BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 7
YAVRU VATAN KIBRIS (5)
Bizim ders kitaplarımızda Kıbrıs için ayrı bölüm, ders hiç olmadı. Bilincimizden uzak tutuldu oralar...
Yüksek öğretim için ülkemize geldiklerinde Kıbrıslı öğrenciler, Kıbrıs adıyla tanıştı çoğumuz. Siyasetle ilgilenmeyenlerin, kırsal alandan gelenlerin Kıbrıs Türklerinden haberi bile yoktu. Öğrenci olarak yurdumuza gelen Kıbrıslı Türkler şiveleriyle dikkat çekerlerdi, vurgulamaları azıcık başkaydı bizim Türkçemize göre. Bir de çok iyi İngilizce konuşurlardı. Bunların dışında bizlerden bir farkları yoktu. Dilimiz dilleri, geçmişimiz onların da benimsediği geçmişleriydi... Abecemiz Atatürk abecesi, masallarımız, ninnilerimiz, geleneklerimiz birbirinin benzeri...
Kıbrıslı Türkler, Atatürk devrimlerini sırasıyla uygulamışlar, İngiliz sömürge yönetiminde olmalarına karşı o yıllarda, bu devrimleri bizimle birlikte benimsemişlerdir. Atatürk döneminde Kıbrıslı Türklerle kültürel ilişkiler başlatılmış, geliştirilmiştir. Türk yazı dilini, Türkiye dışında yalnızca Kıbrıslı Türkler kullanıyor. Dil devrimine de orada çok önem verilmiş, dilimizin yabancı diller boyunduruğundan kurtarılması, yenileşmesi Kıbrıs Türk toplumunca önemsenmiştir. Bu nedenle aramızda hiçbir ayrılık yok, biriz, aynıyız... Kıbrıslı Türklerin önderlerinin, Türkiye’den giden, Kıbrıs Türk toplumu içinde yetişen nice değerli öğretmenlerin, oradaki Türk basınının, nice adsız kahramanın emeğiyle bu büyük iş başarılmıştır.
Kıbrıs Türkleri bir zamanlar hem anavatana okumaya geldiler, hem de İngiltere’ye gittiler, oranın yüksek okullarında okudular, sonra Kıbrıs’a döndüler.
Günümüzde daha çok bizim yönümüzden gidiş o yöne, sular tersine akıyor, şöyle bir bakarsak en yakınımızda en az iki üç üniversite öğrencisi görebiliriz Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde okuyan.
Kıbrıs Türklerinin ilk lideri, bu davanın öncüsü Dr. Fazıl Küçük olsun, Kıbrıs’ın ikinci önderi, Fazıl Küçük’ün omuzdaşı, bayrağı Dr. Fazıl Küçük’ten teslim alan Rauf Denktaş (1924 – 2012) olsun, Kıbrıs’ın okumuş Türk kadroları, hem Türkiye’de hem İngiltere’de eğitim öğretim gördüler. Sonra da İngilizlerden hiç etkilenmediklerini, oralardan yalnızca bilgi aldıklarını gösterircesine vatanlarına, davalarına daha çok sarıldılar...
Lefkoşa Fazıl Küçük müze evinde, Fazıl Küçük için dağıtılan tanıtımdan önemli yerleri kısaca aktarırsak:
Dr. Fazıl Küçük 1906 doğumlu. Lefkoşa, Ortaköy’de doğdu. Okula Lefkoşa’da başladı, İstanbul’da (Özel İstiklal Lisesi) devam etti. İstanbul Tıp Fakültesini yarıda bırakıp, tıp öğretimini İsviçre’de (Lozan) sürdürdü, uzmanlığını da orada Dahiliye (İç hastalıkları) dalında yaptı.
Sonra çalışmak için Kıbrıs’a döndü (1937), Lefkoşa’da çalışmaya başladı. Köyleri dolaştı, halkının dertlerini dinledi, sorunları belirledi. Halkçılığıyla halkına kendini sevdirdi, gerektiğinde parasız hasta baktı; Cuma günleri özellikle halk günü uygulaması, yoksullara parasız bakması onu halkının gözünde efsaneleştirdi.
Bu kadar da değil, aynı zamanda köşe yazarlığı yaparken siyasetle de ilgilenirdi. İngiliz yönetimine karşı mücadelesini hep sürdürdü. Türkleri orada örgütlemesi, önce 1943’te KATAK (Kıbrıs Adası Türk Azınlıklar Kurumu) üyeliği, ertesi yıl oradan ayrılması (1944), sonra hemen kurduğu parti (Kıbrıs Milli Türk Halk Partisi), daha sonra bu iki örgütü birleştirerek (1949) Kıbrıs Milli Türk Birliği Partisi’ni kurması, Enosis’e (Kıbrıs’ın Yunanistan’ın olması) engel olma çalışmalarını bu partiyle yürütmesi.
Fazıl Küçük, Kıbrıs davasında kendisine istediği yakınlığı göstermeyen Türkiye’deki hükümetlerle sayısız kez görüşür, bıkıp usanmadan davası için mücadele eder, anavatanda Türk halkının arasına karışır, değişik kentlerde mitingler düzenler, Kıbrıs davasını Türk ulusuna anlatır. Ulusla bütünleşir.
O arada EOKA (Rum) terör örgütünün eylemlerine karşı çeşitli direniş örgütleri kurar, en son, silahlı direniş için (Rauf Denktaş önderliğinde) Türk Mukavemet Teşkilatı (TMT) kurulur.
Kıbrıs Cumhuriyeti’nin (1959) kuruluş anlaşmasını Kıbrıs Türk halkının temsilcisi olarak imzalar. Bu yeni devlette (Ağustos 1960) cumhurbaşkanı Rum, yardımcısı Türk olacaktır. 1963 yılındaki “Kanlı Noel”e (Rumların Türklere silahlı saldırıları) kadar cumhurbaşkanı yardımcılığı sürer. “Genel Komite Dönemi’nde (1963 – 1967) Türklere başkandır. 1967 yılındaki “Geçici Kıbrıs Türk Yönetimi”nin de başkanıdır (Rauf Denktaş yardımcısı). Bu son görevini Şubat 1974’te bırakır. Ancak gazetesi “Halkın Sesi’nde yazılarına devam eder. 1983’te hastalanır. 1984 yılında Londra’da tedavi edildiği hastanede yaşamını yitirir.
Tanıtımda son sözü şöyle yazılı:
“Tanrı Kıbrıs Türk’ünü korusun, onun yanında olsun!”
Mezarı Lefkoşa Hamitköy’de, Anıt Tepe’de.
Müze evi iki yıldır kapalıymış. Düzenlemesi bitince daha yeni açılmış. İçerde görevli rehberler size eşlik ediyor, her köşeyi tek tek anlatıyorlar. Müze eve ilgi büyük. Bizden az önce evi 180 kişilik bir öğrenci grubu gelip gezmiş. Öndeki bayrak direklerine iki bayrak asılı. Türk bayrağı, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Bayrağı. Çevredeki yapılaşmaya dikkat edildiği, çevre özenle korunduğu için evin bayrakları çok uzaklardan bile görünüyor. Ev iki katlı küçük bir ev. Alt katı doktorluk yaptığı bölüm. Çalışma odası, muayene odası, dinlenme odası... Üst kat ailesiyle yaşadığı alan. Eşyaları olduğu gibi korunmuş, korunamayanların benzeri bulunup konulmuş. Mobilyalar çok sade, gösterişsiz. Arka yöne çıkan, avlumsu bölüme, bir de oturur durumda heykeli konmuş, kahvesini yudumluyor, canlı gibi. Yanında da iki boş sandalye. İsteyen yanına oturup resim çektiriyor.Tam bir halk önderinin evi. Duvarlarda o yıllara ait siyah beyaz sayısız fotoğraf asılı. TMT komutanlığının (Türk Mukavemet Teşkilatı), Fazıl Küçük’e bir teşekkür sunumu da sergileniyor orada:
“Sayın Dr. Fazıl Küçük’e üstün saygılarımla...” ( 1973) yazılı, tablo büyüklüğündeki armağan burada duruyor. 1961’de Anıtkabir’i ziyaretinin resmi, Atatürk’e saygı duruşu resmi, yine aynı yıl İngiliz kraliçesinin, 1962’de Yunanistan kralının kızının Kıbrıs’ı ziyareti gibi değişik anı resimleri duvarları süslüyor.
Duvardaki şu yazı (özlü sözü) ilk odada:
“Hürriyet aşığı milletler tebaalarını, kılıç ve kurşun korkusuyla idare etmek değil, onların benlik ve izzeti nefislerine hürmet ederek, hukuk ve şereflerini muhafaza etmek gayesini kendilerine düstur edinmişlerdir.”
Yine hasta muayene odasının duvarına kocaman yazıyla yazılmış bu sözü (1943) onun insan yönünü göstermiyor mu?
“Biz son iğnemizi yapar, son ilacımızı verirken, ölümün kollarımız arasından çeke çeke aldığı hasta karşısında duyduğumuz acı ve ıztırap hiçbir meslek erbabının hissedip duyacağı acıya benzemez.”
Bu sözleri de Dr. Fazıl Küçük’ün büyüklüğünü bizlere göstermeye yeter:
“Düşünüyordum ki, benden hizmet bekleyen bir vatan, bir Türklük vardır. Ve bu da vazifelerin en büyüğü, en kutsisi olduğunu anlayarak işe koyuldum.”
“Ben yalnız mensup olduğum cemaatı ilgilendiren meseleleri kaleme alan naçiz bir ferdim. Çünkü Türküm, ve hiçbir zaman Türklüğün ayaklar altında çiğnenmesine tahammül edemem.”
Öğretmenlerin öneminden söz etmesi:
“Türk olmanın gururunu, Atatürk ilkelerine ebediyete kadar bağlı kalmayı, özgür insanlar olarak kimsenin tekmesi ve yumruğu altında ezilmemeyi ve buna ay yıldızlı bayrağımızdan başka bir bayrak tanımamakla erişebileceğimizi yine öğretmenlerden öğrendik.”
Lefkoşa’da doktorluk yapması için bir süre izin alamamış İngilizlerden o günlerde. Çok uğraştırmışlar. Muayenehanesinin kapısına bu nedenle şu sözü eklemiş. Kapıda aynen öyle yazıyor:
“Dr. Fazıl Küçük - İsviçre’den mezun.”
TMT’nin kurucularından öğretmen kökenli siyasetçi, tıp doktoru Kıbrıslı büyük Türk Burhan Nalbantoğlu’nun (1925 -1980) şu sözünü de orada duvardan okuduk:
“Kıbrıs Türk’ü hür ve bağımsız olarak yaşayacaktır.”
Boşuna mı deniyor, müzeler, anıtlar, anıt mezarlar bir toplumun gelecek kuşaklara aktarılan belleğidir.
Feza Tiryaki,
27 Mayıs 2016
***
YAVRU VATAN KIBRIS (6)
İşte, hiç aklımda yokken, bir zorunlu ziyaret gereği gittiğim Kıbrıs’ı, madem oraları gittim gördüm, anlatmak boynumun borcu olsun diyerek karınca kararınca yazdığım, “Yavru Vatan Kıbrıs” yazı dizisinin sonuna geliyorum. Belki, ek olarak, bir de basınını, Kıbrıs gazetelerini yazarım.
Bu konuyu bitirmeden, araya başka konu sokmayacağım demiştim, sözümü tuttum, altı bölüm, yazı yazdığım bilgiağı gazetelerinde art arda dizildi.
Kıbrıs’ı, yavru vatanı, bu eşsiz güzellikteki yerleri kısaca anlatmaya, unutulan, değeri bilinmeyen Türk Kıbrıs’a bir parçacık da olsa ilgi çekmeye çalıştım.Türk gezginlerin, el memleketleri yerine, bir vatan görevi sayarak, dünyanın en güzel tatil yeri olan bu yere gelip gezmelerini, buralarda kalmalarını, paralarını yavru vatanda harcamalarının önemini dilimin döndüğünce belirttim. Böyle yaparsan hem sen, hem anavatan Türkiye, hem de yavru vatan Kıbrıs kazanacak demek istedim. Bu zincirleme ilişkinin gelişmesine, Kıbrıs üzerinde düşünülmesine küçücük de olsa bir katkı sağladıysam sevineceğim.
Yavru vatanın sorunlarını, ülkemiz için önemini, Kıbrıs’ın geçmişini, geleceğini, Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni bekleyen tehlikeleri, Kıbrıs Türk’ünün yaşadıklarını, çektiklerini, Kıbrıs şehitlerini, hem yüce gönüllü Kıbrıs Türk büyüklerini, hem de günümüzün çirkin siyasetçilerini anlatabildim mi az da olsa, bilmem...
Kıbrıs Türk tarihini, bu en yakın tarihimizi yeniden anımsamak, Kıbrıs konusu üzerinde kısa bir süre de olsa yoğunlaşmak insanı çok sarsıyor. İçinde olmadığın, senden saklanan başka bir dünyaya gidiyor, anavatanın hemen yanındaki ikinci vatanda bir zamanlar yaşananları düşünürken sarsılıyor, çok acı çekiyorsun...
Sonra günümüze dönüyor, aklın yerindeyse, yakında olacakları kestirebiliyorsun...
Şu an Kıbrıs’ın başındaki, Avrupa Birliği’nce desteklendiği söylenen Mustafa Akıncı’nın, açıkça, “Artık yavru vatan olmak istemiyoruz!” demesinin ne anlama geldiğini anlamak mı istemiyoruz yoksa?
Kıbrıs tarihini bilen herkes şu sonuca kolayca varmaz mı?
“Hem Türkiye, hem Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti kaybedecek kapalı kapılar ardındaki bu son pazarlıklarda, durum öyle görünüyor. Çözüm dedikleri birleşik yapıyla Kıbrıs Türk’ü, yeniden eski günlerine dönecek, topraklarını verecek, vatanında kiracı konumuna düşecek, bağımsızlığını yitirecek, ikinci sınıf vatandaş sayılacak, aşağılanacak, vatanında el olacak, en sonunda da göçe zorlanacak... Garantör devlet özelliği yitirtilecek anavatanı, ondan koparılacak... Yalnız bırakılacak...”
Emekli Kurmay Albaylar Ömer Lütfü Taşçıoğlu ile Ümit Yalım, Girit’in yitirilmesini anlatırlarken (Ulusal Kanal) şöyle diyorlardı geçenlerde:
“Adamlar (Yunan), 143 yıl sabredip Girit’i alıyorlar. Biz 43 yıl bile sabredemedik, Kıbrıs’ı kaybediyoruz!”
Yine aynı yayında açıklamışlardı. Rum tarafıyla müzakere sürecini Türkler adına Özdil Nami yürütüyormuş, bu kişinin kim olduğunu biliyor musunuz diye sormuş sonra yanıtlamışlardı:
“Özdil Nami’nin dedesi 1963 olaylarında Türklere karşı casusluk eden Kamil Nami’dir.” (Bunu duyunca aklımıza Menemen’de Kubilay’ı kesenlerin torunlarının yıllar sonra nasıl Cumhuriyet’imizden intikam aldıkları, devletimizi yıkmak için nasıl çalıştıkları geldi, içimiz yandı. ) Sonra eklemişlerdi:
“Kıbrıs’ta yetmiş beş bini aşkın şehit kanımız var. Bu topraklar ata toprağıdır. Bu toprakları peşkeş çekmek o kadar kolay olmayacaktır.”
Öyle de, “Süleyman Şah türbesinin bulunduğu Suriye’deki vatan toprağını bir gecede nasıl terkettik, hem de bu terkedişi başarı diye bu iktidar ve yandaşları bize nasıl yutturmaya kalkıştılar yoksa unuttunuz mu?
Her mücadele kahramanıyla kazanılır. Önderlerin üstün özellikleri toplumları başarıya götürür. Ya bir kıtlık yaşanıyorsa bu konuda, toplum bağrından elinde bayrak önde gidecek, yol gösterecek, halkıyla bütünleşip direnecek önderini çıkaramıyorsa... Güç ulustaysa... Her bireyin tek tek önder olması gerekiyorsa...
Tıpkı günümüzdeki anavatanla yavru vatanın durumu...
Kıbrıs her gün yazılmalı, her gün anlatılmalı ama kime diyorsunuz bunu?
Ülkemiz, kaynayan kazan. Karşı devrimin elinde kılıktan kılığa sokuluyor, on dört yıldır ele geçirilmiş tüm kurumlarıyla suskun, beklemede... Terör örgütünün kırımları, her gün tuzaklanan bombalarla, keskin nişancı kurşunlarıyla arkadan sinsice vurulan askerlerimize, polisimize, korucumuza sahip çıkılıyor mu ki Kıbrıs’a çıkılsın? Bu duyarsızlık ortamında Kıbrıs’ı kim düşünecek?
Kıbrıs denilince ilk akla gelen ad, ikincisi pek kullanılmayan iki ön adıyla birlikte yazarsak, “Rauf Raif Denktaş”ı son yıllarında nasıl üzdüler, nasıl acılarla göçtü dünyadan biliyorsunuz.
Rauf Denktaş, Kıbrıs mücahidi, KıbrısTürk’ünün mücadeleci büyük önderi, bağımsız Kıbrıs Türk devletinin kurucusu, bu devletin ilk cumhurbaşkanı, halkının başöğretmeni, hukukçu, yazar, gazeteci, fotoğrafçı, bir bilge kişilik...
Rauf Denktaş son nefesinde, yaşamı boyunca emek verdiği davasıyla ilgili vasiyet eder gibi şu sözü söyler: “Söyleyin onlara, burası bağımsız bir cumhuriyettir!”
Rumlarla, Avrupa Birliği ile son nefesinde bile savaşmakta, kurduğu devletin bağımsızlığını savunmakta...
Oysa şu an Kıbrıs’ta geldiğimiz yer, Ahmet Takan’ın (Ocak 2016) yazısındaki gibi:
“Başkanlık uğruna Doğu – Güneydoğu gitmiş, Kıbrıs da gitse ne olur? Yes be annem!.. Lefkoşa’yı Mersin’e, Girne’yi de Adana’ya taşırız. Hep beraber afiyetle yeriz. Olur biter. Sorun yok!..”
Bu sözler de, “Yes be annem”cilerden sonra sürdürülen müzakereler için Rauf Denktaş’tan son uyarı sözleri:
“Rum ne isterse bize de uygulanır. Hiç başka formül aramasınlar. Aynı tuzağa ikinci kez aptallar düşer.”
*Rauf Denktaş’ın kısaca yaşam öyküsünü yazarsak:
1924 yılında Kıbrıs’ta, Baf’ta doğdu. İlkokulu, ortaokulu İstanbul’da, Arnavutköy Fevzi Ati Lisesi’nde yatılı okudu, liseyi Kıbrıs’ta bitirdi. Daha sonra bir kaç yıl, başta öğretmenlik olmak üzere değişik iş ve mesleklerde çalıştı. Hukuk eğitimini İngiltere’de görerek avukat çıktı, Kıbrıs’a döndü. Önce avukatlık, sonra savcılık yaptı. Bu yıllarda (1948) Kıbrıs davasıyla ilgilenmeye, Türk toplumunun sorunlarını seslendirmeye başladı. Dr. Fazıl Küçük’le birlikte halkını örgütledi, yol gösterdi, bilinçlendirdi... Kıbrıs Türk’ünün çıkarlarını korudu, bu yüzden sürgüne de gönderildi. Adaya girişi Makaryos döneminde yasaklandı (1964). Bir ara tutuklandı. Sonra, Türkiye’nin baskısıyla serbest bırakıldı. Kaç kez Türkiye’ye gelerek Türk yetkililerle görüştü, Kıbrıs’a asker çıkarılmasını istedi, canını ortaya koyarak Kıbrıs’ta Türk silahlı direnişini de (TMT) örgütledi.
Rauf Denktaş’ın ilk gençlik yıllarından başlayarak tek bir ülküsü vardı: Kıbrıs’ta Türklerin bağımsız bir devlet kurmaları, özgür olmaları...
1970’de Türk Cemaat Meclisi Başkanı seçildi. 1974 Barış Harekatı’ndan sonra Kıbrıs’ın değişmez lideriydi. Önce Kıbrıs Türk Federe Devleti’nin (KTFD) başkanı, sonra bağımsız Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı oldu.
Bu arada sürüp duran müzakerelerde Rumlar tarafından istenmeyen adamdı. Rumlarca, çözümün, daha doğrusu Türklerin hakkını masa başında ellerinden almanın önünde engel görülen, direnen, yenilmeyen, baskılara boyun eğmeyen Denktaş, Ecevit’le başlayan yeni süreçte Türkiye’nin de desteğiyle AKP iktidarına kadar sarsılmadan görevini sürdürdü. Batı’nın ambargolarıyla bunaltılan, tanınması engellenen devletinin sorunlarıyla boğuştu. Kanla, irfanla (bilgiyle) kurulan Türk devletini, “Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti”ni korudu.
Sonra işler geldi dayandı Annan planına. AKP iktidarının ikinci yılında bu plan için Kıbrıs’ta iki taraflı halk oylaması yapıldı. Rauf Denktaş doğal olarak, Kuzey Kıbrıs Türk Devleti’ni koruma adına, Kıbrıs Türklerinin çıkarları adına bu plana karşı çıktı:
“İngiliz, ABD ve AB’nin çıkarları için uyumsuzluğun referandumunu yaptırıyorlar. Annan Planı ile uyumsuzluğu referanduma sunmuşlar.” diye açıkladı bu oylamada dönen dümeni.
Annan planı, baskı altına alınan Türklerin evet demesine karşın Rumların hayır oylarıyla ortadan kalktı.
Bu planın halk oylamasından hemen sonra ortalığa dökülen, bir şekilde kayda alınan, AKP iktidarının başınca KKTC’nin başbakanı Talat’a söylenen sözleri biliyorsunuz. Yeniden anımsatırsak:
“Şey noktasında bence bir numarayla (Rauf Denktaş) fazla dalaşma.”
“Denktaş’la bu yeni diplomatik atak sürecini (yes be annem) sürdüremeyiz.”
“ Talat Bey, size bir şey söyliyeyim mi, artık "O" bitmiştir! Şu anda "O" muhatap olmaktan bile çıkmıştır."
“Dünyada “O” bütün itibar kaybına girdi. Yani O’nu (Rauf Denktaş) kaale almayacağız.”
Rauf Denktaş, 2005’ten sonra Cumhurbaşkanlığından çekildi. Kendisinden sonra Mehmet Ali Talat Cumhurbaşkanı oldu.
Bu arada yine de boş durmadı. O yıllarda Ermeni soykırımı yalanına karşı kurulan Talat Paşa Komitesi’ne başkanlık etti. İlerlemiş yaşına karşın bu örgütün düzenlediği bazı gösterilere sağlığını hiçe sayarak katıldı.
Rauf Denktaş’ın ellinin üstünde kitabı vardır. İşte birinin adı: “Kıbrıs Girit Olmasın”. Çektiği fotoğraflarıyla sergiler açmış, televizyonda program yapmış (Denktaş’ın Gündemi), Türk tezini anlatmak adına bir televizyon dizisinde (Kurtlar Vadisi) rol almıştır.
İnançlı, imanlı bir adamdı Denktaş. Şu sözü, sırası gelince konuşmalarda hep yinelediğim, yazdığım, herkese anlattığım, çok sevdiğim bir bilgelik sözüdür:
“Hayatın üç günden ibaret olduğunu anladım.” der Denktaş. Arkasından açıklar:
“Birinci gün, bütün geçmiş günler.
İkinci gün, yaşadığımız bugünkü günler.
Üçüncü gün, yarın.”
Sözü burada bırakmaz. Öğüdüyle bitirir:
“Ancak yarının da gelip gelmeyeceği belli değildir. Bu üç günlük hayat, bizi sarhoş etmemeli. Görevimizi unutturmamalı.”
Günümüzün açgözlü siyasetçilerinden çok ayrı bir kişilikti. Bakınız ne diyordu:
“Kendinize, ailenize, cemiyetinize, milletinize faydalı olacak şekilde yaşayınız.”
“Dünya âhiret için bir tarladır.”
“İsraftan kaçınınız. Hesabını bilen bir kişi olarak yaşayınız.”
Son yıllarında bedensel olarak güçsüzdü, Kıbrıs Türk’ünün büyük atası hastaydı, duyuyorduk... Beyin kanaması, felç geçirdi (Mayıs 2011)... GATA’da (Gülhane Askeri Tıp Akademisi) tedavi edildi. Sonra Kıbrıs’a KKTC’ye gitti, “YDÜ” (üniversite) hastanesinde yeniden ameliyat geçirdi (Eylül 2011). Bunları atlattı, en son 8 Ocak 2012’de, Kıbrıs’ta hastaneye kaldırıldığı haberini aldık, 13 Ocak’ta da yaşamını yitirdiğini, sonsuzluğa göçtüğünü öğrendik...
Anavatan Türkiye’de ve Yavru Vatan Kıbrıs’ta ulusal yas ilan edildi.
Gömüt yeri olarak O’na, Lefkoşa Cumhuriyet parkını seçtiler.
Sokaklara, caddelere, alanlara sığmayan bir kalabalıkla, askerler arasında, sevgiyle, saygıyla, gözyaşıyla uğurlandı (17 Ocak) ... İki bayrakla sarılıydı tabutu.
Yaşarken, üç evlat acısı yaşamış Denktaş. Oğlunun dediğine göre acılarını yaşayamadığı, Kıbrıs davasıyla uğraşırken cenazelerine bile katılamadığı çocuklarının yanına gömülmek istermiş. Bir kızını küçücükken, iki oğlunu da, daha sonra, birini sekiz yaşlarında bademcik ameliyatında, diğerini de yetişkinlikte trafik kazasında yitirmiş.
Kıbrıs’a gittiğimizde Kıbrıs’ın hiçbir yerini görmesekte, tek görmek istediğimiz yer Rauf Denktaş’ın gömütüydü. Yaşarken göremediğimiz o büyük Türk’ü yattığı yerde ziyaret etmek, huzuruna varmak istiyorduk...
Kıbrıs ata toprağındaki, Cumhuriyet parkı içindeki son durağını merak ediyorduk açıkçası...
Yaşarken, “Kim demiş?” diyerek şiiriyle bile hesap sormuş, bu topraklar için, Türk düşmanlarına hep kafa tutmuştu:
“Kim demiş ki benim için bu beldede âti yok, / Kim demiş ki bu toprakta Türk oğlunun hakkı yok? / Bu diyarlar sizin için etmez diyen cahil kim? / Haykırırım cevap versin bizi fazla gören kim?”
O günü, gördüklerimizi sırasıyla anlatmalıyım:
Girne kapısında, Gönyeli yönüne giden otobüs – dolmuş bekliyoruz. Sedat’la orada tanıştık. Kıbrıslı. Aslan gibi bir genç. Bir şirkette şoför. Kendini “kaptan” olarak tanıtıyor, bizim Türkiye’den geldiğimizi, hele hele Denktaş’ın mezarına (gömüt) gittiğimizi duyunca çok yakınlık gösteriyor. Boş günüm olsaydı sizinle gelirdim ama sizi tam parkın hizasında, anayolda indireceğim, hiç yürümeden, yalnızca karşıya geçerek oraya gideceksiniz, diyor.
Bir de, “Barbarlık Müzesi’ni görün,” diye uyarıyor bizi ama ne yazık ki oraya gidemiyoruz o gün.
Otobüste konuşuyoruz, son siyasi gelişmelerden, Türk adalarının uğradığı Yunan işgalinden, Kıbrıs pazarlıklarından...
Sedat bilgili, güvenli, Sedat’ın başı dik:
“ Kıbrıs ayrı... Burayı kimse öyle kolay kolay gözden çıkaramaz. Kıbrıs’a hakim olan, bölgenin, Akdeniz’in, buraların hakimidir.”
Otobüsten tam yerinde bırakıyorlar bizi. Ortası bölünmüş, yeşillendirilmiş, vızır vızır işleyen otoyoldan binbir güçlükle geçip Cumhuriyet Parkı’na ulaşıyoruz. Bir anıtın önündeyiz. Yoksa burası mı mezarı diyoruz önce, şaşkın şaşkın.
Şehitler Abidesi ve Atatürk Anıtı Lefkoşa’nın ulusal tören yeri imiş. Atatürk anıtının her bir yanına konan yazılar özenle seçilmiş, en güzel Atatürk sözleri:
“Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” “ Türk, öğün, çalış, güven!” “Bu millete hizmet eden onun efendisi olur.” “ Ne mutlu Türk’üm diyene!”
Park, düz bir alanda, seyrek ağaçlıklı bir yer. Asırlık, yaş yaşamış, dalları göğe direk ağaçları yok. Bir bakışta her yanını görüyorsun. Önce gömütün nerede olduğunu anlamıyoruz, yalnızca epeyce ötede çevresi alçak boylu koyu kahverengi parmaklıklarla çevrili küçücük bir yer, karaltı gibi gözümüze çarpıyor.
Toprak yoldan gidiyoruz, yaklaşınca minicik bir bekçi kulübesi, önünde bir araba, az ötesinde yerleşim yerleri, evler...
Parmaklıkların ortasında, yerde, ortada, küçük, üstü yazılı, bir mermer taşlı mezar. Üstünde iki çelenk duruyor. “Engelliler Günü” nedeniyle konmuş, yazısından öyle anlıyoruz.
Herhangi bir yerdeki bir köy mezarı gibi. Sıradan, gösterişsiz, özentisiz... Yalnız... Belki biraz da garip...
Parktaki yol kıyısından, çevresi parmaklıklı bu yere gelmek için bir kaç metrelik bir yeri geçiyorsun. Bu yer, mezarın dış çevresi, yani bir küçük bahçe büyüklüğündeki bu yer, uzaktan yemyeşil çimle kaplı gibi görünüyor.
Bir üstüne basıp ilerliyorsun ki, ayağının altı naylondan. Halı sahaların kandırıcı naylon çimeni bir karışlık bu yere de döşenmiş. Hemen bir iki metre ötesi, kara toprak, kıraç toprak zaten... Sanki doğru çimen ekilse, bakılamaz, sulanamazdı... İç alana çiçekler ekilemezdi... Bir dal yaseminden başka çiçek ekilmemiş...
Köşelerde yeni dikili bir iki selvi... Naylon sahte çimene inanamaz gözlerle bakıyorsun... İçin cız ediyor, sabahtan beri zorla tutulan gözyaşların sel olup akıyor...
Ne parkta, ne ötede, ne beride tek bir insan görmeden oradan ayrılıyoruz.
Başımız eğik, gönlümüz buruk...
2012 yılında, ölmeden az önce, bir söyleşide, Türk gazetecisine (Nur Batur) şunları demişti Rauf Denktaş:
“Türkiye, Kıbrıs için, “ Bu benim milli davamın temelidir. Esasıdır. Ben bundan ayrılmam. Vazgeçmem ” demeli.”
Görünen o ki, bir mezar bakımını, çevresini yeşillendirmeyi, otunu kesip biçmeyi, canlı tutmayı bile çok görmüşler Kıbrıs’ın büyük Türk’üne, atasına...
Acaba bu benim milli davam der mi Kıbrıs’a, Türkiye’yi bugün yönetenler?
Diyebilirler mi?
Diyecekler mi?
Dedirtecek miyiz?
Feza Tiryaki,
29 Mayıs 2016
***
YAVRU VATAN KIBRIS (7)
(Niye Yavru Vatan? Kıbrıs Türk Basını)
Kıbrıs’a “Yavru Vatan” sözünü ilk kim yakıştırmış bilmiyorum ama bu sözün Türk toplumunca benimsendiği kesin. Yavru iki anlama geliyor dilimizde, biri, küçük, boyutu benzerlerinden çok küçük anlamında; diğeri, çocuk, evlat, kendi dölü, soyu anlamında. İçinde sevgi, koruma, yavru saydığını kanından canından, kendinden bir parça görme, beğenme, benimseme, kendinden bilme... her duygu var “yavru” sözünde.
Annelerin “Yavrum” diye seslenişleri, birini korurken söylenen, birbirine bağlılığı anlatan yavru, yavrucak tanımı, bir şeyin, ürediği kendi türüne benzemesini “yavrusu” diye niteleme... bir anda yavru sözünün akla getirdikleri...
Ana baba, özellikle ana, yavrusunu canı pahasına korur, bu bilinen bir olgudur. Üvey ana, üvey baba öyküleri, anası ölenin babası da ölür anlayışı yalan mı? Vatanı, vatanı kurtaran, devlet kuran atasının, anasının elinden almışlarsa, almak üzerelerse, o ananın yavrusunun da üvey evlat görülmesi, korunmaması yadırganır mı?
Kıbrıs’ı anlatırken duydum ki, “ yavru vatan” sözü tartışılıyor. Hem de şaşırtıcı bir şekilde! Sanki Talat’la yapılan o telefon konuşması (2004), Denktaş’ın dışlanması, son yıllarında gördüğü ihanet, yalnız bırakılmışlık, AKP iktidarının, Denktaş’a, Kıbrıs Türk’ünün elde ettiklerine ters Kıbrıs siyaseti, Kıbrıs’ı Rum’un - Yunan’ın saymalar, AB’ye girsin de ne olursa olsun, Türkiye’nin garantör devletliği gereksiz, eski anlaşmalar kalkabilir, Annan planına evet deyin, bağımsızlık da neymiş, Türk askeri adada gereksiz, işgalci demeler, Rumlara limanlarımızı açmaya kalkışmalar hayaldi, uydurmaydı... Kıbrıs öyle iki devletli yaşayamaz diyen, Kıbrıs’ın (KKTC) tanınmasını istemeyen, onlarca kayalığımızı, adalarımızı sessiz sedasız Yunan’a işgal ettiren, bu konuda ağzını açıp tek söz etmeyen başka bir siyasetçiydi sanki... Akp’nin başkanı değildi... Tutmuşlar Kıbrıs’ın şimdiki cumhurbaşkanıyla, “yavru vatan” adını, bunun anlamını tartışmışlar geçen yıl bu zamanlar...
Akıncı, saçmalamış, iki kardeş ülke denmeli demiş, yavru vatan – anavatan yerine. Saraydan (!) yanıt gelmiş: “ Ağzından çıkanı kulağı duysun.” Akıncı’da laf çok: “Türkiye bizim hep yavru kalmamızı mı istiyor?”
Bu çirkin soruya verilen yanıt daha da çirkin olmuş: Başlanmış iş paraya dökülmeye. Suriyeli kaçaklara, vatanlarından, savaştan kaçan vatansızlara, dili dilimize, kültürü kültürümüze benzemeyenlere, içinde terörist besleyen, canlı bomba saklayan, kafaları nasıl çalışır, kimdir nedir bilmediklerine kaç milyar dolar harca *(on milyara yakın), vatana doldur bunları sınırlamadan, toplumun yapısını bozdurt, üç milyonu aşkın Arap’ı, savaş kaçkınını, Avrupalı’nın içine almadıklarını, kovduklarını besle, sonra Kıbrıs’a, sayısı iki yüz bin civarındaki Kıbrıs Türk’üne, yani aslında kendine harcadığın parayı, bir milyar doları başa kakar gibi ağza al, söyle... Üstelik dünyaya, dosta düşmana duyur:
“Bu ülke KKTC'ye bir bedel ödemiştir. Hâlâ da ödüyoruz. Biz şehitler vermişiz. Bu yavru vatan ayakta kalabilsin diye. Son olarak oraya yaptığımız para yardımı 1 milyar dolar.”
Hangi ana baba yavrusuna harcadığını başa kakar, söyler? Yine hangi kardeş ilişkisi anayla yavrusunun ilişkisine benzer? Kardeş ihanetlerinin öyküleri din kitaplarında bile anlatılmıyor mu ibret alınsın diye? Kardeş ilişkisi çok başkadır, eşitlik ilk önce gelir. Bizim bölücülere, bölücü yandaşı hainler boşuna mı kardeşlik edebiyatı yapıyor. Kardeşiz diye zırvalıyor...
“Allah kardeşi yaratmış, kesesini ayrı yaratmış.” Atasözümüz bile insanın yavrusu ile kardeşinin ayrımını açıklıyor.
Kıbrıs’ın yavru vatan olduğunun kanıtını en güzel ekşi sözlük yazmış:
“Önemli bir olay olduğunda, tüm yurtta, dış temsilciliklerde, bir de burada kutlanır.” demiş, yavru vatan sözünü açıklarken.
Dilin diliyse, en önemlisi yazı dilin yazı diliyse, neyi tartışacak neden ayrı sayılacaksınız? Dünyadaki ikinci ülke, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti değil mi aynı dili konuştuğumuz, aynı zamanda aynı dille yazdığımız, okuduğumuz ülke...
Ha Anavatan Türkiye’nin basın yayını, ha Yavru Vatan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin! Dil bayrağımız, dil bayrakları...
Gazete satış yerlerinde Türkiye’den gelen günlük gazeteler, Kıbrıs’ta çıkan boyutları küçük, dergi görünümünde günlük gazeteler var orada.
Bizdeki Türkçe orada da konuşuluyor, yazılıyor. Kitapçılarda Türkçe kitaplarımız. Bizde ne basıldıysa, ne okunuyorsa, orada da o... Seyyar satıcı tezgahına Türkçe kitapları dizmiş, Girne’de limanda satıyordu.
1001 adlı bir mağazalar zinciri bulunuyor Kıbrıs’ta, oradan ayrılmadan, orada sergilenen ne kadar Kıbrıs gazetesi varsa aldım, günlük çıkan, getirdim, sonra inceleyerek okumak için.
Kıbrıs’ın gazeteleri küçük boyutlu, ortadan katlanıyor, bizdeki “Gırgır, Leman” gibi gazete dergilere benziyor büyüklükleri ve katlanmaları ama onlardan eni de, boyu da daha büyükçe. Kıbrıs, Havadis, Diyalog, Yeni Bakış... Bunlardan bir kaçını kısaca tanıtacağım burada. Aynı kalınlıkta, kırk sekiz sayfalık kalın gazeteler bunlar. "Detay", onların yarısı kadar.
Kıbrıs, eski bir gazete, 26 yıllık. Havadis 8 yıllık, Detay, Diyalog 3 yıllık, Yeni Bakış en yenileri (2 yıllık)...
Halkın Sesi, 73 yıllık Kıbrıs gazetesi. Onu orada bulup alamadım. Dağıtım sorunundan mı yoksa çok satıldığı için mi, her nedense... Bilgiağında inceledim. Oradan güncel bilgiağında bir yazı okudum demin, en son gelişmeler üzerine yazılmış. M. Erol Ekenleroğlu’nun köşe yazısı: “Şapka düştü kel göründü.”
Keli görünen Rum liderliği. Türkiye’de basının yayının hiç mi ilgilenmediği bir olay yaşanmış geçenlerde. Tek Cumhuriyet gazetesi kısa da olsa iç sayfalarda söz etmiş (nasıl olmuşsa).
23 -24 Mayıs’ta BM’nin bir toplantısı varmış İstanbul'da. “Tarihin ilk dünya insani zirvesi” imiş adı. Buraya Kıbrıs’ın temsilcisi olarak (Türkiye’nin tanımadığı) Kıbrıs Rum tarafı (GKRY) katılmış. KKTC’nin Cumhurbaşkanı da Türkiye tarafından davet edilmiş. “Zirve” bitince 46 devlet ve hükümet başkanı için verilen yemeğe, KKTC Cumhurbaşkanı Mustafa Akıncı katılacak diye, yazarın dediğine göre, “Türklerle birleşmeye can atan, Akıncı ile konserlere giden, karşılıklı kahve içen...” Anastasiadis (Rum lider) katılmamış, dönmüş.
Erol Ekenleroğlu: “ İşte değişmeyen Rumların düşüncesi, Ada Yunanistan’ındır, Rumlar tek sahibidir. Türkler ise azınlıktır, köledir.” diyor.
Orhan Akdeniz, bu gazetenin diğer bir yazarı. Kıbrıs’taki iktidarı, kamudaki atamaları eleştiriyor yazısında, devlet olanaklarını kullanarak ve yandaşları ödüllendirerek oy kazanmaya çalışılmamalıdır, diyor. Yazısında kaç kez “Anavatan” diye geçiyor ülkemizin adı, sevgi ve saygıyla... Elinde olmadan gözlerin buğulanıyor, duygulanıyorsun...
Kıbrıs gazetesinin (Kurucusu Asil Nadir) o günkü başlığı özelleştirme üzerine. Kıbrıs Enerji Bakanı, “Özelleştirmeden korkulmamalı” demiş, oradaki sendikalar (TÜRK – SEN ve EL – SEN) “Özelleştirmeye engel olacağız.” demişler. Arka sayfada spordan bir güreş haberi var. İspanya’da düzenlenen “Vücut Geliştirme” şampiyonası ile ilgili: Emre ve Burak, Türkiye Cumhuriyeti, Sami Hamidi ise Kıbrıs Cumhuriyeti adına Avrupa şampiyonasında podyuma çıktı.” yazmışlar, “Sporcumuz var, biz yokuz!” başlığıyla.
İç sayfada ilanlar arasında kaybolan küçücük bir bölümde, “Federal Kıbrıs’ta" diye başlayan bir toplantı duyurusu dikkat çekiyor: Federal Kıbrıs’ta barış içinde ortak yaşamın ancak “yeni bir kültürle”mümkün olacağı anlatılacakmış bu toplantıda. Bu HASDER Halkbilimi sempozyumlarının 32. si imiş. Bizde, kimilerince durmadan, o gülünç, “Osmanlıcılık” çanları çalınırken, yavru vatanımızda da da denemekten bıkılmayan, “ Birleşik Kıbrıs” hayalinin çanları susmuyor... Kurucu Cumhurbaşkanları Denktaş’ın, aynı hataya aptallar iki kez düşer sözünü günümüzde kimler anımsıyor belirsiz...
Orta sayfalarda Ersin Tunay haberi, Çağdaş Müzik Derneği Türk Sanat Müziği Korosu’nun konserini duyuruyor, “Müzik sevginin, sevgi de yaşamın kaynağıdır.” başlığıyla. Kültürümüzün yaşatıldığına tanıklık ediyor bu haber başlığı.
Denktaş’ın oğlu, Başbakan Yardımcısı ve Maliye Bakanı olarak elektrikte sat-sav noktasında olmadıklarını, su konusunda erken ihaleye çıkılabileceğini, müzakereler ile ilgili olarak da, sorumluluğun Akıncı ve ekibinde olduğunu, eşitliğin ve eşit egemenliğin yeterince korunduğuna inanmadığını söylemiş içteki bir haberde.
“Havadis” gazetesi, magazin haberleriyle (kiralık hamilelik, kazalar) sayfalarını doldururken bir köşe yazısı (Başaran Düzgün) bu gazetenin kime neye hizmet ettiğinin ipucunu hemen veriyor. “İntihar ile eşanlamlı” başlığıyla Serdar Denktaş’ın bir Rum gazeteye dediği, kendini “Kıbrıslı” hisseden TC kökenlileri KKTC vatandaşı yapacağım.” sözünü intiharla eş anlamlı sayıyor. Akıncı’nın vardığı uzlaşmalar (?) havaya uçarmış o zaman.
Havadis gazetesinde küçücük bir haber başlığı daha var ön sayfada:
“Tekke bahçesinde 52 yıl sonra kazı.” 1964 yılında Ayvasıl’dan (Türkeli) getirilerek Tekke bahçesine gömülen 23 şehidin çıkarılması, tek tek kimliklendirilmesi, gömütlerinin ayrılması çalışması imiş bu kazı.
Diyalog, “Kuruduk” başlığıyla çıkmış. Sanıldığının aksine Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ne Türkiye’den akıtılan suyla ilgili değil bu başlık, Rumların (olmayan) suyuna ağız suyu akıtılıyor. Yazıda güneydeki barajlar da (Rum bölgesinde) 105 milyon metre küp, kuzeyde (KKTC’de yani) sadece 3 milyon metre küp su var deniyor. Aradaki fark çok büyük diye yazmışlar, dolaylı yolla algı yönetiyorlar... Şu tartışmada ilginç: Kıbrıs Rum’unun müzakerecisi Rum, Kıbrıs Türk’ünün Türkiye’ye 17 milyor avro borcu olduğunu söylemiş, Ersin Tatar (UBP milletvekili), bunun 17 milyar değil, 4 milyar olduğunu belirterek “Mavroyannis yalan söylüyor.” demiş. Yine Mavroyannis’in “Nüfus konusunda dörtte bir oranı bozulmadığı sürece, Kıbrıs Türk tarafında kim Türkiye kökenli, kim Kıbrıslı Türk diye sorgulamayacağız.” sözlerine de dikkat çekmiş, bu, Kıbrıs Türk halkını kalıcı bir azınlık konumunda görmeye yönelik bir anlayış ve yaklaşımdır, demiş.
Yeni Bakış’ın “Bakış”ının “A” sesinin orta çizgisi, Kıbrıs adasının haritasıyla çizilmiş. Başlığı, Serdar Denktaş’ın, hak edenlere vatandaşlık vereceğiz, sözünü eleştiren bir başlık. “Popülist söylemlerle değil, ayakları yere basan söylemlerle siyaset yapmak lazımdır ki insanlara boşuna umut verilmesin.” yazıyor haberin açıklamasında, CTP vekili Akansoy’un sözleriyle. Orta sayfalarda “İran’la eğitimde işbirliği” başlığı. İran ve eğitimde işbirliği yanyana gelemeyecek iki sözcük bir arada. Karaçarşaflılar cenneti molla İran’ı ile Kıbrıs Türk’ünün okulunun eğitim işbirliği. Yakındoğu Üniversitesi rektörü “ Dr. Ümit Hassan”, konuyla ilgili açıklamalar yapmış, “ Dünya biliminin gelişimine katkı koyuyoruz.” demiş. Bir haberleri de tam sayfa neredeyse:
“Barış için bir aradalar.”
Kıbrıslı Rum ve Kıbrıslı Türk öğrenciler çalıştayda bir araya geldi diye de açıklaması yazılmış, habere ilgili resimler konmuş. 14 Mayıs’taki Birleşmiş Milletler Barış Gücü’nün finans ettiği “Barış ve Gençlik Festivali”, yaz aylarında düzenlenecek iki toplumlu tiyatro kampı da duyurulmuş.
Küreselciler boş durmuyor, oya gibi işliyorlar Türk çocuklarını gençleri...
“Detay” gazetesinin ön sayfası, Serdar Denktaş resmiyle, açıklamasıyla. Başlıkta, “Maliye bakanından Rumlara fatura denilmiş, Serdar Denktaş’ın, “Bizim Türkiye’ye olan borcumuzu ödemesi gereken Rumlardır. Yıllardır bizi ambargolar, izolasyonlar altında tutan Rumlardır.” açıklamasıyla habere devam edilmiş.
Son haftalarda, ülkemizde çıkan, Kıbrıs’ta şu sahneye çıktı, şu şurada kumar oynadı haberlerine benzemeyen Kıbrıs Türk’ünü anlatan bir haber aradım günlerdir, her aldığım gazeteyi gözden geçirerek. Sonunda tek bir haber buldum.
Sözcü’de (27 Mayıs), Arka sayfa haberi başparmak boyutunda bir alanda.
“Ekonomik kriz kanser yapıyor” başlığıyla verilmiş bir küçük haber: "Harvard Üniversitesi’nden Kıbrıslı Türk Profesör Rıfat Atun’un araştırmasına göre, krizin etkisiyle kanser nedeniyle ölümler, Avrupa’da 160 bin, dünya genelinde ise 500 bin arttı.” yazılmış, iki satırlık bu küçücük haberde. Nobel falan almamış, Batı ödüllendirmemiş ya, incelemesinin de, Kıbrıs Türk’ü oluşunun da haliyle bir değeri yok...
Kıbrıslı Türk profesör diye başlayan, insanı onurlandıran bu haberden sonra, Türk ulusunun en büyük bayramı ile bir oteldeki içkili aşk şarkıları ile verilen konserin haberi. Hiç yadırgamayacağınız, alışıldık bir Kıbrıs haberi bu ne yazık ki. Anavatanı, yavru vatanı unutun, ne varsa bugünde var, sevgilide var, dalganıza bakın, anlamında değilse nedir bu tür haberler?
Ermenistan Bayrağıyla sahneye çıkmışsa ne olmuş, yapılanları yiyip yutmuyor muyuz, 19 Mayıs’ta, 19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı için (Ulusal bayram kutlamasına bakınız!) Beşiktaş Belediyesinin düzenlediği etkinlikte sahne alan, şarkısının “Hadi kızı öp bakalım!” yerinde Murat Boz’un öpücüklere boğduğu, çevresinde sarılarak döndüğü Hadise’yi Posta gazetesi haber niyetine yazmadı mı? Hiç eleştirmeden hem de... Sizler de okumadınız mı? Bu şarkıcılar bulunduğunuz kente gelse koştura koştura gitmeyecek misiniz?
Vatan için, Yavru vatan için bir şeyler yapmayı neden hep başkalarından bekliyoruz?
Bir zamanların hayran olunan aktörleri, rol modelleri şimdilerde gazinolarda kafa buluyor:
“Kadınım diye seslendi.”
“Gülben Ergen, 19 Mayıs’ta Kıbrıs Girne Rocks Hotel’de konser verdi... Konuklar arasındaki Cihan Ünal, G. Ergen’in ısrarı üzerine sahneye çıkıp ”Kadınım” şarkısını söyledi.
Parmağındaki alyansı soranlara cevap vermek istemeyen Cihan Ünal’ın yanında sevgilisi vardı.”
Feza Tiryaki, 3 Haziran 2016
***
ÖZEL NOTUM;
BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS,
Diyebilirler mi?
Diyecekler mi?
Dedirtecek miyiz?
BU ÖNEMLİ.! TANER ÇELİK.
13 ŞUBAT 2018 - İSTANBUL
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder