3 Şubat 2017 Cuma

AĞRI İSYANI (1926-1930)



AĞRI İSYANI (1926-1930) 



Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 
Fırat University Journal of Social Science 
Cilt: 14, Sayı: 2, Sayfa: 379-388, ELAZIĞ-2004 



AĞRI İSYANI (1926-1930) 
The Ağrı Rebellion (1926-1930) 
Mehmet KÖÇER 
Fırat Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, sosyal Bilgiler Öğretmenliği Bölümü. ELAZIĞ 
mehmet_kocer2000@yahoo.com 



Özet 

Cumhuriyetin ilanından sonraki yıllarda Türkiye’de çeşitli ayaklanmalar meydana gelmiştir. Devlet Doğu illerinin sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlarına çareler aramaya çalışmışsa da bu illerde yaşayan şeyh ve ağalar, dış unsurların kışkırtmalarıyla devlete karşı ayaklanmışlardır. Ağrı isyanı bunlardan dış desteğin yoğunluğu ve Kürtçülük yönüyle ön plana çıkmıştır. 

Anahtar Kelimeler: Ağrı, Ağrı isyanı,Türkiye Cumhuriyeti, 

Ağrı İsyanı’nı ve bölgedeki yakın geçmişte yaşanmış, güncel olarak da yaşanmakta olan ya da yaşatılmaya çalışılan karmaşaları doğru analiz edebilmek için Doğu Anadolu’daki siyasî hakimiyet mücadeleleri ve sömürgecilik yarışını dikkate almak gerekir. Geniş bir çerçeve olarak Ortadoğu ve Türkiye’nin siyasî ve coğrafi bütünlüğü yönünden de Doğu Anadolu, bu mücadelelerin en yoğun yaşandığı ve yaşanmakta olduğu bölgelerden biridir. Sömürgeci Avrupa’nın Osmanlı Devleti’ni parçalama ve paylaşma projesi içinde söz konusu bölgelerin siyasî ve ekonomik değerleri yanında stratejik konumu da önemli bir yer tutarken, sömürgeciler, bölgenin etnik unsurlarından faydalanmayı ihmal etmemişler, hatta bölgedeki gayrı müslim unsurlarla elde edemedikleri başarıları Müslüman unsurların millîyetçilik duygularını ve feodal unsurların ihtiraslarını tahrik ederek elde etmişlerdir. Bu çerçevede Doğu Anadolu bölgesi, XIX. yüzyılın başlarından itibaren İngiltere, Rusya ve Fransa’nın nüfuz kurmak istediği bir alan olmuştur. Bu devletler içerisinde özellikle İngiltere, bölgedeki Kürt aşiretlerini kullanarak Orta ve Uzak doğu’ya yönelik yeni stratejiler geliştirmeye çalışmış, 1800’lü yıllardan itibaren bölgeye misyoner ve şarkiyatçılar göndermiş, bölgedeki Kürtlere yönelmiştir.1 Aynı dönemlerde Osmanlı Devleti de siyasî ve kültürel ıslahatlar yapmaya zorlanmıştı. Batı baskısından kurtulmak ve bir Avrupalı olmak, birlik ve bütünlüğünü korumak amacıyla bir hayli gayretkeş davranan Osmanlı Devleti bu konuda da hüsran yaşamıştı.2 

Osmanlı Devleti’nde Kürt millîyetçiliği, kısmen Ermeni millîyetçiğinin kısmen de Jöntürk hareketinin taklit edilmesiyle doğmuştu. Osmanlı Devleti’ne karşı, oluşan bu hareket hem İngilizler hem de Ruslar tarafından körüklenmişti. Burada işlenen sadece Kürtlerin millî şuuru değil, bölgenin sosyal yapısı içinde aşiret reisleri, toprak ağaları, kısaca feodal liderlerin ihtiraslarıydı. Yapılan propaganda sonucu, her feodal lider kendisini, kurulacak Kürdistan’ın lideri, yöneticisi, hakimi olarak görmekteydi. Ancak zamanla Kürt toplumu bir millî şuur ile hürriyet hareketine girişmek yerine kendilerini tâbi gördükleri liderlerine bağlılık ve sadakat göstermeye başlamıştı. Bu ortam içerisinde bağımsız bir Kürt devleti kurmak için ilk ciddi girişim, 1880’de, Van Gölü’nün güneydoğusunda etkili olan Ubeydullah’ın İran ve Azerbaycan’da başlattığı hareketti.3 

Osmanlı Devleti’ndeki siyasî Kürtçülük hareketi ise, XIX. yüzyılda İmparatorluğun karşılaştığı her sıkıntılı dönemde kendini göstermiş, 1828-1829 Rus harbi ile 1834 Bulgar bağımsızlık savaşından sonra da var olmakla birlikte, I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra daha ciddi boyutlara ulaşmıştır.4 

Osmanlı Devleti’nin yıkılış devrinde fazla öne çıkamayan Kürtçüler, dış güçlerin de tahriki ile Millî Mücadele sırasında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra faaliyetlerini artırmışlardır. Bu hareketlenme, büyük devletlerin Ankara Hükümeti’ni uluslararası alanda köşeye sıkıştırmak için önemli hamlelerinden birisi olmuştur. Millî Mücadele esnasında çıkan Koçgiri ve Millî aşireti isyanlarında, Kürt Teali Cemiyeti TBMM Hükümeti’ne karşı faaliyetleri yürütmüştü. Bu isyanlar bastırılmakla birlikte Millî Mücadele’nin gidişatına olumsuz etkileri olmuş, en azından ulaşılacak başarıgeciktirilmiştir. 5 Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ise, İngilizlerin desteği ile çıkan Şeyh 
Said isyanı yüzünden, TBMM Hükümeti Musul meselesinde geri adım atmak zorunda kalmış,6 Misak-ı Millî’ye dahil olan bu bölgeyi İngiliz kontrolüne bırakmıştır.7 Aynı şekilde 16 Şubat 1926’da patlak veren Hakkari Beytüşşebap isyanı sırasında ise, Livinli İsmail ve Nordüzlü Lezki önderliğindeki asiler kontrol altına alınmakla birlikte, isyancılar ve aşiretleri Irak’a sığınmak zorunda kalmış, binlerce insan, sırf ağalarının yanlış kararı yüzünden topraklarını terk etmek zorunda kalmıştı.8 

XX. yüzyıl başlarında Batılı devletlerle ittifak yaparak Osmanlı Devleti ve TBMM Hükümeti aleyhine faaliyetlere girişen Ermeniler ve bazı Kürt aşiretleri, daha Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir araya getirilerek ortak hareket etmeleri istenmiş, ancak bu mümkün olmamıştı.9 Hatta Batılı devletlerin yönlendirmesi ile Büyük Ermenistan’ı kurma projesinde Kürtlerle Ermeniler arasında işbirliği kurulmasına çalışılmıştı.10 Bu faaliyetler başlangıçta sonuca ulaşmasa bile, İngiltere’nin önderliğinde, Rusya, Fransa ve İran’ın desteği ile 1927’de Hoybun cemiyeti kurulmuş, Ermeniler ve Kürtçüler faaliyetlerini birlikte yürütmeye başlamıştır.11 

Şeyh Said isyanının ardından Türkiye’den kaçarak Suriye, İran, Irak’a sığınan asilerin ileri gelenleri, Kürt Teali Cemiyeti, Kürt Teşkilat-ı İçtimaiye Cemiyeti, Kürt Ulusal Birliği ve Kürt Millet Fırkası mensupları ile Ermeni Taşnak komitesi üyelerinin katılımıyla kurulan Hoybun cemiyeti, ilk toplantısını, 1927 Şubat’ında, İngilizlerin denetimi altındaki Irak’ın Revandüz şehrinde, kumandan Edmons’un nezaretinde yapmıştır. Bu toplantıda Türkiye’ye karşı yapılacak isyanın planları hazırlanmış ve Şemdinli Yüksekova’dan başlamak üzere Van’a kadar olan bölgenin ele geçirilmesi, Van’ın alınmasından sonra ise İngilizlerin vaad ettiği para ve silah yardımının gerçekleşeceği kararı çıkmıştır.12 Irak’ta yapılan toplantıdan sonra, İngilizlerin desteğini alan Hoybun cemiyeti, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takip eden dönemde Türklere yönelik soykırım faaliyetlerine katılan gruplar içerisinde en önde gelenlerden birisi olmuştur.13 

Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecinde, Doğu Anadolu bölgesindeki Kürt aşiretlerinin devlete bakışı belirli sebeplerle şekillenmiştir. Bunlar içerisinde, devletin yaptığı reformlar sebebi ile ağa, aşiret reisi gibi statüye sahip insanların yeni vatandaşlık düzenlemeleri ile bu konumlarını kaybetmesinin büyük etkisi vardır. Öyle ki yeni düzene tepki gösteren bu grup mensupları, dış güçlerin de propagandası ile şeriat devleti istemek ve Kürt ahalinin haklarını savunmak gibi taleplerle devlete isyan etmeye başlamışlardır.14 Bu karışıklık döneminde hükümet, özellikle aşiret reisleri ve şeyhlerin gücünü kırarak bölgedeki denetimlerini artırmıştır.15 

Şeyh Said isyanından sonra olması muhtemel menfî hareketleri önlemek amacıyla pek çok şeyh ve ağa başka bölgelere nakledilmiştir. Bununla birlikte, hükümetin birleştirici eğitim politikalarını bölgede yeterince uygulayamaması, bölgedeki karışıklıkları önleme yolundaki faaliyetlerin yarım kalmasına sebep olmuştur.16 
Bugün bile azımsanmayacak önemli gelişmelere rağmen, devlet bu bölücü yapıyı ve etkisini kırabilmiş değildir. 

İttihad ve Terakki döneminde Hamidiye alaylarının tasfiye edilmeye başlanması, Doğu Anadolu Bölgesi’nde istikrarsızlığa sebep olmuştu.17 Osmanlı Devleti’nin son dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında ise, bölgedeki Kürt aşiretleri, 1915-1930 arasında, yörede oluşan otorite boşluğundan faydalanarak eşkiya lık faaliyetlerine girişmişti. Devlet de bu durumun önüne geçebilmek için zaman zaman bölgedeki aşiret reislerine yetki vererek onları yanına çekmeye çalışmış, ancak başarılı olamamıştır.18 

Ankara Hükümeti’nin aldığı tedbirlere rağmen, Doğu Anadolu’daki isyan girişimleri Cumhuriyet yönetiminin ilk yıllarına damgasını vurmuştur. Öyle ki Şeyh Sait isyanı bastırılıp sükunetin sağlandığı dönemden, hemen sonra İhsan Nuri’nin önderliğinde 16 Mayıs 1926’da Ağrı’da patlak veren ve dört yıl boyunca devam eden ayaklanma, bölgedeki huzuru tamamen bozduğu gibi Cumhuriyet devrinin en uzun süreli isyanlarından birisi olmuştur.19 İsyanın Ağrı ile sınırlı kalmayıp Dersim gibi çevre vilayetlere de sıçraması ise, bütün Doğu Anadolu’nun güvenliğini tehlikeye düşürdüğü gibi Ankara Hükümeti’ni de oldukça zora sokmuştur.20 

Ağrı isyanının çıkmasında ve bu derece uzun sürmesinde çeşitli iç ve dış faktörler önemli olmuştur. Daha önce bahsedildiği üzere İngiltere’nin ve Hoybun Cemiyeti’nin bu isyanın çıkmasındaki rolü çok büyüktür. Asilerin kısa sürede kontrol altına alınamama sebebi ise, devlet güçleri üzerlerine geldiğinde Ağrı Dağı’nın sarp bölgelerinden İran tarafına geçebilmeleridir. Bu durumun önüne geçmeye çalışan Ankara Hükümeti, Tahran yönetimine baskı yaparak her ne şekilde olursa olsun isyancılara yardım etmemelerini talep etmiştir. İki ülke arasında gerginliğe sebep olan bu mesele, 22 Nisan 1926’da imzalanan “ Türkiye-İran Dostluk ve Güvenlik Antlaşması ” ile aşılmaya çalışılmıştır. 

Bu antlaşma ile taraflar, kamu güvenliğini ve düzenini bozmak ya da hükümet devirmek amacı güden kuruluş ve örgütlerin oluşmasına ve çalışmalarına müsaade etmeyeceklerini kabul etmişlerdir. Ayrıca sınır aşiretlerinin bu anlamda faaliyetlerinin kontrolü öngörülmüştür.21

1926 Antlaşması Ağrı isyanının kontrol altına alınması bakımından büyük anlam taşımasına rağmen, antlaşma hükümlerinin tam olarak uygulanamaması, İran’la yeni bir gerginlik ortaya çıkarmıştır. İsyancıların Türkiye sınırlarında meydana getirdikleri huzursuzluklar Türkiye’yi ciddi anlamda rahatsız etmeye başlamış, 
Türk Hükümeti İran’a nota vererek 1926 Dostluk ve Güvenlik Antlaşmasına uymasını istemiştir. Yapılan çalışmalar neticesinde 1926 Antlaşmasına ilave olarak 15 Haziran 1928 tarihinde yeni bir protokol imzalanmış, İran, Türkiye’nin hassasiyetini anlayışla karşıladığını ifade ederek ilişkileri geliştirmeyi arzu ettiğini, eski antlaşma hükümlerine kesin bir şekilde uyacağını taahhüt etmiştir.22 

Türkiye ile İran arasında imzalanan Dostluk ve Güvenlik Antlaşması ile 1928 protokolü, Ağrı isyanının gidişatını önemli ölçüde etkilemiştir. 

Zira, geriye doğru gidildiğinde, isyanın başlangıç günlerinde Türk ordusunun karşılaştığı en büyük sıkıntının asilerin İran’a kaçmaları sonucu güvenliği sağlayamamaları 
olduğu görülür. 

16 Mayıs 1926’da, İngilizlerin silah ve mühimmat desteği ile 23  Doğubeyazıt’ın Kalecik köyünde başlayan isyan sırasında, 28. Jandarma Alayı’na bağlı kuvvetlerin Demirkapı’da isyancılara yenilmesi üzerine, 3. Ordu Müfettişliği bir tedip hareketi planlamıştı. Bu plan gereğince 16 Haziran’da Küçük Ağrı Dağı eteklerine ulaşan birlikler, bazı küçük gruplarla karşılaşıp onları kontrol altına alsa da, bir türlü ana gruba ulaşamamıştı. Bunun sebebi, ordunun üzerlerine geldiğini öğrenen isyancıların Ağrı Dağı’nın arkasından İran’a kaçmalarıydı.24 

25 Ağustos 1927’de 3. Ordu Müfettişliği’nin hazırladığı raporda bu duruma atıf yapılarak, halen Ağrı’da bulunan ve 800 kişi kadar oldukları tespit edilen asilerin 
İran’a kaçabilecekleri, İran Hükümeti ile gerekli irtibatın kurulmasının şart olduğu vurgulanmaktaydı. Aynı raporda yeni bir tedip harekatına girişilmesi de teklif edilmişti ki, bu teklifi yerinde bulan Genelkurmay Başkanlığı, en kısa sürede bölgeye asker gönderilmesine karar vermiştir. 


10 Eylül’de başlayan operasyonda 9. Kolordu birlikleri Ağrı Dağı’na doğru ilerlemeye başlamıştır. Harekatın beşinci gününe kadar önemli bir çatışma meydana gelmezken, 15 Eylül’de alınan bir istihbarata göre, isyana katılan bazı aşiretlerin İran’a geçebileceği öğrenilmiştir. Bunun üzerine ordu sınıra kaydırılmış, burada asilerle karşılaşan birlikler, kayıplar vermesine rağmen isyancıların çoğunu ortadan kaldırmıştır. Bununla birlikte, operasyon belirli bir aşamaya gelmiş iken, coğrafi şartların elvermemesi sebebi ile 9. Tümenin geri dönmesi, bazı isyancı grupların varlığını devam ettirmesine sebep olmuştur. Bölgenin tamamen kontrol altına alınamaması neticesinde, devlet karşıtı gruplar kısa süre sonra toparlanmış ve faaliyetlerine tekrar başlamıştır. 

Özellikle İran’da eğitim gören grupların 1930 yılında tekrar geri dönmesi ile bu faaliyetler hız kazanmıştır. Aynı dönemde Ağrı’nın Bağımsız Kürdistan’ın bir vilayeti olarak ilan edilmesi ve Celali Aşireti Reisi İbrahim Heski’nin Hoybun Cemiyeti tarafından Ağrı valisi olarak atanması, isyan teşebbüslerini hızlandırmıştır.25 

Ağrı’daki bu gelişmeler yaşanırken, Bakanlar Kurulu, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk başkanlığında 28 Aralık 1929 tarihinde bir toplantı yapmıştır. Bakanlar Kurulu üyeleriyle birlikte Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, I. Genel Müfettiş İbrahim Tali (Öngören) Bey’in de hazır bulunduğu toplantıda, 1930 yılı Haziran ayında, Ağrı’da bir tenkil harekatına girişilmesi kararlaştırılmıştır. Bu karar üzerine Genelkurmay Başkanlığı gerekli hazırlıkları yaparak harekat stratejisini belirlemiş, 1930 yılı haziranı sonunda başlayacak ve ertesi yıl da devam edecek operasyonda bölgenin eşkıyadan temizlenmesi için bütün tedbirler alınmıştır. 26 

9. Kolordu Komutanlığı aldığı emir üzerine harekat için gerekli hazırlıklara başladı. Bölgenin şartları araştırıldıktan sonra 3 Mayıs 1930’da Genelkurmay 
Başkanlığına bir yazı yazarak harekatın Eylül ayına bırakılmasını önerdi. Teklifi uygun bulan Genelkurmay kendi görüşünü de ekleyerek raporu 6 Mayıs 1930’da 
Başbakanlığa sundu. 8 Mayısta toplanan Bakanlar Kurulu ise bu raporları görüşmüş ve harekatın Eylül ayında yapılması teklifini kabul etmiştir. 

Alınan karar ve yapılan hazırlıklar sonucunda, 4 Eylül 1930 tarihinde harekat emri verilmiştir. Salih Paşa komutasındaki askeri birlikler 7 Eylül günü bir çok koldan Ağrı’yadoğru taarruza geçmiş, ancak ilk aşamada önemli bir başarı elde edememiştir. Bölgeyi iyi bilen ve dağı arkalarına alan asiler, ellerindeki mevzileri korumayı başarmışlardır. Ancak Türkiye ile İran arasında yapılan görüşmeler neticesinde İran yolu kapanınca asiler çember içine alınmış, ordunun iaşe yollarını kesmesi neticesinde de açlıkla karşı karşıya kalmışlardır. Hal böyle olunca, çaresiz kalan isyancıların büyük kısmı, bir yarma hareketiyle İran’a sığınmak zorunda kalmıştır. 

Bu sırada isyanın öncülerinden Şimkanlı Timur, Musa Lezgi, Halit Ağa, Tosun Ağa ve Ali Aksu yakalanmış, kısa süre sonra da asiler tamamen dağılmış ve isyan sona ermiştir.27 

Bu gelişmeler çerçevesinde durum değerlendirildiğinde Osmanlı Devleti’nin doğu illerindeki hakimiyet sürecinde millî bir devlet politikası izlemediği ve buna ihtiyaç da duymadığı sonucu çıkar. Millî ve üniter bir yapıda kurulan Türkiye Cumhuriyeti bahsi geçen olay ve benzerlerini yaşamak durumunda kalmıştır 

Osmanlı’nın dağılma ve emperyalizmin yayılma sürecinde, 1908’lerden sonra İngiliz emperyalizminin talimatları doğrultusunda merkezleri İstanbul’da olmak üzere bir takım fitne ve fesat cemiyetlerinin kurulması ile birlikte Anadolu’nun doğusunda propaganda çalışmalarına girişilmiştir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile birlikte Anadolu’nun doğusunda ayrılık tohumları atılmaya başlanmıştır. Tabii ki bölgenin etnik yapısı ön plana 
çıkarılmıştır. 

Bölge insanı genel olarak Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyete değin devlete diğer bölgelerden daha fazla problemli olmamıştır. Çünkü diğer bölgelerdeki halktan farklı bir kültüre ve dine sahip değildir. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi maksatlı olarak etnik farklılıklar gündeme getirilince istismara yatkın kişilerin de bulunması çok zor olmamıştır. 

Cumhuriyet Döneminde devletin bu bölgede izlediği politika farklıdır. Türkiye Cumhuriyeti Misak-ı Millî sınırları içerisinde kurulmuş millî bir devlettir. 
Millî Devlet olmanın gereği olan Ulusal Egemenliği yurt sathında tesis etmek durumundaydı. 

Bu da doğal olarak devletin, bütün sınırları içinde siyasî, iktisadî, kültürel ve de askerî egemenliğini sağlamasıdır. Ancak Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra bölgenin istismara açık olan bu yapısı üzerinde oynanan oyunlar dikkate alınmalıydı. 

Genç Cumhuriyetin rejim farklılığından kaynaklanan; kültürel, iktisadî ve politik alanda yaptığı yeniliklerin yanı sıra, özellikle dinî konulara alışılagelmiş politikalardan farklı uygulamalar rahatsızlıkların diğer bir boyutu olmuştur. Cumhuriyet dönemindeki isyanlara baktığımızda büyük ölçüde dini konuların istismar edildiğini görmekteyiz. 

Şeyh Said isyanından sonra isyancıların Ağrı bölgesinde yeni bir başkaldırı için hazırlıkları görülür. Ağrı bölgesini tercih etmelerinin sebebi bu bölgenin büyük ölçüde bir askerî harekata elverişsiz olması ve ihtiyaçları durumunda kendilerine yardımını esirgemeyen İran Devleti’nin topraklarına kaçmalarının mümkün olmasıdır. 

Ağrı isyanı diğer isyanlardan biraz daha fazla “ Kürtçülük ” boyutu ile gündemde yer almıştır. Şeyh Said isyanından sonra kaçan aşiret üyeleri ve aşiretler Şeyh Said isyanının önemli boyutu olan dini istismarı yanı sıra Ağrı isyanlarında emperyalist devletlerin gündeme getirdiği “ Kürtçülük ” boyutu da devreye girmiştir. Bu isyanlarda suçlu aramak gerekirse herhalde ilk sırada kendi halkından binlerce insanın hayatına mâl olan bu oyunlarda başrolü oynayan aşiret reisleri gelir. 

 DİPNOTLAR;

1 Bahaeddin Ögel, H. Dursun Yıldız v.d., Türk Millî Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, Ankara 1986, s. 163-169. Alman şarkiyatçı Fritz, 1916’da Türkçe yayımlanan kitabında, o dönemde Doğu Anadolu’da bulunan Kürt aşiretleri hakkında önemli bilgiler vermektedir. Bkz., Fritz, Kürtlerin Tarihi, İstanbul 1992, s. 39-55. 
2 Bkz., Zekeriya Türkmen, “Birinci Dünya Savaşı Öncesinde İttihat ve Terakki Hükümetinin Doğu Anadolu Islahat Projesi ve Uygulamaları”, Yedinci Askerî Tarih Semineri (İstanbul 25-27 Ekim 1999) Bildirileri, C. II, Ankara 2001, s. 239-240. 
3 Martin van Bruinessen, Kürdistan Üzerine Yazılar, İstanbul 1995, s. 224. İttihad ve Terakki Partisi içerisinde yer alan Kürt politikacılar, Jöntürk hareketine büyük ilgi göstermişlerdir. Jöntürkler içinde Türk millîyetçiliği gelişirken, bu grup içerisinde de Kürt millîyetçiliği ön plana çıkmaya başlamıştır. 
Bkz., Yalçın Küçük, Kürtler Üzerine Tezler, İstanbul 1990, s. 71. 
4 Faik Bulut, Devletin Gözüyle Türkiye’de Kürt İsyanları, İstanbul 1991, s. 11. 
5 Bkz., Türk İstiklal Harbi VI ncı Cilt İstiklal Harbinde Ayaklanmalar (1919-1921), Ankara 1974, s. 25-26, 179, 260-262. 
6 Ergun Aybars, Yakın Tarihimizde Anadolu Ayaklanmaları, İstanbul 1988, s. 20-22. 
7 Rahmi Doğanay, “Cumhuriyet Dönemi İsyanlarının Mahiyeti”, Türkiye’nin Güvenliği Sempozyumu (Elazığ 17-19 Ekim 2001) Bildiriler, Elazığ 2002, s. 258-259. 
8 Mahmut Rişvanoğlu, Saklanan Gerçek, C. II, Ankara 1994, s. 738. 
9 Bkz., Kâzım Karabekir, Kürt Meselesi, İstanbul 1995, s. 10-11. 
10 Geniş bilgi için bkz., Salim Cöhce, “Büyük Ermenistan’ı Kurma Projesinde Kürtlere Biçilen Rol”, I. Milletlerarası Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Güvenlik ve Huzur Sempozyumu (Elazığ 27-28-29 Mart 2000) Bildiriler, Elazığ 2000, s. 511-525. 
11 İngilizler, Doğu Anadolu’daki Ermeni ve Kürtçü faaliyetlerinin bir arada yürütülebilmesi için çeşitli girişimlerde bulunmuşlardır. 
İngiliz Gizli servisinin faaliyetleri sonucu, özellikle Kürtlerin gururunu okşayacak isme sahip yeni bir teşkilat kurulması kararına varılmış, Kürtçe’de “ Benlik ” anlamına gelen “ Hoybon ” kelimesi ile Ermenice’de vatan anlamına gelen “ Haypun ” adının birleşiminden oluşan “hoybun” cemiyeti kurulmuştur. 
Bkz., Vedat Sadilli, Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, Ankara 1980, s. 165-166. 
12 Abdülhadi Toplu, Tarih İçinde Anadolu Sakinleri ve İsyanlar-Ayaklanmalar, Ankara 1996, s. 370-371. 1935-1945 yılları arasında Irak Hükümeti danışmanlığı da yapan kumandan Edmons’un bölgedeki Kürt aşiretleri hakkındaki değerlendirmeleri için bkz., C. J. Edmonds, Kurds, Turks and Arabs, London 1957, s. 2-114. 
13 Bkz., Azmi Süslü, “Rum-Ermeni-Hoybun İşbirliği ve Anadolu’daki Toplu Mezarlar”, Belleten, C. LVII, S. 218 (Nisan 1993), s. 242-244. 
14 Bkz., F. Bulut, a.g.e., s. 10-11 Karabekir Paşa, bu isyanların Kürtçülük maksatlı yapıldığını, dinin başarıya ulaşmak için bir araç olarak kullanıldığını Ankara’da ilgilere ayrıntılı bir şekilde anlattığını hatıralarında kaydetmektedir. Bkz., K. Karabekir, a.g.e, s. 16-17. 
15 M. van Bruinessen, a.g.e., s. 214. 
16 Zekeriya Yıldız, Kürt Gerçeği, İstanbul 1992, s. 226. 
17 Y. Küçük, a.g.e., s. 71. 
18 1915-1930 döneminde rakip aşiret reisleri üstündeki aşiretleri üstündeki etkilerini artıran bir çeşit askeri eylemlere girişmekteydi. Bunlar arasında kendi aşiretlerinin birliğini sağlamanın en iyi yolu olarak, kervan ve şehirlerin ya da komşu aşiretlerin köylerinin yağmalanması da vardı. Devlet de bu başıbozukluğu önlemek için bağlılık sözü karşılığında onlara yetki vermek zorunda kalmıştır. Bkz., M. Van Bruinessen, a.g.e., s. 218-219. 
19 Yaşar Kalafat, Şark Meselesi Işığında Şeyh Said Olayı, Ankara 1992, s. 137. 
20 Ağrı isyanı çıktığı sırada, bölgenin ileri gelenlerinden Seyit Rıza da Dersim ve yöresinde ayaklanmıştır. O sırada bölgede bulunan Fevzi Çakmak, 18 Eylül 1930’da Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığına gönderdiği raporda, bölgenin çeşitli tehlikelerle karşı karşıya olduğunu belirterek acilen önlem alınmasını gerektiğini kaydetmekteydi. Bkz., Suat Akgül, Dersim İsyanları ve Seyit Rıza, Ankara 2001, s. 39-40. 
21 Düstur, Üçüncü Tertip, C. 7, s. 926; ayrıca bkz., İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, C. I., Ankara 1983, s. 276- 278. 
22 Bkz., Abtülahat Akşin, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasi, Ankara1991, s. 192-193. Türkiye ile İran arasındaki sınır probleminin bu kadar uzamasının sebebi, Azerilerin istiklal hareketine girişmesinden korkan Tahran yönetiminin Kürtlere destek olarak Türkiye’ye gözdağı vermek istemesinden kaynaklanmıştır. 
Ancak Türkiye’nin bu konudaki kararlı tutumu sebebiyle bu politikadan vazgeçmek zorunda kalmışlardır. Bkz., Mehmet Saray, Türk-İran İlişkileri, Ankara 1999, s. 114. 
23 21 Ekim 1930 tarihli Alman Glarus Zeitung gazetesinde yayımlanan bir yazıya göre, isyancılara İngiltere’den önemli sayılabilecek derecede silah ve mühimmat 
yardımı yapılmıştır. Bkz., M. Rişvanoğlu, a.g.e., s. 749-750. 
24 Bkz., F. Bulut, a.g.e., s. 79-84. 
25 H, Göktaş, a.g.e., s. 94-95. 
26 Genelkurmay Başkanlığının 7 Ocak 1930’da gereği için 9. Kolorduya verdiği emir özetle şöyle idi.: “1930 senesi Ağrı’ya yapılacak harekata dair 29 Aralık 1929 gün ve 8692 Sayılı Bakanlar Kurulu kararı ayrıca yazılı olarak gönderilmiştir. Bu kararname gereğince Bulakbaşı ile Şıhlı Köyü arasında asilerle meskun olan köyler ile sığınılan yerler ele geçirilerek asiler geçim üssünden yoksun bırakılacak ve bölge eşkıyadan temizlendikten sonra Ağrı Tepeler hattına doğru takip edilerek ele geçirilen yerlerde Garnizonlar inşaa edilecek ve bunlardan yalnız seyyar jandarma kuvvetleri 1930-1931 kışını burada geçireceklerdir. Bölgede jandarma alayları için lazım olan yerlerden başka meskûn yer bırakılmayacaktır. Bu sûretle iâşe ve iskân ihtiyacından yoksun kalan asiler ya dağıtılacak ya da İran’a sığınmaya mecbur edilecektir. 
Bu taktirde sorun İran’la hal edilecektir.Harekata 1930 yılı Haziranı son haftasında ve hasat mevsiminden önce başlanacaktır. Harekatı 9. Kolordu Komutanı idare edecektir.” Bkz., Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları, C. II., İstanbul 1992, s. 93-94. 
27 F. Bulut, a.g.e, s. 187-193; H. Göktaş, a.g.e., s. 96-97. İran’a kaçan isyancıların önde gelenleri İhsan Nuri, Ermeni Zilan, Semikanlı Timur, Ferzent, Şeyh Abdulkadir, Şeyh Tahir, Seyid Yusuf, İbrahim Sigo ve Karaköseli Ermeni Kigam’dır. Bkz., M. Rişvanoğlu, a.g.e., s. 748-749. 


KAYNAKLAR ;

Akgül, Suat, Dersim İsyanları ve Seyit Rıza, Ankara 2001. 
Akşin, Abtülahat, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasi, Ankara1991. 
Aybars, Ergun, Yakın Tarihimizde Anadolu Ayaklanmaları, İstanbul 1988. 
Bulut, Faik, Devletin Gözüyle Türkiye’de Kürt İsyanları, İstanbul 1991. 
Cöhce, Salim, “Büyük Ermenistan’ı Kurma Projesinde Kürtlere Biçilen Rol”, I. Milletlerarası Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Güvenlik ve Huzur Sempozyumu 
(Elazığ 27-28-29 Mart 2000) Bildiriler, Elazığ 2000, s. 511-525. 
Doğanay, Rahmi, “Cumhuriyet Dönemi İsyanlarının Mahiyeti”, Türkiye’nin Güvenliği Sempozyumu (Elazığ 17-19 Ekim 2001) Bildiriler, Elazığ 2002, s. 253-262. 
Düstur, Üçüncü Tertip, C. 7. 
Edmonds, C. J., Kurds, Turks and Arabs, London 1957. 
Fritz, Kürtlerin Tarihi (Çeviren: Sinan Şanlıer), İstanbul 1992. 
Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları, C. II., İstanbul 1992. 
Kalafat, Yaşar, Şark Meselesi Işığında Şeyh Said Olayı, Ankara 1992. 
Karabekir, Kâzım, Kürt Meselesi, İstanbul 1995. 
Küçük, Yalçın, Kürtler Üzerine Tezler, İstanbul 1990. 
Ögel, Bahaeddin, H. Dursun Yıldız v.d., Türk Millî Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, Ankara 1986. 
Rişvanoğlu, Mahmut, Saklanan Gerçek, C. II, Ankara 1994. 
Sadilli, Vedat, Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, Ankara 1980. 
Saray, Mehmet, Türk-İran İlişkileri, Ankara 1999. 
Soysal, İsmail, Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, C. I., Ankara 1983. 
Süslü, Azmi, “Rum-Ermeni-Hoybun İşbirliği ve Anadolu’daki Toplu Mezarlar”, Belleten, C. LVII, S. 218 (Nisan 1993), s. 241-247. 
Toplu, Abdülhadi, Tarih İçinde Anadolu Sakinleri ve İsyanlar-Ayaklanmalar, Ankara 1996. 
Türk İstiklal Harbi VI ncı Cilt İstiklal Harbinde Ayaklanmalar (1919-1921), Ankara 1974. 
Türkmen, Zekeriya, “Birinci Dünya Savaşı Öncesinde İttihat ve Terakki Hükümetinin Doğu Anadolu Islahat Projesi ve Uygulamaları”, Yedinci Askerî Tarih Semineri (İstanbul 25-27 Ekim 1999) Bildirileri, C. II, Ankara 2001, s. 239-268. 
Van Bruinessen, Martin, Kürdistan Üzerine Yazılar (Çev. Nevzat Kıraç v.d.), İstanbul 1995. 
Yıldız, Zekeriya, Kürt Gerçeği, İstanbul 1992. 

***

2 Şubat 2017 Perşembe

SURİYE’DEKİ İÇ SAVAŞIN TÜRKİYE EKONOMİSİNE ETKİLERİ


SURİYE’DEKİ İÇ SAVAŞIN TÜRKİYE EKONOMİSİNE ETKİLERİ,




 Prof. Dr.Celalettin YAVUZ



       02 Ocak 2015 14:20



.
SURİYEDEKİ İÇ SAVAŞIN TÜRKİYE EKONOMİSİNE ETKİLERİ

  AKP hükûmeti Suriye’deki “Arap Baharı” dolayısıyla Türkiye açısından gelecekte doğabilecek ekonomik, sosyal ve güvenlikle ilgili riskleri göremedi. Azami 100 bin sığınmacı düşünülüyordu ama sığınmacı kamplarına yerleştirilenler bile en son Eylül-Ekim 2014 döneminde yaşanan Aynelarap (Kobani) olaylarıyla 270 bini geçti. Sığınmacılar ve kendi imkânlarıyla Türkiye’ye intikal edenlerle birlikte Ekim 2014 sonu itibarıyla Türkiye’deki Suriyeli sayısının 2 milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir.[1]
  “Esad ya gidecek, ya gidecek.” yanlışlığı sebebiyle mantıki bir “B Planı” aranmadı. Başkalarının politikalarına alet olundu, tribüne oynayan popülist politikayla “değerli yalnızlığa” kalındı. Oysa Türkiye taraflarla daha mesafeli ilişki kurup çözüm için ara bulucu olabilir; Suriye halkına, bölgeye ve ülkemize en iyi hizmet verilebilirdi.[2] Ama tam tersine muhalefet açıktan desteklendi, Batılı müttefiklerin tutumu öngörülemedi, uyarıları dikkate alınmadı. Kendi gücüyle asla yapamayacağı rejimi devirme misyonunda öne çıkıp ortada kaldı.
  Silahlı muhalefete topraklarımızda izin verildi. İç güvenliğe tehdit yanında,  ilk kez yabancı bir ülkede rejim değiştirmek için silahlı muhalefete topraklarında destek verme riskine girildi. Suriye’den sonra Mısır’da yanlışlara devam edildi.
  Suriye’deki krizin Türkiye’ye sosyolojik (sağlık, eğitim, kültürel, ekonomik), güvenlik (IŞİD ve diğer), asayiş ve iç güvenlik (terör, canlı bomba, kaçakçılık “mazot, insan, silah ve diğer) etkileri oldu. Türkiye’nin Suriye’de kayıpları ve riskleri şöyle sıralanabilir:
  • PKK terör örgütünün Suriye üzerinden Türkiye’nin güvenliğine yönelik tehdidi.
  • Sıcak çatışmaya girme riski  (RF-4E Uçağı Krizi, angajman…).
  • Kuzey ve Doğu Suriye’de Kürt varlığının PYD-PKK dayanışmalı yükselişi, yeni özerk bölge riski (Gerçekleşti.).
  • Sığınmacıların yarattığı asayiş, ekonomi, sağlık, eğitim vb. sorunlar.
  • Türkiye’de bazı yerlerde Nusayri (Alevi)-Sünni ayrışma riski.
  • Türkiye’nin Orta Doğu pazarını kaybetme riski.
  • Gelişmelerin mezhep çatışmasına dönüşme riski.
  • Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve diğer muhaliflerle yaşanan sorunlar.
  • Suriyelilerin Türkiye’de bulundukları kentlerde yarattığı huzursuzluklar.
  • IŞİD ve el-Nusra Cephesi gibi el-Kaideci grupların güç kazanarak Türkiye’ye tehdit oluşturacak dereceye ulaşması.
  • Suriye’nin Lübnanlaşma riski (Daha beter oldu.).
  • Komşular ve Rusya ile ilişkilerde limonileşme.[3]
 
Suriye İç Savaşı Sebebiyle Türkiye’nin Ekonomik Kayıpları
  Türkiye-Suriye ticaret hacminin hedefi 2012 sonunda 5 milyar dolardı. Yaklaşık 450 bin ticari araç Türkiye’den Suriye’ye geçiş yapıyordu. Rakka’da çimento fabrikası, Asi Nehri üzerinde 280 milyon avroluk yatırımlar durdu. Halep ve Şam’da Türkiye menşeli oteller, el-Şeyh Nacar sanayi bölgesindeki Gaziantep merkezli fabrikalar atıl kaldı. Sığınmacıların maliyeti 3 milyar doları geçti. Kaçakçılık ve fidye patladı, sınırlar delik deşik oldu. Türkiye-Suriye sınır ticaretinin (sigaradan şekere kadar) durmasıyla Kilis, Gaziantep, Mardin ve Hatay ekonomisi olumsuz etkilendi. Sınır ticareti Gaziantep ve Hatay’da yaklaşık 2’şer milyar dolar civarındaydı. Karşılıklı ziyaretlerle otellerden, baklavacılara kadar birçok küçük esnaf olumsuz etkilendi. Turizmde doğrudan yatırım yapanlar ile yan sektörler, bilhassa Hatay bölgesinde büyük zarara uğradı.[4]
  2012 Tarihli TEPAV’ın Rapor’una göre; 2011’de Suriye’ye ihracat 10 yıl öncesine göre 9 kat artarak 1,6 milyar dolara, Suriyeli turist sayısı 10 yılda 122 binden 974 bine ulaşmıştı. Gaziantep, Şanlıurfa, Hatay, Adana ve Mersin’de Orta Doğuluların zevklerine hitap etmek için yatırımlar yapan ve kredi kullanan esnaf borcunu ödeyemez hâle geldi.[5]
  Suriye’deki yanlış politikalarla değişen siyasi ortam kargaşaya ve ardından iç savaşa dönüştü. Bunun sonucu İslam Devleti (Irak Şam İslam Devleti: IŞİD) adı da verilen örgüt, hem Suriye’de hem de Irak’ta büyük bir tehdit hâline geldi.[6] IŞİD’in bu tehlikeli yükselişi Türkiye’nin Orta Doğu pazarını da olumsuz etkiledi. Buna basit bir örnek olmak üzere Türkiye’nin ikinci büyük pazarı Irak’ın kuzeyine yapılan ticaretin etkilenmesi verilebilir. Türkiye Irak’a 2013’te 12 milyar dolarlık ihracat gerçekleştirmişti. Musul’un işgalinden sonra bu, duracak seviyelere düştü.[7]
  Türkiye, Suriye’deki iç savaş ve bu savaştaki yanlış tutumu sebebiyle Suriye (ve daha sonra Irak) üzerinden Orta Doğu’ya ticaretinde de büyük kayıplar yaşadı. Bunun en önemli göstergesi her iki ülkeye giriş çıkış yapan Türk tırlarının sayısındaki çarpıcı düşüştür. Hatay’daki Cilvegözü Sınır Kapısı’ndan eşya taşımalı ve eşya dolu taşımacılıkta kullanılan araç sayıları Temmuz 2010’da 15 bin, Temmuz 2011’de 15 bin iken Aralık 2011’de 7 bin 980’e, Temmuz 2012’de 3 bin 23’e ve Ağustos 2012’de ise 30’a düştü.  Vizelerin kalkmasıyla turist rekoru kıran Gaziantep, Adana, Hatay, Konya, Mersin ve Şanlıurfa’da esnaf, yatırım için çektiği krediyi ödeyemez duruma geldi. 2011’de altı ayda 126 bin aracın geçtiği Akçakale’den 2012’nin aynı döneminde yalnız 631 araç geçti. Bugün ise bu sınırlardan araç geçişi tartışılmamaktadır.[8]
  Türkiye’nin Suriye’deki iç savaş sebebiyle yaşadığı sorunlarının bir kısmı şöyle özetlenebilir:  
  Türkiye’nin sığınmacılara masrafı dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu tarafından Mayıs 2014 itibarıyla 3 milyar dolar olarak açıklandı.[9] Kaçakçılık ve fidyecilik arttı, sınırlar delik deşik oldu. Ceylanpınar ve Akçakale’ye düşen mermiler vatandaşı tedirgin etti. Ucuz işçilik ve işsizlik, kavgalar, fuhuş-kürtaj patlaması, çocuk yaşta evlilik, kuma kültürü hortladı. Yeni “Filistinliler” veya “el-Kaide”cilerin yetişebileceği ortam doğdu. Türkiye, Suriye politikaları sebebiyle Orta Doğu’da ve dünyada prestij kaybetti. Suriyeli Türkmenler kaderine terk edildi, denizde ve karada mülteci takip külfeti yük olarak bindi.[10]
   Suriye’deki iç savaş ve yanlış politika sebebiyle Türkiye’nin karşılaştığı ekonomi, güvenlik, asayiş, eğitim ve sağlık gibi sosyal sorunların en başında ise Türkiye’deki Suriyeliler gelmektedir. Öyle ki Eylül 2014’te IŞİD’in Suriye’nin kuzeyindeki Aynelarap’a saldırısı sırasında bizzat BM Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR) Türkiye Temsilcisi Carol Batchelor tarafından Türkiye’nin, Suriye iç savaşı başladığından beri en büyük mülteci akınıyla karşı karşıya olduğu vurgulandı. Buna karşılık gene aynı günlerde Türkiye’nin mülteciler için yaptığı harcamaların 3 milyar doları geçtiği ileri sürüldü. Buna karşılık UNHCR’nin üye devletlerden Türkiye’deki mülteci sorunuyla ilgilenmek üzere talep ettiği yaklaşık 500 milyon doların sadece 4’te 1’i tahsil edilebildi.[11] Suriyeli sığınmacı ve mültecilere yapılan bu harcamalara, belediyelerin ve hayır sahibi STK’ler ile kişilerin yaptıkları da dâhil değildir.
 
Türkiye’nin “Yeni Azınlığı” Suriyeliler
  Özellikle Suriye’ye sınır kentlerdeki Suriyeliler, bu illeri pek çok alanda olumsuz etkiledi. Kilis Ticaret ve Sanayi Odası Meclis Başkanı Mehmet Özçilioğlu’nun ifadesi sadece Kilis için bile olsa bir fikir vermeye yetmektedir. Şubat 2014’te nüfusu 80 bin olan Kilis’te, resmî rakamlara göre 40-50 bin Suriyeli var iken aslında 100 binden fazla Suriyeli ikamet ediyordu.[12] Kilislilerin ve Kilis’teki gündelikçi işçilerin düştüğü durumu anlayabilmek ancak bu konudaki empati ile anlaşılabilir!
  Gaziantep Ticaret Odasının bir raporuna göre Suriyeli sığınmacıların sadece sağlık alanında yarattığı sorunlar şöyledir: 
Hastaneler hasta sayısına yetişememektedir. Kaydı olmayanlar sağlık hizmeti almakta sorun yaşamaktadır. Gelecek nesiller üzerinde risk yaratan hastalıklardan çocuk felci ve Şark çıbanı yeniden ortaya çıkmıştır. 2013 yılında en çok kızamık vakası Gaziantep’te görülmüştür. Yanık merkezi ihtiyaca cevap vermekte zorlanmaktadır. Kilis’te ameliyat edilenlerin %60’ını yaralılar oluşturmaktadır. Gaziantep’te yoğun bakım ünitelerinin %40’ında Suriyeliler vardır.[13]
  Suriyeli mülteci ve sığınmacılar, zaman içerisinde bulundukları il ve ilçelerde bölge insanlarıyla da sorunlar yaşamaya başladılar. Ankara ve İstanbul’da sıkça görülen ve basına yansıyan Suriyeli ve mahalleliler arasındaki kavgalar Ağustos 2014’te Suriye’ye yakın illerde de tekrarlanmaya başladı. Gaziantep ve Kilis’in ardından Ağustos 2014 sonlarında Kahramanmaraş’ta da vatandaşlar ve Suriyeliler arasında gerilim yaşandı ve 2 kişi yaralandı.[14]
  Hacettepe Üniversitesi Göç ve Siyaset Araştırmaları Merkezi (HUGO)nin, Türkiye’de “Türkiye’deki Suriyeliler Algısı” başlıklı bir araştırması Ekim 2014 içerisinde kamuoyu ile paylaşıldı. Ekim 2014 itibarıyla Türkiye’de 1 milyon 565’ini aşkın Suriyeli sığınmacının yaşadığını, bunların %13-14’ünün 10 ildeki 22 mülteci kampında kaldığını, buna karşılık 1,3 milyonu aşan Suriyelilerin Türkiye’nin 9 ili hariç tüm illerine yayıldığını ileri süren bu araştırmanın önemli satır başları şöyledir:

  • “Türkiye’deki Suriyelilerin yalnızca %57’si (900 bin) kayıtlıdır.
  • %53,3’ü 17 yaş altında ve Nisan 2011-Ekim 2014 arasındaki 3,5 yılda doğan Suriyeli bebek sayısı en az 60 bin.
  • Suriyeli çocuklar ve gençlerin okullaşma oranı ise %15-20 civarındadır.
  • Ağustos 2014 itibarıyla Türkiye, Suriyeliler için toplam 4,5 milyar dolar harcamıştır.
  • 1.5 milyon sığınmacıya bakılmasının Türkiye ekonomisine zarar verdiğini düşünenlerin oranı %70,7; Türkiye’de yardıma muhtaç yüksek sayıda vatandaş varken vergilerimin Suriyeli sığınmacılara harcanmasına karşı olanların oranı ise %60,2’dir.
  • Katılımcıların %68,3’ü Suriyeli sığınmacılar için herhangi bir kuruluşa ayni ya da nakdî yardımda bulunmamıştır.
  • Suriyelilerin Türklerin işlerini elinden aldığını düşünenlerin oranı %56,1’dir. Bu oran sınır şehirlerinde %68,9’a çıkmaktadır.
  • Katılımcıların %47,4’ü Suriyeli sığınmacılara izni verilmesine kesinlikle karşıdır.
  • Suriyelilere üniversite de dâhil, her türlü eğitimin verilmesi gerektiğini düşünenlerin oranı %35,4 iken hiçbir şekilde eğitim verilmemesi gerektiğini kaydedenlerin oranı %27,5’tir.
  • Suriyeli sığınmacıların bulundukları yerde şiddet, hırsızlık, kaçakçılık ve fuhuş gibi suçlara bulaşarak toplumsal ahlak ve huzuru bozduğunu düşünenlerin oranı %62,3’tür.
  • Bazı Suriyeli sığınmacılara, suç işledikleri gerekçesiyle gösterilen yoğun tepkilerin yanlış olduğunu düşünenlerin oranı yalnızca %13,9’dur.
  • Türkiye’ye bundan sonra kesinlikle sığınmacı kabul edilmemesi gerektiğini düşünenlerin oranı ise %57,4’tür.
  • Sığınmacıların sadece kamplarda yaşamasını isteyenlerin %73,3, sınır boyunda Suriye topraklarındaki tampon bölgede kalmasını isteyenlerin oranı %68,8’dir.
  • Türklerin Suriyelilerle kültürel olarak aynı olduğunu düşünenlerin oranı %17,2’dir.
  • Katılımcıların %49,8’i, Suriyeli biri ile komşuluk yapmanın kendisini rahatsız edeceğini, bunların %52,3’ü Suriyelilerin kendisine ve ailesine zarar vereceğini düşünmektedir.
  • Katılımcıların %54,9’u, Suriyelilerin savaş sonunda ülkelerine geri dönmelerini istemektedir.
  • Suriyelilerin Türkiye’de kalmasının toplumsal sorunlara yol açacağını düşünenlerin oranı %76,5, Türk toplumuna uyum sağlayacaklarını düşünenlerin oranı ise %20,6’dır.
  • Suriyelilerle birlikte Türkiye’nin nüfusunun artmasının, Türkiye’nin daha güçlü devlet olmasını sağlayacağını düşünenlerin oranı sadece %12,3’tür.
  • Devletin sığınmacılarla ilgili krizi iyi yönetemediğini düşünenlerin oranı %49,7’dir.”[15]
  Ekim 2014 ayı içerisinde “Suriye’den göç edenlerin barınma ve istihdamına yönelik Geçici Koruma Yönetmeliği” Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe girdi.  Böylece sığınmacılara pasaport gibi geçerliliği olacak birer kimlik kartı verilecek. Buna ilaveten Suriyelilere yasal çalışma imkânı da tanınacak. Bu maksatla öncelikle büyükşehirlere ve bölge kentlerine yerleştirilecek olan Suriyeliler için sektör ve işletme başına ‘Suriyeli sınırı’ getirilmektedir. “İşçilikten, öğretmenlik ve mühendisliğe kadar değişen mesleklerde iş bulabilecek olan Suriyelilere yönelik prim desteği” de planlanmaktadır. Yönetmelik gereği Türkiye’ye “kitlesel akın” şeklinde intikal edenler yararlanabilecektir. “Zalimce eylem yaptığı düşünülenler ile terör eylemi planladığı ya da terör eylemlerine karıştığı tespit edilenler” ise yönetmelik harici olup bu haklardan yararlanamayacaklardır. Yönetmeliğe tabi sığınmacılar, Göç İdaresi Genel Müdürlüğü tarafından belirlenen illere gönderilecektir.[16]
 
Sonuç ve Krizi Hafifletme Önerileri
  Sonuç itibarıyla yanlış hesabın Bağdat’tan dönmesi gibi, Türkiye’nin Suriye politikasındaki yanlışlar da Şam’dan döndü! Suriyeli silahlı muhalefete yardım Suriye,  Irak,  Ürdün, Lübnan ve Türkiye’ye tehdit olarak döndü. Suriye’nin bugününün, Esad rejimiyle yönetimden daha tehlikeli olduğu anlaşıldı. Uluslararası kurumlarla birlikte hareket edilmesi ve uluorta konuşmaktan vazgeçilmesi gerektiği anlaşıldı. Büyüyen IŞİD, el-Kaide tehdidi ile PYD özerkliğinin toprak bütünlüğünü ve istikrarı etkilediği anlaşıldı. Suriyeli sığınmacıların Türkiye’ye getirdiği külfetin, beklenenin çok üzerinde olduğu ve bunun telafisinde sorunlar yaşanacağı anlaşıldı.
  Hatay, Gaziantep, Kilis, Mardin başta olmak üzere, Suriye sınırındaki ve yakın illerin ekonomileri ve sosyal yapıları büyük ölçüde hasar aldı. Türkiye’nin Suriye ve Orta Doğu’yla ekonomik ilişkileri durdu.
  Suriye krizinin ekonomik yıkımından bundan sonra asgari zararla kurtulabilmek için yapılmasında yarar görülen hareket tarzı şöyledir:
1. Suriye ile ekonomik, siyasi ve kültürel ilişkiler yeniden düzeltilmelidir. 
2. Suriye ve Irak üzerinden Orta Doğu’ya ulaşımın yeniden tesisi sağlanmalıdır.
3. Mısır üzerinden Ro-Ro seferlerinin kesintisiz yürütülmesi sağlanmalıdır.
4. Suriyeli göçmen ve sığınmacıların tekrar yurtlarına dönmeleri sağlanmalıdır.
5. Esad rejimi muhalifleriyle uzlaşma sağlanarak verilen destek kesilmeli, desteğin kesildiği açıklanmalıdır.
6. Hatay tüccarı ve esnafının için diğer ülkelerdeki fuarlara devlet desteğiyle katılımı sağlanmalıdır.[17]
  Bu önerilerin gerçekleşebilmesi maksadıyla Suriye politikasında bir paradigma değişikliği yapılmalı, “B planı” uygulanmalıdır. IŞİD, bölgede Türkiye’ye ve Suriye’deki Esad rejimine ortak tehdit olduğu gibi, Suriye’ye yakın Rusya ve İran ile öteki bölge ülkeleri, Batılı ülkeler ve bütün dünya tarafından üzerinde uzlaşılan “ortak düşman”dır. Türkiye’deki Suriyelilerin can ve mal güvenliği teminat altına alınarak Rusya ve İran’ın aracılığında Esad rejimi ile uzlaşmak mümkün hâle gelmiştir.  
IŞİD’e karşı sadece hava harekâtı yeterli değildir. Türkiye’nin “eğit-donat” şeklinde destek verdiği Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ile diğer Esad karşıtı silahlı muhalif gruplardan da bir şey beklenemez. Zira düzenli ordu ve disiplinli birlik olmaktan uzaklaşıp işi çapul ve yağmaya dökmüşlerdir. Beyhude uğraşmak yerine Esad rejiminin kara kuvvetlerinin kullanması düşünülmelidir.[18]  
  Suriye iç savaşının Türkiye’ye bindirdiği ekonomik yükten kurtulabilmek için yapılmasında yarar görülen diğer hususlar da şöyle düşünülmektedir:
a. IŞİD tehdidinin bölgede bertaraf edilmesine yardım etmek.
b. Suriye’de Esad rejimiyle ilişkileri düzeltmek için aracı bulmak.
c. Mısır’da Sisi yönetimiyle ilişkileri düzeltmek. (Mersin ve İskenderun limanlarından, Mısır politikasındaki yanlış sebebiyle Mısır tarafından kesilen Orta Doğu’ya Ro-Ro seferleriyle ulaşmak için).
d. Suriye’de Türkmenler ve kamuoyunun bildiği ÖSO’ya Esad rejimi tarafından dokunulmama (af) garantisi almak,
e. Suriyeli sığınmacılar ve mülteciler için kapsamlı önlemler almak.
f. Suriyeliler için yapılan masrafları uluslararası konsorsiyumla hakkaniyet içerisinde paylaşılabilmesi için kayıtları iyi tutmak ve talepte ısrarlı olmak.
  Türkiye’deki Suriyeliler için çıkartılan yönetmelik, gecikmiş olsa da konuya çözüm bulma yolunda önemlidir. Ancak yeterli değildir. Yönetmeliğe ilaveten düşünülen diğer hususlar da şöyledir: 
a. Suriyeliler için bir bakanlık veya Başbakanlığa bağlı bir müsteşarlık kurarak çözümü tek elden takiple kolaylaştırma,
b. Meslek sahibi Suriyelileri gruplara ayırarak uzmanlığına göre Türkiye’de iş alanlarına bildirme,
c. AB fonlarından yeni taleplerde bulunmak suretiyle Suriyelilere “iş garantili meslek kursları” verme, 
ç. İş garantili kurs verilen Suriyelileri alabilecek Arap ülkeleriyle (Körfez Ülkeleri ve Suudi Arabistan) anlaşma sağlama,
d. Okul çağındaki çocukları mutlaka okula yerleştirme, 
e. Suriyelilerin belediyelere bırakılan yükünü devlet olarak yüklenme, 
f. Kültür farklılığı sebebiyle çıkabilecek sorunlara eğilme, sağlanabilmesi hâlinde BM fonlarından istifadeyle gerekirse Suriyelilere yeni uydu kentler kurma, 
g. Suriyeli sığınmacılara “balık vermek” yerine, balık tutmayı öğretme, 
h. Her türlü kaçakçılığı sosyolojik ve yasal yollarla önleme.[19]


[1] Mithat Yurdakul, “Geliyorlar!”, Milliyet, 23.10.2014. Türkiye’deki Suriyelilerin sayısı konusunda kesin bir sayı bilinmemektedir. Farklı sayılar verilmektedir. Bunlardan birine göre de 1 milyon 700 bin Suriyeli vardır.  Bk. Gamze Kolcu, “200 bin Suriyeli çocuk okulsuz”, Hürriyet, 25.10.2014.

[2] Bu konuda AKP iktidarının ilk Dışişleri Bakanı Yaşar Yakış da aynı görüşü savunmaktadır. Bk. Kadir Uysaloğlu, ‘Suriye’de rejimle iletişimi koparmak yanlıştı’, Zaman, 13.12.2013.

[3] Celalettin Yavuz tarafından İTSO (İskenderun Ticaret ve Sanayi Odası) Meclis üyelerine verilen “Suriye Krizinin Türkiye Ekonomisine Etkileri ve Çözüm Önerileri” başlıklı konferans, 17.09.2014.

[4] Veysel Ayhan, Müslüm Basılgan, Ümit Algan,  “Türkiye ile Suriye arasındaki krizin Gaziantep ve Hatay bölgesi ekonomileri üzerindeki etkileri”, Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Uluslararası Orta Doğu Barış Araştırmaları Merkezi (IMPR), Ekim 2012, s. IMPR 6-8.

[5] “Suriye krizi 6 ili vurdu”, Cumhuriyet, 24.08.2012.

[6] IŞİD tehdidi konusundaki ayrıntılar için bk. Celalettin Yavuz, “IŞİD Terör Örgütü mü Devlet Modeli mi?”, Devlet, sayı 455, Eylül-Ekim 2014.

[7] Mahir Solmaz, Derya Eğrican, Tekin Çiçek, “Irak'ta iç savaş riski moralleri bozdu”, Dünya, 13.06.2014.

[8]Celalettin Yavuz tarafından İTSO (İskenderun Ticaret ve Sanayi Odası) Meclis üyelerine verilen “Suriye Krizinin Türkiye Ekonomisine Etkileri ve Çözüm Önerileri” başlıklı konferans.

[9] Dışişleri Bakanı Davutoğlu “Suriye'de son 10 yılın en yıkıcı insanlık felaketini yaşıyoruz”, http://www.mfa.gov.tr/disisleri-bakani-davutoglu-_suriye_de-son-10-yilin-en-yikici-insanlik-felaketini-yasiyoruz.tr.mfa, (Erişim: 26.10.2014).

[10]Celalettin Yavuz tarafından İTSO (İskenderun Ticaret ve Sanayi Odası) Meclis üyelerine verilen “Suriye Krizinin Türkiye Ekonomisine Etkileri ve Çözüm Önerileri” başlıklı konferans.

[11] “BM: Son 3,5 yılın en ciddi mülteci akını”, Zaman, 22.09.2014.

[12] Fehim Genç, “Şirket rekoru Suriyelilerde”, Milliyet, 14.02.2014.

[13] Fehim Genç, “Antep Yine Gazi!”, Milliyet, 13.02.2014.  

[14] “Korkulan oldu, Suriyeli gerginliği bir ile daha sıçradı”, 28.08.2014, http://www.samanyoluhaber.com/gundem/Korkulan-oldu-Suriyeli-gerginligi-bir-ile-daha-sicradi/1059958/

[15] Ayşegül Kahvecioğlu, “Göçmenleri istemeyen tehlikeli algı”, Milliyet, 23.10.2014.

[16] Mithat Yurdakul, “Geliyorlar!”, Milliyet, 23.10.2014.

[17]Celalettin Yavuz tarafından İTSO (İskenderun Ticaret ve Sanayi Odası) Meclis üyelerine verilen “Suriye Krizinin Türkiye Ekonomisine Etkileri ve Çözüm Önerileri” başlıklı konferans.

[18] Celalettin Yavuz, “Suriye Politikasındaki Yanlış Hesap Bağdat ve Şam’dan Döndü!”, 18.09.2014, http://www.haberiniz.com.tr/yazilar/koseyazisi91510Suriye_Politikasindaki_Yanlis_Hesap_Bagdat_ve_Samdan_Dondu.html

[19]Celalettin Yavuz tarafından İTSO (İskenderun Ticaret ve Sanayi Odası) Meclis Üyelerine verilen “Suriye Krizinin Türkiye Ekonomisine Etkileri ve Çözüm Önerileri” başlıklı konferans.



TÜRKİYE KATAR’DA NEDEN ASKERÎ ÜS KURUYOR?



TÜRKİYE KATAR’DA NEDEN ASKERÎ ÜS KURUYOR?












Prof. Dr.Celalettin YAVUZ



      27 Temmuz 2016 11:39 

TÜRKİYE KATARDA NEDEN ASKERÎ ÜS KURUYOR?
 

 
Ahmet Davutoğlu, başbakanlık görevinden âdeta “ürkek bir ördek yavrusu” gibi çekilirken son önemli dış politika hareketlerinden birini Katar’da gerçekleştirdi. 28 Nisan 2016’da Körfez ülkesi Katar’ı ziyaret ederek burada kurulması kararı alınan askerî üs için “uygulama” anlaşmasının imza törenine katılan Davutoğlu, “Bugün attığımız imza ile TSK’nin Katar’daki mevcudiyeti ve buradaki ortak üs devreye girmiş oluyor!” dedi. “Acaba bu askerî üssümüz nedir, neler getirir ya da neler götürebilir?” diyerek bu konuyu biraz araştırma ihtiyacı duydum.
  Başbakan Davutoğlu’nun bu ziyareti ve ifadesi üzerine havuz medyası konuyu Kutü’l-Amare zaferiyle birlikte gündeme getirip Türkiye’nin “parlak” dış politikasının zaferi gibi gösteren yeni bir algı operasyonunu devreye soktu. Hoş daha sonra bu zaferin komutanı ve soyadını bile buradan alan Halil Paşa (Kut) ile sorunları ortaya çıkınca, mevcut AKP iktidarı Kutü’l-Amare’yi kutladığına bile pişman olacak duruma geldi. Zira “Bize Kutü’l-Amare Zaferi’ni unutturdular!” diyen, Türkiye Cumhuriyeti’ni yönettiğini zanneden cahil devlet adamları; bu zaferin 1952’de DP iktidarı döneminde (Adnan Menderes başbakan, Celal Bayar cumhurbaşkanı iken) kutlanmasına son verildiğini öğrendiler. 
  Davutoğlu, Dışişleri Bakanlığı döneminde 15 kez ziyaret ettiği Katar’ı, “başbakan” sıfatıyla ilk kez ziyaret ediyordu. Muhtemelen de son kez olacaktı. Herhâlde Davutoğlu Dışişleri Bakanı iken hiçbir Türk devletini (KKTC ve Azerbaycan dâhil) bu kadar sık ziyaret etmemişti! Katar’a “aşk” derecesinde duyulan ilgiyi anlayabilmek için dahi bu araştırmaya gerek duyulabilirdi.
 
Türkiye-Katar “Askerî Eğitim, Savunma Sanayii ile Katar Topraklarında Türk Silahlı Kuvvetlerinin Konuşlandırılması Konusunda İş Birliği Anlaşması”

  19 Aralık 2014’te Türkiye ile Katar arasında “Türk Silahlı Kuvvetlerine (TSK), Katar’a askerî birlik konuşlandırma; taraflara ortak askerî tatbikat ve eğitim programı gerçekleştirme ve birbirlerinin her türlü askerî tesis, birlik ve kamplarından ayrıca hava sahasından yararlanma hakkını” veren bir anlaşma imzalandı. Anlaşmanın ayrıntıları 5 Haziran 2015’te Resmî Gazete’de yayımlandı.
  Anlaşmaya göre Katar’daki Türk üssünde TSK’nin tüm kuvvetlerinden güç bulunacak. Türk askerlerinin ana görevi, Katar askerlerine eğitim vermek olacak. Resmî kaynaklar doğrulamasa da üsteki Türk askerleri, bölgede oluşabilecek ciddi krizlere uluslararası toplumun vereceği destek çerçevesinde müdahale edebilecek. 
Katar’daki Türk üssünde hâlihazırda 150 kişilik öncü Türk birliği mevcuttur. 3 bine yakın asker kapasiteli üsle birlikte iki ülke arasındaki askerî ilişkilerin geliştirilmesi, savunma sanayii işbirliğinin ve ortak askerî tatbikatların önü de açılmış olacaktır.
  “Askerî Eğitim, Savunma Sanayi ile Katar Topraklarında Türk Silahlı Kuvvetlerinin Konuşlandırılması Konusunda İş Birliği Anlaşması” adı altında 10 sene yürürlükte kalacak sözleşmenin önemli hususları şöyledir:
  • Türk kuvvetleri eğitim ve tatbikat amacıyla Katar topraklarında konuşlandırılabilir.
  • Taraflar; anlaşmanın uygulanması amacıyla birbirlerine liman, havalimanı, hava sahası kullanma, topraklarında kuvvet konuşlandırma ve tesis, kamp, birim, kuruluş ve askerî tesislerinden yararlanma izni verirler. (Bu madde uyarınca 2016 yılı başlarında Katar uçakları İncirlik Hava Üssü’ne intikal ettiler.)
  • Ziyaretler, heyet değişimi, manevralara katılım ve bilgi değişimi, lojistik alanında iş birliği yapılması, insani yardım sağlanması, personel ve askerî ekipman takası ve savunma sanayii alanında iş birliği yapılabilir.
  • Taraflar birbirlerinin askerî kurumlarında danışman personel görevlendirebilirler.
  • “Anlaşmazlık ortaya çıktığı takdirde, bu anlaşmazlık istişare ve müzakerelerle çözülür. Bir yerel veya uluslararası mahkemeye ya da üçüncü tarafa başvurulamaz.” ifadesine yer verilen metinde, sorunun çözümü için 60 günlük müzakere süreci belirlenmiştir. Anlaşmazlık çözülemezse anlaşma yazılı bildirimle bitirilebilecektir.
  Anlaşmanın önemi, Türkiye ile Katar ve Suudi Arabistan’ın Suriye’de Beşşar Esad rejimine karşı savaşan muhalif gruplara desteğini artırdığı bir döneme denk gelmesidir.
 
Katar Hakkında Önemli Bilgiler


  Katar neden önemlidir? Neden Türkiye’nin ilk askerî üssü burada kurulmak istenmektedir? Bu sebeple Katar hakkındaki bilgiler takip eden satırlarda özetlenmeye çalışılmıştır. 
 
  Katar Hakkında Genel Bilgiler: Osmanlı İmparatorluğu Dönemi’nde mevcut fiilî Türk egemenliği; ilk olarak 1852’de, daha sonra ve kesin olarak 1871’de Muhammed el-Sani’nin daveti üzerine başlamıştır. Katar’ın bugünkü başkenti Doha (Kal’atü’t-Türk adı verilen kale) ve yine bugün ABD üssünün bulunduğu el-Obeid’e yerleşen Türk birlikleri 1913’e kadar kalmışlardır. Katar da Basra vilayetinin Lahsa sancağına bağlı bir kaza (ilçe) oldu. Al-Sani ailesi de Osmanlı kaymakamları olarak görev yapmışlardır. Osmanlı Devleti, Katar üzerindeki haklarından 29 Temmuz 1913’te vazgeçti. Son Türk askeri, Katar’dan Ağustos 1915’te çekilmiştir. I. Dünya Harbi’nin çıkmasının akabinde 3 Kasım 1916’da İngilizler tarafından işgal edilen Katar, 3 Eylül 1971’de İngiliz hâkimiyetinden ayrılarak bağımsızlığını ilan etmiştir. 
  Katar’ın tek kara sınır komşusu Suudi Arabistan olup 160 km uzunluğundaki yarımadanın diğer tarafları Basra Körfezi ile çevrilidir. Kuzeybatısında Bahreyn, batı ve güneyinde Suudi Arabistan, doğusunda Birleşik Arap Emirlikleri ve kuzeyinde İran’la denizden komşudur.
  Katar’ın başkenti Doha, yüz ölçümü ise 11.437 km2’dir. Nüfusu 2 milyon 463 bin olup bunun yaklaşık 1,8 milyona yakını yabancı işçi statüsünde çalışanlardır. Genellikle Filipinler, Nepal, Hindistan gibi ülkelerden gelen bu insanlar; inşaat, sağlık, hizmet, enerji sektörlerinde çalışmaktadır.
  Mutlak monarşi ile yönetilen Katar’ın emiri Emir Tamim bin Hamad Al Thani’dir (iktidara geliş tarihi ve yaşı: 25 Haziran 2013, 33).  7 ayrı belediyeye bölünmüştür. Bunlar; Ad Doha, Al Rayyan, UmmSalal, Al Khor, Al Wakrah, Al Daayen ve Al Shamal belediyeleridir.
  10 bin Türk’ün bulunduğu Katar, Türkiye’ye 4 saatlik uçuş (İstanbul-Doha arası) mesafesindedir. 
 
  Katar Ekonomisi: Katar, dünyadaki en çok gaz rezervlerine sahip ülkeler arasındadır. Bu büyük etken, ülke vatandaşlarının refah seviyesini en üst basamaklara taşımıştır. Ülkede hemen hemen hiçbir tüketim maddesi üretilmemekte, dışarıdan ithal edilmektedir. 1’i karada, 6’sı açık denizde olmak üzere toplam 7 adet doğal gaz üretim noktası vardır. Körfeze bakan kısımda Ras Laffan adlı bir sanayi kenti kurulmuştur.
  Katar, vatandaşları (yabancı işçiler hariç) dünyada fert başına en fazla gelire sahip olan ülkedir.
  Katar’ın başkenti Doha, aynı zamanda her yıl düzenlenen uluslararası savunma sanayii fuarına (DIMEX) da ev sahipliği yapmaktadır. 
 
  Katar Silahlı Kuvvetleri: Katar Silahlı Kuvvetlerinin toplam insan gücü 11.800 kişidir. Bunun 8.500’ü kara, 1.800’ü deniz ve 1.500’ü de hava kuvvetlerine aittir. ABD, İngiltere ve 1994’te de Fransa ile askerî ittifak içerisindeydi. 
  Keza Körfez ülkelerinin ortak savunma gayretleri için kurulan Körfez İş Birliği Teşkilatı (veya Konseyi) (Gulf Cooperation Council) üyesidir. 
  Katar askerî gücü; ağırlıklı olarak Fransa olmak üzere, Batılı ülkelerin askerî uzmanları tarafından eğitilmektedir. 
  İsveç’in Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü SIPRİ’ye (The Stockholm International Peace Research Institute) göre Katar, 2010-2014 döneminde savunma harcamalarında dünyanın 46. sırasına yerleşti. 2013 yılında Almanya’dan 62 tank ve 24 kundağı motorlu top, 2014 yılında ABD’den 24 taarruz helikopteri, 3 hava erken ihbar uçağı (AEW) ve İspanya’dan da 2 havada yakıt ikmal uçağı satın aldı. 
 
Türkiye-Katar İlişkileri Nasıldır?


  Katar’daki Türk Büyükelçiliği 1980’de açılmıştır. Türkiye, Katar sayesinde Körfez ülkelerine ve diğer dünya ülkelerine savunma sanayiinde açılım yapma beklentisi içerisindedir. 
  Türkiye, 2014 yılı içerisinde Katar’a 345 milyon dolarlık ihracat yaparken çoğunluğu sıvılaştırılmış doğal gaz ve kimyasal maddeler olmak üzere 965 milyon dolarlık ithalat yapmıştır.
  Hâlen Türkiye’nin Katar’a ihraç ettiği ürünler; demir-çelik, nakliye araçları için elektronik aksam ve diğer parçalar, inşaat malzemesi, mobilya, tekstil ve yiyecektir. 2014 yılı itibarıyla toplam savunma sanayi ihracatı 1.65 milyar dolar olan Türkiye’nin beklentisi, 2023’e kadar sadece Katar’a 5 milyar dolarlık ihracat yapmaktır. 
  Bütün Orta Doğu’da olduğu gibi STFA, NUROL, ENKA, Tekfen, Yüksel İnşaat ve TAV İnşaat gibi şirketler Katar’da da etkin Türk firmalarıdır. 
  2015 yılı ilk dokuz ayında Katar dışına çıkan Katarlı turistlerin yaklaşık %35’i, başta İstanbul olmak üzere Türkiye’nin çeşitli bölgelerine seyahat ettiler. Bu sayı da yaklaşık 35-40 bin civarındadır. Yıllık 30 binleri geçen turist sayısı yanında kabiliihmaldir.
  Katar, 2022 FIFA Dünya Kupası'na ev sahipliği yapmaya hak kazanmıştır. Bu ise yaklaşık 22 milyar dolarlık inşaat yapması beklenen Katar’dan Türk müteahhitlerine de aslan payının verilmesinin beklentisidir. Muhtemelen bu şirketlerin önemli bir kısmı da “yandaş” firmalar olacaktır.
  Türkiye-Katar ilişkileri özellikle Mısır’da Mursi yönetimi konusunda örtüştü. Oysa Suudi Arabistan bile Mursi’nin devrilip yerine Sisi’nin geçmesine tepki vermemişti. Katar ve Türkiye, S. Arabistan’la birlikte Suriye politikasında da örtüştüler. Her üçü de Beşşar Esad’n değişmesinde ısrarcıydılar. Hatta S. Arabistan ve Katar, Suriye’de kara harekâtı bile teklif etmişlerdi. 
 
Katar’daki Diğer Ülkelerin Askerî Varlığı ve Askerî Üsleri


  Orta Doğu’da ABD’nin;12’si Afganistan’da, biri Türkiye’de  (İncirlik) olmak üzere çok sayıda askerî üssü mevcuttur. Basra Körfezi’ndeki en büyük askerî üssü Bahreyn’de olup ABD’nin “Deniz Destek Gücü” (Naval Support Activity) için gerekli bu üssün temeli 2010’da atılmıştır. Bahreyn’in Mina Salman Limanı’nda 6 bin civarında Amerikan askerî birliği konuşlanmaktadır. 
  Şeyh İsa Hava Üssü de bir diğer önemli askerî üstür. 1991’de Irak müdahalesi (Çöl Kalkanı) ile başlayan üssün kullanımı devam etmiş, 2011 yılında üssün genişletilmesi için Pentagon 45 milyar dolarlık bir bütçe ayırmıştır. Bu üste ABD’nin beş hava filosu mevcuttur. 
  Bunlara ilaveten ABD’nin Kuveyt’te 2 askerî hava üssü, Bahreyn’de uçak gemilerinin barınması için de bir açık deniz üssü inşası mevcuttur. Umman’da 2 askerî üssü, S. Arabistan’da ise 4.500 kişilik bir hava üssü mevcut olan ABD, Katar’ı da pas geçmemiş ve bölgenin en büyük hava üssünü kurmuştur.
  ABD’nin 1991’de Saddam Hüseyinli Irak’a “Çöl Kalkanı” adlı müdahalesi öncesinde başlayan ABD’nin Katar’da üs edinme talebi bu şekilde gerçekleşmiştir. Katar’ın başkenti Doha’dan 40 km mesafede yer alan el-Udeid Hava Üssü’nün inşası 1997 yılında tamamlanmıştır. 4.050 metre ile Orta Doğu’daki en uzun piste sahip el-Udeid Hava Üssü, ABD’nin Merkezî Kuvvetler Komutanlığının (CENTCOM) Afganistan ve Irak’taki harekâtının lojistik ihtiyaçları için de kullanılmaktadır.


  ABD’nin bu askerî varlığı sebebiyle Katar da çoğunlukla muhtemel terörist saldırılara karşı korunmaktadır.


  Katar’daki el-Ubeyd Hava Üssü’nde 3.300 Amerikalı askerî ve sivil personel görev yapmaktadır. Üs, bölgedeki en büyük üslerden olup 120 uçağın konuşlanabileceği kapasiteye sahiptir.Katar’da ABD’ye sağlanan liman üs kolaylıkları da mevcuttur.


Katar’daki bu üs, ayrıca İngiliz ve Avusturya hava kuvvetlerine de hizmet vermiştir. 2003-2008 döneminde Avustralya Hava Kuvvetlerine, 2001-2009 döneminde İngiliz Hava Kuvvetlerine evvelce hizmet veren üs, IŞİD’e karşı Irak’ta mücadele maksadıyla bölgeye gönderilen İngiliz uçaklarına da 2014’ten beri ev sahipliği yapmaktadır. 
  Diğer Körfez ülkelerinde İngiltere ve Fransa’nın da askerî üsleri mevcuttur. Bu mevcudiyetin gerekçeleri içerisinde; silah sanayisi başta olmak üzere, bölge ülkelerini ekonomik yönden bağımlı kılmak, İran’ın muhtemel tecavüzlerine karşı “koruyucu şemsiyelerini” kullanma taahhütleri bulunmaktadır. ABD, İngiltere ve Fransa’nın her üçü de BM Güvenlik Konseyi daimî üyesi, G-7 üyesi, deniz aşırı üsleri olan ve nükleer silahlara sahip ülkelerdir. Bölgedeki petrol çıkaran ülkelerle de enerji alanında yakın iş birliği içerisindedirler.
 
Sonuç ve Değerlendirme


  Katar; Suudi Arabistan’ın liderliğindeki Körfez ülkelerinden biridir. Fert başına gelirde dünyanın ilk ülkesi olmakla birlikte; küçük nüfusu, coğrafyası, savunma sanayisinde ve savunmasında dışa bağımlılığı gibi “zayıf” özellikleriyle de bilinmektedir. Bu savunma zafiyetini özellikle ABD ve AB’nin güçlü ülkeleriyle kurduğu ittifaklarla gidermeye çalışmaktadır. 


  Aralık 2014 içerisinde benzer bir anlaşmayı da Türkiye ile gerçekleştiren Katar’ın bu girişimi, Körfez’de ABD-İran yakınlaşması üzerine sanki bir alternatif müttefik arayışı gibi algılanmıştır.


  Özellikle “yeni Osmanlı” hayalperesti AKP’li tetikçi medya tarafından “ABD’nin varsa, Türkiye’nin de yurt dışında üsleri olmalıdır!” diyenler vardır. Bu üsler, ülkenin millî çıkarlarına hizmet edecekse doğrudur. 
  Basra Körfezi’ne bu kadar askerî, gemiyi, uçağı yığan ABD, dünyanın pek çok yerindeki üslerine 250 milyar, yıllık savunma harcamasına da 600 milyar dolar ayırmaktadır. ABD’nin bu savunma harcaması dahi Türkiye’nin GSMH’sinin 2/3’ünden fazladır. 
  ABD, İngiltere ve Fransa Körfez’den dünyaya dağılan petrolün güvenle naklini sağlamakla aynı zamanda dünya ekonomisindeki istikrara da katkı sağlamaktadır. Bu istikrar da küresel ekonomiyi, dolayısıyla da küresel güç ABD ile Avrupa’daki ortaklarını rahatlatmaktadır.
  ABD, bu üsleri sayesinde bölge ekonomisine de hâkim olmaktadır. İran’a karşı Körfez ülkelerinin koruyuculuğuna soyunurken Körfez ülkelerine silah ve mühimmat da satmaktadır. Üniversitelerinde Körfez ülkelerinin zengin çocuklarının paralı okumalarına, bol keseden harcayan Arap turizmine ev sahipliği yapmaktadır. Yani ABD ve diğer Batılı ülkeler bölgeye yaptıkları masrafı fazlasıyla çıkartacak bir sisteme de sahiplerdir. Verdikleri desteğin misliyle geri dönüşü olmaktadır.
  Ancak son dönemde Obama yönetiminin İran’a yaklaşması; sadece İsrail’in değil, aynı zamanda Basra Körfezi’nde İran’la çıkarları çatışan S. Arabistan’ın da hoşuna gitmemiştir. 
  Türkiye’nin Katar’daki askerî üssünün İran’la ilişkilere zarar verip vermeyeceği iyi değerlendirilmelidir. İstanbul’daki İslam İş Birliği Teşkilatı sonuç bildirisinde Suudilerin isteği doğrultusunda İran’ı itham eden ifadelerdeki gibi bir yanlışlık bundan sonra yapılmamalıdır. 


Daha doğrusu Türkiye, Körfez’de taraf değil, bölge ülkeleri arasında aracı veya arabulucu olmaya soyunmalıdır.

  Şayet bu üssü takiben Katarlı subaylar Türk harp okullarında okutulursa, Katarlı öğrenciler Türkiye’deki üniversitelerde eğitim görürlerse, Katar Silahlı Kuvvetlerinin askerî malzeme ihtiyaçlarının çoğu Türkiye’den tedarik edilirse, Katar’la başta enerji sektörü olmak üzere ortaklıklar artarsa, üssün ve diğer desteklerin karşılığı alınmış olur. 


Milletimizin ekonomik değerleri, kişisel popülerlik ve anlamsız maceralar için değil, sadece milletin ve devletin çıkarları için sarf edilmelidir.

Türkiye’nin Katar ve Suudi Arabistan’la son yıllarda artan ilişkilerinin; İsrail-İran ve İran-Suudi Arabistan eksenlerinde de takip edilmesinde yarar vardır. Teslimiyetçi olmaksızın ama Türkiye’nin çıkarları doğrultusunda tarafsız ve uzlaşmacı politikaya ihtiyaç vardır. 
 

http://devlet.com.tr/makaleler/y188-TURKIYE_KATARDA_NEDEN_ASKERI_US_KURUYOR_.html