28 Kasım 2017 Salı

Gülen Cemaati Üyeleri, Dışişleri Bakanlığına Abdullah Gül döneminde girdi, BÖLÜM 1

Gülen Cemaati Üyeleri, Dışişleri Bakanlığına Abdullah Gül döneminde girdi, BÖLÜM 1


Özdem Sanberk:

Eski Dışişleri Müsteşarı Sanberk: İslam dünyasıyla her zaman ilişkimiz vardı, AKP döneminde kendimizi Orta Doğu'dan Diskalifiye ettik.




Hazal Özvarış
HABER
Hazal Özvarış

01 Mayıs 2016 23:09

Türkiye Büyük Millet Meclisi 1920’de kurulduktan sonra dış politikaya ilişkin ilk kararı Moskova’ya heyet göndermek oldu. İlk Hariciye Vekili Bekir Sami Kunduh’la iki ay sürecek yolculuğa çıkan İktisat Vekili Yusuf Kemal Tengirşenk, Moskova’dayken hatıra defterine şu notu düştü: 

Cici Nazlım, açlık canıma tak etmeye başladı.” 

Moskova’ya ilk gidişinde açlığa da talim eden Tengirşenk’in, Hariciye Vekili olduktan sonra çıktığı ikinci Moskova yolculuğunu bu kez kendisine eşlik eden Maarif Vekili Rıza Nur Bey anlatıyor: 

“ Yaylılara bindik. Yusuf Kemal Bey ile bir arabadayız. Çok soğuk. Hareketsizlikten bilhassa ayaklar donuyor. Bir halısı varmış, dizlerini örtüyor. Ben de kenarını örttüm. İkimize de yetiyor. Kızdı. ‘Halımı berbat ediyorsun, onu ben kendi canım için aldım’ dedi. Hodbinlik!...”  

Heyet, Sovyet Rusya’dan dört milyonunu trenle taşıyacakları 10 milyon altın ruble kredi sözüyle dönerken, Ankara’nın Paris’e atadığı ilk diplomatik temsilci Ahmet Ferit Tek de memleket işleri yolunda yemek takımı ‘aşırıyordu.’

“Türkiye’de iki devlet, iki hükümet ve iki baş varken, Fransa’da tek Türk temsilciği olur muydu? Ankara hükümeti Paris’te temsil edilecekti de İstanbul hükümeti ondan geri mi kalacaktı? (...) İstanbul temsilcisi Nabi Bey’in oturduğu bina, Devleti Aliyye’nin sefaret binasıydı ve her şeye rağmen, tam bir büyükelçilik gibi donanımlıydı. Ankara temsilcisi Ferit Bey’in kiraladığı bina ise tam takırdı. Ferit Bey, resmi bir ziyafet mi verecek? Hemen Numan çavuşu koşturuyor, Başkatip Mehmet Ali Bey’in yardımıyla, Osmanlı Sefaret binasındaki ay yıldızlı yemek takımlarını gizlice beriki binaya taşıttırıyor ve bu sayede, yüz akıyla kusursuz bir ziyafet veriyordu. Yemek sonunda çabucak yıkanıp kurulanan tabak ve çatal-bıçak takımı, aynı gece yine gizlice geri götürülüp yerlerine konuyordu.” 

Türkiye’nin en kıdemli Emekli diplomatlarından Bilal Şimşir’in cumhuriyetin ilk dış temsilcilerinin yaşadıklarını anlattığı Bizim Diplomatlar kitabında, dağılan bir imparatorluğun eşiğinde inşa edilen Cumhuriyet'in dış politika serüveninin, birkaç satırını yukarıda aktardığımız olağanüstü renkli hikâyesi var.

1920’den bu yana 96 yıl geçtikten sonra Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı’nın sitesinde bugün de şu not yer alıyor: 

“Dışişleri Bakanlığı halen merkezde ve dış teşkilatımızda 2156 diplomatıyla görev yapmaktadır. Türk hariciyesi, kısıtlı kaynaklarına ve personel sayısına rağmen…”

Peki ‘kısıtlı kaynaklar’ın farklı ölçeklerdeki devamlılığı dışında Türk diplomasisinde neler değişti, değişiyor? Değişim sadece gelişmeye mi işaret ediyor, yoksa geri gidişler de var mı? Yanıtları, dış politika perspektifi yetkilerinin tarifiyle ‘sıfır sorun’dan ‘değerli yalnızlık’a evrilen AKP dönemi özelinde konuşmak için Özdem Sanberk’in kapısını çaldık. 

Özdem Sanberk, BM'de Mavi Marmara saldırısını araştırma komisyonunda Türkiye'yi temsilen görev aldı Özdem Sanberk, BM'de Mavi Marmara saldırısını araştırma komisyonunda Türkiye'yi temsilen görev aldıSanberk, 1963’te girdiği Dışişleri’nde Madrid, Amman, Bonn ve Paris’teki OECD ve UNESCO daimi temsilciliklerinde görev alan, başbakan olduğu dönemde Turgut Özal’ın dış politika danışmanlığını, ardından Avrupa Topluluğu nezdinde büyükelçi olarak Daimi Temsilcilik yapan bir isim. Dışişleri’nde bir bürokrat en için en yüksek makam olan müsteşarlığa kadar yükselen, Londra Büyükelçiliği ardından emekli olan Sanberk, bugün Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu (USAK) başta olmak üzere çeşitli düşünce kuruluşlarında aktif olarak çalışıyor. Uluslararası sularda İsrail saldırısına uğrayan Mavi Marmara gemisi için Birleşmiş Milletler'in başlattığı soruşturma sürecinde Türkiye’yi temsil eden isim de Sanberk oldu.

Dışişleri’nin bugün geldiği nokta için “Kariyer niteliği çok sulandırıldı” diyen Özdem Sanberk’e göre, bunun başlıca sebeplerinden biri Fethullah Gülen cemaati üyelerinin liyakat gözetilmeden bakanlığa alınması. Abdullah Gül’ün Dışişleri Bakanlığı döneminde yaşandığını belirttiği bu gelişme için, Özdem Sanberk, şu notu paylaşıyor:

“Gülen cemaati gibi bir ideolojiyle gelinmesi Dışişleri içerisindeki kaynaştırıcı, disiplinli, dönüştürücü sistemi de etkiledi.” 

AKP’nin ilk döneminde Avrupa Birliği (AB) adaylığı için attığı adımları destekleyen Sanberk, kırılma yılı olarak da AKP’nin AB yolunda en somut kazanımı olan müzakerelerin başlama yılı 2005’i mimliyor. Aynı yıl AKP’nin AB’yi dış politikada öncelik olmaktan çıkardığını savunan Sanberk, eleştirilerine rağmen “Vize kalkarsa çok büyük başarı olur, ben ümitliyim” görüşünü de AKP’den esirgemiyor. 

Yaygın iddianın aksine Türkiye’nin dış politikada sırtını İslam dünyasına hiçbir zaman dönmediğinin altını çizen Sanberk’e göre, son dönemde “Diplomasimizle kendi kendimizi Orta Doğu’dan diskalifiye ettik.” 

İsrail’den AB’ye, Suriye’den ABD’ye uzanan alanda Türk dış politikasını değerlendirirken “Türk toplumunun otoriteye zaafı olduğunu” görüşünü de savunan Özdem Sanberk’in T24’ün sorularına verdiği yanıtlar şöyle: 

Dışişleri’nde klasik diplomasiden kamuoyu diplomasisine

- Dışişleri Bakanlığı’nda aktif yaklaşık 35 yıl çalışmış, sonraki 16 yılda da BM Araştırma Komisyonu’nda Türkiye’yi temsil edecek kadar yakından izlemiş biri olarak söyler misiniz, girdiğinizde hariciye neredeydi, bugün nerede?

Bakanlığa girdikten sonra yaptığım iki yıllık askerlik hizmetini de dahil edince 37 yıl çalıştığımı zannediyorum. Hem müsteşarlık, hem büyükelçiliği Londra’da yaptığım için Dışişleri’nde daha fazla bir hizmet verebileceğimi zannetmediğim den ve yaşım da başka bir kariyer yapmaya müsait olduğundan 61 yaşımda Emekliliğimi istedim ve 2000 yılında düşünce kuruluşları dünyasına girdim. Bundan da hiç şikâyetçi değilim. İnsanın kendini yetiştirmesinin sınırı olduğunu düşünmediğim için iyi oldu.

Girdiğim zamanki Dışişleri ile şimdiki arasında hem olumlu, hem olumsuz farklar var muhakkak. Olumlularını söyleyeyim. İhtisaslaşma var. Eskiden bir Dışişleri memurunun hem tematik, hem coğrafi bakımdan her konuyu bilmesi gerekeceği varsayılırdı. Bir aşamada Arap memleketlerine giderdin, ondan sonra soluğu Birleşmiş Milletler’de (BM) alırdın, oradan örneğin Güneydoğu Asya’ya geçerdin. Şimdi bunlar, tam olmasa da daha ölçülü bir şekilde yaşanıyor. Coğrafi olarak artık Arap dünyası, Avrupa Birliği (AB) veya İspanyol dünyasında ihtisaslaşmalar yaşanıyor. Tematik olarak enerji diplomasisi, çok taraflı - BM, AB, NATO, AGİT - diplomasi gibi alanlarda değerli diplomatlarımzın olduğunu görüyoruz.

Ayrıca eskiden adaylar daha çok siyasal bilgiler ve hukuk gibi sosyal bilimlerden gelirken spektrum genişledi. Şimdi sanırım değişik ihtisas alanlardan gelen diplomatlarımız da çoğaldı.

Bir de tabii, benim Dışişleri’ne girdiğim 1960’lı yıllardaki dünyayla bugünkü arasında çok büyük fark var. O fark da bütün bürokrasiye yansıdığı gibi, Dışişleri’ne de yansıdı. O zaman Osmanlı diplomasi geleneklerinden yetişmiş klasik Türk diplomasisinin temsilcileri hâlâ hayattaydı ve daha çok kapalı kapılar arkasında ilerleyen, kamuoyunu pek nazar-ı itibara almadan klasik diplomasi yapılırdı. Şimdi public diplomacy denilen kamuoyu diplomasisinin önemi daha fazla anlaşıldı.

- ‘Public diplomacy’den ne anlamalıyız? 

Yani medyayı, bilhassa TV kanallarını, düşünce kuruluşlarını, konferans, her türlü toplantı, yayın, lobicilik faaliyeti, hatta sanat, edebiyat, spor gibi alanlarda kitlelerin düşüncelerini, yani kamuoylarını etkilemeyi ve şekillendirmeyi hedefleyen, moda tabiriyle ‘algı operasyonları’ uygulamayı öngören diplomasiyi anlamalıyız. Türk diplomasisinde bu tür bir gelenek yoktur. Yaşadığımız yüzyılda son derece önem kazanan bu tür diplomasinin tanımı içine parlamentoların temas ve etkinlikleri de girer. Eğer siz dünya kamu oylarını etkileyemezseniz özellikle Batı dünyasında diplomatik eylemlerinden hiçbir sonuç alamazsınız. Çünkü muhatabınız olan yabancı hükümetler, eğer serbest seçimlerle iktidara gelmişse, onlar sizin söylediklerinizden çok kendi seçmenlerinin görüşlerine ağırlık vermeyi tercih edeceklerdir. Siz de hükümetinizin politikalarını öncelikle diplomatik eyleminizi yönelttiğiniz ülkenin kamuoylarına anlatabilmeniz ve sırf bulunduğunuz ülkenin hükümetini değil, o ülkenin kamuoyu nezdinde itibar, saygınlık ve itimat duyguları uyandırabilmelisiniz. Bir ülkenin kamuoyu diplomasisinin başarısı o ülkenin imajıyla yakından ilgilidir. Tabii bunu kolayca veya zorlukla yapabilmeniz temsil ettiğiniz hükümetin uygulamalarına geniş ölçüde bağlıdır. Şurasını hiç unutmamamız gerekiyor; Türkiye’nin imajı Türkiye’de oluşur.

“Gülen cemaati üyeleri Dışişleri’ne girdi; bakanlığın kariyer niteliği sulandırıldı”

- Dışişleri’nde gözlemlediğiniz olumsuz değişimler neler oldu?

Bir kere siyaset girdi. Aslında siyaset her zaman vardı, ama o zaman tek boyutluydu. Atatürk ilkeleri ve cumhuriyetin değişmez prensipleri temelinde gidilirken özellikle 2000’li yıllardan itibaren AK Parti’nin iktidara gelmesiyle yavaş yavaş bir kere Gülen cemaatinin temsilcilerinin Dışişleri’ne girmesi olayını yaşadık.

- Cemaat üyeleri Dışişleri’ne girmeye başladığı zaman da bunu gözlemliyor muydunuz?

Ben AK Parti iktidara gelmeden, 2000 yılında emekli olduğum için bu süreci takip etmedim.

- Sizce Gülen Cemaatinin Dışişleri’nde varlık göstermesi, Liyakatin göz ardı edilmesiyle mi oldu?

Liyakatin göz ardı edilmiş olduğunu sanıyorum. Ancak bunu konuşabilmek için kurumun içinde yaşamış olmak lazım.

- 2012’de CHP İstanbul Milletvekili Emekli büyükelçi Osman Korutürk, son dönemde Dışişleri Bakanlığı’na alınan ve ileride büyükelçi sıfatı da taşıyabilecek 100 yeni meslek memurunun 70’inin İngilizce dahi bilmediğini belirterek “Bu memurlara ODTÜ’de dışarıdan kurs verdirilerek İngilizce eğitimine tabi tutulduklarına ilişkin bilgi aldık. Dışişleri Bakanlığı’nın geldiği nokta budur” demişti. Star gazetesi yaklaşık 2 hafta önce bakanlıkta benzer yetersizlik gösteren kişileri ‘FETÖ diplomatları’ olarak niteledi. Sizin bu konuda bir duyumunuz var mı?

O beyanların ötesinde bir şey söyleyemem. Ama gördüğüm kadarıyla bu beyanlarda bir hakikat payı var. Dışişleri Bakanlığı’nın kariyer niteliği çok sulandırıldı. Ama buna mukabil Dışişleri Bakanlığı kapılarını daha geniş kitlelere açtı.

- “Dışişleri demokratikleşti ve vasatlaştı” mı diyorsunuz?

Bunu söylemek genelleme olur, orada olup vasat olmayan birçok kıymetli genç var. Türkiye’deki Dışişleri’nin kapıları üniversite mezunu herkese açık. Bir kast sistemi yok ve “Belli bir ideolojiye sahip olanlar girsin” gibi bir eğilim de olmadı. 

- ‘Sulandırma’dan kastınız sizi mahcup eden tavırları da kapsıyor mu?

Dışişleri’nde doğal olarak artık çok sıkı ilişkim yok, ama şunu gördüm; Gülen cemaati gibi bir ideolojiyle gelinmesi Dışişleri içerisindeki kaynaştırıcı, disiplinli, dönüştürücü sistemi de etkiledi. Ancak Dışişleri her şeye rağmen Türk bürokrasisinde önemli yer tutmaya devam ediyor. Dışişleri geleneklerine bağlı ve muhafazakâr bir kurumdur. Muhafazakârlık duraklama ve gerileme anlamına gelmiyor. Japonya ve İngiltere’de gördüğümüz gibi terakkinin etkili taşıyıcısı da olabiliyor. Dışişleri Bakanlığı bu karakterini korumaya devam ediyor.

“Gülen cemaatinin Dışişleri’ne girmesinin  Gül döneminde olduğu yüzde yüz” 

- Netleştirmek adına soracağız, bahsettiğiniz ‘Dışişleri’ni sulandırma, Gülen cemaati üyelerini liyakati göz ardı ederek işe alma’ Abdullah Gül döneminde mi oldu, Ahmet Davutoğlu döneminde mi?

Kesin bilmiyorum ama Gül döneminde olduğu yüzde yüz. Çünkü bu gelişmeler, cemaatle AK Parti arasında her şeyin güllük gülistanlık olduğu o dönemde yaşandı. Kavga 17-25 Aralık’tan sonra ortaya çıktı.

- Sizce İngiltere’de de eğitim gören, AKP döneminden önce Avrupa Konseyi ve NATO parlamenter meclisleri üyeliği de yapan, dolayısıyla dış ilişkilerde liyakatin önemini tecrübe etmiş olduğu düşünülebilecek Abdullah Gül, kendisi Dışişleri Bakanlığı’na geldiğinde liyakati neden göz ardı etmiş olabilir? 

Bu sorunun yanıtını muhakkak ki ancak Sayın Gül verebilir.

- Siz bu gözleminiz hakkında süreçte hiç uyarıda bulundunuz mu?

Hiç bulunmadım.

“Komşularla sıfır sorun olumlu, yapıcı ve çarpıcı bir slogan”

- Sizce Gülen cemaati o dönem dış politikayı belli bir mecraya yöneltmeye çalıştı mı?

Gülen cemaatinin Türk dış politikasının oluşturulmasında ve uygulanmasında bir özel  bir etkisi olduğunu sanmıyorum. AK Parti, esasen kendi iktidarının takriben ilk 10 yılında, ekonomi, ticaret, yatırımlar, jeopolitik, tarih, kültür, eğitim, dil, din, ticaret, gelenekler ve ilişkiler gibi değişkenleri, çok yönlü bir dış politikanın hizmetine vermek şeklinde, Turgut Özal’ın 1980’li yıllarda başlattığı bölgeye ve dünyaya açılma stratejisini benimsedi. Aslında tam bir yumuşak güç stratejisi olan bu diplomatik tatbikatı başarıyla uyguladı. Bu uygulamalarında komşularla sıfır sorun ilkesi gibi olumlu, yapıcı ve aynı zamanda çarpıcı bir slogan da, biraz önce bahsettiğimiz kamuoyu diplomasisinde etkili oldu. Tabii bu başarılı uygulamanın ilk 10 yılının büyük kısmında Sayın Gül ve Sayın Davutoğlu’nun paylarının büyük olduğunun da altını çizmek gerek.

- Dışişleri Müsteşarlığı da yapmış bir isim olarak, mesainiz sürecinde siz nasıl bir devletle karşılaşmıştınız? MİT ve Genelkurmay’la ilişkiler nasıl yürüyordu? Asker ve sivil müsteşarlar hiyerarşisi nasıldı?

Dışişleri’ne girdiğim 1963’ten itibaren İnönü, Demirel, Ecevit, Özal, Çiller, Erbakan dönemleri yaşandı. O zamanki devletin işleyişi de çok verimli değildi, ama uyumsuzluk ve kutuplaşma yoktu. Fakat şu vardı; kurumlar arası rekabet. Bu aslında her devlette değişik ölçülerde yaşanan bir olay. Örneğin, Devlet Planlama ile Maliye Bakanlığı veya Devlet Planlama ile Ticaret Bakanlığı, Dışişleri’yle Maliye Bakanlığı arasında on yıllarca bu rekabet yaşandı. Koalisyon dönemlerinde de önemli bakanlıklar ayrı partilere verildiği için söz konusu rekabet oldukça yıpratıcı oldu.  

Çalıştığım 30 küsur senelik zamanda, Dışişleri Bakanlığı’yla Genelkurmay arasında, Dışişleri Bakanlığı ile MİT arasında çok yakın bir işbirliği oldu. Elbette adı geçen bu kurumlar içine kapalı kurumlardır. İçine kapalılık özellikle MİT için doğaldır. MİT bilgi toplar, ama bilgiyi kolay paylaşmaz. Ama gerektiği zaman gereken kurumlarla paylaşır. Aynı şey İçişleri Bakanlığı ve Genelkurmay için de tabii geçerli. Terörle mücadele ve yabancı ülkelerin yurdumuzda faaliyetleri konusunda bu kurumlar arasında yararlı işbirliği gerçekleştirildi. Eminim şimdi de gerçekleştirilmektedir. Özellikle müsteşarlık dönemimde Genelkurmay’la da çok yakın bir işbirliği içinde çalışıldı. 

“Genelkurmay’la hiçbir sorunumuz olmadı”

- Müsteşarlık döneminizde Askeri vesayeti hissediyor muydunuz?


O zaman Genelkurmay’ın etkisi belliydi; bu, tabii Dışişleri’ni de etkiliyordu. Fakat çok iyi bir istişare mekanizması vardı. Milli Savunma Bakanlığı’nın müsteşarı da vardı, ama esas yetki Genelkurmay Başkanı ve 2. Başkan’daydı. Dönemimde hem her ikisi, hem Dışişleri Müsteşarı ve müsteşar yardımcıları en az ayda bir kere öğle yemeklerinde buluşur yahut toplantılar yapardı. O işbirliği kurumsallaşmış vaziyetteydi. Bizim hiçbir sorunumuz olmadı.

- Okuyucular için hatırlatalım; müsteşarlık döneminizin önemli kısmında Genelkurmay Başkanı Doğan Güreş’ti.

Evet, çok yakın bir işbirliği içindeydik. Tabii işbirliğimiz özellikle Kuzey Irak üzerineydi, ilk sınır ötesi askeri hareketlerimizin başladığı yıllardı. Birinci Körfez Savaşı’nda çok kısa bir süre içinde Kuzey Irak’tan 500 bin kişi girdi.

- Fikret Bila’nın verdiği emirler hakkında yönelttiği “Özal’a, Demirel’e danışıyor muydunuz; MGK’da görüşüyor muydunuz” sorusuna “Hayır, MGK’ya gittiğim zaman da herkes çok memnundu” yanıtı verebilen, sınırlarını kendi belirlediğini amiyane ifadelerle de ifade eden bir isimdi Doğan Güreş. Siz o zaman nasıl bir Doğan Güreş gördünüz?

Doğan Güreş Paşa rahmetli olduğu için kendisinin ifadeleriyle ilgili olarak bir yorumda bulunamam. Ama şu kadarını söyleyebilirim: O zaman alınan diplomatik ve askeri/politik kararlarda tayin edici etki büyük ölçüde Özal’a aitti. Ancak Özal bu kararları tek başına almaz, askeri ve sivil yetkililerle uzun ve derinlemesine görüşme ve istişareler sonucu alırdı. Belki en doğrusu, kararlar aslında bütün bürokrasinin ortak görüşü temelinde halinde veriliyordu. Ancak bu ortak görüşün oluşmasında ağırlık muhakkak ki Özal’daydı.

- ‘Uyumlu çalışma’ devletin işleyişi açısından kulağa hoş gelse de eğitimini katı resmi ideoloji içinde almış, elindeki silahın iktidarıyla da hareket eden askerle uyuşmanız pek çok insanı rahatsız da edecektir.

Olabilir, ama neticede biz uyumlu çalıştık.

“Azerbaycan’a darbe girişimini ilk sezen diplomatımız Mehmet Ali Bayar’dı”  


- Sizin müsteşarlık döneminizde olan bir başka gelişme, MİT’in basına yansıyan bir raporunda Aydınlık gazetesinden alıntıyla “Çiller’in onayıyla (Azerbaycan Cumhurbaşkanı) Aliyev’e yönelik darbe” ibaresiyle geçti. Bu süreçte neler oldu anlatabilir misiniz?

O zaman Demirel cumhurbaşkanıydı. Biz o darbe meselesini haber aldığımız zaman ilk iş Demirel’le temas ettik, Çiller’le pek fazla temasımız olmadı.

- Size haber nereden geldi?

Olayların sırasını hatırlayamıyorum doğrusu, ama bize haber büyükelçimizden geldi. Oradaki büyükelçimiz Altan Karamanoğlu’ydu. Onun yanında da genç diplomatımız Mehmet Ali Bayar vardı. Bu tehlikeyi ilk sezen, büyükelçisini ve bizi uyaran Bayar’dır. Dışişleri Bakanlığı’nın buradaki rolü, Demirel’i zamanında uyarabilmiş olmasıdır. Ve Demirel’in de katkısı çok önemli oldu, Aliyev’le iletişime geçti.

- Sürece MİT’in dahlinin olup olmadığı, Çiller’in attığı adımların büyüklüğü, onu yönlendirenlerin kim olduğuna ilişkin söylenti seviyesinde de olsa kulağınıza çalınan duyumlar oldu mu?

Kulağımıza çalınanlar oldu, ancak bu konuda okuyucularımızı aydınlatma sorumluluğunu taşımaya yeterli bilgi unsurlarına sahip değilim.

- Aliyev’e darbe girişimi ardından Tansu Çiller’e neler yaptığı soruldu mu?

Herhangi bir bilgim yok.

Türkiye’de Yeni Atanan Büyükelçiye nasıl bilgilendirme yapılır? 


- Türkiye’deki işleyişini bilmediğimiz bir süreç: Bir büyükelçi atandığında mesai nasıl işliyor? Örneğin apar topar Washington’a mı gidiliyor, yoksa MİT gibi kurumlarla görüşülüp bilgi aktarımı yapılıyor mu?

Tabii ki bir büyükelçi göreve atandığında gideceği devletle ilişkilerimizin siyasi, iktisadi, askeri ve teknik nitelikleri ve bu konulardaki ilişkilerimizin durumu hakkında Dışişleri Bakanlığı’ndaki dosyalara ilaveten, bürokrasinin tüm yetkililerinden bilgi edinir. Ayrıca dışişleri bakanı, başbakan ve cumhurbaşkanı tarafından kabul edilerek talimatlarını alır.

Eski yıllarda, Türkiye’nin büyükelçiliklerinin sayısı az iken yeni atanan büyükelçiler ve yeni atanan müsteşarlar, cumhurbaşkanı ve başbakan tarafından baş başa ve bazen öğle yemeğinde kabul edilir, varsa kendilerine özel talimatları verilirdi. Dışişleri’ne ilk girdiğim dönemlerde dış temsilciliklerimizin sayasının artmaya başlamasıyla bu yavaş yavaş azalmıştı.

- Bugün bir büyükelçiyle hedeflere dair özel bir görüşme yapılmıyor mu?

Bir kararname çıkınca onları toplu halde cumhurbaşkanı ve başbakan kabul eder, talimatları verir. Ama bazı başkentlere tayin olan büyükelçiler hariç karşı karşıya oturup ayrıntıya girmeye pek vakit bulmazlar. En azından benim zamanımda böyle idi. Dışişleri bürokrasisi o açıdan biraz sıradanlaşmıştı. Belki şimdi daha farkldır.

- O zaman dış temsilcilerin biraz körebe oynadığını düşünmek ne kadar yanlış olur?

Büyükelçi olana kadar geçirdiği süre zarfında memur, en az cumhurbaşkanı kadar, hatta belki ondan daha ayrıntılı, dosyaya hakim oluyor. Detaylar açısından büyük bir sorun bu nedenle yok. Devlet başkanı veya başbakanın da ilgili büyükelçinin tayin edildiği yerle ilgili özel bir politikası varsa, bunu zaten MGK’da, kabinede konuşmuş oluyorlar. Bunlar bilinmeyen şeyler olmuyor. Bunların haricinde özel bir şey varsa ayrıca görüşüyorlar.

“Ankara’yla Eşgüdümsüzlük elçileri açığa düşürür”

- WikiLeaks belgelerine yansıyan gazetecilere ilişkin notların sebep olduğu bir merak: Ülke temsilcileriyle görüşen gazeteciler, bilgi aldıklarını düşünürken kendilerine dair de kayıtlar mı düşüyor? Temsilciler, gazetecilerle görüşmelerini hangi kriterle değerlendirip, ne tür usullerle merkezlerine iletiyorlar? 

Temsilciler, gazetecilerle görüşürlerken zaten ne söyleyecekleri o konuda haiz oldukları genel talimatları çerçevesinde bellidir. Bu çerçevede kendi üsluplarına göre gazetecilerle konuşurlar. Tabii temsilci, gazeteci kendisiyle görüşmeden önce o gazeteci hakkında gerekli bilgilere sahiptir.

- Başbakan Davutoğlu Brüksel’deyken Cumhurbaşkanı Erdoğan ‘ey Batı’ deyince dış temsilcilere ne oluyor, alanları nasıl sınırlanıyor?

Merkezdeki yetkili makamların, yabancı bir ülke hakkında o ülkedeki büyükelçiyi haberdar etmeden yaptıkları kamuya açık beyanlar veya Ankara’da gerçekleştirdikleri girişimlerin yarattığı sakıncalar Türkiye diplomasisinin eski bir yapısal sorunudur. Bu soruna eşgüdümsüzlük adı da verebiliriz. Eşgüdüm gereğine riayet edilmemesi sırf alanları sınırlamakla kalmıyor. Büyükelçiyi nezdinde görevli bulunduğu ülke makamları veya basını karşısında kendi hükümetinin politikaları hakkında habersiz bırakıyor. Büyükelçi, bulunduğu ülkenin Dışişleri’ne çağırılıp hükümetinin ne demek istediği kendisine sorulduğu zaman eğer önceden bir tutum veya üslup değişikliği konusunda bilgilendirilmemişse açığa düşüyor. Açığa düşürülen bir büyükeçi ülkesinin çıkarlarını korumakta zorlanır.

“Dış politikamızın stratejik öncelikleri açık değil”

- Dışişleri’nde başka ne tür yapısal bozuklar gözlemliyorsunuz?

Öteden beri mevcut olan ve sadece bizim kendi ülkemize mahsus da olmayan başka ve daha vahim yapısal bozukluklar bizim diplomasimize zaman zaman hakim oluyor.  Türk dış politikasında eskiden beri olan ama son zamanlarda ağırlığı artan üç yapısal sorun görüyorum. Bir, bugün dış politikamızın stratejik öncelikleri açık değil. Türk dış politikası gerçeklerin oluşturduğu bir temel üzerinde oturur. Türkiye’nin stratejik, güvenlik ve ekonomik çıkarlarını bu gerçekler belirler. Son yüzyıldan beri yaşanan iki dünya savaşı ve bölgemizde ve daha geniş alanlarda meydana gelen savaşlar, büyük stratejik ve kırılmalar Türk dış politikasının oluşturulması ve uygulanmasında ve Türkiye’nin çıkarlarının korunmasında ve ilerletilmesinde gerçeklere dayalı dış politikanın rolunün önemini ispat etmiştir. Geçmiş on yıllarda dış politikamızın  oluşturulması ve uygulanmasında zaman zaman bu üç temel unsurun dışında din, mezhep, ideolojiler, hatta hayaller gibi exogen faktörler rol oynamıştır. Ama bir ölçü dairesinde. Bu exogen faktörlerin etkisi arttığında.Türk dış politikasının topalladığını görürüz. Çünkü o zaman dış politikada öncelik kavramları belirsizleşmeye başlıyor. Bu tür sapmalar hiç şüphesiz başka ülkelerde de oluyor. Ama bizde özellikle son yıllarda Orta Doğu politikasından ABD politikasına kadar bu faktörlerin olumsuz etkisi ciddi şekilde hissedildi. Öncelikler belli olmayınca da dış politika el yordamıyla yapılmaya başlanıyor.

“Dışişleri Bakanlığı’nın etkisi geniş ölçüde kalktı”

İkinci yapısal sorun; karar mekanizmalarının iyi işlememesi. Dış politika nasıl yapılır? Daireler vardır, oradaki memurlar politika opsiyonları hazırlar, onlar bir üst makama gider. Politikalar yukarı doğru çıkar. Bu hazırlanırken kurumlar arası bir işbirliği yapılır. Genelkurmay’la, MİT’le, İçişleri Bakanlığı’yla, iş ekonomiyle ilgiliyse ekonomiyle görevli kurumlarla konuşulur. Bu istişare süreçleri de karar cumhuriyet tarihinde hiçbir zaman aksaksız işlemedi. Yakın zamanda ise bu sorunun ağırlaştığının en basit misalini Merkez Bankası ile Cumhurbaşkanı arasındaki karşılıklı beyanlarda gördük. Olağan süreçte Dışişleri Bakanlığı’ndan çıkan politika Bakanlar Kurulu’na, başbakandan cumhurbaşkanına gider ve dışişleri bakanından çıktıktan sonra politika artık onun kontrolünde olmaz. Sonuç olarak 180 derece farklı bir politika da tercih edilebilir. O zaman Dışişleri’nin etkisi kalkmış oluyor.

- Şu an sizce Dışişleri’nin etkisi kalktı mı?

Geniş ölçüde kalktığını görüyoruz. Ama bazı konularda Dışişleri Bakanlığı’nın şu andaki üst kademesi, dışişleri müsteşarı ve müsteşar yardımcıları hâlen çok etkili durumda. Hem Türkiye’nin dış ilişkilerinde bir güven unsuru olmayı sürdürüyorlar, aynı zamanda hükümetle aralarındaki köprüyü kuruyorlar. Ama ben bunun kurumsaldan daha çok kişisel olduğunu zannediyorum.

“ Sinirlioğlu ve Ekibi Türk Diplomasinin bir kilit taşı”


- Feridun Sinirlioğlu’nun…

Kişiliği ve tecrübesi, diplomatik mahareti bunu sağlıyor. Ben kendisini ve ekibini halen Türk diplomasinin bir kilit taşı olarak görüyorum. Tabiatıyla onun yerine gelecek kişi aynı şeyi yapabilecek mi bilemiyoruz. Bugün ilan edilmiş bir öncelik göremesek de hadiselere bakarak Suriye ve Orta Doğu’nun ister istemez çok öncelikli bir durumda olduğunu söyleyebiliriz. Bir başka önceliğimizi, hem Cumhurbaşkanı, hem hükümetten duyuyoruz: “Türkiye, dünyadaki Müslüman toplumların her zaman yanında.” Başka bir önceliğimiz, enerji üreticisi ülkelerle yakın işbirliği. Bunun dışında Türkiye’nin NATO müttefikleriyle, ABD’yle, AB ülkeleriyle ilişkileri hâlâ önemli. Bunları bir sıralamaya tabi tutarsanız, Suriye ve Rusya dahil, etrafımızdaki bölgesel politikalar birinci sırada gelir. “Olayların getirdikleri yerine baştan bir stratejik bir öncelik var mı” derseniz, bunun yanıtı Davutoğlu’nun sıfır sorun politikasıydı. Herkes şimdi karikatürize ediyor, ama bu stratejik bir hedefti ve önemliydi. Ama yürümedi. Çünkü bu politika belli bir öçünün ötesinde hayal değişkenini de içeriyor ve gerçekçilikten uzaklaşıyordu.

“ Herkes Davutoğlu’na yüklendi, O aslında Barış politikası izledi”


- Kastınız?

Tabii şunu da kabul etmek gerekiyor; sıfır sorun politikası biraz da Türkiye’den kaynaklanmayan dinamiklerin sebebiyle başarısız oldu. Arap Baharı da, başarısızlığı da Türkiye’den kaynaklanan bir şey değil, ama bunlar sıfır sorun politikasını berhava etti ve herkes Davutoğlu’na yüklendi. Davutoğlu aslında barış politikası izledi. Fakat bugün barış politikasını pek az komşumuzla izleyebilir hale geldik. Bunun sorumluluğunu da şahsen Davutoğlu’na yüklemiyorum. Dışişleri’ndeki üçüncü yapısal sorun da; Türkiye’nin emelleriyle, yani hedefleriyle kapasitesi arasındaki orantısızlık.

“Türkiye’nin 2005’i Afrika yılı ilan etmesi çelişkiydi”

- Sizce Türkiye dünya içinde kendini nerede görüyor ve aslında kapasitesi ne; bir ayna tutsanız ne söylersiniz?

Türkiye kendini AB’ye katılacak bir kapasitede gördü. 1957’de Roma Anlaşması imzalandı ve Yunanistan müracaat ettikten hemen sonra biz de müracaat ettik. 1963’te katılımı öngören Ankara Anlaşması’nı yaptık, ardından da Katma Protokol. Bu Türkiye’yi AB’ye doğru götüren bir yola soktu. 1987’de tam üyelik müracaatı yaptık. 2004’teki kararla 2005’te tam üyelik müzakereleri başladı. AB’ye katılmaya hayal, ideal, ihtiras, ne dersek diyelim, biz bu yolu yürütürken 2005’te müzakerelerin başlamasıyla somut bir ara sonuca varıldı. Fakat Türkiye, 2005 yılını Afrika yılı ilan etti. Alın size çelişki! AB’ye katılan bütün ülkelerin öncelikleri topyekûn oraya girmek olmalıyken siz bunu yaparak hem AB’ye, hem de bürokrasinize “Benim olmazsa olmaz hedefim bu değil” mesajı veriyorsunuz.

- 2014’te Avrupa Birliği yılı ilan edildi.

Biraz geç oldu. Müzakerelerin başladığı yıl, yani 10 yıl önce bunun yapılması gerekiyordu. AB tam üyeliği belki ulaşabileceğimiz bir hayaldi, ama ulaşamayacağınız hayaller de var. Örneğin, pan-İslamizm hayali gerçekçi bir devletin düşünebileceği bir şey değil. Bunun ne bir takvimi var, ne de böyle bir dünya var.
- Gazeteci Ümit Kıvanç’ın “Osmanlı romantizmiyle, Pan-İslâmist milliyetçiliği kanatlandıran tehlikeli bir jeopolitikanın ufku” diyerek nitelediği Stratejik Derinlik’i siz ‘hayal’ kapsamında mı değerlendiriyorsunuz? 
Ham hayal olarak görüyorum. İnsanların da, milletlerin de hayalleri vardır, ama gerçeklikten ayrılırsanız hayal kırıklığı bedel ödetiyor.

“Dış politikaya baktığımda Pan-İslamist İzler görmüyorum”


- Peki siz Davutoğlu’nun damgasını vurduğu dış politakaya baktığınızda pan-İslamist izler görüyor musunuz?

Benim böyle bir izlenimim yok. Belki Osmanlı İmparatorluğu etkisinde bir Orta Doğu yahut da bir ihvan liderliği düşüncesi veya hayali olabilir. Dışişleri’nde bu şekilde hazırlanmış kâğıtlar olduğunu zannetmiyorum, ama hükümetin ve hükümeti etkileyen entelektüellerin düşüncelerinde olan projeler olabilir. Osmanlı meselesinde önemli olan şu: Tarihte yaşanmaz, tarih bir rehberdir. Her şeyden önce Osmanlı İmparatorluğu’ndan çıkan devletler böyle bir projeyi kabul etmiyorlar.

- Dışişleri Bakanlığı’nın senaryoları arasında hilafetin ihyasına ilişkin bir dosya da var mı?

Benim zamanımda yoktu. Bugün de olduğunu hiç tahmin etmiyorum.

- Üst makamlara çıkıp çıkmamasından ve savunulmasından bağımsız bir soru, neden bir ihtimal olarak hilafet senaryolar içinde yer almasın?

Dış politikanın oluşturulması ve uygulanmasıyla ilgili değişkenler arasında din faktörünün de yer aldığına yukarıda değinmiştim, bugüne mahsus değildir. Biz İslam Konferansı Örgütü’ne 1969’da katıldık, yani İslam dinini bir dış politika eylem aracı olarak gördük. Bu değişkenler, zaman zaman kaybolurlar, zaman zaman kullanılırlar. Ama hilafet bu tür süreçlerin içerisinde var mı? Yarın olabilir mi? Araştırma düzeyinde olabilir. Her konunun araştırılması faydalı olur, bu alanda tabular olmamalı.

“Türkiye Dış Politikada sırtını İslam dünyasına Hiçbir zaman dönmedi”

- “Türkiye şimdiye kadar sırtını döndüğü İslam dünyasına AKP’yle yüzünü çevirdi” diyecek birine ne dersiniz; hak mı verirsiniz yoksa ‘yanlış’ mı dersiniz?

Yanlış derim. Türkiye İslam dünyasına hiçbir zaman sırtını dönmedi. İslam ülkeleri 1950’lerden itibaren bağımsızlıklarını kazandıktan sonra Türkiye özellikle Orta Doğu ve Kuzey Afrika’daki Arap ve Arap olmayan İran ve İsrail gibi ülkelerin her biriyle ikili düzeyde, o ülkelerin kendi özelliklerini ve koşullarını göz önünde bulunduran ve 3. ülkelerin çıkarlarına zarar vermeyen pragmatik ilişkiler kurdu. Bu ülkelerin örneğin Müslüman Kardeşler, Baas ve Baas karşıtı grupların mezhep çekişmeleri gibi kendi içlerinde ve aralarında derin anlaşmazlıklar olması sebebiyle, Türkiye’nin Arap ülkelerine uygulanacak genel bir Arap politikası uygulaması gerçekçi değildi. Bu politikanın isabeti bugün açıkça görülmekte. Ayrıca Türkiye Arap ülkeleriyle Arapça gibi ortak bir dil şemsiyesi altında da değil...

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

Türkiye’nin Sınıraşan Sular Politikası

Türkiye’nin Sınıraşan Sular Politikası,


ÇAĞATAY AKÇA,
BANU KAYA,

Su Politikası, çeşitli devletlerin çıkarlarını ilgilendirdiği için uluslararası 
ilişkilerde, çözümü daima güç bir sorun olarak belirmiştir. Gerçekten Uluslararası nehirlerin kullanılması konusunda devletler arasında öteden beri uyuşmazlıklar çıkmıştır. Seyrüsefere elverişli nehirlerde, nehrin ağzını denetleyen devletlerle, yukarı kıyıdaş devletler arasındaki çıkar çatışmaları bu uyuşmazlıkların geleneksel örneklerindendir. 20. Yüzyılın başlarında endüstriyel ve tarımsal amaçlarla girişilen faydalanma eylemlerinde gördüğümüz kapsam değişimi sonucunda, devletler arasında çıkan uyuşmazlıkların niteliği değişmiştir. 427   
Bu değişimle birlikte devletlerin sınıraşan sulara ilişkin politikalarını belirlemede ön plana çıkan hususlar değişmiştir. Seyrüsefer amaçlı kullanım sınıraşan sulara ilişkin politikaların belirlenmesindeki öncelikli yerini kaybetmiştir. Tarımsal ve endüstriyel kullanımlarının sınıraşan sulara ilişkin kullanımlarda ilişkileri belirleyen esas faktörler haline gelmesiyle, tüketici ve kaliteyi etkileyen kullanımlar sorunu ortaya çıkmıştır. Günümüzde söz konusu sularda devletlerin politikasına tüketici ve kaliteyi etkileyen kullanımlar yön vermektedir. 

Su politikaları, su ve su kaynakları etrafında örgülenen politikalar anlamını 
taşımaktadır. Su kaynakları ve sistemleri ile uluslararası güvenlik ve çatışmalar 
arasında ilişki mevcuttur. Günümüzde su, global ölçekte stratejik bir kaynak ve pek çok politik çatışmanın da temel öğesidir. Ülkemiz yakın gelecekte ciddi su kısıtlılığı ile yüz yüze kalabilir. Bu nedenle, Türkiye’nin gelecek nesilleri adına gerçekçi ve uygulanabilir su politikaları geliştirmesi gerekmektedir.428 

Türkiye’nin su politikası, tarımsal üretimi artırma ve gıda güvenliğini 
sağlama; sanayi, kentsel ve kırsal alanlardaki artan içme suyu ihtiyacını karşılama; ithal enerji kaynaklarına bağımlılıktan kurtulma; ülke içindeki bölgesel, ekonomik ve sosyal dengesizlikleri giderme; halkın hayat standardını yükseltme hedefleriyle tanımlanabilir.429 Ülkemizin sınıraşan sulara ilişkin yürüttüğü politika ise, suyun ülkemizin ekonomik ve sosyal kalkınması, su ve gıda güvenliği açısından önceliklerimiz, AB ile tam üyelik müzakereleri, bölgesel gelişmeler göz önünde bulundurularak oluşturulmakta ve değişen koşullara göre gözden geçirilmektedir.430 

Türkiye’nin politikalarında ele alması gereken önemli bir konu da küresel 
iklim değişikliğidir. İklim değişikliğinin ulusal ve bölgesel boyutta etkileri olması 
kaçınılmazdır. Söz konusu etkilerin başta gıda, enerji, çevre ve su güvenliği 
konularında olması beklenmekte, Türkiye’nin, sayılan konularla ilgili politikalarını gözden geçirmesi gerekmektedir. Bu politikaların ülkemizin sularının sınıraşan niteliği dikkate alınarak kıyıdaş taraflar arasında işbirliği zeminine oturması önemlidir. Türkiye’nin geliştireceği politikalar, doğal kaynakların en verimli şekilde kullanılıp korunması temeline dayanmalıdır.431 

Ülkemizin sınıraşan sular politikasının gelişimine bakacak olursak, Türk dış 
politikası için sınıraşan sulara ilişkin sorunlar 1960’lı yıllarda birlikte ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemden önce dünyadaki genel eğilime uygun olarak Türkiye’de de nehirlerden sulama ve hidroelektrik enerjisi üretme amaçlı faydalanmalar sınırlı seviyede olduğu için sınıraşan sularımız komşu ülkelerle bir sorun teşkil etmemiştir.432 

20. yüzyılın ikinci yarısına kadar sınıraşan sulara ilişkin düzenlemeler daha 
çok sınır hattının belirlenmesi ile ilgili konulara ilişkin olmuştur. Bu dönemde 
sınıraşan sulardan faydalanmaya yönelik olarak sınıraşan sularımızda yapılmış 
antlaşmalar da bulunmaktadır. 1921 yılında Suriye’nin mandater devleti olarak 
Fransa ile yapılan “Ankara Antlaşması”nda Halep kentinin su ihtiyacının 
karşılanmasında Fırat nehrinden su alınabileceğine dair bir madde bulunmaktadır. 433 
1927 tarihli “ Türkiye Cumhuriyeti ile Sosyalist Şuralar Cumhuriyeti İttihati 
Hudutlarını Teşkil Eyleyen Nehir, Çay ve Dere Sularından İstifadeye Dair 
Mukavelename ile Serdarabat Barajının İnşasına Dair Müzeyyel Protokol” uyarınca taraflar sınır oluşturan nehir, çay ve dere sularından miktar olarak yarı yarıya faydalanacaktır.434 Bu dönemde yapılan diğer antlaşmalar da kapsamlı olarak incelendiğinde, sınıraşan suların kullanıma ilişkin kıyıdaş devletler arasında sorun yaşanmamaktadır. Bazı antlaşmalar faydalanmaya ilişkin hükümler ihtiva etse de genel olarak Dünya Savaşları’nın etkisiyle değişen sınırların tespiti hususunda antlaşmalar akdedilmiştir. Ülkemizin bulunduğu coğrafyanın aksine kuzey ülkelerinde ise bu dönemde kullanıma ilişkin sorunlar karşımıza çıkmaktadır. Bu ülkeler sanayi devrimi ve sonrasındaki süreçte sınıraşan sular üzerinde kapsamlı projeler geliştirmişlerdir. Bu durumda kıyıdaş taraflar arasında sorunların yaşanmasına neden olmuştur. Ülkemizin sınıraşan sulara yönelik olarak projelere başlaması ise 20. Yüzyılın ikinci yarısına tekabül etmektedir. Bu süreçte ülkemiz ile kıyıdaş taraflar arasında sorunlar yaşanmaya başlamıştır. 

20. yüzyılın ikinci yarısında Türk dış politikasında sınıraşan sular sorunu 
daha çok Dicle-Fırat havzasında başlatılan projelerle ortaya çıkmıştır.435 1965 yılında Fırat nehri üzerinde Keban barajının inşaatına başlanması ile birlikte aşağı kıyıdaşlar olan Suriye ve Irak’tan itirazlar yükselmeye başlamıştır. Bu süreçte Suriye ve Irak’ın itirazlarının temel gerekçesi Fırat nehrinin miktar ve kalitesinin Türkiye’nin inşa ettiği barajlar nedeniyle bozulması iddiasına dayandırmaktadır. Aynı dönem içinde üç kıyıdaş devlet arasında Ortak Teknik Komite yolu ile bir takım görüşmeler yapıldıysa da tüm tarafları tatmin edecek bir sonuç elde edilememiştir. Yine Fırat nehri üzerinde Karakaya barajının inşasının başlaması ile birlikte Suriye ve Irak itirazlarını tekrarlamıştır. Bu dönemde havzadaki sorunlar giderek uluslararası bir boyuta taşınmış ve havza dışı müdahaleler görülmeye başlanmıştır. Türkiye’nin Keban436 ve Karakaya437 barajları inşaatında uluslararası kuruluşlardan krediler aşağı 
kıyıdaşlar ile görüşme ve belli miktar su bırakma şartlarına bağlanmıştır. Bu ön 
koşullar Türkiye’nin günümüze kadar gelen havza dışı müdahalelere soğuk 
yaklaşması politikasının temel nedeni olmuştur.438 Bu dönemde Türkiye diğer 
sınıraşan sulara ilişkin de kıyıdaş devletlerle görüşmelerde bulunmuş ve antlaşmalar imzalanmıştır. Ülkemizin sınıraşan sular politikasında önemli bir yeri olan kıyıdaş taraflar arasında dostane ilişkiler sonucu ortak projeler üretmek gayesinin yansıması olan Arpaçay Barajını görüyoruz. Türkiye ile Sovyetler Birliği 25 Nisan 1963 tarihli “Türk-Sovyet Karma Komisyonunun Arpaçay Üzerinde Müşterek Bir Baraj inşası ile ilgili Toplantı Protololü”dür. Daha sonra, bu konuyla ilgili olarak 26 Ekim 1973 tarihinde “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Hükümeti Arasında Sınırdaki Arpaçay (Ahuryan) Nehrinde Baraj inşası ve Baraj Gölünün Teşekkülü Konusunda işbirliğine Dair Antlaşma ” imzalanmıştır. Her iki metine bakıldığında Arpaçay baraj antlaşması, baraj tesis edildikten sonra, barajda düzenlenen sular ile Aras’tan gelen sulardan, her iki tarafın hisselerine düsen suyu, doğrudan doğruya rezervuardan çekebileceği gibi sınır oluşturan Arpaçay ve Aras akarsularının herhangi bir sınır bölgesinden de çekebileceğini öngörmekte ve o yıl içerisinde hissesine düsen suyu kullanmayan tarafın müteakip yıllarda hak iddiasında bulunamayacağı hükümlerini ihtiva etmektedir.439 Ayrıca söz konusu baraj ortak işletmede olup, taraflar baraj sularından eşit olarak faydalanmaktadırlar.440 

Görüleceği üzere Türkiye kıyıdaş taraflar arasında su sorunu her dönemde barışçıl yollarla çözme taraftarı olmuştur. 

Öte yandan, 20. Yüzyılın ikinci yarısının önemli bir bölümünü kapsayan 
‘Soğuk Savaş’ Türkiye’nin komşularıyla olan bölgesel ve ikili siyasi ilişkilerini 
belirlerken sınıraşan su politikalarını da doğrudan etkilemiştir. Bu dönemde Suriye, Irak ve Bulgaristan’la Asi, Fırat-Dicle ve Meriç havzalarında kapsamlı sınıraşan su işbirliğinin kurulamamasında Soğuk Savaşın ikili ve bölgesel ilişkiler üzerindeki olumsuz etkisi rol oynamıştır.441 

1980’ler ile birlikte Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Projesi’ni (GAP)442 
hayata geçirmeye başlaması gözlerin yeniden Dicle-Fırat havzasına çevrilmesine yol açmıştır. GAP ile birlikte sulamanın başlaması suyun yıllık toplam miktarında bir azalma yaratacağı için Irak ve Suriye bu defa daha yüksek sesle itirazlarını dile getirmişlerdir. Ancak burada şunu da belirtmek gerekir, Ülkemiz tarafından inşa edilen barajlar kıyıdaş tarafları taşkınlarından kurtardığı gibi, her iki nehir üzerindeki suların düzenli akışının sağlanmasına (regule edilmesine) katkıda bulunmaktadır. 

Kıyıdaş devletler bu durumu iddialarını ileri sürerken göz ardı etmektedirler. 
Türkiye, 5-8 Kasım 1984 yılında gerçekleştirilen, ortak teknik komitenin 5 inci 
toplantısında “Fırat ve Dicle Havzası’nın Sınır Asan Sularının Eşit ve Gerçekçi 
Kullanımı için Üç Aşamalı Plan” olarak nitelenen projeyi gündeme getirmiştir.443 
Söz konusu plan dikkatle incelendiğinde ülkemiz sınıraşan suların kullanımında 
hakça, makul ve optimum kullanım esasını benimsediği görülecektir. Türkiye 
sınıraşan sulara ilişkin olarak hiçbir zaman kendine sınırsız haklar tanıyan bir 
yaklaşımdan yana olmamıştır. Söz konusu plan kıyıdaş devletler tarafından kabul görmemiştir. 

Soğuk savaş sonrasında ise, ortaya çıkan Yeni Dünya Düzenin Türkiye dış 
politikasını da etkilediğini görüyoruz. Türkiye çevresiyle, komşu ülkeleriyle dış 
politika değişikliğine gitmiş ve sıfır sorun üzerine bir dış politika stratejisi 
uygulamaya geçmiştir. Türkiye özellikle 21. yüzyıl başlar başlamaz bölgesel ve 
global etkinliğini artırabilmek için sistem içinde manevra kabiliyetini genişletici 
esnek ve aktif diplomasiye dayalı bir dış politika uygulamaya başlamıştır. Bu 
politikanın ilk amacı belirsizlik ve çatışma alanlarını mümkün olduğunca 

Türkiye’nin yaşam ve çıkar alanından uzak tutulmasıydı. Bu politika “iyi komşuluk ve karşılıklı ortak çıkar oluşturma” stratejisine dayanmıştır. Bu yaklaşımın içinde sınıraşan suların da var olması gerekiyordu. Özellikle Ortadoğu’daki komşularımız için Dicle ve Fırat suları sıfır sorun politikası doğrultusunda daha aktif bir hidropolitika ile kullanılmıştır.444Bu dönemde ayrıca, su kaynaklarını geliştirmek ve artan nüfusunun kentsel su ihtiyacını karşılamakta zorlanan Afrika ülkelerine dönük yardımlar Türk dış politikasının yeni konuları arasına girmiş bulunmaktadır. DSİ’nin teknik desteği ile Etiyopya, Sudan, Burkina Faso ve Nijer’de su kuyuları açılmıştır.445 Öte yandan Avrupa Birliği’ne adaylık ve uyum sürecinin başladığı 2000’li yılların başlangıcından bu yana su kaynaklarını kullanma ve koruma dengesini gözetecek yasal ve uygulamaya yönelik girişimler gerçekleştirmiş, bu hususlar sınıraşan su politikalarının biçimlendirilmesine katkılarda bulunmuştur. Nitekim 2009 yılında Suriye ve Irak’la Fırat, Dicle ve Asi nehir havzalarındaki su kaynaklarının kullanımı, geliştirilmesi ve korunmasıyla ile ilgili imzalanan mutabakat zabıtlarında Türkiye’nin, AB ile ilişkiler çerçevesinde, geliştirdiği yeni yaklaşımlar önemli rol oynamıştır.446 Bu mutabakat metinlerinde kullanılan: “havza 
düzeyinde su kaynaklarının yönetimi,” “emisyon standartlarının oluşturulması ve çevresel kalite standartlarına geçiş,” “kirleten öder,” ve “maliyet geri dönüşünün sağlanması,” gibi kavramlar AB su politikalarının oluşturulmasında, özellikle de AB su kaynakları yönetiminin başlıca yasal belgesi olarak nitelenen AB Su Çerçeve Direktifinin içerdiği kavram ve terminolojiyi yansıtmaktadır.447 

Türkiye’nin günümüze değin izlediği politikalar değerlendirildiğinde; 
Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarından bu yana, Türkiye, sınıraşan su havzalarında 
komşularıyla diplomasi ve uluslararası hukukun araçlarını kullanarak, müzakereler yürütme, antlaşmalar yapma ve geçici veya sürekli teknik komiteler gibi kurumsal yapılar oluşturma gibi dış politika çıktıları üretmiştir. Soğuk Savaş döneminde “düşman” kampta yer alan Ermenistan’la Arpaçay üzerinde inşa edilen ortak baraj, Suriye ile imzalanan Fırat nehrinden su paylaşımını (geçici) olarak belirleyen 1987 

Protokolü ve Bulgaristan’la imzalanan bir dizi anlaşma ve protokoller, Türkiye’nin farklı siyasi kamplarda yer aldığı komşularıyla bile sınıraşan su konusunda uyuşmazlıklarını ele alırken, uluslararası teamül hukukunun ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın (Antlaşması) öngördüğü biçimde barışçıl yollardan çözüm yöntemlerini tercih ettiğini ortaya koymaktadır.448 

Türkiye’nin sınıraşan sular politikasının tarihsel gelişimi bu alandaki ilkelerin oluşturulmasını etkilemiştir. Ayrıca Türkiye bu alandaki ilkelerini belirlerken 
günümüz hukuki ve politik yapılanmasını da dikkate almaktadır. Tüm bu durumlar göz önünde bulundurularak oluşturulan sınıraşan sular politikasının temel ilkeleri aşağıda sıralanmıştır.449 

1. Her ülke topraklarından doğan veya topraklarında akan sınıraşan sulardan faydalanma hakkına sahiptir. Ancak bunu yaparken aşağı kıyıdaş ülkelere önemli zarar vermeme ilkesi esastır. 

2. Sınıraşan sular kıyıdaş ülkeler arasında anlaşmazlıktan ziyade, bir işbirliği unsurudur. 

3. Sınıraşan sular hakça, makul ve optimum biçimde kullanılmalıdır. 

4. Suyun yararlarının paylaşılması hedeflenmelidir. 

5. Sınıraşan sularla ilgili meselelere kıyıdaş ülkeler arasında çözüm aranmalı, üçüncü tarafların arabuluculuk girişimleri desteklenmemelidir. 

6. Suların tahsisi ve kullanımında tabii hidrolojik ve meteorolojik şartlar dikkate alınmalıdır. Bu durum kuraklığın yaratacağı risklerin bütün kıyıdaş ülkelerce 
paylaşılmasını gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla, kesin rakamlar veya miktarlar üzerinden su paylaşımı söz konusu olamaz. 

7. Türkiye komşularıyla hidro-elektrik santrali, baraj ve diğer su altyapıları, sulama sistemleri ve içme suyu tesisleri alanında edindiği deneyimleri, teknoloji ve insan kaynakları potansiyelini paylaşmaya hazırdır. 

8. Dicle ve Fırat Nehirlerinin sularıyla ilgili olarak, “iki nehir tek havza” yaklaşımı Türkiye için vazgeçilmezdir. Bu bağlamda iki nehrin toplam su potansiyeli nin kıyıdaş üç ülkenin ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli olduğu değerlendirilmektedir. 

9. Ülkemiz Dicle ve Fırat suları konusunu bütün boyutlarıyla görüşmeye hazırdır. Bu çerçevede bir iyi niyet gösterisi olarak talep edilen bilgi ve veriler diğer 
kıyıdaş ülkelere iletilmektedir. Ancak veri ve bilgi değişiminin havza bazında karşılıklı olması gerekmektedir. 

10. Dicle ve Fırat Nehirlerinin sularının bütün kıyıdaş ülkelerce etkin bir biçimde kullanımı önem taşımaktadır. Bu kapsamda aşağı kıyıdaş ülkelerin de suyu 
etkin bir biçimde kullanmaları, su tasarrufu için yeni sulama sistemlerini devreye sokmaları ve suyun kirlenmesini önlemek suretiyle kendilerine düşeni yapmaları 
gerekmektedir. 

SONUÇ 

Sınıraşan sulara ilişkin hukukun gelişimini iki aşamaya ayırabiliriz. İlk aşama 
Sanayi devrimi öncesi dönemdir. Bu dönemde ülkeler arasında ilişkiler ulaşım 
amaçlı kullanım çerçevesinde gelişme göstermiştir. Bu minvalde, ülkeler arasında öne çıkan sorunlar da genellikle ulaşım amaçlı kullanımlara ilişkin olmuştur. Sanayi Devrimi ile birlikte sınıraşan sulara ilişkin farklı kullanımlar devletler arasında sorun teşkil etmeye başlamıştır. Bu kullanımlar suların öncelikle miktar bakımından etkilenmesine yol açmış ve ülkeler arasında bu hususta ihtilaflar yaşanmıştır. 

Sınıraşan sulara ilişkin bu dönemde yapılan hukuki çalışmalar devletlerin miktar 
bakımından kullanımlarında bir sınırlamaya tabi olup olmadığı üzerine 
yoğunlaşmıştır. 20. yüzyılın ikinci yarsına gelindiğinde ise sınıraşan sulara ilişkin 
kullanımların giderek artmasıyla, suların kalite bakımından da etkilenmesi durumu hasıl olmuş ve devletler açısından sorun teşkil etmeye başlamıştır. Günümüzde bu alana ilişkin uluslararası hukukun uğraş alanları içerisine su kaynaklarını hem miktar hem de kalite bakımından koruyucu düzenlemeler girmektedir. 

Çalışmamız kapsamında sınıraşan sulara ilişkin kullanılan kavramlar 
öncelikle ele alınmıştır. Bu kavramlardan ortak sular, ulusal-uluslararası akarsu, 
uluslararası su yolları, paylaşılan doğal kaynak, uluslararası sular sistemi, 
uluslararası akarsu havzası ve sınıraşan-sınır oluşturan sular kavramları detaylı bir şekilde incelenmiştir. Sınıraşan sulara ilişkin kullanılan kavramlar dönemsel olarak farklılıklar arz etmektedir. Hukuki metinlerin yorumu bakımından kullanılan kavramlar son derece önemlidir. Bu durum gerek ulusal gerekse uluslararası hukuk bakımından geçerlidir. İç hukukta kanun, tüzük, yönetmelik gibi metinlerde, metnin uygulanmasında tartışmaya yol açmamak için tanımlar maddesi ihtiva ederler. Aynı maksatla, uluslararası sözleşmelerde de tanımlar maddesi bulunmaktadır. Uygulamada ve metnin yorumunda tanımlar kısmı son derece önemlidir. Bu alana ilişkin uluslararası sözleşmelerde ve devletler arasında yapılan ikili veya çok taraflı antlaşmalarda birbirinden farklı kavramlar kullanılmıştır. Bu hususta genel bir mutabakat sağlanamamıştır. Kanımızca bu alana ilişkin olarak sınıraşan sular kavramının kullanılması yerinde olacaktır. Bu kavram teknik ve hukuki açıdan genel bir çerçeve çizme yeteneğine haizdir. 

Sınıraşan sulara ilişkin kullanımların sorun teşkil etmeye başlamasıyla 
birlikte devletlerin bu kullanımlarda yetkilerinin kapsamı tartışılmaya başlamış ve bu alanda çeşitli doktrinler üretilmiştir. Mutlak egemenlik, doğal durumun bütünlüğü, ön kullanımın üstünlüğü ve hakça, makul ve optimum kullanımı gibi doktrinler tarihsel süreç içinde ileri sürülmüştür. Bu doktrinler sınıraşan sulara ilişkin uluslararası hukukun gelişimine katkı sağlamıştır. Günümüzde uluslararası metinlerde çoğunlukla hakça, makul ve optimum kullanım doktrini karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu doktrinler kapsamlı olarak incelendiğinde de, tarafsız nitelik arz etmesi ve kullanımları hakkaniyete uygun olarak tespit etmesi bakımından hakça, makul ve optimum kullanım doktrini uygulanabilir bir nitelik taşımaktadır. 

Sınıraşan sulara ilişkin hukuksal metinler birlikte değerlendirildiğinde 
sınıraşan sulara ilişkin uluslararası alanda genel kabul görmüş bir belgeden söz 
edemeyiz. Mevcut hukuksal metinler sınıraşan sulara ilişkin yaşanan bütün sorunlara çözümler bulabilecek hükümler içermemektedir. Ayrıca sınıraşan sular hususunda uluslararası hukukun asli kaynakları arasında yer alan örf-adet hukukuna girebilecek kuralların olup olmadığı hususu da tartışmalıdır. Bu alanda yaşanan ihtilafların fazlalığı genel bir örf-adetin oluşmasına engel teşkil etmektedir. Ülkeler sınıraşan sulara ilişkin ihtilaflarını aralarında yaptıkları ikili veya çok taraflı antlaşmalar vasıtasıyla çözmektedirler. Bu antlaşmalarda da devletlerin aşağı veya yukarı kıyıdaş ülke konumunda olma durumuna göre farklı hükümler bulunmaktadır. Devletler sınıraşan sulara ilişkin olarak aralarında çıkan uyuşmazlıklarda, çıkar durumlarına göre farklı tezler ileri sürmektedir. 
Bu minvalde, devletlerin bu alana ilişkin ön yargılı yaklaşımı kapsamlı bir uluslararası hukukun oluşmasına mani olmaktadır. 

Bununla birlikte, çalışmamız kapsamında ele alınan 1992 tarihli Sınıraşan Su 
Yollarının, Uluslararası Göllerin Kullanımı ve Korunması Sözleşmesi, sınıraşan su 
kaynaklarının korunması ve ekolojik açıdan duyarlı yönetimi konusunda ulusal ve uluslararası eylemlerin güçlendirilmesini amaçlamaktadır. Sözleşme’de genel olarak su kaynaklarını koruyucu düzenlemeler yer almaktadır. 1992 Helsinki Sözleşmesi 2003 değişikliğine kadar Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu bölgesi ile sınırlı bir yapıya sahipken, bu tarihten sonra küresel nitelik taşıma gayesine yönelmiştir. 

1997 tarihli Uluslararası Su Yolarının Ulaşım Dışı Maksatlarla Kullanımına İlişkin Sözleşme ise su kaynaklarının paylaşımı ve kullanımı üzerinde durmaktadır. Sınıraşan sulara ilişkin olarak genel bir çerçeve oluşturma gayesi ile yola çıkan bu sözleşme oldukça detaylı düzenlemeler ihtiva etmektedir. Sözleşme, 1997 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda kabul edilmesinin üstünden geçen 17 yılın ardından, 35 inci ülke tarafından onay işlemlerinin tamamlanması ile birlikte 17 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 

Ülkemiz açısından bakıldığında; gerek yürürlükte olan 1992 tarihli Sınıraşan 
Su Yollarının, Uluslararası Göllerin Kullanımı ve Korunması Sözleşmesi gerekse 
yürürlüğe girecek olan 1997 tarihli Uluslararası Su Yolarının Ulaşım Dışı 
Maksatlarla Kullanımına İlişkin Sözleşme’nin, Ülkemizi doğrudan etkilemesi söz 
konusu değildir. Belli bir konuda uluslararası düzenlemelerin olması bu 
düzenlemelerden doğan kuralların tüm ülkeleri bağlaması anlamına gelmemektedir.

Uluslararası hukukun temel ilkelerinden biri olan “antlaşmaların sadece taraflarını bağlayacağı ilkesi” göz önüne alındığında, söz konusu Sözleşmelerin hükümlerinin Türkiye’ye karşı ileri sürülmesi mümkün değildir. Ancak 1992 Helsinki Sözleşmesi ve 1997 BM Sözleşmesi’nin hükümlerinin bir uluslararası örf-adet kuralı haline gelme ihtimali de söz konusudur. Doğal olarak bir devletin sürekli bir şekilde bir uluslararası bir teamülü tanımadığını belirterek hareket etmesi söz konusu teamülün ilgili devlete karşı ileri sürülme olanağı ortadan kaldırmaktadır. Ülkemiz söz konusu durumun önüne geçmek için karşı çıktığı hükümlere ilişkin muhalefet şerhini tüm uluslararası platformlarda ileri sürmektedir. Görüleceği üzere uluslararası hukuk kuralları ve uygulamalar değerlendirildiğinde, uluslararası hukukun bugün geldiği aşamada Türkiye’yi rızası hilafına sözleşme hükümlerini uygulamaya zorlayamayacağı aşikârdır. 

Ancak uluslararası politika bakımından aynı durumdan söz edemeyiz. 1997 tarihli Sözleşme’nin yürürlüğe girmesinden sonra uluslararası platformlarda Türkiye’yi sınıraşan sulardan faydalanma konusunda eleştirmek, bölge ülkeleri ve konuya müdahil olmak isteyen diğer taraflar bakımından daha kolay olacaktır. Söz konusu hükümler zorlayıcı olmasa da sınırlayıcı olma ihtimali taşımaktadırlar. 1992 Helsinki Sözleşmesi ve 1997 BM Sözleşmesine taraf olmamamıza karşın bu sözleşmelere ilişkin olarak yapılacak toplantılara katılmamız ve hem bu toplantılarda hem de diğer uluslararası platformlarda görüşlerimizi beyan etmemiz son derece önemlidir. Sınıraşan sularımıza ilişkin yürüteceğimiz politikalarda güncel gelişmeleri takip etmemiz ve buna göre politikalarımızı gözden geçirmemiz uluslararası alanda yaşayacağımız sıkıntıları asgari düzeye indirecektir. 

Bu alanda ele aldığımız Avrupa Birliği müktesebatında yer alan Su Çerçeve 
direktifi başta olmak üzere diğer hukuksal metinler sınıraşan sulara ilişkin hususlarda oldukça genel hükümler ihtiva etmekte ve bu alandaki detaylı hususları taraf olduğu uluslararası sözleşmelere bırakmaktadır. Avrupa Birliği’ne aday ülke statüsünde olan Türkiye açısından, özellikle sınıraşan hususları da içeren AB müktesebatı uyumlaştırılırken hukuksal çerçeve çok iyi çizilmelidir. Sınıraşan sular hususunda son derece dikkatli davranılmalı ve müktesebatın bu alana ilişkin hükümleri Türkiye açısından aleyhte yorumlara yol açamayacak şekilde uygulanmalıdır. Bu noktada sınıraşan su kaynaklarına yönelik daha detaylı bilimsel ve teknik çalışmalar yürütülerek, ülkemiz tezlerinin hem hukuki hem de teknik temellere dayandırılması açısından önem arz etmektedir. 

Dicle-Fırat, Asi, Meriç, Çoruh ve Kura-Aras havzası olmak üzere 5 sınıraşan 
havzaya sahip olan Ülkemizin su potansiyelinin yaklaşık %36’sını bahse konu 
havzalar sağlamaktadır. Bu durum sınıraşan sularımızın ülkemiz açısından önemini göstermektedir. Söz konusu havzalar bağlamında Ülkemiz Meriç ve Asi de aşağı kıyıdaş ülke konumda, Dicle-Fırat, Çoruh ve Kura-Aras Havzasında ise yukarı kıyıdaş ülke konumundadır. Ülkemizin yürüteceği politikalarda memba – mansap ilişkilerini gözetmeye devam edilmelidir. Ayrıca ülkemizin su zengini olduğuna dair oluşan yanlış kanı ortadan kaldırılmalı ve komşularıyla olan ilişkilerini uluslararası hukuka uygun olarak yürüttüğü mutlak suretle her platformda vurgulamalıdır. Bu bağlamda Ülkemizin 1980’li yıllarda önerdiği “Üç Aşamalı Plan” günümüz hukuksal metinlerinde karşımıza çıkan hakça, makul ve optimum kullanımın bir yansımasıdır. 

Ayrıca yine Ülkemiz ile Ermenistan arasında ortak işletilen Arpaçay Barajı kıyıdaş devletlerle ilişkilerimizdeki uzlaşmacı tavrımızın göstergesidir. Görüleceği üzere Ülkemiz sınıraşan sular konusunda hiçbir zaman uluslararası hukukun hilafına girişimlerde bulunmamış, sınıraşan sularda komşularıyla diplomasi ve uluslararası hukukun araçlarını kullanarak, müzakereler yürütme, antlaşmalar yapma ve geçici veya sürekli teknik komiteler gibi kurumsal yapılar oluşturma gibi dış politika çıktıları üretmektedir. Tüm bu durumlarla birlikte yaptığımız ve yapacağımız antlaşmalarda günümüzün önemli sorunları haline gelen iklim değişikliği ve beraberinde getirdiği hususlar göz önüne alınarak sınıraşan sularımıza ilişkin olarak gerekli düzenlemeleri mevcut ve gelecekte hazırlanacak hukuksal metinlere dahil etmemiz önem arz etmektedir. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


427 Sar,5-6 
428 Kır,Tayfun- İstanbulluoğlu Hakan Türkiye’nin Su Politikaları -TAF Prev Med Bull 2011; 10(3),s. 327-338,s.327-328 
429 KİBAROĞLU, Türk Dış Politikası ve Su, s.51 
430Dışişleri Bakanlığı-Türkiye´nin Sınır Aşan Sular Politikasının Ana Hatları, Dışişleri Bakanlığı 
http://www.mfa.gov.tr/turkiye_nin-sinir-asan-sular-politikasinin-ana-hatlari-.tr.mfa (en son erişim:05/03/2014) 
431 Kır vd, s.328 
432Kılıç, Seyfi, Türk Dış Politikasında Suyun Değişen Konumu, 
http://www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/analizgundemgoster.aspx?ID=4304, en son erişim:01/04/2014) 
433 Kılıç, Seyfi, Türk Dış Politikasında Suyun Değişen Konumu 
434 Bir, s.129 
435 Öztürk, Ahmet, Türkiye’nin Dış Politikası ve Sınıraşan Sular, Çakmak, Cenap- Doğan,Nejat- Öztürk, Ahmet, Uluslararası İlişkilerde Güncel konular ve Türkiye, Eskişehir-2012, s.315-340, s.326 
436 Irak ve Suriye, Türkiye'nin Keban Barajı inşaatı için yaptığı kredi antlaşmalarının öteki tarafların nezdinde de bu yönde girişimlerde bulunduktan ve Türkiye'ye sağlanacak kredinin, suyun aşağıya bırakılması konusunda elde edilecek bir program karşılığında gerçekleşmesini istedikleri anlaşılmaktadır. Nitekim, Türkiye ile ABD'nin yardım kuruluşu Uluslararası Kalkınma Örgütü (AID) arasında 1966 yılında imzalanan 40 milyon dolarlık kredi antlaşmasının girişi böyle bir koşulu içermektedir. Detaylı bilgi için bkz. Dalar,s.148 
437 1974 yılında başlayıp 1987 yılında tamamlanan Karakaya Barajı’nın inşaatının finansmanında da, Keban Barajı’nda yaşanan sorunlar tekrar etmiştir. 
Dünya Bankası krediye ilişkin ön koşul olarak, Türkiye, Irak ve Suriye arasında Bankanın tespit ettiği ve ana hatlarını belirlediği bir model üzerinde müzakerelere başlanmasını önermiştir. Detaylı bilgi için bkz, Dursun, s.106 
438 Kılıç, Seyfi, Türk Dış Politikasında Suyun Değişen Konumu 
439 Cirit,s.41 
440 Aktaş, s.262 
441 Kibaroğlu, Ayşegül, Türk Dış Politikası ve Su, s.51 
442 Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), Güneydoğu Anadolu Bölgesi‘nin sahip olduğu kaynakları değerlendirerek bu yörede yaşayan insanlarımızın gelir düzeyini ve yaşam kalitesini yükseltmeyi, bölgeler arası farklılıkları gidermeyi ve ulusal düzeyde ekonomik gelişme ve sosyal istikrar hedeflerine katkıda bulunmayı amaçlayan son derece kapsamlı bir projedir. GAP‘ın, aynı zamanda uluslararası alanda da önemli bir yeri vardır ve bölgesel su sorununun çözümüne katkı sağlamaktadır. Detaylı bilgi için bkz. Yavuz, s.106 
443 Üç aşamalı plan: 
1. Su kaynaklarına ilişkin envanter çalışmalar,
2. Toprak kaynaklarına ilişkin envanter çalışmaları, 
3. Su ve toprak kaynaklarının değerlendirilmesi ana başlıklarıyla karşımıza 
çıkmaktadır. Detaylı bilgi için bkz. Dursun, s.114-115 
444 Yıldız, Dursun -Röportaj: Maden, Tuğba Evrim, Kılıç, Seyfi, Ortadoğu Analiz, C.3, S. 26, Şubat 2011 , s.82-90, s.82-84 
445 Kılıç, Seyfi, Türk Dış Politikasında Suyun Değişen Konumu 
446 Kibaroğlu, Ayşegül, Fırat-Dicle Havzası Sınıraşan Su Politikalarının Evrimi: İşbirliği için Fırsatlar ve Tehditler, Orta Doğu Analiz, C. 4, S. 4, , Temmuz 2011, 
      s.70-82, s.77-80 
447 Kibaroğlu, Türk Dış Politikası ve Su, s.54 
448 Kibaroğlu, Türk Dış Politikası ve Su, s.51 
449 Havza Yönetimi ve Su Bilgi Sistemi Çalışma Grubu Raporu, Ormancılık ve Su Şurası 21-23 Mart 2013, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Ankara, 2013, s.33-34.; 
Türkiye´nin Sınır Aşan Sular Politikasının Ana Hatları 


***


27 Kasım 2017 Pazartesi

Anastasiadis Hala Hayal peşinde

Anastasiadis Hala Hayal peşinde

Prof. Dr. Ata ATUN
17 11 2017 CUMA
KKTC


Şubat ayında Kıbrıs Rum tarafında yapılacak olan Cumhurbaşkanlığı seçimleri Anastasiadis’in aklını başından almış anlaşılan. Alkolik olması nedeniyle kafası alkolsüz çalışmadığı için Kıbrıs müzakerelerinin nasıl sonuçlanması gerektiği ve Kıbrıs’ın geleceği konusunda ütopik düşünceleri, fikirleri var. 

Avrupa Birliği’nde (AB) “Üniter Savunma Birliği” kurulması hedefine yönelik ilk adım, Daimi Yapısal İşbirliği’ne (PESCO) katılıma dair “Ortak Beyan”ın imzalanmasıyla hafta başında Brüksel’de atıldı. Bu Ortak Beyan’a AB üyesi 23 ülke imzasını attı. Öncelik Kıbrıs Rum Yönetiminde ve Yunanistan’da oldu. Kıbrıs Rum tarafı ve Yunanistan, nefes bile almadan anında bu işbirliğine katılımı imzaladılar. 

Gerekçeleri de, güya Üniter Savunma Birliği yürürlüğe girdiği vakit, BM Güvenlik Konseyi’nin 4 Mart 1964 tarih ve 186 sayılı kararı ile Kıbrıs’ta meşru yapı olarak 
kabul devletin, yani Kıbrıs Rum Yönetiminin, 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına göre (EK I) Garantörlerin müdahale hakları ile (Madde 4) ve aynı Anayasadaki Garantiler ve İttifak Anlaşmasına gerek kalmayacağı. Kıbrıs Rum Yönetimi ve Yunanistan’ın iddialarına göre adadaki meşru devletin bundan böyle garantörü Avrupa Birliği olacak(mış) ve adanın güvenliği de Avrupa Birleşik Kuvvetleri tarafından sağlanacak(mış.) Bu nedenle de artık Türkiye’nin garantörlüğüne ve adadaki Türk Askerine gerek kalmayacak(mış.) 

Rumların ve Yunanlıların hayal güçleri o denli zengin ve pembe ki,  daha şimdiden “ PESCO’ya katılımımız, Güvenlik ve Garantiler konusunda Ankara’ya karşı elimize büyük bir koz verdi ” demeğe başladılar. Devamla da “Kıbrıs’ın güvenliğinin Türk askeri tarafından garanti edilmesi talebi yok edildi. Adanın güvenliği, içinde bizimde yer aldığımız AB Ordusu tarafından olacak” iddiasında bulunup, zil takıp oynuyorlar.  

Sanırım kafaları biraz bulanık olduğundan, belki de biraz da alkolün etkisiyle, Avrupa Birliği’nin savunma planlamasında birincil rolün, Türkiye’nin de içinde en büyük 2. Ordu olarak yer aldığı NATO’da olduğunu unutmuşlar veya hiç akıllarına gelmemiş. Belki de böylesi bir gerçeğin akıllarına gelmemesi daha iyi olur düşüncesi ile yok farz etmişler NATO’da Türkiye’nin varlığını ve rolünü.

Hiçbir zaman ve hiçbir koşulda Türkiye’nin, bir asır önce Girit’te, “Avrupa Büyük Devletlerinin” Girit’te yaşayan Türk halkının hayatının, malının, mülkünün ve 
geleceğinin garantisini sağlayacakları taahhüttü ile Girit’ten Türk askerinin çekilmesi ve müşterek Avrupa Birliği Ordusunun Girit’e ayak basması sonrasında on binlerce Giritli Türk’ün katliamı ile sonuçlanan tuzağa bir kez daha düşmeyeceğini unutmuşa benziyorlar.        

Rumların ve Yunanlılar bu pespembe hayaline,  KKTC’nin 34’üncü kuruluş kutlamaları çerçevesinde Dr. Fazıl Küçük Bulvarı’nda düzenlenen törende konuşma yapan Türkiye Cumhuriyeti Başbakan Yardımcısı Recep Akdağ, gereken yanıtı verdi.

Akdağ’ın törende “ Crans Montana’daki görüşmelerin, Rum Yunan ikilisinin uzlaşmaz ve gerçeklerden uzak tutumu sebebiyle sonuçsuz kalmasının ardından, 2008 yılında başlayan müzakere süreci sona ermiştir. Bu durum Rum tarafının adadaki yönetimi, Kıbrıs Türkleri ile paylaşmaya niyetinin olmadığını bir kez daha göstermiştir. Rum tarafı arkasına aldığı Avrupa Birliği’nin yandaş tutumlarıyla şımarık bir çocuk gibi davranmayı artık bırakmalıdır” sözleri, artık müzakereler sayfasının önemini kaybettiğini, sürdürülse bile kerhen olacağını ve Kıbrıs konusunun başka bir kulvara girmek üzere olduğunu ortaya koymakta.

Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı


***

Kızılay Yardımları ve Rumlar

Kızılay Yardımları ve Rumlar


Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC
20 11 2017

Geçtiğimiz aylarda, 43 yıldır Rum Yönetimince gönderilen gıda ve ilaç malzemelerine KKTC devletinin, söz konusu Rumların “ Mahsur ve Mağdur olmadıkları ” gerekçesi ile gümrük talep etmesine Rumların itiraz etmesi ve bu konuyu AB’de, BM’de ve ABD’de politik propaganda malzemesi yapmaya çalışması çok dikkatimi çekmişti.   

Neyse ki, Karpaz’da yaşayan ve Rum Yönetiminin politik reklam amaçlı olarak “Mahsurlar” ve de “Mağdurlar” diye dış dünyada propaganda yaptıkları, gerçekte ise her tür seyahat ve yaşam özgürlüğüne sahip Rumlar bu oyuna gelmemiş, KKTC’de huzur içinde yaşadıklarını açıklamışlardı.  

Tüm bu parodi sürer, bizden birileri de gönüllü oyuncu olarak rol alırken aklıma, 21 Aralık 1963, Cumartesi günü sabah erken saatlerde Rumların Türk bölgelerine saldırması ile başlayan kıyım esnasında, Anavatan Türkiye’mizin Kızılayı’nın gönderdiği ilaç, gıda ve giysi yardımlarına İngilizlerin ve BM Barış Gücünün gözleri önünde Rumların neler yaptıkları geldi ve bu yardımlardan gümrük ücreti alıp almadıklarını araştırmaya başladım.

Gerçi ben alındığını biliyordum ama ortaya belge koymam gerekirdi. Araştırma kaynağım Bozkurt Gazetesinin KKTC Meclisindeki arşivi oldu.

Baktım, buldum… Kıbrıs’ta çatışmalar başlar başlamaz Kızılay hemen, Kıbrıslı Türklere yardım etmenin yollarını aramış, çeşitli uluslararası kuruluşları devreye sokmuş, organize olmuş ve bir hafta içinde yardım göndermeye başlamış.

Rum saldırılarının başlamasından 2 gün sonra Genel Komite (Bakanlar Kurulu) oluşturulmuş ve Kızılay hemen bunun akabinde üç nakliye uçağı ile 100 yataklı bir hastaneyi, 20 kişilik personeli ve gerekli tüm teçhizatı ile birlikte Kıbrıs’a göndermiş. Rum hükümeti hastanenin kurulmasına karşı çıkmış ama Türkiye’nin uluslararası diplomatik girişimleri sonucunda ister istemez kabul etmek zorunda kalmış.   

2 Ocak 1964 tarihinde Kızılay Kıbrıs Türkleri için büyük bir yardım kampanyası açmış ve Türk halkını yardıma çağırmış. Türkiye Cumhuriyeti hükümeti illerde Valilerin, ilçelerde Kaymakamların Başkanlığında kurulacak komitelerde Belediye Başkanları, özel idare müdürleri, Kızılay şube başkanları ve meslek kuruluşları başkanlarına görevler vermiş. 

3 Ocak 1964 Cuma günü, Kızılay Türk halkından yardım olarak topladığı £ 43,735’yi, -ki bu parayla o dönemde yaklaşık bahçe içinde tek katlı 250 adet ev satın alınabilirdi- Kıbrıs’a Türkiye’nin Lefkoşa Büyük Elçiliği kanalı ile göndermiş. Aynı gün hastane ve ilaç sevkiyatı 3 adet Türk Hava Kuvvetleri kargo uçakları ile yapılmış.

4 Ocak 1964 Cumartesi günü, Kızılay tarafından gönderilen 60 yataklı seyyar hastane Kız Lisesi binası içine kurulmuş ve hemen şifa dağıtmaya başlamış. 

Hastaneden 20 kişilik bir ekibin Türk köylerine giderek yaraları sarmasına, bütün diplomatik girişimlere rağmen Rum Yönetimi izin vermemiş ve Türk köylerindeki 
yaralılarımız göz göre göre ölüme terkedilmiş.

13 Ocak 1964 Pazartesi günü, Kızılay’ın Kıbrıslı Türklere gönderdiği 378 tonluk ilk büyük yardım, 2 taşıt gemisi ile deniz yolundan Mağusa limanına gelmiş ama 
Rum Yönetimi Limana yanaşmasına izin vermemiş. Türkiye’nin diplomatik girişimleri sonucu gemiler, Mağusa Limanında İngiliz üslerinin kontrolündeki NAAFI rıhtıma yanaşabilmiş. Bütün rıhtım ve gümrük işlemleri bitirilip gerekli harçlar da (Gümrük) ödendikten sonra, yardım malzemeleri 5 saat süren tahliye işlemlerinden sonra Genel Komite tarafından gönderilen kamyonlara yüklenmiş, İngiliz askerlerinin korumasında Lefkoşa’ya, Mağusa’ya, Larnaka’ya ve Mağusa’ya gönderilmiş. 

Mağusa halkının imece usulü el birliği ile kurdukları hastaneleri için gerekli olan yatak, şilte, yastık, çarşaf, mobilya ve ameliyathane malzemesi ile gerekli ilaçlar da Kızılay tarafından söz konusu gemiler ile ayrıyeten gönderilmiş.

17 Ocak 1964 Cuma günü, iki gemi ile 400 ton daha yardım göndermiş Kızılay. Gene NAAFI rıhtımından kamyonlara yüklenen yardım malzemelerini Rum askerler yolda aramak bahanesi ile durdurmuş ve kullanılamaz hale getirmişler.

21 Ocak 1964 Salı günkü üçüncü seferde un, şeker, pirinç, bulgur, makama, mercimek, kuru fasulye, konser ve zeytin yağı, margarin, sabun, reçel, tahin helvası, zeytin ve sair muhtelif gıda maddeleri ile çadır, battaniye, ilâç, kan alma takımı ve oksijen tüplerinden oluşan 410 ton yardım malzemesini Erdek ve Silivri adlı gemiler getirmiş. Dönüşlerinde de İskenderun limanına 16 ağır yaralı hasta götürmüşler.

Günümüzde anavatanımız Türkiye’ye dil uzatıp, lekelemeye çalışanları, Rum hükümetinden menfaat sağlayıp Rum ağzı ile konuşanları, hele de Karpaz’da yaşayan Rumlara Rum hükümetinin gönderdiği malzemelerden gümrük vergisi alınmasını eleştirenleri kınıyorum.

Bu kişiler önce tarihimizi bilmeli, Rumlardan neler Çektiklerimizi öğrenmeli, sonra ağızlarını açmalılar...  

Prof. Dr. Ata ATUN
KKTC III. Cumhurbaşkanı Politik Danışmanı

***