KEBAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KEBAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Kasım 2017 Salı

Türkiye’nin Sınıraşan Sular Politikası

Türkiye’nin Sınıraşan Sular Politikası,


ÇAĞATAY AKÇA,
BANU KAYA,

Su Politikası, çeşitli devletlerin çıkarlarını ilgilendirdiği için uluslararası 
ilişkilerde, çözümü daima güç bir sorun olarak belirmiştir. Gerçekten Uluslararası nehirlerin kullanılması konusunda devletler arasında öteden beri uyuşmazlıklar çıkmıştır. Seyrüsefere elverişli nehirlerde, nehrin ağzını denetleyen devletlerle, yukarı kıyıdaş devletler arasındaki çıkar çatışmaları bu uyuşmazlıkların geleneksel örneklerindendir. 20. Yüzyılın başlarında endüstriyel ve tarımsal amaçlarla girişilen faydalanma eylemlerinde gördüğümüz kapsam değişimi sonucunda, devletler arasında çıkan uyuşmazlıkların niteliği değişmiştir. 427   
Bu değişimle birlikte devletlerin sınıraşan sulara ilişkin politikalarını belirlemede ön plana çıkan hususlar değişmiştir. Seyrüsefer amaçlı kullanım sınıraşan sulara ilişkin politikaların belirlenmesindeki öncelikli yerini kaybetmiştir. Tarımsal ve endüstriyel kullanımlarının sınıraşan sulara ilişkin kullanımlarda ilişkileri belirleyen esas faktörler haline gelmesiyle, tüketici ve kaliteyi etkileyen kullanımlar sorunu ortaya çıkmıştır. Günümüzde söz konusu sularda devletlerin politikasına tüketici ve kaliteyi etkileyen kullanımlar yön vermektedir. 

Su politikaları, su ve su kaynakları etrafında örgülenen politikalar anlamını 
taşımaktadır. Su kaynakları ve sistemleri ile uluslararası güvenlik ve çatışmalar 
arasında ilişki mevcuttur. Günümüzde su, global ölçekte stratejik bir kaynak ve pek çok politik çatışmanın da temel öğesidir. Ülkemiz yakın gelecekte ciddi su kısıtlılığı ile yüz yüze kalabilir. Bu nedenle, Türkiye’nin gelecek nesilleri adına gerçekçi ve uygulanabilir su politikaları geliştirmesi gerekmektedir.428 

Türkiye’nin su politikası, tarımsal üretimi artırma ve gıda güvenliğini 
sağlama; sanayi, kentsel ve kırsal alanlardaki artan içme suyu ihtiyacını karşılama; ithal enerji kaynaklarına bağımlılıktan kurtulma; ülke içindeki bölgesel, ekonomik ve sosyal dengesizlikleri giderme; halkın hayat standardını yükseltme hedefleriyle tanımlanabilir.429 Ülkemizin sınıraşan sulara ilişkin yürüttüğü politika ise, suyun ülkemizin ekonomik ve sosyal kalkınması, su ve gıda güvenliği açısından önceliklerimiz, AB ile tam üyelik müzakereleri, bölgesel gelişmeler göz önünde bulundurularak oluşturulmakta ve değişen koşullara göre gözden geçirilmektedir.430 

Türkiye’nin politikalarında ele alması gereken önemli bir konu da küresel 
iklim değişikliğidir. İklim değişikliğinin ulusal ve bölgesel boyutta etkileri olması 
kaçınılmazdır. Söz konusu etkilerin başta gıda, enerji, çevre ve su güvenliği 
konularında olması beklenmekte, Türkiye’nin, sayılan konularla ilgili politikalarını gözden geçirmesi gerekmektedir. Bu politikaların ülkemizin sularının sınıraşan niteliği dikkate alınarak kıyıdaş taraflar arasında işbirliği zeminine oturması önemlidir. Türkiye’nin geliştireceği politikalar, doğal kaynakların en verimli şekilde kullanılıp korunması temeline dayanmalıdır.431 

Ülkemizin sınıraşan sular politikasının gelişimine bakacak olursak, Türk dış 
politikası için sınıraşan sulara ilişkin sorunlar 1960’lı yıllarda birlikte ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu dönemden önce dünyadaki genel eğilime uygun olarak Türkiye’de de nehirlerden sulama ve hidroelektrik enerjisi üretme amaçlı faydalanmalar sınırlı seviyede olduğu için sınıraşan sularımız komşu ülkelerle bir sorun teşkil etmemiştir.432 

20. yüzyılın ikinci yarısına kadar sınıraşan sulara ilişkin düzenlemeler daha 
çok sınır hattının belirlenmesi ile ilgili konulara ilişkin olmuştur. Bu dönemde 
sınıraşan sulardan faydalanmaya yönelik olarak sınıraşan sularımızda yapılmış 
antlaşmalar da bulunmaktadır. 1921 yılında Suriye’nin mandater devleti olarak 
Fransa ile yapılan “Ankara Antlaşması”nda Halep kentinin su ihtiyacının 
karşılanmasında Fırat nehrinden su alınabileceğine dair bir madde bulunmaktadır. 433 
1927 tarihli “ Türkiye Cumhuriyeti ile Sosyalist Şuralar Cumhuriyeti İttihati 
Hudutlarını Teşkil Eyleyen Nehir, Çay ve Dere Sularından İstifadeye Dair 
Mukavelename ile Serdarabat Barajının İnşasına Dair Müzeyyel Protokol” uyarınca taraflar sınır oluşturan nehir, çay ve dere sularından miktar olarak yarı yarıya faydalanacaktır.434 Bu dönemde yapılan diğer antlaşmalar da kapsamlı olarak incelendiğinde, sınıraşan suların kullanıma ilişkin kıyıdaş devletler arasında sorun yaşanmamaktadır. Bazı antlaşmalar faydalanmaya ilişkin hükümler ihtiva etse de genel olarak Dünya Savaşları’nın etkisiyle değişen sınırların tespiti hususunda antlaşmalar akdedilmiştir. Ülkemizin bulunduğu coğrafyanın aksine kuzey ülkelerinde ise bu dönemde kullanıma ilişkin sorunlar karşımıza çıkmaktadır. Bu ülkeler sanayi devrimi ve sonrasındaki süreçte sınıraşan sular üzerinde kapsamlı projeler geliştirmişlerdir. Bu durumda kıyıdaş taraflar arasında sorunların yaşanmasına neden olmuştur. Ülkemizin sınıraşan sulara yönelik olarak projelere başlaması ise 20. Yüzyılın ikinci yarısına tekabül etmektedir. Bu süreçte ülkemiz ile kıyıdaş taraflar arasında sorunlar yaşanmaya başlamıştır. 

20. yüzyılın ikinci yarısında Türk dış politikasında sınıraşan sular sorunu 
daha çok Dicle-Fırat havzasında başlatılan projelerle ortaya çıkmıştır.435 1965 yılında Fırat nehri üzerinde Keban barajının inşaatına başlanması ile birlikte aşağı kıyıdaşlar olan Suriye ve Irak’tan itirazlar yükselmeye başlamıştır. Bu süreçte Suriye ve Irak’ın itirazlarının temel gerekçesi Fırat nehrinin miktar ve kalitesinin Türkiye’nin inşa ettiği barajlar nedeniyle bozulması iddiasına dayandırmaktadır. Aynı dönem içinde üç kıyıdaş devlet arasında Ortak Teknik Komite yolu ile bir takım görüşmeler yapıldıysa da tüm tarafları tatmin edecek bir sonuç elde edilememiştir. Yine Fırat nehri üzerinde Karakaya barajının inşasının başlaması ile birlikte Suriye ve Irak itirazlarını tekrarlamıştır. Bu dönemde havzadaki sorunlar giderek uluslararası bir boyuta taşınmış ve havza dışı müdahaleler görülmeye başlanmıştır. Türkiye’nin Keban436 ve Karakaya437 barajları inşaatında uluslararası kuruluşlardan krediler aşağı 
kıyıdaşlar ile görüşme ve belli miktar su bırakma şartlarına bağlanmıştır. Bu ön 
koşullar Türkiye’nin günümüze kadar gelen havza dışı müdahalelere soğuk 
yaklaşması politikasının temel nedeni olmuştur.438 Bu dönemde Türkiye diğer 
sınıraşan sulara ilişkin de kıyıdaş devletlerle görüşmelerde bulunmuş ve antlaşmalar imzalanmıştır. Ülkemizin sınıraşan sular politikasında önemli bir yeri olan kıyıdaş taraflar arasında dostane ilişkiler sonucu ortak projeler üretmek gayesinin yansıması olan Arpaçay Barajını görüyoruz. Türkiye ile Sovyetler Birliği 25 Nisan 1963 tarihli “Türk-Sovyet Karma Komisyonunun Arpaçay Üzerinde Müşterek Bir Baraj inşası ile ilgili Toplantı Protololü”dür. Daha sonra, bu konuyla ilgili olarak 26 Ekim 1973 tarihinde “Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti ile Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği Hükümeti Arasında Sınırdaki Arpaçay (Ahuryan) Nehrinde Baraj inşası ve Baraj Gölünün Teşekkülü Konusunda işbirliğine Dair Antlaşma ” imzalanmıştır. Her iki metine bakıldığında Arpaçay baraj antlaşması, baraj tesis edildikten sonra, barajda düzenlenen sular ile Aras’tan gelen sulardan, her iki tarafın hisselerine düsen suyu, doğrudan doğruya rezervuardan çekebileceği gibi sınır oluşturan Arpaçay ve Aras akarsularının herhangi bir sınır bölgesinden de çekebileceğini öngörmekte ve o yıl içerisinde hissesine düsen suyu kullanmayan tarafın müteakip yıllarda hak iddiasında bulunamayacağı hükümlerini ihtiva etmektedir.439 Ayrıca söz konusu baraj ortak işletmede olup, taraflar baraj sularından eşit olarak faydalanmaktadırlar.440 

Görüleceği üzere Türkiye kıyıdaş taraflar arasında su sorunu her dönemde barışçıl yollarla çözme taraftarı olmuştur. 

Öte yandan, 20. Yüzyılın ikinci yarısının önemli bir bölümünü kapsayan 
‘Soğuk Savaş’ Türkiye’nin komşularıyla olan bölgesel ve ikili siyasi ilişkilerini 
belirlerken sınıraşan su politikalarını da doğrudan etkilemiştir. Bu dönemde Suriye, Irak ve Bulgaristan’la Asi, Fırat-Dicle ve Meriç havzalarında kapsamlı sınıraşan su işbirliğinin kurulamamasında Soğuk Savaşın ikili ve bölgesel ilişkiler üzerindeki olumsuz etkisi rol oynamıştır.441 

1980’ler ile birlikte Türkiye’nin Güneydoğu Anadolu Projesi’ni (GAP)442 
hayata geçirmeye başlaması gözlerin yeniden Dicle-Fırat havzasına çevrilmesine yol açmıştır. GAP ile birlikte sulamanın başlaması suyun yıllık toplam miktarında bir azalma yaratacağı için Irak ve Suriye bu defa daha yüksek sesle itirazlarını dile getirmişlerdir. Ancak burada şunu da belirtmek gerekir, Ülkemiz tarafından inşa edilen barajlar kıyıdaş tarafları taşkınlarından kurtardığı gibi, her iki nehir üzerindeki suların düzenli akışının sağlanmasına (regule edilmesine) katkıda bulunmaktadır. 

Kıyıdaş devletler bu durumu iddialarını ileri sürerken göz ardı etmektedirler. 
Türkiye, 5-8 Kasım 1984 yılında gerçekleştirilen, ortak teknik komitenin 5 inci 
toplantısında “Fırat ve Dicle Havzası’nın Sınır Asan Sularının Eşit ve Gerçekçi 
Kullanımı için Üç Aşamalı Plan” olarak nitelenen projeyi gündeme getirmiştir.443 
Söz konusu plan dikkatle incelendiğinde ülkemiz sınıraşan suların kullanımında 
hakça, makul ve optimum kullanım esasını benimsediği görülecektir. Türkiye 
sınıraşan sulara ilişkin olarak hiçbir zaman kendine sınırsız haklar tanıyan bir 
yaklaşımdan yana olmamıştır. Söz konusu plan kıyıdaş devletler tarafından kabul görmemiştir. 

Soğuk savaş sonrasında ise, ortaya çıkan Yeni Dünya Düzenin Türkiye dış 
politikasını da etkilediğini görüyoruz. Türkiye çevresiyle, komşu ülkeleriyle dış 
politika değişikliğine gitmiş ve sıfır sorun üzerine bir dış politika stratejisi 
uygulamaya geçmiştir. Türkiye özellikle 21. yüzyıl başlar başlamaz bölgesel ve 
global etkinliğini artırabilmek için sistem içinde manevra kabiliyetini genişletici 
esnek ve aktif diplomasiye dayalı bir dış politika uygulamaya başlamıştır. Bu 
politikanın ilk amacı belirsizlik ve çatışma alanlarını mümkün olduğunca 

Türkiye’nin yaşam ve çıkar alanından uzak tutulmasıydı. Bu politika “iyi komşuluk ve karşılıklı ortak çıkar oluşturma” stratejisine dayanmıştır. Bu yaklaşımın içinde sınıraşan suların da var olması gerekiyordu. Özellikle Ortadoğu’daki komşularımız için Dicle ve Fırat suları sıfır sorun politikası doğrultusunda daha aktif bir hidropolitika ile kullanılmıştır.444Bu dönemde ayrıca, su kaynaklarını geliştirmek ve artan nüfusunun kentsel su ihtiyacını karşılamakta zorlanan Afrika ülkelerine dönük yardımlar Türk dış politikasının yeni konuları arasına girmiş bulunmaktadır. DSİ’nin teknik desteği ile Etiyopya, Sudan, Burkina Faso ve Nijer’de su kuyuları açılmıştır.445 Öte yandan Avrupa Birliği’ne adaylık ve uyum sürecinin başladığı 2000’li yılların başlangıcından bu yana su kaynaklarını kullanma ve koruma dengesini gözetecek yasal ve uygulamaya yönelik girişimler gerçekleştirmiş, bu hususlar sınıraşan su politikalarının biçimlendirilmesine katkılarda bulunmuştur. Nitekim 2009 yılında Suriye ve Irak’la Fırat, Dicle ve Asi nehir havzalarındaki su kaynaklarının kullanımı, geliştirilmesi ve korunmasıyla ile ilgili imzalanan mutabakat zabıtlarında Türkiye’nin, AB ile ilişkiler çerçevesinde, geliştirdiği yeni yaklaşımlar önemli rol oynamıştır.446 Bu mutabakat metinlerinde kullanılan: “havza 
düzeyinde su kaynaklarının yönetimi,” “emisyon standartlarının oluşturulması ve çevresel kalite standartlarına geçiş,” “kirleten öder,” ve “maliyet geri dönüşünün sağlanması,” gibi kavramlar AB su politikalarının oluşturulmasında, özellikle de AB su kaynakları yönetiminin başlıca yasal belgesi olarak nitelenen AB Su Çerçeve Direktifinin içerdiği kavram ve terminolojiyi yansıtmaktadır.447 

Türkiye’nin günümüze değin izlediği politikalar değerlendirildiğinde; 
Cumhuriyet tarihinin ilk yıllarından bu yana, Türkiye, sınıraşan su havzalarında 
komşularıyla diplomasi ve uluslararası hukukun araçlarını kullanarak, müzakereler yürütme, antlaşmalar yapma ve geçici veya sürekli teknik komiteler gibi kurumsal yapılar oluşturma gibi dış politika çıktıları üretmiştir. Soğuk Savaş döneminde “düşman” kampta yer alan Ermenistan’la Arpaçay üzerinde inşa edilen ortak baraj, Suriye ile imzalanan Fırat nehrinden su paylaşımını (geçici) olarak belirleyen 1987 

Protokolü ve Bulgaristan’la imzalanan bir dizi anlaşma ve protokoller, Türkiye’nin farklı siyasi kamplarda yer aldığı komşularıyla bile sınıraşan su konusunda uyuşmazlıklarını ele alırken, uluslararası teamül hukukunun ve Birleşmiş Milletler Şartı’nın (Antlaşması) öngördüğü biçimde barışçıl yollardan çözüm yöntemlerini tercih ettiğini ortaya koymaktadır.448 

Türkiye’nin sınıraşan sular politikasının tarihsel gelişimi bu alandaki ilkelerin oluşturulmasını etkilemiştir. Ayrıca Türkiye bu alandaki ilkelerini belirlerken 
günümüz hukuki ve politik yapılanmasını da dikkate almaktadır. Tüm bu durumlar göz önünde bulundurularak oluşturulan sınıraşan sular politikasının temel ilkeleri aşağıda sıralanmıştır.449 

1. Her ülke topraklarından doğan veya topraklarında akan sınıraşan sulardan faydalanma hakkına sahiptir. Ancak bunu yaparken aşağı kıyıdaş ülkelere önemli zarar vermeme ilkesi esastır. 

2. Sınıraşan sular kıyıdaş ülkeler arasında anlaşmazlıktan ziyade, bir işbirliği unsurudur. 

3. Sınıraşan sular hakça, makul ve optimum biçimde kullanılmalıdır. 

4. Suyun yararlarının paylaşılması hedeflenmelidir. 

5. Sınıraşan sularla ilgili meselelere kıyıdaş ülkeler arasında çözüm aranmalı, üçüncü tarafların arabuluculuk girişimleri desteklenmemelidir. 

6. Suların tahsisi ve kullanımında tabii hidrolojik ve meteorolojik şartlar dikkate alınmalıdır. Bu durum kuraklığın yaratacağı risklerin bütün kıyıdaş ülkelerce 
paylaşılmasını gerekli kılmaktadır. Dolayısıyla, kesin rakamlar veya miktarlar üzerinden su paylaşımı söz konusu olamaz. 

7. Türkiye komşularıyla hidro-elektrik santrali, baraj ve diğer su altyapıları, sulama sistemleri ve içme suyu tesisleri alanında edindiği deneyimleri, teknoloji ve insan kaynakları potansiyelini paylaşmaya hazırdır. 

8. Dicle ve Fırat Nehirlerinin sularıyla ilgili olarak, “iki nehir tek havza” yaklaşımı Türkiye için vazgeçilmezdir. Bu bağlamda iki nehrin toplam su potansiyeli nin kıyıdaş üç ülkenin ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli olduğu değerlendirilmektedir. 

9. Ülkemiz Dicle ve Fırat suları konusunu bütün boyutlarıyla görüşmeye hazırdır. Bu çerçevede bir iyi niyet gösterisi olarak talep edilen bilgi ve veriler diğer 
kıyıdaş ülkelere iletilmektedir. Ancak veri ve bilgi değişiminin havza bazında karşılıklı olması gerekmektedir. 

10. Dicle ve Fırat Nehirlerinin sularının bütün kıyıdaş ülkelerce etkin bir biçimde kullanımı önem taşımaktadır. Bu kapsamda aşağı kıyıdaş ülkelerin de suyu 
etkin bir biçimde kullanmaları, su tasarrufu için yeni sulama sistemlerini devreye sokmaları ve suyun kirlenmesini önlemek suretiyle kendilerine düşeni yapmaları 
gerekmektedir. 

SONUÇ 

Sınıraşan sulara ilişkin hukukun gelişimini iki aşamaya ayırabiliriz. İlk aşama 
Sanayi devrimi öncesi dönemdir. Bu dönemde ülkeler arasında ilişkiler ulaşım 
amaçlı kullanım çerçevesinde gelişme göstermiştir. Bu minvalde, ülkeler arasında öne çıkan sorunlar da genellikle ulaşım amaçlı kullanımlara ilişkin olmuştur. Sanayi Devrimi ile birlikte sınıraşan sulara ilişkin farklı kullanımlar devletler arasında sorun teşkil etmeye başlamıştır. Bu kullanımlar suların öncelikle miktar bakımından etkilenmesine yol açmış ve ülkeler arasında bu hususta ihtilaflar yaşanmıştır. 

Sınıraşan sulara ilişkin bu dönemde yapılan hukuki çalışmalar devletlerin miktar 
bakımından kullanımlarında bir sınırlamaya tabi olup olmadığı üzerine 
yoğunlaşmıştır. 20. yüzyılın ikinci yarsına gelindiğinde ise sınıraşan sulara ilişkin 
kullanımların giderek artmasıyla, suların kalite bakımından da etkilenmesi durumu hasıl olmuş ve devletler açısından sorun teşkil etmeye başlamıştır. Günümüzde bu alana ilişkin uluslararası hukukun uğraş alanları içerisine su kaynaklarını hem miktar hem de kalite bakımından koruyucu düzenlemeler girmektedir. 

Çalışmamız kapsamında sınıraşan sulara ilişkin kullanılan kavramlar 
öncelikle ele alınmıştır. Bu kavramlardan ortak sular, ulusal-uluslararası akarsu, 
uluslararası su yolları, paylaşılan doğal kaynak, uluslararası sular sistemi, 
uluslararası akarsu havzası ve sınıraşan-sınır oluşturan sular kavramları detaylı bir şekilde incelenmiştir. Sınıraşan sulara ilişkin kullanılan kavramlar dönemsel olarak farklılıklar arz etmektedir. Hukuki metinlerin yorumu bakımından kullanılan kavramlar son derece önemlidir. Bu durum gerek ulusal gerekse uluslararası hukuk bakımından geçerlidir. İç hukukta kanun, tüzük, yönetmelik gibi metinlerde, metnin uygulanmasında tartışmaya yol açmamak için tanımlar maddesi ihtiva ederler. Aynı maksatla, uluslararası sözleşmelerde de tanımlar maddesi bulunmaktadır. Uygulamada ve metnin yorumunda tanımlar kısmı son derece önemlidir. Bu alana ilişkin uluslararası sözleşmelerde ve devletler arasında yapılan ikili veya çok taraflı antlaşmalarda birbirinden farklı kavramlar kullanılmıştır. Bu hususta genel bir mutabakat sağlanamamıştır. Kanımızca bu alana ilişkin olarak sınıraşan sular kavramının kullanılması yerinde olacaktır. Bu kavram teknik ve hukuki açıdan genel bir çerçeve çizme yeteneğine haizdir. 

Sınıraşan sulara ilişkin kullanımların sorun teşkil etmeye başlamasıyla 
birlikte devletlerin bu kullanımlarda yetkilerinin kapsamı tartışılmaya başlamış ve bu alanda çeşitli doktrinler üretilmiştir. Mutlak egemenlik, doğal durumun bütünlüğü, ön kullanımın üstünlüğü ve hakça, makul ve optimum kullanımı gibi doktrinler tarihsel süreç içinde ileri sürülmüştür. Bu doktrinler sınıraşan sulara ilişkin uluslararası hukukun gelişimine katkı sağlamıştır. Günümüzde uluslararası metinlerde çoğunlukla hakça, makul ve optimum kullanım doktrini karşımıza çıkmaktadır. Söz konusu doktrinler kapsamlı olarak incelendiğinde de, tarafsız nitelik arz etmesi ve kullanımları hakkaniyete uygun olarak tespit etmesi bakımından hakça, makul ve optimum kullanım doktrini uygulanabilir bir nitelik taşımaktadır. 

Sınıraşan sulara ilişkin hukuksal metinler birlikte değerlendirildiğinde 
sınıraşan sulara ilişkin uluslararası alanda genel kabul görmüş bir belgeden söz 
edemeyiz. Mevcut hukuksal metinler sınıraşan sulara ilişkin yaşanan bütün sorunlara çözümler bulabilecek hükümler içermemektedir. Ayrıca sınıraşan sular hususunda uluslararası hukukun asli kaynakları arasında yer alan örf-adet hukukuna girebilecek kuralların olup olmadığı hususu da tartışmalıdır. Bu alanda yaşanan ihtilafların fazlalığı genel bir örf-adetin oluşmasına engel teşkil etmektedir. Ülkeler sınıraşan sulara ilişkin ihtilaflarını aralarında yaptıkları ikili veya çok taraflı antlaşmalar vasıtasıyla çözmektedirler. Bu antlaşmalarda da devletlerin aşağı veya yukarı kıyıdaş ülke konumunda olma durumuna göre farklı hükümler bulunmaktadır. Devletler sınıraşan sulara ilişkin olarak aralarında çıkan uyuşmazlıklarda, çıkar durumlarına göre farklı tezler ileri sürmektedir. 
Bu minvalde, devletlerin bu alana ilişkin ön yargılı yaklaşımı kapsamlı bir uluslararası hukukun oluşmasına mani olmaktadır. 

Bununla birlikte, çalışmamız kapsamında ele alınan 1992 tarihli Sınıraşan Su 
Yollarının, Uluslararası Göllerin Kullanımı ve Korunması Sözleşmesi, sınıraşan su 
kaynaklarının korunması ve ekolojik açıdan duyarlı yönetimi konusunda ulusal ve uluslararası eylemlerin güçlendirilmesini amaçlamaktadır. Sözleşme’de genel olarak su kaynaklarını koruyucu düzenlemeler yer almaktadır. 1992 Helsinki Sözleşmesi 2003 değişikliğine kadar Birleşmiş Milletler Avrupa Ekonomik Komisyonu bölgesi ile sınırlı bir yapıya sahipken, bu tarihten sonra küresel nitelik taşıma gayesine yönelmiştir. 

1997 tarihli Uluslararası Su Yolarının Ulaşım Dışı Maksatlarla Kullanımına İlişkin Sözleşme ise su kaynaklarının paylaşımı ve kullanımı üzerinde durmaktadır. Sınıraşan sulara ilişkin olarak genel bir çerçeve oluşturma gayesi ile yola çıkan bu sözleşme oldukça detaylı düzenlemeler ihtiva etmektedir. Sözleşme, 1997 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulunda kabul edilmesinin üstünden geçen 17 yılın ardından, 35 inci ülke tarafından onay işlemlerinin tamamlanması ile birlikte 17 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girmiştir. 

Ülkemiz açısından bakıldığında; gerek yürürlükte olan 1992 tarihli Sınıraşan 
Su Yollarının, Uluslararası Göllerin Kullanımı ve Korunması Sözleşmesi gerekse 
yürürlüğe girecek olan 1997 tarihli Uluslararası Su Yolarının Ulaşım Dışı 
Maksatlarla Kullanımına İlişkin Sözleşme’nin, Ülkemizi doğrudan etkilemesi söz 
konusu değildir. Belli bir konuda uluslararası düzenlemelerin olması bu 
düzenlemelerden doğan kuralların tüm ülkeleri bağlaması anlamına gelmemektedir.

Uluslararası hukukun temel ilkelerinden biri olan “antlaşmaların sadece taraflarını bağlayacağı ilkesi” göz önüne alındığında, söz konusu Sözleşmelerin hükümlerinin Türkiye’ye karşı ileri sürülmesi mümkün değildir. Ancak 1992 Helsinki Sözleşmesi ve 1997 BM Sözleşmesi’nin hükümlerinin bir uluslararası örf-adet kuralı haline gelme ihtimali de söz konusudur. Doğal olarak bir devletin sürekli bir şekilde bir uluslararası bir teamülü tanımadığını belirterek hareket etmesi söz konusu teamülün ilgili devlete karşı ileri sürülme olanağı ortadan kaldırmaktadır. Ülkemiz söz konusu durumun önüne geçmek için karşı çıktığı hükümlere ilişkin muhalefet şerhini tüm uluslararası platformlarda ileri sürmektedir. Görüleceği üzere uluslararası hukuk kuralları ve uygulamalar değerlendirildiğinde, uluslararası hukukun bugün geldiği aşamada Türkiye’yi rızası hilafına sözleşme hükümlerini uygulamaya zorlayamayacağı aşikârdır. 

Ancak uluslararası politika bakımından aynı durumdan söz edemeyiz. 1997 tarihli Sözleşme’nin yürürlüğe girmesinden sonra uluslararası platformlarda Türkiye’yi sınıraşan sulardan faydalanma konusunda eleştirmek, bölge ülkeleri ve konuya müdahil olmak isteyen diğer taraflar bakımından daha kolay olacaktır. Söz konusu hükümler zorlayıcı olmasa da sınırlayıcı olma ihtimali taşımaktadırlar. 1992 Helsinki Sözleşmesi ve 1997 BM Sözleşmesine taraf olmamamıza karşın bu sözleşmelere ilişkin olarak yapılacak toplantılara katılmamız ve hem bu toplantılarda hem de diğer uluslararası platformlarda görüşlerimizi beyan etmemiz son derece önemlidir. Sınıraşan sularımıza ilişkin yürüteceğimiz politikalarda güncel gelişmeleri takip etmemiz ve buna göre politikalarımızı gözden geçirmemiz uluslararası alanda yaşayacağımız sıkıntıları asgari düzeye indirecektir. 

Bu alanda ele aldığımız Avrupa Birliği müktesebatında yer alan Su Çerçeve 
direktifi başta olmak üzere diğer hukuksal metinler sınıraşan sulara ilişkin hususlarda oldukça genel hükümler ihtiva etmekte ve bu alandaki detaylı hususları taraf olduğu uluslararası sözleşmelere bırakmaktadır. Avrupa Birliği’ne aday ülke statüsünde olan Türkiye açısından, özellikle sınıraşan hususları da içeren AB müktesebatı uyumlaştırılırken hukuksal çerçeve çok iyi çizilmelidir. Sınıraşan sular hususunda son derece dikkatli davranılmalı ve müktesebatın bu alana ilişkin hükümleri Türkiye açısından aleyhte yorumlara yol açamayacak şekilde uygulanmalıdır. Bu noktada sınıraşan su kaynaklarına yönelik daha detaylı bilimsel ve teknik çalışmalar yürütülerek, ülkemiz tezlerinin hem hukuki hem de teknik temellere dayandırılması açısından önem arz etmektedir. 

Dicle-Fırat, Asi, Meriç, Çoruh ve Kura-Aras havzası olmak üzere 5 sınıraşan 
havzaya sahip olan Ülkemizin su potansiyelinin yaklaşık %36’sını bahse konu 
havzalar sağlamaktadır. Bu durum sınıraşan sularımızın ülkemiz açısından önemini göstermektedir. Söz konusu havzalar bağlamında Ülkemiz Meriç ve Asi de aşağı kıyıdaş ülke konumda, Dicle-Fırat, Çoruh ve Kura-Aras Havzasında ise yukarı kıyıdaş ülke konumundadır. Ülkemizin yürüteceği politikalarda memba – mansap ilişkilerini gözetmeye devam edilmelidir. Ayrıca ülkemizin su zengini olduğuna dair oluşan yanlış kanı ortadan kaldırılmalı ve komşularıyla olan ilişkilerini uluslararası hukuka uygun olarak yürüttüğü mutlak suretle her platformda vurgulamalıdır. Bu bağlamda Ülkemizin 1980’li yıllarda önerdiği “Üç Aşamalı Plan” günümüz hukuksal metinlerinde karşımıza çıkan hakça, makul ve optimum kullanımın bir yansımasıdır. 

Ayrıca yine Ülkemiz ile Ermenistan arasında ortak işletilen Arpaçay Barajı kıyıdaş devletlerle ilişkilerimizdeki uzlaşmacı tavrımızın göstergesidir. Görüleceği üzere Ülkemiz sınıraşan sular konusunda hiçbir zaman uluslararası hukukun hilafına girişimlerde bulunmamış, sınıraşan sularda komşularıyla diplomasi ve uluslararası hukukun araçlarını kullanarak, müzakereler yürütme, antlaşmalar yapma ve geçici veya sürekli teknik komiteler gibi kurumsal yapılar oluşturma gibi dış politika çıktıları üretmektedir. Tüm bu durumlarla birlikte yaptığımız ve yapacağımız antlaşmalarda günümüzün önemli sorunları haline gelen iklim değişikliği ve beraberinde getirdiği hususlar göz önüne alınarak sınıraşan sularımıza ilişkin olarak gerekli düzenlemeleri mevcut ve gelecekte hazırlanacak hukuksal metinlere dahil etmemiz önem arz etmektedir. 


BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


427 Sar,5-6 
428 Kır,Tayfun- İstanbulluoğlu Hakan Türkiye’nin Su Politikaları -TAF Prev Med Bull 2011; 10(3),s. 327-338,s.327-328 
429 KİBAROĞLU, Türk Dış Politikası ve Su, s.51 
430Dışişleri Bakanlığı-Türkiye´nin Sınır Aşan Sular Politikasının Ana Hatları, Dışişleri Bakanlığı 
http://www.mfa.gov.tr/turkiye_nin-sinir-asan-sular-politikasinin-ana-hatlari-.tr.mfa (en son erişim:05/03/2014) 
431 Kır vd, s.328 
432Kılıç, Seyfi, Türk Dış Politikasında Suyun Değişen Konumu, 
http://www.orsam.org.tr/tr/SuKaynaklari/analizgundemgoster.aspx?ID=4304, en son erişim:01/04/2014) 
433 Kılıç, Seyfi, Türk Dış Politikasında Suyun Değişen Konumu 
434 Bir, s.129 
435 Öztürk, Ahmet, Türkiye’nin Dış Politikası ve Sınıraşan Sular, Çakmak, Cenap- Doğan,Nejat- Öztürk, Ahmet, Uluslararası İlişkilerde Güncel konular ve Türkiye, Eskişehir-2012, s.315-340, s.326 
436 Irak ve Suriye, Türkiye'nin Keban Barajı inşaatı için yaptığı kredi antlaşmalarının öteki tarafların nezdinde de bu yönde girişimlerde bulunduktan ve Türkiye'ye sağlanacak kredinin, suyun aşağıya bırakılması konusunda elde edilecek bir program karşılığında gerçekleşmesini istedikleri anlaşılmaktadır. Nitekim, Türkiye ile ABD'nin yardım kuruluşu Uluslararası Kalkınma Örgütü (AID) arasında 1966 yılında imzalanan 40 milyon dolarlık kredi antlaşmasının girişi böyle bir koşulu içermektedir. Detaylı bilgi için bkz. Dalar,s.148 
437 1974 yılında başlayıp 1987 yılında tamamlanan Karakaya Barajı’nın inşaatının finansmanında da, Keban Barajı’nda yaşanan sorunlar tekrar etmiştir. 
Dünya Bankası krediye ilişkin ön koşul olarak, Türkiye, Irak ve Suriye arasında Bankanın tespit ettiği ve ana hatlarını belirlediği bir model üzerinde müzakerelere başlanmasını önermiştir. Detaylı bilgi için bkz, Dursun, s.106 
438 Kılıç, Seyfi, Türk Dış Politikasında Suyun Değişen Konumu 
439 Cirit,s.41 
440 Aktaş, s.262 
441 Kibaroğlu, Ayşegül, Türk Dış Politikası ve Su, s.51 
442 Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP), Güneydoğu Anadolu Bölgesi‘nin sahip olduğu kaynakları değerlendirerek bu yörede yaşayan insanlarımızın gelir düzeyini ve yaşam kalitesini yükseltmeyi, bölgeler arası farklılıkları gidermeyi ve ulusal düzeyde ekonomik gelişme ve sosyal istikrar hedeflerine katkıda bulunmayı amaçlayan son derece kapsamlı bir projedir. GAP‘ın, aynı zamanda uluslararası alanda da önemli bir yeri vardır ve bölgesel su sorununun çözümüne katkı sağlamaktadır. Detaylı bilgi için bkz. Yavuz, s.106 
443 Üç aşamalı plan: 
1. Su kaynaklarına ilişkin envanter çalışmalar,
2. Toprak kaynaklarına ilişkin envanter çalışmaları, 
3. Su ve toprak kaynaklarının değerlendirilmesi ana başlıklarıyla karşımıza 
çıkmaktadır. Detaylı bilgi için bkz. Dursun, s.114-115 
444 Yıldız, Dursun -Röportaj: Maden, Tuğba Evrim, Kılıç, Seyfi, Ortadoğu Analiz, C.3, S. 26, Şubat 2011 , s.82-90, s.82-84 
445 Kılıç, Seyfi, Türk Dış Politikasında Suyun Değişen Konumu 
446 Kibaroğlu, Ayşegül, Fırat-Dicle Havzası Sınıraşan Su Politikalarının Evrimi: İşbirliği için Fırsatlar ve Tehditler, Orta Doğu Analiz, C. 4, S. 4, , Temmuz 2011, 
      s.70-82, s.77-80 
447 Kibaroğlu, Türk Dış Politikası ve Su, s.54 
448 Kibaroğlu, Türk Dış Politikası ve Su, s.51 
449 Havza Yönetimi ve Su Bilgi Sistemi Çalışma Grubu Raporu, Ormancılık ve Su Şurası 21-23 Mart 2013, Orman ve Su İşleri Bakanlığı, Ankara, 2013, s.33-34.; 
Türkiye´nin Sınır Aşan Sular Politikasının Ana Hatları 


***


27 Kasım 2016 Pazar

OSMANLIDAN AKP YE ÇÖZÜM GETİRMEYEN KÜRT YAKLAŞIMLARI,



OSMANLIDAN AKP YE  ÇÖZÜM GETİRMEYEN KÜRT YAKLAŞIMLARI,



Osmanlı'dan AKP'ye... Çözüm Getirmeyen YAKLAŞIMLAR...
Kurdians: Thursday, 
June 19, 2008
elazizalacakaya 


Hesap Hep Aynı: Kontrolde Tutmak 





Başbakan Tayyip Erdoğan, 27 Mayıs'ta Diyarbakır'da 10 bakan ve 75 milletvekiliyle bir çıkartma yaparak GAP paketi kapsamında planını açıkladı. 
Açıklanan bu paket geçmişten günümüze ulaşan 16'ıncı paketti. 1989'dan bu yana Bölge için hazırlanan 15 paket havada kaldı. AKP hükümeti de diğer hükümetler gibi sözler vererek 5 yılda GAP'a 12 milyar dolar aktarılarak GAP'ın tamamlanacağını savunuyor. 1963 yılında startı verilen ve 45 yıldır bir türlü tamamlanamayan GAP'ın Türkiye ekonomisindeki yerini irdelemekte yarar var. Osmanlı'dan günümüze her dönem Bölge'ye ayrı bir rol ve misyon biçildiği, Bölge'yi kontrol arzusunun depreştiği görülmektedir. Osmanlı döneminde Bölge illeri tahıl ambarı rolünü oynamaktaydı. Bir de Bölge'de Süryani ve Ermeni ustalarının çabasıyla kurulan dokuma tezgahları önemli bir yer tutmaktaydı. Bölge kentleşme açısından birçok bölgeden daha iyi konumdaydı.free kurdistan azadi 19. yüzyılda Osmanlı toprakları Fransa, İngiltere ve Almanya'nın yatırım ve manevra sahasına dönüşmüştü adeta. ABD firmaları ise Bölge'ye girme çabası içerisindeydi. 

Ege ve Çukurova'nın Fransızlar tarafından ele geçirildiğini düşünen Almanlar, Mezopotamya'nın bakir topraklarında yatırım kararı aldılar. Almanlar İzmit'ten Basra'ya uzanan bir demiryolu inşasına başlanması için Osmanlı devletinden imtiyaz hakkı aldıktan sonra çalışmalarına başladı. Bağdat Demiryolu'nun İzmit, Eskişehir, Konya, Adana üzerinden  Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde Diyarbakır'ın kuzeyinden geçerek Bağdat'a ulaştırılması planlandı. Almanlar diğer yandan tarımsal kapasitenin artırılması için çalışma başlattı. Almanya, Mezopotamya topraklarından Rusya'ya kadar tahıl üretebileceği hesapları içerisindeydi. 



Yine Mezopotamya pamuk tarımı ve madenler yönünden ise bakir bir alandı. 1890-1896 yılları arasında İzmit'ten Ankara ve Konya'ya uzanan demiryolu, 
20. yüzyılı belirleyen petrol yatakları nedeniyle başarıya ulaşamadı. Kerkük petrolünün Diyarbakır ve çevresindeki bölgeden daha verimli olduğu tespit edilince demiryolunu Diyarbakır'ın kuzeyinden geçirme olasılığı zayıfladı. 

1912 yılında Konya'dan Karapınar'a 290 kilometre tren yolu yapıldı. Daha sonra Toprakkale, İskenderun Demiryolu yapıldı. Bu demiryolu 453 km'lik Islahiye, 
Ruseyeyn ve 119 km'lik Bağdat-Samara hatlarıyla devam ettirildi. Birbirinden kopuk bu hatlarla Bağdat projesi sona erdi. Cumhuriyet döneminde Nusaybin-Kilis arası tamamlanarak bu bölgede demiryolu yapımına son verildi. demiryollari tren kurdistanKısacası Bağdat Demiryolu Kürtlerin yoğunluklu olarak yaşadığı bölgelerin dışından Bağdat'a bağlandı. 1914'te gizli anlaşmayla Kuzey Anadolu ve Suriye Fransızlara bırakıldı. İngilizlerle yapılan anlaşma sonucu hattın Basra'ya götürülmeyerek, Basra bölgesi İngilizlere bırakıldı. 1910'lu yıllarda ABD firmaları Doğu Anadolu Bölgesi'nde demiryolu imtiyazı için girişimlerde bulundu. Almanya, Fransa ve İngiltere kendi imtiyaz bölgeleriyle çakışacağı gerekçesiyle bunu reddetti. 



1922 yılında Artur Chester, Ankara hükümetiyle masaya oturdu. Herhangi bir kur garantisi istemeden Bölge'de ve Musul-Kerkük bölgesinde 4 bin 400 km'lik demiryolu hattı döşeyecek bir proje hazırladı. Bu hat, demiryoluyla Karadeniz ve Akdeniz'e bağlanacak, iki bölgede toplam üç kıyı limanı yapılacaktı. Şirket bunun karşılığında demiryolunun her iki yanında 20'şer kilometrelik alanda maden ve petrol arama imtiyazına sahip olacaktı. 9 Nisan 1923'te anlaşma imzalandı. Bunun dışında ABD firması Standar Oil Company, Temmuz 1922'de Musul üzerinde egemenlik kurmak isteyen İngiliz ve Fransız sermayesiyle anlaştı. ABD'liler belirsizliğini koruyan Osmanlı topraklarında hem Ankara hükümetiyle hem de İngiliz ve Fransızlarla sözleşme yaparak kendilerini garantiye almanın hesabı içindeydi. Her koşulda ABD firmaları pastadan pay kapacaktı. 
seyh_said 1923 öncesinde Bölge'de yapılması planlanan demiryolları, anlaşmalara rağmen yaşama geçmedi. 1919'da Samsun'da başlayan Kurtuluş Savaşı sonrasında Lozan Anlaşması'yla Türkiye'nin sınırları belirlendi. Suriye ve Irak bölgesi bu sınırların dışında kaldı. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında demiryollarında imtiyaz tamamen yabancılardaydı. 1925'te Palu-Dicle-Genç bölgesinde meydana gelen Şeyh Sait İsyanı, Fransızların egemenliğinde olan demiryollarının kullanımına izin verilmesi nedeniyle yapılan asker ve mühimmat sevkiyatı sonucu bastırılmıştı. 1930'lu yıllarda Bölge'nin demiryolu ağıyla örülmesi kararında bunun da etkisi oldu. 

Cumhuriyetin ilk yılları 





Cumhuriyet döneminde ilk sanayi sayımı 1927 yılında yapıldı. Bölge'de, cumhuriyetin ilk yıllarında dokuma önemli bir yer tutuyordu. 

Bu sayımda İstanbul ve Bursa'nın yanısıra sanayide gelişmiş iller arasında Urfa, Mardin, Diyarbakır ve Erzurum kent merkezleri de bulunmaktaydı. 1927 sayımına göre, 12 Bölge ilinde 4 kişiden fazla kişinin çalıştığı işletmelerin yüzde 10.2'si, 4 kişiden az kişinin çalıştığı işletmelerin yüzde 9'u, genel işletmelerin ise yüzde 10.6'sı Bölge illerinde bulunmaktaydı. 

1927 yılında yapılan sayımda tıpkı bugün olduğu gibi Bölge illeri yine teşviklerde en son sırayı almıştı. Yapılan sayım, Sanayiyi Teşvik Kanunu'ndan faydalanan 
1417 firmanın 13'ünün Bölge firması olduğunu ortaya koymuştu. Düzenlenen İzmir İktisat Kongresi sonrasında 'devletçilik' ilkesiyle sanayi yatırımlarının startı verildi. 




Özel sektörün bulunmadığı Cumhuriyetin ilk yıllarında sanayi tesisleri devlet eliyle yapılmaya başlandı. Bugün özelleştirilen kamu iktisadi teşebbüslerin temelleri bu dönem atılmaya başlandı. Sınırlı olmakla birlikte 1930 ve 1940'lı yıllarda Elazığ'da içki fabrikası Malatya, Elazığ ve Diyarbakır illerinde devlet fabrikaları kuruldu. 
Tarım potansiyeli yüksek olan Urfa ile hayvancılık potansiyeli yüksek olan Erzurum'da bazı girişimler yapıldı. Diyarbakır ve Elazığ'da içki fabrikası, Bitlis ile Malatya'da sigara fabrikası kuruldu. Elazığ'da Guleman Krom yatakları işletmeye açıldı. 

Ceylanpınar'da Devlet Üretme Çiftliği açıldı. Bu yatırımlar fazla istihdam yaratmadı. Fakat Bölge illerinde nüfusun önemli bir kesimi tarım ve geleneksel el sanatlarıyla geçimini sağlamaktaydı. Türkiye'nin devletçi kalkınma modelini uyguladığı 1923-1940 yılları arasında Bölge kentleri gereken yatırımı almadı. Yatırım almamasının bir gerekçesi olarak Bölge'de meydana gelen Kürt isyanları gösteriliyordu. Bir diğer etmen ise Ortadoğu coğrafyasında sınırların sürekli olarak değişkenlik göstermesiydi. 
Bu dönem sınır kentlerine yapılması planlanan birçok yatırım ise Mareşal Fevzi Çakmak'ın karşı çıkması nedeniyle hayata geçirilemedi. Çakmak, bu yatırımların 
korunamayacağı kaygısını taşımaktaydı. Bor Bölge madenleri revaçta 
1930'lu yıllarda Bölge'de demiryolu inşası başladı. Bölge'ye ilk demiryolu 1931'de girdi. Mersin'den Diyarbakır Ergani'ye Gölbaşı üzerinden ulaştırılan hattın hedefi ise, Diyarbakır'daki zengin maden yataklarının Mersin Limanı'na taşınmasıydı. 1836'da Keban'da Simli Kurşun, Ergani-Maden'de bakır işletmeleri işletilmekteydi. 

Osmanlılar döneminde 3 bin aile maden üretimi için bu bölgeye getirilmişti. Osmanlı'nın son dönemlerinde ağırlaşan vergiler nedeniyle maden üretimi ise durmuştu. Cumhuriyetin kuruluşuyla birlikte bu madenlerin yeniden işletilmesi planlandı. 1930'larda devlet yeniden madenlere yöneldi. Bölge'nin en önemli sanayi yatırımı, Almanlarla ortak kurulan Ergani Bakır A.Ş'dir. 1924'te 3 milyon sermayeyle kuruldu. 1931 yılında demiryolu yapımı başladı, 1935 yılında tamamlandı ve maden sevkiyatı 1939'da başladı. 1951'e gelindiğinde yılda 150 bin ton ham cevher, 14 bin ton da blister bakır üreten bir tesis haline geldi. Ergani uzun yıllar Artvin Murgul Bakır işletmesiyle birlikte Türkiye'nin ihtiyacını karşıladı. 

Yine Elazığ Guleman Krom yatakları 1915'te kuruldu. 1930'lardan itibaren yeniden çıkarılmaya başlanan krom madenleri demiryoluyla bölgeden taşınmaya başlandı. 
1936'da 23 bin ton olan krom üretimi 1940'ta 92 bin tona ulaştı. Üretilen krom madeni Almanya, Fransa ve İngiltere'ye satıldı. 1943'te Almanya'dan alınan 100 milyon Alman Markı değerindeki silahların ücreti, bu madenden elde edilen kromla ödendi. 

Bölge'de tarımsal üretim 

1935 nüfus sayımına göre, Bölge nüfusu 2 milyon 435 bin iken Türkiye nüfusu 16 milyon 158 bin idi. Bölge nüfusu Türkiye nüfusunun yüzde 15'ine tekabül etmektedir. 
1945 nüfus sayımına göre, kentlerde yaşayanların oranı Türkiye genelinde yüzde 18 iken, Bölge'de yüzde 9.5 civarındaydı. 
1934 verilerine göre, buğday üretiminin yüzde 17'si, Arpa üretiminin ise yüzde 13.3'ü Bölge'den sağlanmaktadır. 1950'li yıllarda Bölge'de tarım önemli tarim dönüşümlere uğramamasına karşın ticarileşmeye başladı. Fakat Batı'yla entegrasyon, ulaşım sorunu nedeniyle sağlanamıyordu. Türkiye'deki ekili alanlar içerisinde Bölge'nin payı yüzde 14.42 idi. Bölge'de ekili alanın yüzde 91'inde yapılan tahıl üretimi, Türkiye tahıl üretiminin ise yüzde 14.9'unu oluşturmaktaydı. Bu dönem, Urfa, Kars, Diyarbakır, Malatya ve Mardin Bölge'deki tarımsal üretimde ilk sırayı almaktaydılar. Fakat verim Türkiye ortalamasının altındaydı. Bu dönem tıpkı sanayide olduğu gibi tarım sektöründe de kredi kullananların oranı yüzde 2 civarındaydı. Bu dönem Adana'da tarımsal krediler için 1019 başvuru yapılırken, Bölge illerinin toplamında ise başvuru sayısı 4 idi. Demir yollarının Erzurum-Kars'a kadar gitmesi Erzurum-Kars bölgesinde hayvancılığın gelişmesine ciddi katkı sundu. 1947 istatistiklerine göre, Türkiye'deki 52 milyon hayvan varlığının yüzde 24'ü bölgeye aitti. Bu dönem Bölge arazilerinin yüzde 67'si çayır ve mera olmakla birlikte Türkiye'de 100 hektar çayır ve meraya düşen hayvan sayısı 134 iken, bu sayı Bölge illeri için 125 idi. 1950'li yıllara girerken sanayi Bölge illerinde gelişmeyen bir sektördü. Devletin gıda, dokuma dallarında kurduğu işletmelerin yanısıra akır ve krom maden işletmeleri Bölge'nin önemli sanayi yatırımlarıydı. 
1941 yılında modern tesis sayısı Türkiye genelinde 1052, bu firmaların yüzde 30'u istanbuldaydı. Bölge'deki firma sayısı ise 35 idi. 1950'li yıllara doğru Bölge'deki dokuma tezgahları da ortadan kalkmaya başladı. Tekstil fabrikalarının kurulmasıyla birlikte dokuma tezgahları bu rekabete dayanamadı. Bölge'de yeni sanayi tesisleri kurulamadığı için de dokumacılık sektörü de tarihe karıştı. 
Çok partili dönem Demokrat Parti 1950 Çok partili döneme girişle birlikte CHP 1950'de iktidardan ayrılmak zorunda kaldı. Demokrat Parti (DP) dönemi başladı. Türkiye 1948-1954 yılları arasında dağıtılan 13 milyar dolar Marshal Yardımı' ndan 354 bin dolar pay aldı. Alınan yardımlar tarımın makinalaşması, madencilik, enerji ulaşımı gibi altyapı yatırımlarında kullanıldı. Liberal dış ticaret politikasının izlendiği 1948-1953 yılları arasında tarımda ortalama büyüme hızı yüzde 13 civarında gerçekleşti. 



Bu dönem tarımın Milli Gelir'deki payı yüzde 43'ten yüzde 45'e yükseldi. 1953-1960 yılları arasında ise sanayi yatırımları ağırlık kazandı. Bu 12 yılda Bölge'de 
yapılan devlet yatırımları ağırlıklı olarak tarıma kaydı. Yine bu dönem Batı sanayisinin ihtiyacı olan petrol, maden ve hidroelektrik enerjisine ağırlık verildi. 
Ulaşım ağının geliştirilmesi ve haberleşme olanaklarının artması Bölge'deki hammaddenin Batı'ya doğru pazarlanması sürecini de hızlandırdı. 

1950 yılı öncesinde ise Bölge'de tek bir hidroelektrik santrali vardı. O da Malatya Derme Hidrolektrik Santrali'ydi. 

Bölge'de 1950-1960 arasında 4 adet hidroelektrik santrali kuruldu. 1958 yılında Elazığ Hazar Hidroelektrik Santrali batıdaki Tunçbilek Santrali'yla birleştirildi. 
Böylece Bölge'den batıya yönelik olarak enerji aktarımı da başlatılmış oldu. 1990'lı yıllara kadar Bölge'nin kırsal kesiminin yüzde 40'ına yakını elektrik enerjisinden mahrum iken, Bölge'de üretilen enerji nakil hatlarıyla sanayi bölgelerine taşınıyordu. 1970'te Keban ve daha sonraki süreçlerde Bölge'deki Karakaya, Atatürk, Birecik, Barajlarının tamamlanmasıyla birlikte Bölge, Türkiye'nin hidroelektrik üretiminde önemli bir paya sahip olacaktı. 

Tahıl üretimi 

1950'de Türkiye'de tahıl üretiminin yüzde 14.9'u Bölge illerinde üretilirken, tarımda yaşanan gelişmelere paralel olarak 1960-1962 döneminde bu oran yüzde 15.79'a kadar yükseldi. Bu dönem Türkiye'de ekili alanlar 8.4 milyon hektardan 14 milyon hektara ulaştı. Bölge'de ekili alanlar yüzde 127 artış gösterdi. 

Bu dönem Bölge'nin Türkiye genelinde ekili alanların içindeki payı yüzde 12'den 15.8'e yükseldi. 

Petrol faktörü 




Batman petrol kurdistan 1950'li yıllarda Bölge'de başlayan petrol arama çalışmaları Diyarbakır ve Siirt bölgesinde yoğunlaştı. 1961 ve 1962 yıllarında Siirt ve Batman'da bulunan zengin petrol yatakları Bölge'nin önemini artırdı. Daha sonra ise buna Adıyaman ve Diyarbakır petrol sahaları eklendi. Hidroelektrik enerjisiyle birlikte petrolde Türkiye ekonomisinin can damarıydı. Batman Rafinerisi 1955 yılında faaliyete geçti. 15 Bölge ilinin ihtiyacını karşılayacak şekilde planlanan rafineri zamanla üretimini artırdı. Petrolle birlikte İluh (Batman) ilçesi de büyümeye başladı. Batman kent merkezinde bugün 300 bin civarında bir nüfus bulunmaktadır. 

1972'ye gelindiğinde rafineri yılda 1.1 milyon ton hampetrol işleyecek kapasitedeydi. 1950-1960 döneminde devlet tarafından 40 sanayi tesisi yapıldı. 
İstanbul'da 1, Ankara'da ise 3 adet tesis yapılırken, geriye kalan 36 tesis il ve ilçeler arasında pay edildi. Ağırlık olarak bu dönem çimento ve şeker fabrikaları kuruldu. Hatta bazı yerlerde hammadde olmamasına rağmen siyasal nedenlerle fabrikalar kuruldu. 
Bu dönem Malatya, Erzincan, Erzurum ve Elazığ'da şeker fabrikaları kuruldu. Erzurum'da yem ve et balık bombinası, Diyarbakır'da yün yapağı fabrikası kuruldu. 

Bu yatırımlar 1954 seçimlerinde CHP'den DP'ye kayışı da beraberinde getirdi. Bu dönem tarımsal üretimde birçok bölgede pancar ekim alanları oluşturulmaya başlandı. 

1954 seçimlerinde DP'ye destek veren Bölge illeri, sanayileşme anlamında umduğunu bulamadığı için 1957'te yeniden CHP'ye yöneldi. 1950'de Bölge'de 
CHP 36 milletvekili çıkarırken, DP 44, 1954 seçimlerinde DP 60 milletvekili, 1957 seçimlerinde ise CHP 60 milletvekili çıkarırken, DP ise 29 milletvekili çıkarabildi. 
Bu düşüşün temelinde yatan neden ise Bölge illerinin ekonomideki pastadan yeterli payı alamamasıydı. Çünkü bu dönem Bölge'de yapılan fabrikalar siyasal 
kaygılarla yapıldığı için istihdam artışı sağlamamıştı. 


YARIN: Kentleşme profili, Yap-boz dönemi, Erbakan'ın hayal fabrikaları, Toprak dağılımında adaletsizlik, Bölgesel uçurumun derinleşmesi, 


****

 OSMANLIDAN AKP YE  ÇÖZÜM GETİRMEYEN KÜRT YAKLAŞIMLARI, 2


Hazırlayan: 
Aydın Bolkan

1960 sonrası Türkiye'de planlı ekonominin uygulandığı dönem oldu. Bu planın amacı Türkiye genelinde fırsat eşitliğinin yaratılması olarak belirlendi. Birinci plan bu esas sorumluluğun devlette olduğunu öngörüyordu. 

Yap-Boz Dönemi 




1950-1960 arasında kentleşme yüzde 55.6, Bölge'de bu oran yüzde 49.2 idi. Kentleşmenin Türkiye ortalamasının altında olmasının temel nedeni ise kırdan kente gelecek olan nüfusu Bölge kentlerinin kaldıramamasıydı. Bu nedenle Bölge'den Batı'ya ekonomik göç dalgası da bu dönemle birlikte başladı. Bölge'de yaşanan gelir dağılımındaki adaletsizlik sadece 1990'lı yıllarda değil, 1960'lı yıllarda kurulan hükümetlerin programlarında da yeraldı. 

1963-1965 döneminde 2. İnönü hükümeti programında şunlara dikkat çekiliyordu: 'Kalkınma Planı'nda yer alan sosyal politikamız gelir dağılımındaki ve bölgelerarası kalkınmadaki aşırı ve adaletsiz farkların giderilmesine dayanır. Bu amaçla milli gelirin hızla artırılması ve artan milli gelirin vergi politikası, kamu harcamaları, yatırımların teşviki suretiyle dar gelirli vatandaşlarımıza, azgelişmiş bölgelerimizde ve Doğu bölgelerimize öncelikle yöneltilmesine, böylelikle bölgeler arasındaki dengesizliğin giderilmesine çalışacağız.' 1965 yılında kurulan Demirel hükümetinin programında ise, 'Yurdun birçok bölgelerinde özellikle Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da hayat ve yaşayış şartları bakımından büyük farklar mevcuttur. Fakir bölgelerde yaşayan halkımızın daha müreffeh hale getirilmesi, iş imkanlarına kavuşturulması, bu bölgelerde yapılacak altyapı tesisleri ve sanayi yatırımlarının hızlandırılmasıyla mümkün olacaktır' denildi. 

Demirel hükümetinin 1969-1970 programında, 'Bölge'de gıda ve istihlak maddeleri sanayi geliştirilecektir. Esasen satın alma gücü çok sınırlı olan bölge halkının istihlak ettiği bazı mamüllerin uzak mesafelerden taşınması önlenecek, böylelikle hem yeni iş imkanları açılmış hem de istihlak malları makul fiyatlarla da bölgeden sağlanmış olacaktır' şeklinde yer aldı. 

Programda böyle ifade edilmekle birlikte, sanayi yatırımları et-balık kombinaları, çimento ve yem fabrikaları ile sınırlı kaldı. 1960'lı yıllarda Bölge'de elle tutulur 
devlet sanayi yatırımları bunlardı. Özel sektör ise yabancı sermaye ortaklığıyla yatırım yaparken kuruluş yeri olarak Doğu'yu hiç düşünmedi. Çünkü özel sektör azami kar hedefi nedeniyle yatırımlarını İstanbul, İzmir, Adana, Bursa gibi kentlere yapmayı tercih ediyordu. 

İllerin Ekonomik yapısı 

1960'ların ortasında Bölge Türkiye Milli Geliri'nde yüzde 10.39'luk bir paya sahipti. Fakat buna karşın Bölge'nin bazı illerinin gelişmişlik düzeyi batı illerinden daha iyi olduğu verilerden görülmektedir. 1965 yılında Bölge illerinin kalkınma indeksine göre bazı illerin sıralaması: Antep 20, Diyarbakır 43, Malatya 36, 
Siirt 45, Mardin 47, Erzincan 49, Van 52, Adıyaman 51, Urfa 21, Erzurum 22, Elazığ 30, Kars 18, Muş 63, Bitlis 64, Dersim 65, Bingöl 66, Hakkari 67. 
1965 sayımlarına göre Çorum 28, Denizli 29, Muğla 39, Çankırı 53, Afyon 24 sırada yer almaktaydı. Bu tablolar incelendiğinde birçok Bölge ilinin batı 
illerinden ekonomik olarak daha iyi oldukları görülmektedir. 1960'lı yıllarda batı ile doğu arasında başlayan dengesizlik 1970'li yıllarda uçuruma dönüşmeye başladı. 

Planlı Dönem 

1960 sonrası Türkiye'de planlı ekonominin uygulandığı dönem oldu. Bu planın amacı Türkiye genelinde fırsat eşitliğinin yaratılması olarak belirlendi. 
Birinci plan bu esas sorumluluğun devlette olduğunu öngörüyordu. Bu dönemde geri kalmış yöreler için gelir vergisinden indirim uygulanması önerilmişti. 
Ama bu plan Doğu Marmara'yı sanayi, Çukurova'yı tarıma dayalı sanayi, Antalya bölgesini tarım ve turizm bölgesi olarak belirledi. 

1963-1967 döneminde uygulanan birinci beş yıllık kalkınma döneminde, büyüme hızı yüzde 10 civarında gerçekleşti. 

İkinci beş yıllık Kalkınma Planı'nda bölgesel kalkınmanın sağlanması için her bölgede pilot iller seçilmesi, bu illerin cazibe merkezi olarak dizaynının öngörülmesi ve diğer illerin gelişmesinin bu iller üzerinden sağlanacağı tesbiti yapıldı. 1968 yılında uygulanmaya başlanan Kalkınmada Öncelikli Yöre (KÖY) uygulamasına Bölge'nin tüm ileri alınmasına karşın Bölge'nin aldığı teşvik payı yüzde 5.8 oldu. Bu dönem KÖY'lere toplam 5.918 teşvik belgesi verilirken, Bölge illerinin aldığı teşvik belgesi sayısı ise 342'de kaldı. En fazla teşvik belgesini sırayla Malatya 54, Erzurum 49, Elazığ 42, Mardin 40, Muş 40, Diyarbakır 30 alırken, Adıyaman, Ağrı, Bitlis gibi iller 4'er, Hakkari ise hiç teşvik belgesi almadı. 

Üçüncü beş yıllık plan 1973-1977 yılları arasında uygulamaya konuldu. 

Bu dönem, önceki dönem belirlenen 'Geri kalmış bölgeler' tesbitinden vazgeçilerek, Bölge kavramı yerine yöre kavramı ortaya atıldı. Geri kalmış bölgeler adlandırılırken, 'Yurdun bazı yöreleri ekonomik, sosyal ve kültürel bakımdan geri kalmış durumdadır. 

Bu yöreleri kesin coğrafi sınırlarla belirlemek olanak dışıdır' tesbiti yapılmıştır. Bu amaçla Kalkınmada Öncelikli Yöreler Dairesi de kuruldu. 

Dördüncü beş yıllık plan 1979-1983 yıllarında uygulandı. Bu plan bölgeler arası gelişmişlik sorunu yerine yerleşme sorununu öne çıkarmıştır. 
Sanayinin, hizmetlerin ve altyapının ülke sathına dengeli yayılması hedefi konuldu. 

Beşinci Beş Yıllık Plan'da (1985-1989) ise 1973 yılında terk edilen Bölge planlamasına geri dönüş yapılarak, bu planda KÖY anlayışının sürdürülmesi ve bölgesel farklılıkların bu yöntemle çözüleceği tesbiti yapıldı. Bu plan çerçevesinde aralarında Bölge'den Malatya, Antep, Elazığ, Diyarbakır ve Erzurum'un olduğu 16 il tesbit edildi. Tıpkı AKP hükümetinin bugün uygulamak istediği cazibe merkezleri gibi. Fakat Altıncı Plan döneminde cazibe merkezlerinden vazgeçilerek, yeniden 

Kalkınmada Öncelikli Yöreler'e (KÖY) geçiş yapıldı. 1996-2000 yıllarında uygulanan 7 plan döneminde ise, Bölge öncelikli olmak üzere geri kalmış bölgelerin geliştirilmesi hedeflenmiştir. 

Gelir dağılımında Makas büyüdü 

1970'li yıllarda Marmara bölgesi bir sanayi bölgesine dönüştü. Bölge illerinde ise hala tarıma dayalı bir ekonomi hakimdi. Batıda sanayi yatırımlarının yoğunlaştığı bir dönem olurken, Bölge yine tarım bölgesi olarak kaldı. Bölge illerinde tarımın milli gelire oranı bazı illerde yüzde 60'a kadar çıkıyordu. 1978 yılında tarımın GSYİH içindeki payı Adıyaman'da yüzde 61.2, Muş'ta yüzde 65, Ağrı'da yüzde 59.5, Kars'ta yüzde 59.5, Urfa'da yüzde 54.8'i buluyordu. 
Planlı dönemde kamu yatırımları Birinci plan döneminde cari fiyatlarla kamu yatırımlarına 36.6 milyar dolar pay ayrılırken, Bölge yüzde 11.8 pay aldı. Aynı dönemde Marmara Bölgesi'nin kamu yatırımlarından aldığı pay ise yüzde 11.7 idi. İkinci plan döneminde 1968-1972 yıllarında 70.5 milyarlık kamu yatırımlarından Bölge 11.92 pay aldı. 

Marmara yüzde 12. Tek başına İstanbul'un payı yüzde 8.3 oldu. 3 planda kamu yatırımları yüzde 7.11'e, 4 plan döneminde ise 7.20'ye kadar geriledi. 
Tıpkı bugün olduğu gibi planlı dönemde de Bölge'ye ayrılan kamu kaynakları ağırlıklı olarak enerji ve madenciliğe ayrıldı. 
Bu 4 plan incelendiğinde ise sanayi yatırımlarına Bölge'de 3 ve 4 plan döneminde yüzde 20'inin üzerinde pay ayrıldığı görülmektedir. 
1973-1977 yılları Türkiye'de yüksek büyümenin hızının sürdürüldüğü yıllardı. Bu dönemde sanayi yüzde 9'luk büyümeyle lokomotif bir sektördü. 
Petrol krizinin patlak verdiği 1974 koşullarında gerçekleşen bu büyüme krize de davetiye çıkardı. Büyüme 1978 yılında kesildi. Birçok ürün piyasalarda bulunmaz oldu. ( BATILILARIN 1974 KIBRIS HAREKATI  SONRASI EKONOMİK AMBARGO UYGULAMASI SONUCUDUR )
Tüp, yağ, şeker kuyrukları başladı. Ekonomi 1979 yılında tıkandı. Ve Ocak 1980 tarihinde IMF ile yapılan anlaşmayı 12 Eylül askeri darbesi izledi. 
Banker vurgunlarının, hızla kamu kaynaklarının kapitalizmin girdabına sürüklendiği, emeğin örgütlülüğünün yasaklandığı, sendikacıların işkenceden geçirildiği bir dönem yaşandı. 

Erbakan'ın Hayali Fabrikaları 

Üçüncü plan döneminde Bölge'deki yatırımlardan sanayinin yüzde 25'lere varan paylar almasının altında yatan neden Bölge illerinde ciddi oy alan MSP'den kaynaklanmakta dır. MSP'nin etkin siyasi gücüyle Bölge'de başlatılan ağır sanayi hamlesi çimento, şeker fabrikaları ile Temsan yatırımları oluşturuyor du. 
1976-1981 tarihleri arasında Bölge'de 20 fabrikanın temeli atıldı. Van Ayakkabı Üretim Tesisleri yüzde 81.8, Kars Ayakkabı Üretim Tesisleri yüzde 86.7, 
Erzincan Tercan Ayakkabı Üretim Fabrikası yüzde 90.3 oranında tamamlanırken, diğer yatırımların tamamlanma oranı ise yüzde 0.3 ile yüzde 38 arasında değişti. 
Politik hesaplara dayanan bu tesisler, 24 Ocak 1980 kararlarının uygulanmasıyla birlikte yeniden revize edildi. Erbakan döneminde temeli atılan Temsan 
kapsamındaki Diyarbakır Jeneratör Fabrikası, Erçiş Şeker Fabrikası ve Elazığ'daki Ferrokrom Tesisleri, 1980 yılından sonra tamamlanabildi. Diğer yatırımlar ise 
rantabl olmadığı için tamamlanamadı. 

Kaynaklar Enerji Yatırımlarına 

1950'lerden 1970 yılına kadar geçen 20 yıllık süreçte Bölge'nin en önemli yatırımı Keban oldu. Barajın yapımıyla birlikte verimli topraklar sular altında kaldı. 
Ovalık alanlarda toplam 94 dağ ve yamaçlardaki 118 köy olmak üzere 212 köy sular altında kaldı. Sular altında kalan bölgede yaşayan 30 bin kişiden 23'ü bini 
Elazığ dışındaki kentlere göçetti. 
Keban Barajı faaliyete geçtikten sonra 380 KW'lık enerji nakil hatlarıyla Sarıyar Santrali'ne bağlandı. Burada yaratılan katmadeğerin büyük kısmı batıya aktarıldı. 
Bölge hala tarımda elektrik ve su sıkıntısı çekerken, batıda her geçen gün biraz daha büyüyen sanayinin enerji ihtiyacının karşılanmasında Keban önemli bir yer tuttu. 
Birçok bölgede enerji santralleri kurulmaya başlandı. Enerjinin dışında batıda bulunan sanayi tesisleri için maden üretimine ağırlık verildi. Elazığ'da bulunan 
bakır ve krom madenleri genişletilirken, Bölge'de iç pazara dönük olarak kömür üretimine başlandı. Cizre ve Şırnak'ta asfaltit, Erzurum Aşkale'de linyit üretimi, 
Hekimhan'da ise maden cevheri üretimi başlatıldı. 
Siirt, Diyarbakır ve Adıyaman'da 1960'lı yıllarda başlayan petrol arama ve tarama faaliyetleri artırıldı. Shell ve Mobil gibi birçok firma Bölge'de arama ve 
üretim çalışmalarını 1970'li yıllarda sürdürdü. 

Planlı dönemde tarım 

1962 yılında tarımın GSYİH'daki payı yüzde 38 iken 1979 yılında bu pay yüzde 23'e düştü. Batıda sanayi önplana çıkarken, tarım ise 1970'li yıllarda 
Bölge illeri için yaşamsal bir öneme sahipti. Bölge illeri için yaşamsal bir öneme sahip olan tarıma yapılan yatırımlar ise Bölge'ye yapılan yatırımların ancak 
yüzde 10'uydu. Yeni ekim alanlarının artmasıyla Bölge'nin ekim alanları Türkiye toplamı içindeki payı arttı. 1950 yılında yüzde 12.4 olan ekili alanlar 1980 yılı 
başlarında yüzde 20'ye çıktı. Bu artışa rağmen tahıl üretiminde artış sağlanmadı. 1960 yılında toplam tahıl üretiminin yüzde 17.1'i Bölge'de üretilirken, 
1980 yıllarda ekili alanların oranı yüzde 40 artmasına karşılık yüzde 14.6'ya geriledi. 1980'ne gelindiğinde Bölge'de yaşayanların yüzde 35.9 kentlerde, yüzde 64'ü ise kırsalda yaşamaktaydı. Bu oran Türkiye'de ise yüzde 44.3 yüzde 55.7 idi. 

Toprak Dağılımında Adaletsizlik 

1977 yılında DPT tarafından yapılan araştırmada, bölgede ağalara ait yada ailelere ait köy sayısı olarak 360 tesbit edildi. 1970 yılında Türkiye'de 2.500-5 
bin dekarlık işletmeler yüzde 44'ü Urfa'da bulunmaktaydı. Diyarbakır, Urfa'da araziler ise birkaç büyük ailenin elinde toplanmaktaydı.( BÖLGEDE HAKİM AŞİRET REİSLERİ ) Milli Gelir açısından bölge ele alındığında ise 1965 yılında yüzde 10.39 olan Milli Gelir 1975'de 9.56'ya, 1979 yılında ise yüzde 8.17'ye 2000'li yıllarda ise yüzde 7'lere kadar geriledi. 

Bölgesel uçurumun derinleştiği yıllar 

1980'li yıllarda ekonominin nimetlerinden Özal'ın memleketi olan Malatya ciddi anlamda yararlandı. Yine bu dönem GAP yatırımları nedeniyle Urfa ve 
Diyarbakır'da önemli yatırımlar oldu. 1986 yılına gelindiğinde GAP kapsamında yapılan yatırımlar nedeniyle Diyarbakıar 34. sıradan 28. sıraya, Urfa 47. sıradan 
33. sıraya yükselirken, Malatya 41. sıradan 1986 yılında 23. sıraya kadar yükseldi. ANAP'ın tek başına iktidarda olduğu 1984-1989 yılları arasında Bölge'de kamu yatırımları üç kentte yoğunlaştı. Urfa yüzde 35 pay alırken, Diyarbakır yüzde 18 pay aldı. Malatya ise yüzde 5.4 pay alan üçüncü kent konumundaydı. 

Bölge'deki yatırımlar 1970'li yıllara göre yüzde 7.2'den 13'lere yükseldi. Fakat bu yükseliş göreceli bir yükselişti. Batının enerji ihtiyaçları için Bölge'ye ayrılan 
kaynaklar artırılmış ve bu kaynaklar GAP kapsamında barajların yapımında kullanılarak batının enerji ihtiyacı karşılanmaya çalışılmıştı. 

1988 yılında Bölge'de devletin yatırımları toplamı 8 trilyon 436 milyar olarak gözükmekteydi. Bu proje stoğunun yüzde 70.7'si ise enerji dalındaydı. 
Atatürk Barajı, Urfa Hidroelektirk Santralı, Derik ve Dumluca santrallerinı içeren projenin tek başına bedeli 3.5 trilyondu. 

Yine Karakaya Barajı ve santrali 1.8 trilyonluk bir yatırımdı. Bölge'de enerjiden sonra yatırımlar 21 ilde tarım sektöründe yoğunlaştı. Enerji ve sulama yatırımları ANAP döneminde Bölge'de yüzde 92.4'ü oluşturuyor, geriye kalan yüzde 7.6'lık yatırım stoğu ise sağlık, eğitim, sanayi gibi alanları kapsıyordu. Sanayi yatırımları ise yüzde 3 civarında gerçekleşti. ANAP iktidarı döneminde 1984-1989 yılları arasında Bölge illeri teşvikli yatırımlardan yüzde 5.9 pay aldı. Bölge'nin 17 iline verilen 790 teşvik belgesi Türkiye toplamında yüzde 7.2'lik paya sahipti. Teşvik belgeleriyle 46 bin kişiye istihdam sağlanması hedeflenmişti. Fakat o dönem teşvik alan yatırımların büyük bir kısmı bitirilemedi. Tarım reformu cumhuriyetin başından beri gündemde olmasına rağmen gerçekleştirilemezken, hayvancılıkla geçinen halka yayla yasakları nedeniyle büyük darbe vuruldu. 

Bölge illeri Uçurumun eşiğinde 

1965, 1996 ve 2003 yılı verileri incelendiğinde Bölge illerinin nasıl yoksullaştığı ve ekonomik açıdan nasıl gerilediği çok açık bir şekilde görülecektir. 

Bu tablo, yoruma gerek bırakmıyor. 1996 ile 2003 yılları arasında Bölge'de basamak atlayan iki il bulunmaktadır. Biri Antep, diğeri ise Dersim. Antep son dönemde sanayi yatırımlarının Bölge'de yoğunlaştığı bir il olarak biliniyor. Fakat Dersim'in 8 basamak birden atlaması ayrı bir inceleme konusu.


*****

  OSMANLIDAN AKP YE  ÇÖZÜM GETİRMEYEN KÜRT YAKLAŞIMLARI,  ,3

Başbakan Erdoğan'ın açtığı son ekonomik paket ile birlikte 19 yılda açılan paket sayısı 16'yı buldu. Açılan paketler bugüne kadar Bölge halkına ekonomik bir refah sağlayamadı. Bölge harcamaların büyük bir kısmı da 'asker-polis hacamaları' oluşturuyor 

GAP'a bağlanan umutlar 

1960'lı yıllarda dünyanın bazı bölgelerinde uygulanan bölgesel kalkınma modellerinden esinlenilerek Güney Doğu Anadolu Projesi etütleri yapılmaya başlandı. 

DSİ tarafından başlatılan etütler doğrultusunda 1977 yılında proje ana taslaklarıyla birlikte ortaya çıktı. GAP'tan önce hizmete açılan Keban Barajı ise GAP'ın ilk ayağı olarak tanımlandı. GAP, Fırat ve Dicle nehirleri üzerinde sulama ve hidroelektrik enerji üretimine yönelik 13 proje demetinin toplamı olarak planlanmış ve bu kapsamda 22 baraj ve 19 hidroelektrik santralinin inşası öngörülmüş bir entegre proje olarak öngörüldü. Adıyaman, Batman, Diyarbakır, Antep, Kilis, Mardin, Siirt, Urfa ve Şırnak illeri projenin kapsama alanı olarak belirlendi. Fakat enerji yatırımlarının bir kısmı Malatya ve Elazığ'ı da doğallığında bünyesine kattı. 

Bölge'nin topyekün sosyo-ekonomik kalkınmasını hedefleyen projenin, Güneydoğu Anadolu Bölgesi ile diğer bölgeler arasındaki gelişmişlik farkını ortadan kaldırması amaçlanarak, 2005 yılına kadar tamamlanması hedeflendi. Projenin maliyeti ise 32 milyar dolar olarak öngörüldü. 

1977 yılında uygulamaya başlanan proje, yaşanan ekonomik kriz nedeniyle yürütülemedi. 12 Eylül Darbesi sonrasında iktidara gelen ANAP, projenin yeniden aktif hale getirilmesinin startını verdi. Bu yıllar Bölge'de silahlı Kürt muhalefetinin de ortaya çıktığı yıllardı. GAP'ın hızlandırılması amacıyla Kanun Hükmünde Kararname çıkarılarak GAP İdaresi kuruldu. GAP İdaresi'ne ömür olarak 15 yıl biçilirken, bu süre zarfında tüm projelerin yaşama geçirilmesi için de GAP Master Planı yapıldı. 

Ve GAP yeniden revize edildi. Bu kararname kapsamında kurulan GAP İdaresi'nin merkezi Ankara, Bölge Müdürlüğü ise Urfa'da kuruldu. (2004 yılında Kalkınma 
Ajansları Yasası geçerken AKP hükümeti, önce GAP İdaresi'nin kaldırılmasını savundu. Fakat daha sonra eklenen bir maddeyle GAP İdaresi'nin Kalkınma Ajansları bünyesinde faaliyet yürütmesi yasayla yeniden düzenlendi.) 
ANAP iktidarı döneminde Bölge ekonomisinin geliştirilmesi için münferit projeler ve sektörel yaklaşım yerine entegre, çok sektörlü bir bölgesel kalkınma yaklaşımı benimsendi. Bu yeni projeksiyonla birlikte bölgesel ölçekte su ve toprak kaynaklarının gelistirilmesi ile başlatılacak bir kalkınma modelinin sektörel tercihlerle birlikte ele alınıp planlanması da GAP Master Planı'nda yerini buldu. Bölge'nin sosyal ve kültürel dokusunun dönüşümü bu plan kapsamına alınmıştı. 2005 yılına kadar gerçekleşmesi planlanan bu Master Plan; ülkenin ve Bölge'nin kaynaklarını, ihtiyaçlarını, beşeri, mali ve teknik sınırlarını irdeleyerek, alternatif senaryolarla gelişmenin nasıl sağlanacağına ilişkin de bir çerçeveye oturtuldu. 

Turgut Özal'ın ölümünün ardından Başbakan Süleyman Demirel'in Çankaya Köşkü'ne çıkması ve Tansu Çiller'in Başbakan olmasıyla birlikte GAP için yeni bir eylem planı hazırlandı. 1993-1997 yılları arası için hazırlanan bu eylem planına GAP Hareket Planı adı da verildi. GAP Hareket Planı kapsamında GAP Sosyal Eylem Planı da hazırlanarak uygulamaya sokuldu. YİBO ve daha sonraki yıllarda açılan PİYO'larla sürdürülen eylem planıyla, Bölge'deki asimilasyon sürecinin hızlanması hedeflendi. 

Koruculuk sistemi getirilip, yayla yasakları da devreye sokulunca Bölge ekonomisinin kan kaybı dayanılmaz boyutlara ulaştı. 

GAP'a ilişkin veriler 

GAP, Türkiye yüzölçümünün yüzde 9.7'sini, ülke nüfusunun da 9.77'sini kapsarken, Belçika'dan 2.4 kat, Hollanda'dan 2.2, İsviçre'den ise 1.8 kat daha büyük. 

GAP ile sulamaya açılması hedeflenen arazi 1.8 milyon hektar. Bu miktar Türkiye'de ekonomik olarak sulanabilecek arazilerin yüzde 20'sini oluşturmaktadır. 

Fırat ve Dicle nehirleri Türkiye'nin su potansiyelinin yüzde 28'ini oluşturmaktadır. GAP kapsamında hazırlanan 13 büyük projenin 7'si Fırat, 6'sı ise Dicle Nehri üzerinde planlandı. Projeler tamamlandığında 22 baraj ile 19 hidroelektrik santrali inşa edilmiş olacak. Proje sonunda 2.426 MW kurul güç ile yılda 27 milyar kilowatt saat enerji üretilecek ve 1.8 milyon hektar arazi sulamaya açılacaktı. 

Kendini finanse eden Enerji projeleri 

GAP'a 1997 yılı sabit fiyatlarıyla 12.6 milyar dolar harcama yapıldı. Gerçekleşme oranı yüzde 40.6. Atatürk ve Karakaya barajlarının Eylül 1997 tarihleri itibariyle 
ürettiği enerjinin yaklaşık maliyeti 8 milyar dolara eşdeğerdir. Yine Keban Barajı düşünüldüğünde Türkiye'nin GAP'a yatırmış olduğu 12.6 milyar doların geri 
dönüşümünü sağladığı görülmektedi. 1997 yılı Eylül ayı itibariyle Türkiye hidroelektrik enerjisi üretiminde Karakaya ve Atatürk Barajı'nın payı yüzde 51. 
Ekim 1997 itibariyle Bölge'de sulamaya açılan alan 1 milyon 540 bin 800 dönümdür. GAP sulama projelerinin sulama alanından yüzde 9'u tamamlanırken, yüzde 11'lik kısmı ise inşaat halindedir. Faaliyete geçen sulama yatırımlarıyla 1996 yılında Türkiye'de üretilen pamuğun üçte biri GAP bölgesinden elde edildi. 

GAP'a 1997 yılına kadar aktarılan 12.6 milyar doların 2.5 milyar doları dış kaynak, diğer kısmı ise yatırım bütçesinden karşılandı. 

2001 yılında GAP 

2001 yılı verilerine göre toplam 17.2 milyar dolar harcandı. Bölge'de hidroelektrik enerji potansiyelinin yüzde 70.3'ü işletmeye açıldı. 2001 yılı verilerine göre Türkiye'de kullanılan hidroelektrik enerjisinin yüzde 45.5'i Bölge'den sağlanmaktadır. 2000 yılı itibariyle 348 bin 381 hektar arazi sulamaya açıldı. 
Bunun yüzde 79.67'si kamu, yüzde 20.47'si ise halk tarafından yapıldı. DSİ tarafından sulamaya açılan alan, hedeflenen sulanabilir arazinin yüzde 13'ünü teşkil etmektedir. 

GAP'ın Enerjideki payı yüzde 51 

Devlet Bakanı Nazım Ekren 2007 ve 2008 yıllarında Bölge illerinde çeşitli toplantılar düzenledi. Düzenlenen bu toplantılarda GAP'ın yeniden revize edilmesi gündeme geldi. 2007 yılı verilerine göre GAP'a toplam 25.6 milyar kaynak aktarıldı. Karakaya, Atatürk, Batman ve Kral Kızı Dicle, Birecik, 
Karkamış barajlarında 2007 yılı sonuna kadar 292.5 milyon KWH enerji üretildi. Bunun toplam getirisi 17.6 milyar doları bulmaktadır. 2007 yılı sonu itibariyle 
GAP'ın Türkiye enerji üretimindeki payı yüzde 51. 2007 yılında yapılan revizyonla GAP'ın 41 milyar 271 milyon YTL ile tamamlanacağı öngörüsü yapıldı. Bu çerçevede GAP'ın toplam finans ihtiyacı 16 milyar YTL. Fiziki gerçekleşme oranı yüzde 74. Tarımda ihtiyaç duyulan 12 milyar 491. 3 milyon YTL iken, 2007 yılı sonu itibariyle 3 milyar 382 YTL harcandı. 

Tarımda nakdi gerçekleşme oranı yüzde 27. 2008 yılı verileriyle 272 bin 972 hektar arazi sulamaya açıldı. 99 bin hektarlık arazide ise inşaat çalışmaları devam ediyor. 

Sulama projelerinde fiziki gerçekleşme yüzde 15 iken, yüzde 5'lik bölümde ise çalışmalar devam etmektedir. 

Yıllardır GAP'a aktarılan kaynaklar, ağırlıklı olarak enerji yatırımlarında kullanıldı. Bu nedenle GAP projesi, Bölge'nin kalkınmasından öte Türkiye'nin enerji deposu 
olarak algılanarak planlandı. GAP Bölgesi, hidroelektrik enerjisinin yüzde 51'ini, Türkiye petrol üretiminin yüzde 75'ini sağlamasına rağmen kamu yatırımların dan ve milli gelirden en az payı alan bölgedir. Bölge'de 2006 yılında üretilen elektriğin yüzde 75'i Marmara ve gelişmiş illerde sanayide kullanıldı. İstanbul yüzde 18, İzmir yüzde 9.5, Kocaeli yüzde 6, Bursa yüzde 5.4, Ankara yüzde 5.1 pay almıştır. 

AKP, Sınırlar, Orman yakmalar 

1997 yılı, 2001 ve 2007 yılı verileri incelendiğinde AKP hükümeti döneminde GAP'a önem verilmediği açıkça görülmektedir. 

Yıllardan beri sınır kapılarını açmak yerine kaçakçılık yaptığı gerekçesiyle çok sayıda kişi yük hayvanlarıyla öldürülüyor. Yük hayvanları mazot dökülerek vahşice yakılıyor. Ormanlık araziler yakılarak Bölge ikliminin dengesi bozuluyor, erozyona davetiye çıkarılıyor. 

İşletmelerin Dağılımı Dengesiz 

Bölge'de tarıma dayalı işletmelerin yüzde 57.1'i Antep, yüzde 19.8 Urfa, yüzde 9.1 Diyarbakır, yüzde 6.8'i Adıyaman, yüzde 2.6 Mardin, yüzde 2.3 Batman, yüzde 1.3 Kilis, yüzde 0.6 Siirt, yüzde 0.4 Şırnak. İstihdamda en büyük payı Antep yüzde 73.2 ile alırken, Urfa yüzde 8.2, Diyarbakır yüzde 6.8, Adıyaman yüzde 6.2 pay alırken, geriye kalan 5 ilin payı ise toplam yüzde 5.7. Sanayi işletmelerinin yüzde 65'i 1991 yılından sonra kurulmuş. Yüzde 71.2'si bu tarihten sonra üretime başlamış. 

GAP ve Yoksulluk 

Başbakan Tayyip Erdoğan'ın açtığı son ekonomik paket ile birlikte 19 yılda açılan paket sayısı 16'yı buldu. Açılan paketler ise bugüne kadar Bölge halkına ekonomik bir refah ise sağlayamadı. İktisatçı Mustafa Sönmez'in 2008 yılında hazırladığı 'Doğu-Güneydoğu'da Yoksullaşma ve Çözüm: Barış' raporuna göre, 2006 bütçesinden Bölge illerine yapılan harcamaların yüzde 18'ini 'kamu düzeni ve güvenlik', yüzde 11'ini 'savunma' olmak üzere toplam yüzde 29'unu 'asker-polis harcaması' oluştururken, bu oranın Türkiye ortalamasında yüzde 13 düzeyinde olduğu kaydedildi. 

Raporda yer alan verilere göre merkezi bütçeden bu bölgeler ekonomik işler ve hizmetler için yüzde 11 pay alırken, genel kamu hizmetlerine de yüzde 11 pay ayrıldı. 

Bölge'ye yapılan harcamalarda eğitim hizmetleri yüzde 30, sağlık ise yüzde 17 pay aldı. Türkiye genelinde 2006 yılı bütçe harcamaları payına bakıldığında ise 
savunmanın yüzde 7, güvenlik hizmetlerinin ise yüzde 6 pay aldığı, dolayısıyla Bölge illerinde yüzde 29'u bulan bu harcamaların Türkiye ortalamasından 16 puan daha yüksek olduğu belirlendi. Rapora göre, 'asker-polis harcamaları' diye adlandırılan savunma ve güvenlik harcamaları bazı illerde daha da yüksektir. Bu oran Dersim'de yüzde 64 seviyesine çıkıyor. Diyarbakır'a 2006'da yapılan bütçe harcamalarında asker-polis harcamalarının payı yüzde 30'u bulurken, Hakkari'de bu oran yüzde 43. 

Yerel Yönetimlerde Ayrımcılık 

Bölge'ye yapılan kamu yatırımlarının 2006 sonu itibariyle toplamı, Türkiye toplam kamu yatırımlarının yüzde 15.2'sine ulaşıyor. Yatırımdaki payın yüksek görünmesi ise GAP yatırımlarından kaynaklanıyor. Bölge illeri yerel yönetim harcamalarından aldıkları paylar itibariyle de 81 il sıralamasının en alt kısımlarında yer aldı. 
Kişi başına yerel yönetim harcamasının Türkiye genelinde 429 YTL olduğu 2006'da, Bölge illerinden sadece Dersim bu ortalamanın üstünde kalırken, geri kalan 20 ilin kişi başına yerel yönetim harcaması 250 YTL'nin altında gerçekleşti. Mustafa Sönmez'in raporuna göre, 21 ilin toplam teşvikli yatırımları, aynı dönemde Bursa'nın tek başına aldığı yatırım tutarının altında kaldı. Bursa Milletvekili Kemal Demirel'in verdiği soru önergesine verilen yanıtlar Bölge ekonomisinin içler açısı olduğunu ortaya koymaktadır. Bölge'nin en büyük göç kenti olan Diyarbakır'ın 10 yılda aldığı teşvik belgesi 361. Şırnak 105, Bingöl 56, Batman 48, Siirt 43, Muş 37, Bitlis 30 ve Dersim ise 18 teşvik belgesi alabildi. 

Hakkari Trilyona ulaşamadı 

1995-2005 arası 10 yıllık dönemde verilen Küçük ve Orta Boy İşletme (KOBİ) yatırım teşvik kredisinde de Bölge'nin payı gerilerde kaldı. Türkiye genelinde 1995-2005 yılları arasında toplam 473 milyon 876 bin 797 YTL'lik (473.8 trilyon) özel sektör yatırımı yapıldı. Bunun 261 milyon 772 bin 302 YTL'sini (261. 7 trilyon) yatırım ve işletme kredisi oluşturuyor. Yapılan yatırımlarla Türkiye genelinde sağlanan yeni istihdam oranı ise 50 bin 210. İller bazında değerlendirildiğinde Bölge'nin verilen yatırım ve işletme kredisi içindeki payı yüzde 13.2'de kaldı. Yatırım ve işletme kredilerinde en büyük pay İstanbul (19,4 trilyon), Ankara (18.8 trilyon), Antep (12,8 trilyon), İzmir (9,1 trilyon) ve Bursa'nın (8,4 trilyon). Buna karşın Diyarbakır 7.4, Urfa 4.8, Van 3.7, Adıyaman 2.6, Karslı yatırımcılar da 1.8 trilyonluk yatırım ve işletme kredisi alabildi. Hakkari'nin 10 yılda alabildiği yatırım ve işletme kredisi 310.2 milyar. Erdoğan'a Başbakanlık yolunu açan Siirt'in payı ise 1.5 trilyon. Şırnak, Dersim, Bingöl, Bitlis, Ağrı'nın payı ise yüzde 0.1'lerde. 

Bölge Paket Çöplüğüne dönüştü 

1985 sonrasından günümüze Bölge'ye yönelik olarak onlarca ekonomik paket açıldı. Açılan bu paketler toplandığında bugünkü rakamlarla milyarlarca doları ihtiva etmesine karşın, Bölge'de ekonomik anlamda ciddi bir atılım gerçekleşmedi. Son 15 yılda Konya, Kayseri, Bursa, Çorum, Samsun gibi kentlerde ciddi ekonomik yatırımlar gerçekleşirken, Diyarbakır, Mardin, Van, Erzurum, Ağrı gibi Bölge kentleri ise duraklama dönemine girdi. 15 yıllık çatışmalı dönemde köylerin boşaltılması nedeniyle üretimden koparılan köylüler, kentlerin varoşlarına eklemlenen gecekondular ve bunların oluşturduğu ekonomik yük kentleri ciddi anlamda sarstı. 

Açılan Paketlerin bazıları şöyle:

Nisan 1993- Devlet Bakanı Ekrem Ceyhun, Güneydoğu'ya 234 trilyonluk yatırım yapılacağını söyledi. 191 trilyonu kamu, 93 trilyonu ise özel sektör yatırımı.
Mayıs 1993- Başbakan Süleyman Demirel, Hakkari ve Şırnak için 15 günde 2,7 trilyon ödeme yapılacağını 'müjde'ledi.Ağustos 1993- Başbakan Tansu Çiller, Van, Bitlis, Siirt ve Muş'a 5,5 trilyonluk yatırım yapılacağını kaydetti.
Devlet Bakanı Ali Şevki Erek, 1994 yılı içinde Bölge'ye 16 trilyon dolayında yatırım yapacağını söyledi.Temmuz 1994- Bölge için 403,5 milyar lira acil gönderilmesi istendi. Eylül 1994- Acil Destek Programı ve köy kentler kurulması için Bölge'ye 7 ile 4,5 trilyon lira yatırım yapılacak vaat edildi.

Eylül 1994- Devlet Planlama Teşkilatı, Güneydoğu'daki 7 ilde 127 projenin desteklenmesi amacıyla 1,2 trilyon ödeme yapılacağını bildirdi.

Temmuz 1995- Başbakan Tansu Çiller ve Başbakan Yardımcısı Hikmet Çetin, Bölge'ye 25 trilyonluk yatırım yapılacağını söyledi. Bölge'ye 4 bin yeni konut yapılacak.
Mart 1997- Başbakan Necmettin Erbakan, 'Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu Kalkındırma Hamlesi Projesi' çerçevesinde Milli Güvenlik Kurulu'na sunduğu raporda, 293 kamu yatırımına 119 trilyon lira kaynak aktarılmasını planlandı. Refahyol Hükümeti'nin Başbakanı Necmettin Erbakan, danışmanı Aziz Akgül'e hazırlattığı 'Doğu ve Güneydoğu Anadolu Kalkınma Programı'nı açıklıyordu. Bölge'nin temel sorununun ekonomik değil, siyasal olduğunun altı çizilen bu rapor ve bu rapor doğrultusunda oluşturulan paketin temel dayanağı BASK ve Kuzey İrlanda modeli sosyal ve ekonomik kalkınma reddedilmiş, ABD'nin Tennese Valley Authority, Brezilya'nın Kuzey bölümlerini kalkındırmayı hedefleyen Sudene Project ve İngilizlerin İskoçya Kalkınma Programı 'Scottish Enterprise' projeleri örnek alınmış.

119 trilyon liralık yatırım ve destek amaçlı kaynak sağlanan pakette, aslan payını yüzde 32.8'le enerji yatırımları alıyor.

2000 yılında Başbakan Bülent Ecevit Bölge için 107 maddelik bir ekonomik paket açıkladı. Ekonomik paket 107 maddelik eylem planından oluşuyordu. 

Bunların 47 tanesi ekonomik kalkınma, 30 tanesi idarenin yeniden yapılanması, 17 tanesi eğitim, 13 tanesi de sağlık sahalarında alınması gereken önlemleri kapsıyor. 

BİTTİ 

Yararlanılan Kaynaklar: 

Doğu Anadolu'nun Hikayesi Mustafa Sönmez 
Geleceğin Projesi: GAP Ekodialog.com 
GAP İllerinde Sosyal ve Ekonomik Dönüşüm: ( Ege Akademik Bakış ) 
Türk Rüyası: GAP Raporu Ankara Ticaret Odası 
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nda Sosyal ve Ekonomik Öncelikler Raporu TESEV 
Güneydoğu Anadolu Projesi: Prof. Dr. Bahri Karlı Harran Üniversitesi Ziraat Fakültesi 
Kentlerin Sosyal ve ekonomik göstergeleri K. Göçer-H. Çıracı 
Türkiye Kalkınma Bankası-Türkiye ekonomisinde bölgesel dengesizlikler B. Ali Eşiyok. 
'Doğu ve Güneydoğu'nun Yoksullaşması ve Çözüm: Barış' Mustafa Sönmez 
GAP Kalkınma İdaresi GAP Uygulama Programı 

Hazırlayan: Aydın Bolkan 


Osmanlıdan AKP'ye... Çözüm Getirmeyen YAKLAŞIMLAR...

http://kurdians.blogspot.com.tr/2008/06/osmanl-akp-zm-getirmeyen-yaklaimlar.html



***