Türkiye’nin Sınıraşan Sular Politikası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Türkiye’nin Sınıraşan Sular Politikası etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Kasım 2017 Salı

Türkiye’nin Sınıraşan Sular Politikası

Türkiye’nin Sınıraşan Sular Politikası,


ÇAĞATAY AKÇA,
BANU KAYA,

Su Politikası, çeşitli devletlerin çıkarlarını ilgilendirdiği için uluslararası 
ilişkilerde, çözümü daima güç bir sorun olarak belirmiştir. Gerçekten Uluslararası nehirlerin kullanılması konusunda devletler arasında öteden beri uyuşmazlıklar çıkmıştır. Seyrüsefere elverişli nehirlerde, nehrin ağzını denetleyen devletlerle, yukarı kıyıdaş devletler arasındaki çıkar çatışmaları bu uyuşmazlıkların geleneksel örneklerindendir. 20. Yüzyılın başlarında endüstriyel ve tarımsal amaçlarla girişilen faydalanma eylemlerinde gördüğümüz kapsam değişimi sonucunda, devletler arasında çıkan uyuşmazlıkların niteliği değişmiştir. 427   
Bu değişimle birlikte devletlerin sınıraşan sulara ilişkin politikalarını belirlemede ön plana çıkan hususlar değişmiştir. Seyrüsefer amaçlı kullanım sınıraşan sulara ilişkin politikaların belirlenmesindeki öncelikli yerini kaybetmiştir. Tarımsal ve endüstriyel kullanımlarının sınıraşan sulara ilişkin kullanımlarda ilişkileri belirleyen esas faktörler haline gelmesiyle, tüketici ve kaliteyi etkileyen kullanımlar sorunu ortaya çıkmıştır. Günümüzde söz konusu sularda devletlerin politikasına tüketici ve kaliteyi etkileyen kullanımlar yön vermektedir. 

Su politikaları, su ve su kaynakları etrafında örgülenen politikalar anlamını 
taşımaktadır. Su kaynakları ve sistemleri ile uluslararası güvenlik ve çatışmalar 
arasında ilişki mevcuttur. Günümüzde su, global ölçekte stratejik bir kaynak ve pek çok politik çatışmanın da temel öğesidir. Ülkemiz yakın gelecekte ciddi su kısıtlılığı ile yüz yüze kalabilir. Bu nedenle, Türkiye’nin gelecek nesilleri adına gerçekçi ve uygulanabilir su politikaları geliştirmesi gerekmektedir.428 

Türkiye’nin su politikası, tarımsal üretimi artırma ve gıda güvenliğini 
sağlama; sanayi, kentsel ve kırsal alanlardaki artan içme suyu ihtiyacını karşılama; ithal enerji kaynaklarına bağımlılıktan kurtulma; ülke içindeki bölgesel, ekonomik ve sosyal dengesizlikleri giderme; halkın hayat standardını yükseltme hedefleriyle tanımlanabilir.429 Ülkemizin sınıraşan sulara ilişkin yürüttüğü politika ise, suyun ülkemizin ekonomik ve sosyal kalkınması, su ve gıda güvenliği açısından önceliklerimiz, AB ile tam üyelik müzakereleri, bölgesel gelişmeler göz önünde bulundurularak oluşturulmakta ve değişen koşullara göre gözden geçirilmektedir.430 

Türkiye’nin politikalarında ele alması gereken önemli bir konu da küresel 
iklim değişikliğidir. İklim değişikliğinin ulusal ve bölgesel boyutta etkileri olması 
kaçınılmazdır. Söz konusu etkilerin başta gıda, enerji, çevre ve su güvenliği 
konularında olması beklenmekte, Türkiye’nin, sayılan konularla ilgili politikalarını gözden geçirmesi gerekmektedir. Bu politikaların ülkemizin sularının sınıraşan niteliği dikkate alınarak kıyıdaş taraflar arasında işbirliği zeminine oturması önemlidir. Türkiye’nin geliştireceği politikalar, doğal kaynakların en verimli şekilde kullanılıp korunması temeline dayanmalıdır.431 

Ülkemizin sınıraşan sular politikasının gelişimine bakacak olursak, Türk dış 
politikası için sınıraşan sulara ilişkin sorunlar 1960’lı yıllarda birlikte ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemden önce dünyadaki genel eğilime uygun olarak Türkiye’de de nehirlerden sulama ve hidroelektrik enerjisi üretme amaçlı faydalanmalar sınırlı seviyede olduğu için sınıraşan sularımız komşu ülkelerle bir sorun teşkil etmemiştir.432 

20. yüzyılın ikinci yarısına kadar sınıraşan sulara ilişkin düzenlemeler daha 
çok sınır hattının belirlenmesi ile ilgili konulara ilişkin olmuştur. Bu dönemde 
sınıraşan sulardan faydalanmaya yönelik olarak sınıraşan sularımızda yapılmış 
antlaşmalar da bulunmaktadır. 1921 yılında Suriye’nin mandater devleti olarak 
Fransa ile yapılan “Ankara Antlaşması”nda Halep kentinin su ihtiyacının 
karşılanmasında Fırat nehrinden su alınabileceğine dair bir madde bulunmaktadır. 433 
1927 tarihli “ Türkiye Cumhuriyeti ile Sosyalist Şuralar Cumhuriyeti İttihati 
Hudutlarını Teşkil Eyleyen Nehir, Çay ve Dere Sularından İstifadeye Dair 
Mukavelename ile Serdarabat Barajının İnşasına Dair Müzeyyel Protokol” uyarınca taraflar sınır oluşturan nehir, çay ve dere sularından miktar olarak yarı yarıya faydalanacaktır.434 Bu dönemde yapılan diğer antlaşmalar da kapsamlı olarak incelendiğinde, sınıraşan suların kullanıma ilişkin kıyıdaş devletler arasında sorun yaşanmamaktadır. Bazı antlaşmalar faydalanmaya ilişkin hükümler ihtiva etse de genel olarak Dünya Savaşları’nın etkisiyle değişen sınırların tespiti hususunda antlaşmalar akdedilmiştir. Ülkemizin bulunduğu coğrafyanın aksine kuzey ülkelerinde ise bu dönemde kullanıma ilişkin sorunlar karşımıza çıkmaktadır. Bu ülkeler sanayi devrimi ve sonrasındaki süreçte sınıraşan sular üzerinde kapsamlı projeler geliştirmişlerdir. Bu durumda kıyıdaş taraflar arasında sorunların yaşanmasına neden olmuştur. Ülkemizin sınıraşan sulara yönelik olarak projelere başlaması ise 20. Yüzyılın ikinci yarısına tekabül etmektedir. Bu süreçte ülkemiz ile kıyıdaş taraflar arasında sorunlar yaşanmaya başlamıştır. 

20. yüzyılın ikinci yarısında Türk dış politikasında sınıraşan sular sorunu 
daha çok Dicle-Fırat havzasında başlatılan projelerle ortaya çıkmıştır.435 1965 yılında Fırat nehri üzerinde Keban barajının inşaatına başlanması ile birlikte aşağı kıyıdaşlar olan Suriye ve Irak’tan itirazlar yükselmeye başlamıştır. Bu süreçte Suriye ve Irak’ın itirazlarının temel gerekçesi Fırat nehrinin miktar ve kalitesinin Türkiye’nin inşa ettiği barajlar nedeniyle bozulması iddiasına dayandırmaktadır. Aynı dönem içinde üç kıyıdaş devlet arasında Ortak Teknik Komite yolu ile bir takım görüşmeler yapıldıysa da tüm tarafları tatmin edecek bir sonuç elde edilememiştir. Yine Fırat nehri üzerinde Karakaya barajının inşasının başlaması ile birlikte Suriye ve Irak itirazlarını tekrarlamıştır. Bu dönemde havzadaki sorunlar giderek uluslararası bir boyuta taşınmış ve havza dışı müdahaleler görülmeye başlanmıştır. Türkiye’nin Keban436 ve Karakaya437 barajları inşaatında uluslararası kuruluşlardan krediler aşağı 
kıyıdaşlar ile görüşme ve belli miktar su bırakma şartlarına bağlanmıştır. Bu ön 
koşullar Türkiye’nin günümüze kadar gelen havza dışı müdahalelere soğuk 
yaklaşması politikasının temel nedeni olmuştur.438 Bu dönemde Türkiye diğer 
sınıraşan sulara ilişkin de kıyıdaş devletlerle görüşmelerde bulunmuş ve antlaşmalar imzalanmıştır. Ülkemizin sınıraşan sular politikasında önemli bir yeri olan kıyıdaş taraflar arasında dostane ilişkiler sonucu ortak projeler üretmek gayesinin yansıması olan Arpaçay Barajını görüyoruz. Türkiye ile Sovyetler Birliği 25 Nisan 1963 tarihli “Türk-Sovyet Karma Komisyonunun Arpaçay Üzerinde Müşterek Bir Baraj inşası ile ilgili Toplantı Protololü”dür. Daha sonra, bu konuyla ilgili olarak 26 Ekim 1973 tarihinde “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Hükümeti Arasında Sınırdaki Arpaçay (Ahuryan) Nehrinde Baraj inşası ve Baraj Gölünün Teşekkülü Konusunda işbirliğine Dair Antlaşma ” imzalanmıştır. Her iki metine bakıldığında Arpaçay baraj antlaşması, baraj tesis edildikten sonra, barajda düzenlenen sular ile Aras’tan gelen sulardan, her iki tarafın hisselerine düsen suyu, doğrudan doğruya rezervuardan çekebileceği gibi sınır oluşturan Arpaçay ve Aras akarsularının herhangi bir sınır bölgesinden de çekebileceğini öngörmekte ve o yıl içerisinde hissesine düsen suyu kullanmayan tarafın müteakip yıllarda hak iddiasında bulunamayacağı hükümlerini ihtiva etmektedir.439 Ayrıca söz konusu baraj ortak işletmede olup, taraflar baraj sularından eşit olarak faydalanmaktadırlar.440 

Görüleceği üzere Türkiye kıyıdaş taraflar arasında su sorunu her dönemde barışçıl yollarla çözme taraftarı olmuştur. 

Öte yandan, 20. Yüzyılın ikinci yarısının önemli bir bölümünü kapsayan 
‘Soğuk Savaş’ Türkiye’nin komşularıyla olan bölgesel ve ikili siyasi ilişkilerini 
belirlerken sınıraşan su politikalarını da doğrudan etkilemiştir. Bu dönemde Suriye, Irak ve Bulgaristan’la Asi, Fırat-Dicle ve Meriç havzalarında kapsamlı sınıraşan su işbirliğinin kurulamamasında Soğuk Savaşın ikili ve bölgesel ilişkiler üzerindeki olumsuz etkisi rol oynamıştır.441 

1980’ler ile birlikte Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Projesi’ni (GAP)442 
hayata geçirmeye başlaması gözlerin yeniden Dicle-Fırat havzasına çevrilmesine yol açmıştır. GAP ile birlikte sulamanın başlaması suyun yıllık toplam miktarında bir azalma yaratacağı için Irak ve Suriye bu defa daha yüksek sesle itirazlarını dile getirmişlerdir. Ancak burada şunu da belirtmek gerekir, Ülkemiz tarafından inşa edilen barajlar kıyıdaş tarafları taşkınlarından kurtardığı gibi, her iki nehir üzerindeki suların düzenli akışının sağlanmasına (regule edilmesine) katkıda bulunmaktadır. 

Kıyıdaş devletler bu durumu iddialarını ileri sürerken göz ardı etmektedirler. 
Türkiye, 5-8 Kasım 1984 yılında gerçekleştirilen, ortak teknik komitenin 5 inci 
toplantısında “Fırat ve Dicle Havzası’nın Sınır Asan Sularının Eşit ve Gerçekçi 
Kullanımı için Üç Aşamalı Plan” olarak nitelenen projeyi gündeme getirmiştir.443 
Söz konusu plan dikkatle incelendiğinde ülkemiz sınıraşan suların kullanımında 
hakça, makul ve optimum kullanım esasını benimsediği görülecektir. Türkiye 
sınıraşan sulara ilişkin olarak hiçbir zaman kendine sınırsız haklar tanıyan bir 
yaklaşımdan yana olmamıştır. Söz konusu plan kıyıdaş devletler tarafından kabul görmemiştir. 

Soğuk savaş sonrasında ise, ortaya çıkan Yeni Dünya Düzenin Türkiye dış 
politikasını da etkilediğini görüyoruz. Türkiye çevresiyle, komşu ülkeleriyle dış 
politika değişikliğine gitmiş ve sıfır sorun üzerine bir dış politika stratejisi 
uygulamaya geçmiştir. Türkiye özellikle 21. yüzyıl başlar başlamaz bölgesel ve 
global etkinliğini artırabilmek için sistem içinde manevra kabiliyetini genişletici 
esnek ve aktif diplomasiye dayalı bir dış politika uygulamaya başlamıştır. Bu 
politikanın ilk amacı belirsizlik ve çatışma alanlarını mümkün olduğunca 

Türkiye’nin yaşam ve çıkar alanından uzak tutulmasıydı. Bu politika “iyi komşuluk ve karşılıklı ortak çıkar oluşturma” stratejisine dayanmıştır. Bu yaklaşımın içinde sınıraşan suların da var olması gerekiyordu. Özellikle Ortadoğu’daki komşularımız için Dicle ve Fırat suları sıfır sorun politikası doğrultusunda daha aktif bir hidropolitika ile kullanılmıştır.444Bu dönemde ayrıca, su kaynaklarını geliştirmek ve artan nüfusunun kentsel su ihtiyacını karşılamakta zorlanan Afrika ülkelerine dönük yardımlar Türk dış politikasının yeni konuları arasına girmiş bulunmaktadır. DSİ’nin teknik desteği ile Etiyopya, Sudan, Burkina Faso ve Nijer’de su kuyuları açılmıştır.445 Öte yandan Avrupa Birliği’ne adaylık ve uyum sürecinin başladığı 2000’li yılların başlangıcından bu yana su kaynaklarını kullanma ve koruma dengesini gözetecek yasal ve uygulamaya yönelik girişimler gerçekleştirmiş, bu hususlar sınıraşan su politikalarının biçimlendirilmesine katkılarda bulunmuştur. Nitekim 2009 yılında Suriye ve Irak’la Fırat, Dicle ve Asi nehir havzalarındaki su kaynaklarının kullanımı, geliştirilmesi ve korunmasıyla ile ilgili imzalanan mutabakat zabıtlarında Türkiye’nin, AB ile ilişkiler çerçevesinde, geliştirdiği yeni yaklaşımlar önemli rol oynamıştır.446 Bu mutabakat metinlerinde kullanılan: “havza 
düzeyinde su kaynaklarının yönetimi,” “emisyon standartlarının oluşturulması ve çevresel kalite standartlarına geçiş,” “kirleten öder,” ve “maliyet geri dönüşünün sağlanması,” gibi kavramlar AB su politikalarının oluşturulmasında, özellikle de AB su kaynakları yönetiminin başlıca yasal belgesi olarak nitelenen AB Su Çerçeve Direktifinin içerdiği kavram ve terminolojiyi yansıtmaktadır.447 

Türkiye’nin günümüze değin izlediği politikalar değerlendirildiğinde; 
Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarından bu yana, Türkiye, sınıraşan su havzalarında 
komşularıyla diplomasi ve uluslararası hukukun araçlarını kullanarak, müzakereler yürütme, antlaşmalar yapma ve geçici veya sürekli teknik komiteler gibi kurumsal yapılar oluşturma gibi dış politika çıktıları üretmiştir. Soğuk Savaş döneminde “düşman” kampta yer alan Ermenistan’la Arpaçay üzerinde inşa edilen ortak baraj, Suriye ile imzalanan Fırat nehrinden su paylaşımını (geçici) olarak belirleyen 1987 

Protokolü ve Bulgaristan’la imzalanan bir dizi anlaşma ve protokoller, Türkiye’nin farklı siyasi kamplarda yer aldığı komşularıyla bile sınıraşan su konusunda uyuşmazlıklarını ele alırken, uluslararası teamül hukukunun ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın (Antlaşması) öngördüğü biçimde barışçıl yollardan çözüm yöntemlerini tercih ettiğini ortaya koymaktadır.448 

Türkiye’nin sınıraşan sular politikasının tarihsel gelişimi bu alandaki ilkelerin oluşturulmasını etkilemiştir. Ayrıca Türkiye bu alandaki ilkelerini belirlerken 
günümüz hukuki ve politik yapılanmasını da dikkate almaktadır. Tüm bu durumlar göz önünde bulundurularak oluşturulan sınıraşan sular politikasının temel ilkeleri aşağıda sıralanmıştır.449 

1. Her ülke topraklarından doğan veya topraklarında akan sınıraşan sulardan faydalanma hakkına sahiptir. Ancak bunu yaparken aşağı kıyıdaş ülkelere önemli zarar vermeme ilkesi esastır. 

2. Sınıraşan sular kıyıdaş ülkeler arasında anlaşmazlıktan ziyade, bir işbirliği unsurudur. 

3. Sınıraşan sular hakça, makul ve optimum biçimde kullanılmalıdır. 

4. Suyun yararlarının paylaşılması hedeflenmelidir. 

5. Sınıraşan sularla ilgili meselelere kıyıdaş ülkeler arasında çözüm aranmalı, üçüncü tarafların arabuluculuk girişimleri desteklenmemelidir. 

6. Suların tahsisi ve kullanımında tabii hidrolojik ve meteorolojik şartlar dikkate alınmalıdır. Bu durum kuraklığın yaratacağı risklerin bütün kıyıdaş ülkelerce 
paylaşılmasını gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla, kesin rakamlar veya miktarlar üzerinden su paylaşımı söz konusu olamaz. 

7. Türkiye komşularıyla hidro-elektrik santrali, baraj ve diğer su altyapıları, sulama sistemleri ve içme suyu tesisleri alanında edindiği deneyimleri, teknoloji ve insan kaynakları potansiyelini paylaşmaya hazırdır. 

8. Dicle ve Fırat Nehirlerinin sularıyla ilgili olarak, “iki nehir tek havza” yaklaşımı Türkiye için vazgeçilmezdir. Bu bağlamda iki nehrin toplam su potansiyeli nin kıyıdaş üç ülkenin ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli olduğu değerlendirilmektedir. 

9. Ülkemiz Dicle ve Fırat suları konusunu bütün boyutlarıyla görüşmeye hazırdır. Bu çerçevede bir iyi niyet gösterisi olarak talep edilen bilgi ve veriler diğer 
kıyıdaş ülkelere iletilmektedir. Ancak veri ve bilgi değişiminin havza bazında karşılıklı olması gerekmektedir. 

10. Dicle ve Fırat Nehirlerinin sularının bütün kıyıdaş ülkelerce etkin bir biçimde kullanımı önem taşımaktadır. Bu kapsamda aşağı kıyıdaş ülkelerin de suyu 
etkin bir biçimde kullanmaları, su tasarrufu için yeni sulama sistemlerini devreye sokmaları ve suyun kirlenmesini önlemek suretiyle kendilerine düşeni yapmaları 
gerekmektedir. 

SONUÇ 

Sınıraşan sulara ilişkin hukukun gelişimini iki aşamaya ayırabiliriz. İlk aşama 
Sanayi devrimi öncesi dönemdir. Bu dönemde ülkeler arasında ilişkiler ulaşım 
amaçlı kullanım çerçevesinde gelişme göstermiştir. Bu minvalde, ülkeler arasında öne çıkan sorunlar da genellikle ulaşım amaçlı kullanımlara ilişkin olmuştur. Sanayi Devrimi ile birlikte sınıraşan sulara ilişkin farklı kullanımlar devletler arasında sorun teşkil etmeye başlamıştır. Bu kullanımlar suların öncelikle miktar bakımından etkilenmesine yol açmış ve ülkeler arasında bu hususta ihtilaflar yaşanmıştır. 

Sınıraşan sulara ilişkin bu dönemde yapılan hukuki çalışmalar devletlerin miktar 
bakımından kullanımlarında bir sınırlamaya tabi olup olmadığı üzerine 
yoğunlaşmıştır. 20. yüzyılın ikinci yarsına gelindiğinde ise sınıraşan sulara ilişkin 
kullanımların giderek artmasıyla, suların kalite bakımından da etkilenmesi durumu hasıl olmuş ve devletler açısından sorun teşkil etmeye başlamıştır. Günümüzde bu alana ilişkin uluslararası hukukun uğraş alanları içerisine su kaynaklarını hem miktar hem de kalite bakımından koruyucu düzenlemeler girmektedir. 

Çalışmamız kapsamında sınıraşan sulara ilişkin kullanılan kavramlar 
öncelikle ele alınmıştır. Bu kavramlardan ortak sular, ulusal-uluslararası akarsu, 
uluslararası su yolları, paylaşılan doğal kaynak, uluslararası sular sistemi, 
uluslararası akarsu havzası ve sınıraşan-sınır oluşturan sular kavramları detaylı bir şekilde incelenmiştir. Sınıraşan sulara ilişkin kullanılan kavramlar dönemsel olarak farklılıklar arz etmektedir. Hukuki metinlerin yorumu bakımından kullanılan kavramlar son derece önemlidir. Bu durum gerek ulusal gerekse uluslararası hukuk bakımından geçerlidir. İç hukukta kanun, tüzük, yönetmelik gibi metinlerde, metnin uygulanmasında tartışmaya yol açmamak için tanımlar maddesi ihtiva ederler. Aynı maksatla, uluslararası sözleşmelerde de tanımlar maddesi bulunmaktadır. Uygulamada ve metnin yorumunda tanımlar kısmı son derece önemlidir. Bu alana ilişkin uluslararası sözleşmelerde ve devletler arasında yapılan ikili veya çok taraflı antlaşmalarda birbirinden farklı kavramlar kullanılmıştır. Bu hususta genel bir mutabakat sağlanamamıştır. Kanımızca bu alana ilişkin olarak sınıraşan sular kavramının kullanılması yerinde olacaktır. Bu kavram teknik ve hukuki açıdan genel bir çerçeve çizme yeteneğine haizdir. 

Sınıraşan sulara ilişkin kullanımların sorun teşkil etmeye başlamasıyla 
birlikte devletlerin bu kullanımlarda yetkilerinin kapsamı tartışılmaya başlamış ve bu alanda çeşitli doktrinler üretilmiştir. Mutlak egemenlik, doğal durumun bütünlüğü, ön kullanımın üstünlüğü ve hakça, makul ve optimum kullanımı gibi doktrinler tarihsel süreç içinde ileri sürülmüştür. Bu doktrinler sınıraşan sulara ilişkin uluslararası hukukun gelişimine katkı sağlamıştır. Günümüzde uluslararası metinlerde çoğunlukla hakça, makul ve optimum kullanım doktrini karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu doktrinler kapsamlı olarak incelendiğinde de, tarafsız nitelik arz etmesi ve kullanımları hakkaniyete uygun olarak tespit etmesi bakımından hakça, makul ve optimum kullanım doktrini uygulanabilir bir nitelik taşımaktadır. 

Sınıraşan sulara ilişkin hukuksal metinler birlikte değerlendirildiğinde 
sınıraşan sulara ilişkin uluslararası alanda genel kabul görmüş bir belgeden söz 
edemeyiz. Mevcut hukuksal metinler sınıraşan sulara ilişkin yaşanan bütün sorunlara çözümler bulabilecek hükümler içermemektedir. Ayrıca sınıraşan sular hususunda uluslararası hukukun asli kaynakları arasında yer alan örf-adet hukukuna girebilecek kuralların olup olmadığı hususu da tartışmalıdır. Bu alanda yaşanan ihtilafların fazlalığı genel bir örf-adetin oluşmasına engel teşkil etmektedir. Ülkeler sınıraşan sulara ilişkin ihtilaflarını aralarında yaptıkları ikili veya çok taraflı antlaşmalar vasıtasıyla çözmektedirler. Bu antlaşmalarda da devletlerin aşağı veya yukarı kıyıdaş ülke konumunda olma durumuna göre farklı hükümler bulunmaktadır. Devletler sınıraşan sulara ilişkin olarak aralarında çıkan uyuşmazlıklarda, çıkar durumlarına göre farklı tezler ileri sürmektedir. 
Bu minvalde, devletlerin bu alana ilişkin ön yargılı yaklaşımı kapsamlı bir uluslararası hukukun oluşmasına mani olmaktadır. 

Bununla birlikte, çalışmamız kapsamında ele alınan 1992 tarihli Sınıraşan Su 
Yollarının, Uluslararası Göllerin Kullanımı ve Korunması Sözleşmesi, sınıraşan su 
kaynaklarının korunması ve ekolojik açıdan duyarlı yönetimi konusunda ulusal ve uluslararası eylemlerin güçlendirilmesini amaçlamaktadır. Sözleşme’de genel olarak su kaynaklarını koruyucu düzenlemeler yer almaktadır. 1992 Helsinki Sözleşmesi 2003 değişikliğine kadar Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu bölgesi ile sınırlı bir yapıya sahipken, bu tarihten sonra küresel nitelik taşıma gayesine yönelmiştir. 

1997 tarihli Uluslararası Su Yolarının Ulaşım Dışı Maksatlarla Kullanımına İlişkin Sözleşme ise su kaynaklarının paylaşımı ve kullanımı üzerinde durmaktadır. Sınıraşan sulara ilişkin olarak genel bir çerçeve oluşturma gayesi ile yola çıkan bu sözleşme oldukça detaylı düzenlemeler ihtiva etmektedir. Sözleşme, 1997 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda kabul edilmesinin üstünden geçen 17 yılın ardından, 35 inci ülke tarafından onay işlemlerinin tamamlanması ile birlikte 17 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 

Ülkemiz açısından bakıldığında; gerek yürürlükte olan 1992 tarihli Sınıraşan 
Su Yollarının, Uluslararası Göllerin Kullanımı ve Korunması Sözleşmesi gerekse 
yürürlüğe girecek olan 1997 tarihli Uluslararası Su Yolarının Ulaşım Dışı 
Maksatlarla Kullanımına İlişkin Sözleşme’nin, Ülkemizi doğrudan etkilemesi söz 
konusu değildir. Belli bir konuda uluslararası düzenlemelerin olması bu 
düzenlemelerden doğan kuralların tüm ülkeleri bağlaması anlamına gelmemektedir.

Uluslararası hukukun temel ilkelerinden biri olan “antlaşmaların sadece taraflarını bağlayacağı ilkesi” göz önüne alındığında, söz konusu Sözleşmelerin hükümlerinin Türkiye’ye karşı ileri sürülmesi mümkün değildir. Ancak 1992 Helsinki Sözleşmesi ve 1997 BM Sözleşmesi’nin hükümlerinin bir uluslararası örf-adet kuralı haline gelme ihtimali de söz konusudur. Doğal olarak bir devletin sürekli bir şekilde bir uluslararası bir teamülü tanımadığını belirterek hareket etmesi söz konusu teamülün ilgili devlete karşı ileri sürülme olanağı ortadan kaldırmaktadır. Ülkemiz söz konusu durumun önüne geçmek için karşı çıktığı hükümlere ilişkin muhalefet şerhini tüm uluslararası platformlarda ileri sürmektedir. Görüleceği üzere uluslararası hukuk kuralları ve uygulamalar değerlendirildiğinde, uluslararası hukukun bugün geldiği aşamada Türkiye’yi rızası hilafına sözleşme hükümlerini uygulamaya zorlayamayacağı aşikârdır. 

Ancak uluslararası politika bakımından aynı durumdan söz edemeyiz. 1997 tarihli Sözleşme’nin yürürlüğe girmesinden sonra uluslararası platformlarda Türkiye’yi sınıraşan sulardan faydalanma konusunda eleştirmek, bölge ülkeleri ve konuya müdahil olmak isteyen diğer taraflar bakımından daha kolay olacaktır. Söz konusu hükümler zorlayıcı olmasa da sınırlayıcı olma ihtimali taşımaktadırlar. 1992 Helsinki Sözleşmesi ve 1997 BM Sözleşmesine taraf olmamamıza karşın bu sözleşmelere ilişkin olarak yapılacak toplantılara katılmamız ve hem bu toplantılarda hem de diğer uluslararası platformlarda görüşlerimizi beyan etmemiz son derece önemlidir. Sınıraşan sularımıza ilişkin yürüteceğimiz politikalarda güncel gelişmeleri takip etmemiz ve buna göre politikalarımızı gözden geçirmemiz uluslararası alanda yaşayacağımız sıkıntıları asgari düzeye indirecektir. 

Bu alanda ele aldığımız Avrupa Birliği müktesebatında yer alan Su Çerçeve 
direktifi başta olmak üzere diğer hukuksal metinler sınıraşan sulara ilişkin hususlarda oldukça genel hükümler ihtiva etmekte ve bu alandaki detaylı hususları taraf olduğu uluslararası sözleşmelere bırakmaktadır. Avrupa Birliği’ne aday ülke statüsünde olan Türkiye açısından, özellikle sınıraşan hususları da içeren AB müktesebatı uyumlaştırılırken hukuksal çerçeve çok iyi çizilmelidir. Sınıraşan sular hususunda son derece dikkatli davranılmalı ve müktesebatın bu alana ilişkin hükümleri Türkiye açısından aleyhte yorumlara yol açamayacak şekilde uygulanmalıdır. Bu noktada sınıraşan su kaynaklarına yönelik daha detaylı bilimsel ve teknik çalışmalar yürütülerek, ülkemiz tezlerinin hem hukuki hem de teknik temellere dayandırılması açısından önem arz etmektedir. 

Dicle-Fırat, Asi, Meriç, Çoruh ve Kura-Aras havzası olmak üzere 5 sınıraşan 
havzaya sahip olan Ülkemizin su potansiyelinin yaklaşık %36’sını bahse konu 
havzalar sağlamaktadır. Bu durum sınıraşan sularımızın ülkemiz açısından önemini göstermektedir. Söz konusu havzalar bağlamında Ülkemiz Meriç ve Asi de aşağı kıyıdaş ülke konumda, Dicle-Fırat, Çoruh ve Kura-Aras Havzasında ise yukarı kıyıdaş ülke konumundadır. Ülkemizin yürüteceği politikalarda memba – mansap ilişkilerini gözetmeye devam edilmelidir. Ayrıca ülkemizin su zengini olduğuna dair oluşan yanlış kanı ortadan kaldırılmalı ve komşularıyla olan ilişkilerini uluslararası hukuka uygun olarak yürüttüğü mutlak suretle her platformda vurgulamalıdır. Bu bağlamda Ülkemizin 1980’li yıllarda önerdiği “Üç Aşamalı Plan” günümüz hukuksal metinlerinde karşımıza çıkan hakça, makul ve optimum kullanımın bir yansımasıdır. 

Ayrıca yine Ülkemiz ile Ermenistan arasında ortak işletilen Arpaçay Barajı kıyıdaş devletlerle ilişkilerimizdeki uzlaşmacı tavrımızın göstergesidir. Görüleceği üzere Ülkemiz sınıraşan sular konusunda hiçbir zaman uluslararası hukukun hilafına girişimlerde bulunmamış, sınıraşan sularda komşularıyla diplomasi ve uluslararası hukukun araçlarını kullanarak, müzakereler yürütme, antlaşmalar yapma ve geçici veya sürekli teknik komiteler gibi kurumsal yapılar oluşturma gibi dış politika çıktıları üretmektedir. Tüm bu durumlarla birlikte yaptığımız ve yapacağımız antlaşmalarda günümüzün önemli sorunları haline gelen iklim değişikliği ve beraberinde getirdiği hususlar göz önüne alınarak sınıraşan sularımıza ilişkin olarak gerekli düzenlemeleri mevcut ve gelecekte hazırlanacak hukuksal metinlere dahil etmemiz önem arz etmektedir. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


427 Sar,5-6 
428 Kır,Tayfun- İstanbulluoğlu Hakan Türkiye’nin Su Politikaları -TAF Prev Med Bull 2011; 10(3),s. 327-338,s.327-328 
429 KİBAROĞLU, Türk Dış Politikası ve Su, s.51 
430Dışişleri Bakanlığı-Türkiye´nin Sınır Aşan Sular Politikasının Ana Hatları, Dışişleri Bakanlığı 
http://www.mfa.gov.tr/turkiye_nin-sinir-asan-sular-politikasinin-ana-hatlari-.tr.mfa (en son erişim:05/03/2014) 
431 Kır vd, s.328 
432Kılıç, Seyfi, Türk Dış Politikasında Suyun Değişen Konumu, 
http://www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/analizgundemgoster.aspx?ID=4304, en son erişim:01/04/2014) 
433 Kılıç, Seyfi, Türk Dış Politikasında Suyun Değişen Konumu 
434 Bir, s.129 
435 Öztürk, Ahmet, Türkiye’nin Dış Politikası ve Sınıraşan Sular, Çakmak, Cenap- Doğan,Nejat- Öztürk, Ahmet, Uluslararası İlişkilerde Güncel konular ve Türkiye, Eskişehir-2012, s.315-340, s.326 
436 Irak ve Suriye, Türkiye'nin Keban Barajı inşaatı için yaptığı kredi antlaşmalarının öteki tarafların nezdinde de bu yönde girişimlerde bulunduktan ve Türkiye'ye sağlanacak kredinin, suyun aşağıya bırakılması konusunda elde edilecek bir program karşılığında gerçekleşmesini istedikleri anlaşılmaktadır. Nitekim, Türkiye ile ABD'nin yardım kuruluşu Uluslararası Kalkınma Örgütü (AID) arasında 1966 yılında imzalanan 40 milyon dolarlık kredi antlaşmasının girişi böyle bir koşulu içermektedir. Detaylı bilgi için bkz. Dalar,s.148 
437 1974 yılında başlayıp 1987 yılında tamamlanan Karakaya Barajı’nın inşaatının finansmanında da, Keban Barajı’nda yaşanan sorunlar tekrar etmiştir. 
Dünya Bankası krediye ilişkin ön koşul olarak, Türkiye, Irak ve Suriye arasında Bankanın tespit ettiği ve ana hatlarını belirlediği bir model üzerinde müzakerelere başlanmasını önermiştir. Detaylı bilgi için bkz, Dursun, s.106 
438 Kılıç, Seyfi, Türk Dış Politikasında Suyun Değişen Konumu 
439 Cirit,s.41 
440 Aktaş, s.262 
441 Kibaroğlu, Ayşegül, Türk Dış Politikası ve Su, s.51 
442 Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), Güneydoğu Anadolu Bölgesi‘nin sahip olduğu kaynakları değerlendirerek bu yörede yaşayan insanlarımızın gelir düzeyini ve yaşam kalitesini yükseltmeyi, bölgeler arası farklılıkları gidermeyi ve ulusal düzeyde ekonomik gelişme ve sosyal istikrar hedeflerine katkıda bulunmayı amaçlayan son derece kapsamlı bir projedir. GAP‘ın, aynı zamanda uluslararası alanda da önemli bir yeri vardır ve bölgesel su sorununun çözümüne katkı sağlamaktadır. Detaylı bilgi için bkz. Yavuz, s.106 
443 Üç aşamalı plan: 
1. Su kaynaklarına ilişkin envanter çalışmalar,
2. Toprak kaynaklarına ilişkin envanter çalışmaları, 
3. Su ve toprak kaynaklarının değerlendirilmesi ana başlıklarıyla karşımıza 
çıkmaktadır. Detaylı bilgi için bkz. Dursun, s.114-115 
444 Yıldız, Dursun -Röportaj: Maden, Tuğba Evrim, Kılıç, Seyfi, Ortadoğu Analiz, C.3, S. 26, Şubat 2011 , s.82-90, s.82-84 
445 Kılıç, Seyfi, Türk Dış Politikasında Suyun Değişen Konumu 
446 Kibaroğlu, Ayşegül, Fırat-Dicle Havzası Sınıraşan Su Politikalarının Evrimi: İşbirliği için Fırsatlar ve Tehditler, Orta Doğu Analiz, C. 4, S. 4, , Temmuz 2011, 
      s.70-82, s.77-80 
447 Kibaroğlu, Türk Dış Politikası ve Su, s.54 
448 Kibaroğlu, Türk Dış Politikası ve Su, s.51 
449 Havza Yönetimi ve Su Bilgi Sistemi Çalışma Grubu Raporu, Ormancılık ve Su Şurası 21-23 Mart 2013, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Ankara, 2013, s.33-34.; 
Türkiye´nin Sınır Aşan Sular Politikasının Ana Hatları 


***