harekatı ile kurtarılan bu yerlerin Türklerden geri alınması düşüncesi, belli, capcanlı. Buraların resmini çekmek bile yasakmış, önlerine tabela koyup duyurmuşlar. Göstermelik yeşil ağlı örtülerle, önü kapatılan, girilmesi yasaklanan, içi boş bekletilen yerler belirtiliyor. Hemen bunların yanı, yeni binalar, Kıbrıs Türklerinin yaşam alanları...

Girne kalesi, Girne limanı, bütün günü alacak bir gezme yeri. Limanda denizfenerine kadar yürüdüm iki yönlü çevreye bakınarak... O kadar gösterişli ki bu eski liman, aşağıdaki, uzayıp giden taştan örülü eski duvarlarından güçlükle bakılabilen, yüksek kıyılı, yurdumuza bakan dalgalı coşkun denizi, içteki durgun denizinden başlayan kalesi... İnsanın başı dönüyor, sanki dünyanın bilinmez bir yerindesin, eskilere zaman yolculuğu ederek, evrende yitip gitmişsin duygusuna kapılıyorsun...

Lefkoşa’da gezilecek bir yer olmaktan çıkarılıp odaları dükkana dönüştürülen “Büyük Han”, Osmanlı - Türk mimarisiymiş. En çok, yiyip içme üzerine çay bahçesi gibi düzenlenmiş alt ve üst kattaki oda oda bölümleri. Hediyelik eşya da satılıyor kiminde. İnsanı bugünden alıp geçmişe götüren bir yer, taşları saran çiçekleriyle, şadırvanıyla, süslemeleriyle, güler yüzlü ev sahipleriyle gerçekten iç huzuru duyulacak, dinlenilecek bir yer... Bedesten, yine kiliseden çevrilme AB fonu ile bakımı yaptırılan, şu an içinde heykel çalışmaları yapılan, üstü kapalı, önü yanı açık bir alan. Venedik sütunu, dikili bir taş, meydanda, Atatürk anıtı aynı zamanda. En üstte Atatürk’ün güzel bir resmi asılı.

Hemen yakınında, yolda, taştan bir fıskiye, küçük havuzlu, kenarları taştan, ağaçlı bir yer var, çok eskiden kalma. Kenarına oturup dinleniyorsun, gelene geçene bakıyorsun... Yolun karşısında Mevlana müzesi, biraz yukarda Dr. Fazıl Küçük Müze evi.

Kıbrıs’ın atası Rauf Denktaş’ın mezarını, Fazıl Küçük evini, Girne Şehitliğini anlatmayı sonraya bırakayım.

Kıbrıs’ta gezilecek görülecek yerler o kadar çok ki, ne kadar gezseniz hep bir eksik kalıyor...

Feza Tiryaki, 18 Mayıs 2016 (sürecek)

***



YAVRU VATAN KIBRIS (4)



Kıbrıs’ı, gördüklerimi, düşündüklerimi kendi bakış açımdan, üç bölümde yazdım. Her yiğidin bir yoğurt yiyişi vardır. Öyle.

İlk bölümde yerini, konumunu, önemini, ikincisinde tarihini, üçüncüsünde gördüklerimi. Şimdi ise eski – yeni karışık konulardan söz edeceğim.

Bir kadın magazin yazarı (Sözcü) oraya gitmiş, en son, oradaki otelleri, lokantaları, yediği yemekleri, masasına getirilen meze çeşitlerini, eğlence yerlerini yazmış. Kıbrıs gazeteleri de bundan memnun olmuşlar, yazıyı gazetelerine almışlar...

Ahmet Takan (Yeniçağ), altı ay önce, “Hasta yatağında KKTC'yi satması için sıkıştırılan Rauf Denktaş kahrından öldü.” yazmıştı. Metin Aydoğan, “Girit'in Yoluna Giren Kıbrıs” yazısında, Kıbrıs pazarlıklarını, böyle giderse Kıbrıs’ın Girit gibi yitirilebileceğini anlatmış...

Dün, Kıbrıs’tan iki haber yazılıydı gazetelerimizde. Biri, popçu Serdar Ortaç’ın bu Cumartesi günü orada bir otelin kumarhanesinde iki kollu makine ile kumar oynaması, yabancı adlı o çok ünlü (!) manken karısının telefonuyla oyunu durdurması, bu haber kimi neden ilgilendiriyorsa; bir de Linet adlı bir şarkıcının - ne tür şarkı söyler, bilmiyorum- verdiği konsere gösterilen ilgi...

Bu Pazar, Güney Kıbrıs’ta seçim vardı. Pazartesi seçim sonucundan şöyle söz edildi basınımızda, tek satırla:

“Kıbrıs’ta kritik sonuç: EOKA hortladı.”


Yunanistan’daki “Altın Şafak” partisinin Kıbrıs’taki kolu ELAM’ı anımsatıyorlar bu başlıkla. ELAM (Milli Halk Partisi) oyunu artırmış Kıbrıs’ta, Güney Kıbrıs Rum meclisine girmiş. ELAM partisi böylece, eskinin Türk düşmanı EOKA’sının yerini almış, bu örgüt (ELAM), Türklere karşı saldırılarıyla, dediği, ‘Helen toprağında öleceksiniz.” sloganı ile tanınıyormuş.

Bu saldırganların Kıbrıs’a yakıştırdıkları “Helen toprağı” sözleri de yalan, uydurma. Kıbrıs, tarihte hiçbir zaman Yunan adası olmamış, Yunanlılarca yönetilmemiş ki, “ Helen adası” olsun... Ama Türkler tarafından bu ada bütünüyle yönetilmiş, Venediklilerden alınırken, elli bin ile yetmiş bin arasında şehit verilmiş, Kıbrıs çok uzun süre Türk adası olmuştur...

Bir de şunu unutmamak yararlı. Yunan büyük ülküsü (Megali İdea), yani Kıbrıs’ın, bölgedeki tüm adaların, Anadolu’nun Yunan’a bağlanması, Türk ülkesinin Türklerden alınması isteği günümüzde de yaşamaktadır, bu ülkü Yunan okul kitaplarında aynı canlılıkla sürdürülmektedir. Bunu Almanya’daki Yunan sınıflarında, ders kitaplarında, sınıf duvarlarına astıkları onlarca haritada gözlerimle gördüm. Gurbetçi Yunan ailelerin bu ülküye nasıl bağlı olduklarını, nasıl çocuk yetiştirdiklerini de gözlemlerimle biliyorum...

Bizdeki iç düşmanlarımız gibi, onların öğretmenleri de, her fırsatta, “Atatürk olmasaydı ne iyi olurdu, bunu hiç düşündünüz mü, ne bu Atatürk Atatürk, her dersiniz Atatürk, derlerdi...

Son yıllarda, Kıbrıs’tan pek söz eden, Kıbrıs’ın geleceğiyle ilgilenen yok gibi ülkemizde. Kendi derdimize düşmüşüz anlaşılan. Akdeniz’deki adalarımızın onlarcasının sessizce Yunan’a devredilmesine, onca yayına karşı ses çıkarılmıyorsa, yeni atanan (seçimle (!) gelmeyen) iktidar başbakanı Binali Yıldırım’ın bile yenice, Yunan işgalindeki Türk adası Koyun adasına pasaportla giderek, yatındaki Türk bayrağını saklayarak orayı Yunan’a verdiklerini dünya önünde onaylamasına, geçen hafta duyurulan Atatürk Orman Çiftliği’ndeki 1930’lu yıllardan kalma tarihi Atatürk Köşkü’nün yıktırılmasına kimse ses vermiyor, ayağa kalkılmıyorsa, dün akşam duyurulan PKK terör örgütünün yol keserek, bombalayarak biri “Binbaşı” altı şehidimizi, son yirmi günde ellinin üzerinde şehit verişimizi kimse dert etmiyorsa, evlatlarımız bölünme – başkanlık adına pkk terör örgütünce kurban ediliyorsa, iktidarın oynadığı çirkin başkanlık oyununun seyriyle uğraşılıyor, anayasa dışı uygulamalara toplumca susuluyorsa, Kıbrıs davası nedir ki?

Ne diyor yeni başbakanı iktidarın, değişmez AKP başkanına:

“Yolun yolumuz, davan davamız...”


İktidarın davası Atatürk Cumhuriyetiyle. Kıbrıs diye bir davalarının olmadığını Rauf Denktaş daha yaşarken, sağlıklıyken, görevdeyken, Talat’la telefonlaştıklarında açıkça dedilerdi. Talat da susarak, kem küm ederek, ağzından anlaşılmaz bir şeyler yuvarlayarak bu denilenleri onaylamıştı:

“Şey noktasında bence bir numarayla (Rauf Denktaş) fazla dalaşma.”

“Denktaş’la bu yeni diplomatik atak sürecini (yes be annem) sürdüremeyiz.”

“ Talat Bey, size bir şey söyliyeyim mi, artık "O" bitmiştir! Şu anda "O" muhatap olmaktan bile çıkmıştır."

“Dünyada “O” bütün itibar kaybına girdi. Yani O’nu (Rauf Denktaş) kaale almayacağız.”

*
Konuya başlarken çok heyecanlıydım. Gördüklerim, yavru vatanın güzelliği, doğasının Antalya’nın dağı taşıyla, denizinin deniziyle olan benzerliği, oradaki yaşamın bize eski yılları anımsatması, oraların, son 14 yılda neredeyse tüm kurumlarıyla, yaşam anlayışıyla, eğitimi, yargısı, yönetimiyle tümden yitirdiğimiz Atatürk Türkiye’sine, yani eski çağdaş Türkiye’mize benzemesi, geçmişe dönmek, çağdaş bir yaşamı yeniden bir küçük kentte duyumsamak, caddelerinin cıvıl cıvıl, insanlarının mutlu olması, terörden uzak bir yaşama şahit olmak, eski evlerinin çoğu yerde bir iki katlı kalarak, yıkılmayarak, açgözlülere teslim edilmeyerek eski durumlarını korumaları çok çok güzeldi...

Bu arada bizdeki o yozlaşma döneminde (Menderes) ortaya çıkan, altmışlı yetmişli yıllarda giderek her yana yayılan, her yanı ısırgan otu gibi saran “Karadenizli Müteahhit” anlayışı apartmanların, çirkin yapılaşmanın buralara kadar ulaştığını söylemeliyim. Hani güzelim evlerimizi yıkıp apartmanlara soktulardı ya Türk insanını, şu anda gökdelenlerle tabutluklara tıkıyorlar Türk köylüsünü, işçisini, memurunu, kendileri de (AKP iktidarı) villalardan, saraylardan başka yerde oturmuyorlar ya, Kıbrıs başka mı olacaktı? Gazi Mağusa’yı iyi sarmış bu tür yeni binalar. İngilizler ise Girne’de, diğer yerlerde dağ eteklerinde kendilerine villalardan kurulu mahalleler kurmuşlar, saltanatlarını sürdürüyorlar...

Eskiden kalmış, şu an oturulan tek katlı, iki katlı küçük Türk evleri ise nasıl da güzel. Bahçe içinde, yeşillikler, çiçeklikler arasında... İnsanı en az kırk yıl geriye götürüyorlar...

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde Türk parası geçiyor. Bu ne güzel bir duygu şaşarsınız. AKP iktidarının henüz değiştirmeyi başaramadığı Atatürk resimli paralarımız oranın da parası. Bir lira bile orada para bunu biliyor musunuz? Bir saatlik otobüs yolculuğuna on lira ödüyorsunuz. Üç liraya dolmuş yolculuğu yapılıyor. Taksiler ucuz. Porselen, cam eşya Türkiye’den kaç kat ucuz... Kıbrıs peyniri orada üretilen sütlerden yapılıyor, hem çok lezzetli, hem de çok daha ucuz. İçkiden söz etmeyeyim, sağlığa zararlı bir ürün alt tarafı ama tutkunlarına gel de anlatın. Bizdeki keyfi vergiler, içeni adeta cezalandırıcı dinci anlayışın zamları, orada olmadığından mı bilmem, ederleri dünya fiyatlarıyla uyumlu, yani Türkiye’den en az üç kat ucuz.

Bir de doğayı bozan taş ocakcılar oralara da uzanmışlar. Adım başı taşocağı açılmış o canım dağların bağrına... Yavaş yavaş kıyıyorlar bozulunca yerine konulamayacak güzelliklere, tıpkı bizdeki gibi, taş ocağı eliyle doğa kırımına girişmiş bazı şirketler...

*
Yazı, sıkıcı olmasın, uzun uzun buraları anlatayım, yavru vatanla özleminizi gidereyim diye başlarken bölümlere ayırmıştım, her bölüm hem bağımsız hem de birbirleriyle ilgili olsun diye özenmiştim. Sonra gösterilen duyarsızlık yazma isteğimi aldı götürdü. Bu bölüme geldim dayandım.

Başladığım işi bitirmeliydim.


Kaç gündür yazamıyordum. Özellikle Rauf Denktaş konusu cesaretimi kırıyordu. O büyük devlet adamını anlatamamaktan korkuyordum. Rauf Raif Denktaş’ın, Dr. Fazıl Küçük’ün kim olduğunu, Kıbrıs için önemini bir kısa yazıyla nasıl anlatmalı? diyordum.

Söz yine uzadı, bu değerli Türk büyüklerinden, Girne’deki Dr. Fazıl Küçük müzesinden, Gönyeli’deki anıtlı parkın ortasındaki Rauf Denktaş gömütünden, bu gömütün insanı sarsan özelliğinden söz etmeme yer kalmadı.

En son 2012’de, sonsuzluğa göçüşünde bir yazımda anmıştım ihanet yorgunu Denktaş’ı, Kıbrıs Türk’ünün büyük önderini. Bu yazının sunumunu, alta, diğer ilgili sunumlarla birlikte yazıya ekleyeceğim.

Girne Şehitliği, çok etkileyici. Yeri, Girne’ye giderken yol kıyısında, yurdumuza bakan Kıbrıs denizinin üst başında, çok yüksekte. Aşağısı, denize tepeden inen, kayalıklı, yer yer ağaçlık dik bir yamaç. Deniz, yer, gök ilk bakışta şehitliğin mezar taşlarıyla birleşiyor. İçin şehitlerimiz için yanarken, bir yandan da onur duyuyorsun, yaş yaşayamayan, canlarını vatanlarına adayan Kıbrıslı soydaşlarınla, mücahitlerle, yavru vatana hiç düşünmeden canını bağışlayan, Kuzey Kıbrıs topraklarını işgalden, Kıbrıs Türk’ünü kırımdan kurtaran yüce gönüllü Türk askerleriyle... Komutanlarıyla...

Şehitliği dolaşırken ağlayan yaşlı adamlar gördüm. Oraları bir düzenle gezen gruplar gördüm. Mezarlara selam duran gençler gördüm. Silahı omuzunda oraları bekleyen askerlerimizi gördüm... Şehitliğin anı defterine yazılar yazan, sonra yazdıklarını gözyaşlarıyla okuyan gezginler gördüm... Şehitlik müzesi kapalıydı, şehitlikteki açık alanda sergilenen 1974 harekatındaki tankları, kamyonetleri, askeri araçları gördüm... Paslanmış, çürümeye yüz tutmuştular.

Anı defterinde en son yazılmış anı şuydu:


“Sizleri çok anlamlı bir günde, Anneler Günü’nde ziyaret ettik. Onların hakkı size helal olsun, ruhlarınız şadolsun...”

Anneler günü saçmalığını, hep anlatılan o Amerikalı bir kız öyküsünü, bu öyküyü ticarete çeviren anlayışı sevmeyen biri olarak, deftere aceleyle yazdıklarım, aklımda kaldığı kadarıyla:

“ Sizler, Türk ulusu, Türk vatanı, bağımsızlığımız için canınızı verdiniz.
Gelecekte, ülkemizin eski günlerine dönmesi, bağımsızlığından ödün vermemesi, bu günleri atlatması dileğiyle...” yazdıktan sonra altına:

“ Ya İstiklal, Ya Ölüm!.. Gazi Mustafa Kemal Atatürk", özsözünü ekledim.

Yüce önderimizin, Kurtuluş Savaşı’na başlarken Sivas Kongresi’nde gençlere söylediği bu söz, Kıbrıs davasında da, “Ya istiklal, ya ölüm!” diyerek canlarını yavru vatan Kıbrıs’a feda eden şehit gençlerimize nasıl da uyuyor...

Doğayı bozmadan, tüm görkemiyle koruyarak anıtlarıyla buluşturmak, geçmişi unutturmamanın en etkili yolu.

Kıbrıs, anıtlar yurdu. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti, gezerek, görerek geçmişi anımsama ülkesi. Her karış toprağı şehit kanlarıyla sulanmış bir yavru vatan...

Bu söz de, Türk’ün atası, yüce önder Mustafa Kemal Atatürk’ün, günün şartları nedeniyle, zorunlu olarak, Lozan Barış Antlaşması’nın 16, 20 ve 21’nci maddeleriyle İngiliz egemenliğine bırakılan Kıbrıs adasına ilişkin söylediği çok önemli bir sözüdür:

“Efendiler, Kıbrıs düşman elinde bulunduğu sürece Anadolu’nun ikmal yolları tıkanmıştır. Kıbrıs’a dikkat ediniz. Bu ada ve orada yaşayan Türkler bizim için çok önemlidir.”

Feza Tiryaki, 24 Mayıs 2016 

http://www.guncelmeydan.com/…/koca-cinar-rauf-denktas-t3031… (Rauf Denktaş’ı anma)
http://www.ilk-kursun.com/…/koca-cinar-rauf-denktasin-anis…/ (Rauf Denktaş’ı anma)
http://www.dha.com.tr/vanda-sehit-olan- ... espese-iki… (Son şehitlerimizin uğurlanışı)
http://www.sozcu.com.tr/…/gundem/vanda-hain-tuzak-4-sehit-…/ (Son şehitlerimiz)
http://www.yenicaggazetesi.com.tr/turk- ... na-pasapor…
https://www.youtube.com/watch?time_cont ... V0A-glcgV0 (Kıbrıs kaseti)
(Resimdeki plaj: Gazi Mağusa)

Feza Tiryaki


7 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 5



BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 5




MHP’li Halaçoğlu: Yavru Vatan Kıbrıs Elden Gitmektedir!


"Türkiye’nin Resmi Toprakları olan 18 Ada işgal edildi"

 Hülya Karabağlı

 HABER
 Hülya Karabağlı
12 Ocak 2017 21:20

MHP Kayseri Milletvekili Yusuf Halaçoğlu, Gaziantep Bağımsız Milletvekili Ümit Özdağ ile Meclis'te düzenlediği basın toplantısında, Kıbrıs görüşmelerini gündeme taşıdı. Prof. Halaçoğlu, son siyasi gelişmeler yaşanırken "yavru vatan Kıbrıs'ın elden gittiğini" söyledi ve “Türkiye’nin sigortası niteliğinde olan ve Türkiye’nin Akdeniz’e kapısı durumunda olan yavru vatan Kıbrıs elden gitmektedir” dedi.

Toprak konusunda Annan Planı'nın da gerisine düşüldüğünü belirten Halaçoğlu, Kıbrıs'ta Türklere ayrılan toprağın fiili olarak yüzde 25'e düşeceğini anlattı. Türkiye'nin garantörlük hakkına dikkat çeken Halaçoğlu, "Aksi takdirde yeni bir Girit Adası benzeriyle karşı karşıya geleceğimiz kesindir." değerlendirmesinde bulundu.

Bağımsız Gaziantep milletvekili Ümit Özdağ, "Türkiye'nin, Türk milletinin ve Kıbrıs Türklüğünün menfaatlerini ihlal eden rezil anlaşma kabul edilir ve şehit kanlarıyla sulanmış topraklar Rum emperyalizmine terk edilir, KKTC yıkılır ve Kıbrıs ikinci Girit olma sürecine girerse ki girecek, o zaman orada bu sonucun ortaya çıkması için şehit olan Türk askerlerinin ve mücahitlerimizin neden şehit olduklarının sorgulanması gerekir” dedi.

 Özdağ: Bu anlaşma kabul edilirse ailemizin şehidini Gaziantep’e geri getireceğiz 

Özdağ, halasının oğlu Asteğmen Nafi Kıvanç'ın da Kıbrıs'ta şehit düştüğünü ve buradaki Boğaz Şehitliği'nde yattığını anlattı ve “Aile ile görüştüm ve bu anlaşma kabul edilirse şehidimizi adadan Gaziantep'e geri getireceğiz. Böyle rezil bir anlaşmaya imza atan bir yönetimin olduğu yerde şehidimizi bırakmayacağız" dedi.

"Türkiye’nin resmi toprakları olan 18 ada İşgal edildi"
Prof. Halaçoğlu ve Özdağ’ın basın toplantısı şöyle:

Bütün bunlar olurken, Türkiye’nin sigortası niteliğinde olan ve Türkiye’nin Akdeniz’e kapısı durumunda olan yavru vatan Kıbrıs elden gitmektedir. Bilindiği üzere Erdoğan Hükümetleri döneminde, hem Misâk-ı Millî sınırları içinde, hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içinde olup Türkiye’nin resmi toprakları olan 18 ada, Yunanistan tarafından işgal edilmiştir ve hükümetçe buna maalesef bir tepki gösterilmemiştir. Nitekim bu Türk adalarından biri Aydın İli sınırları içinde yer alan Marathi Adası’dır. Eski Başbakan ve halen AKP Milletvekili olan Davutoğlu’nun, bu yılın Ağustos ayı başında, Ege Denizi’nde tatile çıktığı ve bu Marathi Adası’nı ziyaret ettiği basında yer almıştır. Bu ziyaret, maalesef işgali meşrulaştırmıştır.

Halbuki Cumhuriyetimizin kuruluşu sırasında Milletler Cemiyeti'ne tescil ettirilen Aydın Marathi Adası, Yunan işgali altında olan 18. Türk adasıdır. Marathi Adası'nın Türkiye'ye ait olduğu hem 25 Ocak 1933 tarihli T.C. Resmi Gazete'de belirtilmiş hem de 1943 tarihli İngiliz ve 1951 tarihli Amerikan haritalarında gösterilmiştir. Buradan AKP milletvekillerine sesleniyorum. Siz bir kişiye sınırsız yönetim hakkı tanırken, mensubu bulunduğunuz partinin hükümeti, vatan toprağını terk ederek vatana ihanet suçu işlemektedir ve siz buna sessiz kaldığınızdan aynı suça iştirak etmiş olmaktasınız. Elbette ilelebet iktidarda kalmayacaksınız. Dolayısıyla unutmayın ki, bu konu öylece kapanmayacaktır. Sizi bir tarihçi olarak ikaz ediyorum. Hiç şüpheniz olmasın ki bu tür hesaplar kapanmadan tarih sayfaları da hiçbir zaman kapanmamıştır ve bu olaylar tarih sayfalarına geçmiştir.

Başta Ümit Özdağ ve İsmail Ok milletvekillerimiz olmak üzere 21 Aralık 2016’da bir heyetle Kıbrıs’la ilgili doğrudan bilgi edinmek maksadıyla Kıbrıs’ı ziyaret ettik. Ziyaretimizde eski Cumhurbaşkanı Sn. Dervişoğlu, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Başbakanı Sn. Hüseyin Özgürgün, Meclis Üyeleri, Kıbrıs Türkiye Büyükelçisi Sn. Derya Kanbay, Maliye Bakanı Sn. Serdar Denktaş ve nihayet KKTC Cumhurbaşkanı Sn. Akıncı ile görüşmelerde bulunduk. Cumhurbaşkanı Sn. Akıncı dışında bütün yetkililer Sn. Akıncı’nın kendi başına bir görüşme gerçekleştirdiğini ve kimseyle görüşmeden Rumlarla müzakereleri yürüttüğünü belirttiler. Sn. Akıncı ise yaptığı görüşmelerle ilgili bilgi aktardı.

Kıbrıs görüşmelerinde şu hususlar ön plana çıkmaktadır. 1- Toprak meselesi 2- Yönetim 3- Nüfus 4- Garantörlük meselesi Toprak konusunda maalesef Annan planı gerisine düşüldüğü görülmektedir. Kıbrıs Türklüğü şu an bedelini kan ile ödeyerek Ada topraklarının yüzde 36’sını elinde tutmaktadır. Ancak Rum tarafı Ada’nın yüzde 75’ine ve kıyı şeridinin de yüzde 60’ına sahip olmak istemektedir. Bilindiği üzere 1992’de “Gali Fikirler Dizisi” diye adlandırılan ve BM Genel Sekreteri ButroButros Gali başkanlığında yapılan müzakere sürecinde KKTC kurucu Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş ancak bir paket anlaşma çerçevesinde olmak üzere toprak düzenlemesinde yüzde 29’a inmeyi kabul etmişti. Paket anlaşma gerçekleşmediği halde o günden sonra Rum tarafı hep pazarlığa yüzde 29’dan başlamak istemiştir. Halbuki tüm konularda anlaşmaya varılmadan hiçbir konuda anlaşılmamış sayılması Kıbrıs müzakerelerinin ana prensibi idi. Şimdi Anastasiadis da pazarlığa yüzde 29’dan başlamakta ve Türk tarafını yüzde 25’e inmeye razı etmeye çalışmaktadır.

Halbuki Güneyde kalan Türk ve Türk Vakıf mallarının da dahil olacağı bir mal paylaşımının ve sınır belirlemesinin gerekli olduğu kesindir. Zira Kıbrıs adasının 3/1’i Türk vakıf arazisidir. Nitekim Sömürge İdaresi ile ortak Cumhuriyet Yönetimi’nin hâkim olduğu 1878-1974 döneminde, vakıf emlâkin önemli bir kısmı, vakıf kurallarına aykırı bir şekilde, Sömürge İdaresi, Merkezî Hükümet, Yerel Yönetimler, Kıbrıs Rum Kilisesi ve Kıbrıs Rum halkı tarafından gasp edilmiş bulunmaktadır. Dolayısıyla 100 yılı aşkın bu gaspın bedeli milyarlarca dolara ulaşmaktadır.

Yapılmış olan kısmî tespitlere göre; Lala Mustafa Paşa ve Abdullah Paşa Vakıflarına ait gasp edilmiş arazi 76.650 dönüm olarak belirlenmiş olup, bunun 35.743 dönümü kentsel; 40.907 dönümü ise kırsal arazi niteliğindedir. Her iki vakıfın toplam arazisi 90 bin dönüm civarındadır ve vakıflar “Mülhak” vakıf olarak kurulmuştur. Bilindiği gibi Mülhak vakıflar satılamaz, devredilemez, hibe edilemez ve zaman as¸ımından etkilenmez.

İkinci konu Dönüşümlü Başkanlık meselesidir. Bilindiği üzere Dönüşümlü Başkanlık Annan Planı’nda Rum heyetince kabul edilmişti. Şimdi yeniden müzakere konusu haline getirilmesi ve kabul ettirilmesi bir başarı olarak gösterilmemeli ve bundan taviz verilmemelidir. Aslında burada asıl önemli olan husus, Türklerin temsiliyetinin 1960’ın gerisine düşmemesi ve yönetimde yer alacak Türk temsilcilerin yönetime etki edebilme gücüdür. Bunu da belirleyen pek çok faktör vardır. Bunlardan biri oy kullanımıdır. Eğer Rumlar Kuzey’e yoğun şekilde yerleşim amacıyla geçecekse, seçimlere katılımları meselesinin ayrıntılarıyla düzenlenmesi gerekmektedir. Aksi takdirde Türk temsilcilerin seçilmesinde, Rum oylarının belirleyeceği bir demografik yapı oluşabilir ve bu da Türk temsilcinin Türkleri temsil etmesini doğrudan olumsuz etkiler.

 Garantörlük Hakkı ile bir kez oynadığınız takdirde, o artık bir uluslararası anlaşmadan kaynaklı bir hak olmaktan ve asli görevini yerine getirmekten çıkar. Bu sebeple eğer anlaşmada garantörlük kurumu bir şekilde sınırlandırılır ise yeni anlaşmada İngiltere ve Yunanistan yer almayacaktır ve bu daGarantörlük hakkının uluslararası niteliğini ortadan kaldıracaktır. İkincisi sınırlandırılmış bir hak, gerçek bir Garantörlük Hakkı’nın yerini tutacak olsaydı Rumlar bunun için ısrar etmezlerdi. Bunun kesinlikle kabul edilmemesi ve garantörlüğün asli şekliyle devam ettirilmesi gerekir. Aksi takdirde yeni bir Girit adası benzeriyle karşı karşıya geleceğimiz kesindir.

Bu sebeple Garantörlük meselesinin Beşli Konferans’ta masaya konulacak olması durumunda Türkiye üzerinde çoklu bir baskı kurulacaktır. Bu konuda önlemler derhal alınmalı, Türkiye’nin bu husustaki kararlığı tekrar gerçek bir samimiyetle ve ciddiyetle dile getirilmeli ve bu sözün de arkasında durulmalıdır.

Bütün bu tespitlerimizi paylaşmak ve gerekli önlemlerin alınması konusunda bilgi vermek düşüncesiyle Türkiye Cumhurbaşkanı Sn. Erdoğan’dan Kıbrıs konusunda bilgi vermek üzere 27 Aralık 2016’da bir randevu talebinde bulundum. Ancak bu randevu verilmedi. Bir milletvekili ve bu konularda çalışmaları olan bir bilim adamı olarak Türk Milleti’ne karşı görevimi yerine getirmek arzusunda bulundum. Bundan sonra Kıbrıs’la ilgili gelişmelerden sorumlu olmadığımı özellikle belirtmek istiyorum.

http://t24.com.tr/haber/mhpli-halacoglu-yavru-vatan-kibris-elden-gitmektedir,382771



***




YAVRU VATAN KIBRIS (1)

Feza Tiryaki,

Şunu iyice anladım: “Bir yeri görmeden orayı anlatamazsın.” Anlatacakların bilimsel olsa bile gerçeği tam yansıtmaz, gözlem öğesi, duygu öğesi, izlenimler eksiktir.

Kıbrıs’ı, gittim, gördüm, üç dört gün de olsa orada yaşadım. Kıbrıs’ın havasını soludum, şehitlikleri dolaştım. Kıbrıs’ta, o çok görkemli Atatürk anıtlarını, çağdaş, bağımsız yaşamı, eski çağdaş, güçlü Türkiye’mizin varlığını gözlemledim. Kıbrıs yakın tarihinin iki önemli adı Fazıl Küçük’ün evini (müze); Rauf Denktaş’ın mezarını ziyaret ettim. Kalelerini, tarih ötesinden gelen kalıntılarını, eşsiz güzellikteki kumsallarını, Osmanlı dönemi tarihi eserlerini gördüm. “Kıbrıs Türkü”nün güzelliğine, günlük yaşamına tanık oldum. Buranın neden çok önemli bir yer olduğunu, neden yayılmacı ülkelerin burayı paylaşamadığını, Türk’ün elinden neden alınmak istendiğini görerek, yaşayarak anladım.

“Kıbrıs, Yavru Vatan.” 1960’lı yıllarda katılan adıdır bu ad oranın.

Kıbrıs Adası, Akdeniz’de, bölgede, yurdumuza en yakındır. Ülkemizden, aynı kıyıdan kopmuş bir toprak parçası olduğunu anlamak için Kıbrıs’ın, kitaplar devirmek gerekmez, gözünle görürsün haritaya baktığında. Kıbrıs, ucu ok gibi uzanan yeşil ada, sokulur kıyılarımıza... Yayılmacı Yunan’ın çığırtkanlığı, yayılmacıbaşı, sömürgeciler kralı İngiliz’in ve yandaşlarının numaraları, burayı sahiplenmeleri kimseyi aldatmasın! Adanın, güneyimize olan uzaklığı, altmış beş kilometre nerede, Yunanistan’a olan bin kilometre nerede... İngiliz’in buradaki rolünü sorarsanız, bunun yanıtını veremezler, Akdeniz burada, İngiltere adlı ada ülkesi binlerce kilometre ötede, bambaşka bir yerde. Amerika dünyanın öte ucunda. Birbirlerini yiyip duran Arap ülkelerinden en yakındakine bile en az üç yüz kilometre uzaktır burası.

Akdenizin üçüncü büyük adası; göz görüyor, ada, Antalya’nın doğal uzantısı, aynı bitki örtüsüyle kaplı, aynı görünüşlü dağlı, aynı taşlı kayalı Kıbrıs. Buradaki Türk Cumhuriyeti: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti.

Beşbarmak dağlarına kazılı iki bayrak, gerçekmiş. Hep resimlerde görürdüm. Beyaz üstüne yanda iki kırmızı çizgili, kırmızı aylı yıldızlı Kuzey Kıbrıs bayrağı ile Türk bayrağı nasıl da yakışıyor birbirine. Ne yazık ki dağa kazılı Türk bayrağı bakımsızlıktan epey silinmiş, belirsizlenmiş, Kuzey Kıbrıs Türk bayrağı yalnız kalmış orada. Bunun dışında her yanda iki bayrak birlikte asılı. Camilerin iki minaresi arasına mutlaka iki bayrağımız asılı. Şehitliklerde öyle. Akla gelen gelmeyen her yerde iki bayrağımız yanyana dalgalanıyor Kıbrıs göklerinde...

Ziraat Bankası orada T. C. simgesiyle, eskisi gibi. Her yerin adı Türk adı, Türkçe. Herkes Türkçe konuşuyor, orada yaşayan, bir işte çalışan zenciler bile, duyunca kulağına inanamıyorsun, bülbül gibi Türkçe konuşuyorlar. Üniversite öğrencileri, buraya okumak için nereden, hangi ülkeden gelmiş olurlarsa olsunlar sen ben gibiler, dilleri Türkçe şakıyor. İşyeri adları Türkçe. Orayı görünce bizim büyük kentlerimizdeki İngilizce yer adlarından, tabelalardan utanıyorsun. Yerleşim yerleri, köyler birbirinden güzel Türkçe adlarla söyleniyor:

Türkmenköy, Zümrütköy, Beyarmudu, Köprülü, İncirli, Turunçlu, Nergisli, Çayönü, Karakum, Değirmenlik, Göreli, Anıttepe, Hamitköy, Haspolat, Kaymaklı, Tatlısu, Yeni İskele, Yeni Erenköy, Yamaçköy, Gönendere, Adaçay, Güngör, Altınova, Çayönü, Ergenekon, Görneç, Gelincik, Taşlıca, Kumyalı...

“Ne güzel adlar oy bizim adlar”, demez de ne dersiniz bu adlara?

“Akçiçek, Pınarbaşı, Kırklar, Göçen, Ulukışla, Arıdamı, Karşıyaka, Alsancak, Ötüken, İnönü...”

Ya sokak adları? Bizdeki, son yılların modası, ad takma yerine numaralama, ad takmaya üşenilen, adı önemsemeyen çirkin anlayış Kıbrıs’ta yok. Her sokağa anlamlı bir ad konmuş:

Örneğin Gazi Mağusa’da,“Kurtuluş, Sakarya, Atatürk adlı caddeler, sokaklar var. İsmet İnönü, Eşref Bitlis, Mehmet Akif, Ziya Gökalp, Kenan Evren Paşa, Şehit Gazeteci Hasan Tahsin, Ecevit adları da burada caddelere sokaklara ad olmuş. Tarihi günler de ad: “20 Temmuz Sokağı” gibi. Atatürk’ün adı, her yerde. “Atatürk Meydanı, Atatürk Caddesi, Mustafa Kemal Bulvarı, Gazi Mustafa Kemal Bulvarı gibi değişik yerlerin ortak adı, Atatürk.

Adanın başka özelliklerini, adaya takılan Akdeniz’in uçak gemisi takma adını, adanın değerli konumunu, Türkiye’nin güvenliğindeki yerini bir yana bırakın, adları bu kadar Türk olan Türk toprağı, bu çok değerli Türk yurdu, ulusça, yöneticilerce nasıl bağra basılmaz, üvey evlat muamelesi görür; üstelik, Yunan’ı kollayan Birleşmiş Milletlerle pazarlığa oturulur, halk oylamasında baskıyla Yunan’a, dolayısıyla İngiliz’e verilmeye kalkışılır, anlamak çok zor...

Bu güzel yurdu, yavru vatanı gözleri görmeyen gezginlerimize ne demeli? Elin Yunan adalarına, yok ta Maldivlere, İtalyalara giderler, elin hiçbir özelliği olmayan, sıradan adalarında, sahillerinde gezmeyi bir iş sanırlar, bununla övünürler, oralara para akıtırlar da, bu cennet köşe akıllarına gelmez.

Mersin’den gemiyle iki - üç saat, arabalı gemiyle (feribot) altı – sekiz saat, Antalya’dan uçakla kırk beş dakika uzaklıkta bu adamız. Uçağa binmenle inmen bir oluyor. Biletler, uzun yol otobüs fiyatları kadar. Gidin, gezin, Türk Kıbrıs’ı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni, Türk’ün yavru vatanını görün, oralarda para harcayın, her harcadığınız para, Yavru Vatan’ın ekonomisini canlandırsın, hayatsuyu olsun, orayı güçlendirsin...

Yavru Vatan’ın bağımsızlığını korumasına, egemenliğine bir katkınız olsun.
Şehit kanları boşa gitmesin...
Feza Tiryaki, 
14 Mayıs 2016


YAVRU VATAN KIBRIS (2)


Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti. 1983’te kurulan devletin adı. Simgesi, KKTC. Ulusu Türk, dili Türkçe.

Başkenti Lefkoşa. Diğer kentleri: Girne, Gazi Mağusa. İki uçtaki Güzelyurt ve İskele de önemli merkezler. Nüfus, 286 bin. Ülkenin yüzölçümü, 3 bin 355 kilometrekare.

En akıl almaz yanı ise işin, bu güzel devleti, zorunluluktan kurulan, toprakları şehit kanlarıyla sulanan bu Türk devletini, Türklerin yavru vatanını, şu güne kadar, Türkiye dışında hiçbir devletin tanımaması. Türk birliği çığlıkları atanlar, aynı millet iki devlet diye Azerbaycan’ı tanıtanlar, Arap hayranlıkları tavana vuranlar, Asya ülkeleriyle, parlayan Çin’le işbirliği etmeli, onlar bizim dostumuz diye haykıranlar ne diyor bu düşman safında olmaya, Türk’ün yalnız bırakılmasına, gerçekten merak konusudur...

Önce, bu devleti kimseler tanımadı. Daha sonraları da, bu AKP döneminde, bizimkiler (Türkiye'yi yönetenler), Kıbrıs’ı tanımak isteyen devletlere (Pakistan, Rusya... ), ”Bizim böyle bir isteğimiz yok, dediler, bu da bir iç yarasıdır.

Kıbrıs’ın tarihini kısaca yinelersek, bu konuya duyarsız kalanlara, tarihsel gerçekleri anımsatırsak, durumu belki daha iyi görebiliriz.

Tarih öncesi, ilkçağlar:

Adanın varlığı, yaklaşık yirmi milyon yıl önce Anadolu’dan kopmasıyla başlar. On bin yıl öncesi, ilkçağlardaki durumu, buraya ilk yerleşenler, bölgenin diğer yerleşim yerleri gibidir. Kültürler birbirini etkilemiş, gelen, savaşan, giden hiç eksik olmamıştır. Sonra, Roma, Bizans, Venedikliler... En sonunda da Türklerin kesin egemenliği. (1571)

Osmanlı (Türk) egemenliği dönemi:

Osmanlı devletinin yönetimi gereği, oluşan serbest ortamda, Katolik Venediklilerin etkinliğini yitirmesiyle, burada Ortodosk Rum kültürünün gelişmesine izin verilmiş. Adaya Karaman’dan Türkler yerleştirilmiş. Çok sayıda Türkmen buraya göçmüş... Türklerin, adayı Venedik egemenliğinden almalarında, yani adayı fetihlerinde on binlerce Yeniçeri askeri can vermiş, adaya ilk Türk kanı bu dönemde akıtılmıştır.

“Doksanüç Harbi”nde ( 1878 Osmanlı - Rus savaşı) adanın egemenliği yeniden el değiştirmiş, ada Osmanlılarca İngilizlere kiralanmış. Böylece mülkiyeti Osmanlı’nın (Türklerin), yönetimi İngilizlerin olan bir yer oluşmuş. Birinci Dünya Savaşı’nda İngilizler (1914), Osmanlı Devleti Almanya ile birlik olup savaşa girince, burayı kendilerine bağladıklarını ilan etmişler, ada İngiliz’e geçmiş. Biliyorsunuz, Osmanlı’nın tarihe gömülmesiyle, Sevr’i imzalayarak yayılmacı ülkelerin işgaline uğramasıyla bile Türkler yenilemedi. Yurdu işgal edilen Türk ulusu, Mustafa Kemal Paşa önderliğinde savaştı, düşmanına boyun eğmedi. Türk ordusu, arkasında İngiliz’in olduğu Yunan’ı yendi, denize döktü. Türk halkı, işgalci İngiliz’i, Fransız’ı, İtalyan’ı kovdu... Üç yılı aşkın süren Türk Kurtuluş Savaşıyla Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Cumhuriyetin tapusunun alındığı Lozan antlaşmasında da (Temmuz 1923) günün şartları gereği zorunlu olarak bu durum (adadaki İngiliz egemenliği) onaylanmış.

Adadaki İngiliz işgali:


Adadaki İngiliz işgali, 1960 yılına kadar sürmüştür.


1931 yılında İngilizlerle ada halkının ilk çatışmaları başlamış. Rumlar, adayı Yunanis’tan’a bağlamaya kalkışmışlar. Önce İngiltere güdümlü ‘Kıbrıs Adası Türk Azınlığı Kurumu (KATAK) kurulmuş. Ardından, 1944 yılında Dr. Fazıl Küçük, adada Türkleri biraraya getiren Kıbrıs Milli Türk Halk Partisini kurmuş. 1953 yılında da Rumlar “EOKA” örgütünü (Türkleri düşman ilan eden) kurmuşlar. Buna karşı, adadaki Türk halkı kendini korumak amaçlı, Kıbrıs Türk Mukavemet Teşkilatını (TMT) kurarak (1956), bu teşkilatta birleşmişler. Rumların yayılmacı, soykırımcı amaçlarını bu sayede bir süre engellemişler.

Önceleri, adanın Türk nüfusu Rumlarla aynıymış, hatta, daha da çokmuş, sonra bu oran baskıyla, kırımla üçte bire düşmüş.

Bu süreçte, ada için, Türkler, “taksim” demişler, bağımsızlık istemişler; Rumlar, Yunanistan’la birleşmeyi savunmuşlar.

Daha sonra İngiltere’nin önerisiyle adada yönetimin, adadaki Türk ve Rum halkıyla birlikte, İngiltere, Yunanistan, Türkiye tarafından ortaklaşa olması tartışılmış, taraflar arasında görüşmeler başlatılmış (1958).

1959’da da, Kıbrıs Cumhuriyeti’nin kurulması kararlaştırılmış, Zürih ve Londra anlaşmalarıyla da kuruluş duyurulmuştur.

Rum Papaz Makaryos (Makarios) adı da, 50’lili yıllarda duyulmaya başlamış, bu kişi (Kıbrıs Rum Ortadoks lideri), Kıbrıs adası için, “Enosis”ten başka söz etmemiş, 1955’te kurulan Yunan terör örgütü EOKA ile birlikte çalışmıştır.

1956’da İngiliz yönetimi Makaryos’u kışkırtıcı diye adadan sürüyor. İlk kez Birleşmiş Milletlerde Türkiye, “Taksim” sözünü ağza alıyor. Türkiye’nin her yanında “Ya taksim, ya ölüm” söylemleri yayılıyor. O günleri yaşayanlar anımsarlar, daha önceleri her yerde, “Kıbrıs Türk’tür, Türk kalacaktır!”deniliyordu.

NATO kuruluşu, 1957’de Kıbrıs’ta arabuluculuk ediyor. Makaryos geri dönüyor.


Kıbrıs Cumhuriyeti dönemi:


Kıbrıs Cumhuriyeti iki dilli kuruluyor. Türkçe – Rumca. Yönetimin yüzde yetmişi Rumlardan, yüzde otuzu Türklerden olacak ama kurulacak orduda bu oran yüzde altmış (Rum), yüzde kırk (Türk) olacak.

Sonra anlaşmazlıklar başlıyor. Makaryos, Türkleri eşit ortaklıktan azınlık durumuna düşürmek için Anayasa değişiklik önergesi hazırlıyor. Türkiye ve Kıbrıs Türkleri bunu kabul etmeyince, Rumlar, Türklere soykırım uyguluyorlar.

Türkleri, yok etmenin, sindirmenin, Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamanın adı, “Akridas” planı.

1963 yılında terör örgütü EOKA saldırıya geçiyor. O zamanlar, Türkler adanın her yanında oturuyorlar. Camiler, okullar bombalanıyor, evlere kanlı baskınlar yapılıyor, Türkler öldürülüyor...

Kanlı Noel, Türklere yapılan soykırımlar...


O günlerin sonucu: Beş yüz soydaşımız ölüyor, yüz doksan sekiz soydaşımız kayıp...

Yüz üç Türk köyü, halkıyla, kırıma, yıkıma, soykırıma uğruyor...

Aralık 1963’te, Türk savaş uçaklarının Türkiyeden kalkıp, buralarda (Lefkoşa) uyarı uçuşları yapması Rumları ateşkese zorluyor. İngiltere’nin arabuluculuğunda Lefkoşa’ya, “Yeşil Hat” çiziliyor, Türk ve Rum kesimleri ayrılıyor.

Kıbrıs Cumhuriyeti böylece bir kaç yıl içinde yıkılıyor.

Kıbrıs’ta 1964- 1974 dönemi:


Bu dönem, zulüm dönemidir. Türklere edilmedik eziyet, yapılmadık kötülük yoktur. Ekonomik baskı da cabası.

Yapılan işkence, ekonomik baskı, Türkleri gıdasız, yardımsız bırakma, keyfi tutuklama, Türklere, ulaşım, haberleşme kısıtlaması yetmemiş; Makaryos, 1 Ocak 1964 tarihinde, 1960 anlaşmalarının kendilerince geçersiz olduğunu duyurmuştur.

Bundan iki ay sonra, Güvenlik Konseyi, taraf tutarak, saldırgandan yana olarak, yıkılan Kıbrıs Cumhuriyeti yerine “Güney Kıbrıs Rum Yönetimi” adını alan Rum tarafını, “Kıbrıs Hükümeti” olarak tanımış, onları Kıbrıs’ın temsilcisi olarak saymış, desteklemiştir.

1964 yılı Kıbrıs tarihinde çok önemlidir. “Johnson mektubu” bu dönemin ibretlik olayıdır. O zamanın Amerikan başkanı Kıbrıs’a garantör devlet olarak karışmak isteyen dönemin Başbakanı İnönü’yü bir mektupla (Haziran 1964) korkutmuş, ne acıdır, bir mektup Türk devletinin elini kolunu bağlamıştır.

Bu mektubun hemen ardından da olaylar, saldırılar şiddetini artırır, Rum ve Yunan birlikleri ( 5 Ağustos) hava saldırısıyla Erenköy Türk bölgesini bombalar. Soydaşlarımız şehit edilir...

Bu durumda Türk Silahlı Kuvvetleri ( 8 Ağustos) karşı harekat olarak buraya uçarlar, Rumların yapacakları soykırımları bir parça önlerler. Bu harekatta Rumlarca uçağı düşürülen Pilot Yüzbaşı Cengiz Topel’in başına gelenler insanlık için utançtır. Esir aldıkları Türk pilotunu, Rumlar, işkence ederek, organlarını sırasıyla keserek ağır ağır öldürmüşlerdir.

Şehitliklerimizde bu günlerin şehitleri, yirmili yaşlardaki askerlerimiz sıra sıra yatıyor, komutanları başlarında... Elli yaşına erişmemiş. Askerlerin doğum tarihleri 1944, 43, 42, ölümleri hep 1964...

Rumlar, o dönemde, adaya asker, silah yığmışlar, Türkleri adanın küçük bir bölümüne sıkıştırıp, yüzde doksan yedisini işgal etmişler, adanın Kıbrıs’a bağlanmasını istemişlerdir. Makaryos bunun için Kıbrıs Cumhuriyetini yıktıklarını, asıl amaçlarının bu olduğunu Kasım 1964’te açıklamalarıyla dünyaya duyurmuştur.

1967’deki Geçitkale, Boğaziçi köylerine yapılan Rum saldırısı, kırımlar, Türklere edilen işkenceler nasıl unutulur?

Yine de, Türkiye Kıbrıs’a müdahale edememiş, yine ABD araya girip Türkiye’yi oyalamıştır. Bu arada Rumların saldırılarından, işkencelerinden yılan Türklerin büyük çoğunluğu, yerinden yurdundan göç etmiştir...

Kıbrıs Barış Harekatı:


1974 tarihinde, Yunan subayları darbe yapıyorlar. EOKA’cılar adayı Yunanistan’a bağlamak için harekete geçiyorlar. Makaryos İngilizlere sığınıyor. Amaçları "Enosis" olan Rum ve Yunan saldırganlar toplu kıyımlara girişiyorlar. Öldürülen Türkler, Atlılar, Muratağa, Sandallar, Topçuköy, Geçitkale toplu mezarlarına gömülüyor...

Türkiye bu kez müdahale ediyor. Başbakan Ecevit, kararlı. 1960 anlaşması uyarınca, garantör devlet olarak, 20 Temmuz 1974’te adaya asker çıkarıyoruz. Ecevit, biz savaş için değil barış için oradayız, Rumlara da barış getiriyoruz, diyor. Rumlara değil, cuntaya karşı yapılmış bir harekattır bu, diyor.

Kıbrıs Türk Yönetimi Başkanı Rauf Denktaş da, aynı sözlerle halka seslenip, sözlerine şunu ekliyor: “Huzur içersinde evinizde bekleyin. Bugünleri bize gösteren Tanrı’ya dua edin.”

Sonra, sonuç alınamayan Cenevre görüşmeleri. 15- 16 Ağustos’ta İkinci Barış Harekatı.

KKTC nasıl kuruldu?

13 Şubat 1975’te Rauf Denktaş başkanlığında, “Kıbrıs Türk Federe Devleti” (KTFD) kuruldu. Cenevre görüşmelerinde Birleşmiş Milletlerin aldığı karara uyularak. İlerde birleşecek Kıbrıs’ın Türk tarafı olarak.

Sonra, bitmez tükenmez görüşmeler dönemi başlıyor. Denktaş Makaryos arasında ilk toplantı. Sonra sonuçsuz tam 227 toplantı.

Görüşmelerin üçüncüsünde kabul edilen “Nüfus Değişim Anlaşması” ile iki bölgelilik resmiyet kazanmış, güneyde kalan Türkler kuzeye, kuzeydeki Rumlar güneye göçmüştür. Güneyde 120 Türk, kuzeyde ise 1400 Rum bırakılmıştır.

Güney Kıbrıs Rum Yönetimi, “Kıbrıs Hükümeti “olarak tanındığı, kollandığı, amaçları da, anlaşmak olmadığı için, bu görüşmelerde parmağını oynatmıyor, hep oyalıyor... Türklerle eşitlik, ortaklık istenmiyor. Birleşmiş Milletler, Türk tarafı için sert kararlar alıyor, baskı uyguluyor. Rumları yeniden kuzeye geçirmek istiyorlar.

Sonunda 15 Kasım 1983 yılında, "Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti"ni, Türk tarafı ilan ediyor, kurulan devletin bağımsızlık bildirgesini de, Kıbrıs Türkü’nün atası, büyük devlet adamı Rauf Denktaş okuyor.

Yeniden toplantılar, görüşmeler, Birleşmiş Milletler tuzakları, yeniden Rumların değişmeyen aynı istekleri... Böyle böyle iş Annan planına kadar gelip dayanıyor. Çok tartışılan, Türk kesiminin kötülüğüne olan bu plan, halk oylamasına sunuluyor (2004). Türkiye’deki, AKP iktidarı, planın kabulü için ada Türklerine baskı uyguluyor. O zamanın parlayan adı Mehmet Ali Talat’la ortak hareket ediyor, Annan planına karşı olan Cumhurbaşkanı Rauf Denktaş’ı devre dışı bırakıyorlar. Kıbrıslı Rumların plana hayır oyu vermeleri, Kıbrıs’ın eninde sonunda kendilerinin olacağına güvenmeleri, plana yüzde 64 evet oyu veren Türkleri şimdilik kurtarıyor.

Sonra yeni pazarlıklar, yeni tavizler...


Kıbrıs’ın atası, Kıbrıslı Türklerin otuz iki yıl Cumhurbaşkanlığını yapan Denktaş’ın ölümü (2012).

Yunanistan’ın sosyalist başbakanı Çipras’ın bile, 13 Şubat 2015’te, “Adaya, Kuzey Kıbrıs’a tekrar Yunan bayrağı dikeceğiz!” demesi... Bunca yıl, Rumların hiç değişmediğini, sabırla sonuca gittiklerini görüyoruz. Türk tarafının yeni başkanı Mustafa Akıncı’yla birlikte, AKP iktidarının nelere evet dediğini, gizlenen, açıklanmayan son anlaşmaları bilmiyoruz.

Güney Kıbrıs, şu an Avrupa Birliğinde, uluslararası anlaşmalara aykırı olarak. Akdeniz’de denizimizi işgal ediyor. Hava – deniz sahalarımız kısıtlanıyor, azaltılıyor.

Yüzde ona yakın bir toprak yeniden Rumlara verilecekmiş Kıbrıs’ta. Kapalı kapılar ardında tartışılan konu buymuş. Maraş’ta, Yahudiler için koloni kurulacakmış. İngilizler için de öyle. Türk tarafına altmış dört bin, yeni verilecek yerlere yüz bin Rum yerleştirilecekmiş. Türkler, yurtsuz sayılacak, evleri, yurtları için kira ödeyeceklermiş.

Adadaki Türk – Rum nüfus oranı üçte birdir. Bu oranın dörtte bire düşürülmesi öngörülüyormuş son görüşmelere göre. Kısaca, Türk nüfusu daha da azaltılacak.

Maraş’taki vakıf varlıklarımız da ayrı bir sorun. Türk vakıf malları sahtecilikle ele geçiriliyor.

Türkiye’den boruyla getirilen suyla oluşturulan, DSİ’nin yaptırdığı baraj gölü, “Geçitkaya Barajı” Güney Kıbrıs’a verilmek isteniyormuş. Kim bunu istiyor? Konuşabilen emekli askerler açıkladılar: AKP iktidarının başı. Susuzluk çekilen Kıbrıs’taki bu su, denildiğine göre, adayı, güvenliği için çok önemseyen, kısa tarihi boyunca, burayı konaklama yeri (konakçı) olarak kullanan, Rumlarla işbirliği içinde olan İsrail’e akıtılacak.

Adadaki Türk askerinin sayısının, sinsice azaltılmasına ne diyeceğiz? Terhis edilen askerin yerine yenisi gönderilmiyormuş. Bu nedenle, iki karakol kapatılmış.

Yunan Savunma Bakanı, Başbakanı günümüzde de açıkça,“Enosis” diyor. Kıbrıs, Yunan diyor.

Türkiye ne diyor? Neden Yavru Vatan Kıbrıs’ı gözden çıkarıyor, davayı benimsemiyor, çıkarlarımızı düşünmüyor bizim yöneticilerimiz?

Ege’de kayalıklarımız, adalarımız Yunan’a bir bir geçiyor...

Yunan başbakanı Çipras, daha geçenlerde (Mart, 2016), PKK terör örgütünü destekleyen, eli kanlı bölücülerle arası iyi olan, dünyaya ve bize “Enosis” mesajları vermekten utanmayan bu kişi, işgalci atalarının denize döküldüğü İzmir’de, iktidarın o günkü başbakanı tarafından çiçeklerle karşılandı...

En az 75 bin şehit vermişiz Kıbrıs’ta... Kanlarımızla sulamışız yavru vatanın topraklarını... Ata topraklarını...

Tarih hepsini yazacak...

Feza Tiryaki

15 Mayıs 2016 

6 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***