22 Şubat 2017 Çarşamba

Bir 28 Şubat neden olmasın, En güzelinden bir tanesi


Bir 28 Şubat neden olmasın, En güzelinden bir tanesi



 “Kızıl Elma Konuşuyor”
  Güngör Türkeli 
18.08.2003/Sayı:37

Bir 28 Şubat neden olmasın, en güzelinden bir tanesi 12 Eylül’ü de yaşadık. 

Bir 28 Şubat neden olmasın, en güzelinden bir tanesi


Türk Ordusu Mustafa Kemal’in Ordusu’dur, ilericidir

TÜRKSOLU: Güngör Bey, siz Türk Ordusu’nun içinden gelen biri olarak gerek Ordu’nun iç yapısını ve dinamiklerini gerekse siyaset kurumuyla olan ilişkisini yakından bilen birisisiniz. Şu anda da biliyorsunuz bir AKP iktidarı var ve bu iktidar aradan geçen sekiz aylık süreçteki bütün icraatlarıyla Türk devleti açısından açık bir tehdit durumuna gelmiş bulunuyor. Ordu ile AKP arasındaki ilişkilere baktığımızda da ortada açık bir çatışmanın var olduğunu görmemek mümkün değil. Bu çatışma çoğu zaman tarafların birbirlerini açıkça suçlayan açıklamalarıyla da gündeme geldi. Türk siyasal yaşantısına baktığımızda da aslında bu çatışmanın çeşitli dönemlerde ve çeşitli şekillerde defalarca ortaya çıktığını hepimiz yakından biliyoruz. Sizin Ordu-siyaset ilişkisine yönelik değerlendirmeleriniz nelerdir?

GÜNGÖR TÜRKELİ: Ordu her şeyden önce Cumhuriyet Ordusu. Mustafa Kemal’in kurduğu Ordu, bir Osmanlı ordusu değil. Hep ileriye dönük çağın değerlerini, teknolojiyi izleyen bir Ordu, başka bir orduya benzemez. Cumhuriyet Ordusu’nun kuruluşundan bu yana baktığımız zaman hep ileriye dönmüş ama zaman zaman da geriye çevrilmeye çalışılmış.

Ordu içinde de gerici siyasetlere araç olan komutanlar olmuş. Ben o zamanlar teğmendim ve bir Genelkurmay Başkanı başbakanın paltosunu tutuyor, Milli Savunma Bakanı Genelkurmay Başkanı’na eliyle işaret ederek “Buraya gel” diyebiliyordu.

Ama Mustafa Kemal’in Ordusu’nun anlayışı o değildi. 60 sonrasına bakınız, 68 dediğimiz kuşağın ilerici, devrimci gelişiminde Ordu’nun genç kesiminin de içerisinde olduğunu biliyorsunuz. Genç Kemalistler Ordusu içinde Talat Turhan’ın arkadaşlarından biriyim. Fakat komutanlar kim? Cevdet Sunay. Cevdet Sunay kim? “Ben bu ülkeyi lise mezunu komünist gençlere bırakamam. İmam Hatip Liselilere bırakırım” diyen sonradan da cumhurbaşkanı olan bir komutan. Sonra Genelkurmay Başkanı olan Memduh Tağmaç kim? Geldiği zaman bir demeç vermek istiyor. Demeci hazırlayan kurmaylar Atatürk, Atatürkçülük, devrim ve devrimcilikten söz ediyorlar. Bunların üzerini çiziyor. AP hükümeti var o zaman. “Beni hükümetle karşı karşıya getirmeyin” diyor. Amerika ile sorun çıktığı başka bir zaman da bilgisine baş vuruluyor, o zaman da “Beni Amerika ile karşı karşıya getirmeyin” diyor. Amerika’yla olan ilişkileri belirleyen sözleri çiziyor demeçte.

Şimdi böyle bir dönemi de yaşadık. Bir 12 Eylül’ü de yaşadık. Bir karşıdevrimdir 12 Eylül. Din devletine yönelik ya da Türk-İslam sentezci bir ekibe teslim etti ülkeyi. Ama Ordu -bugüne baktığınızda göreceksiniz ki- artık o Ordu değil.

Fakat çok da tasfiyeye uğramıştır. Ordu’nun Atatürkçü kesimi çok da budanmıştır. Ne zamandan beri, 12 Temmuz 1947 İsmet Paşa’nın Amerika’yla imzaladığı anlaşmadan beri.

NATO’ya girmek konusunda büyük çaba harcıyor İsmet Paşa döneminde Ordu. 1949 yılında yardımın ilk taksidi verilir. Tamamı dört taksitte verilecektir. Dikkat edin bugün de Amerikan kredisi dört taksitte veriliyor. 1941’de Rusya ile pazarlık yapıyor ona da dört taksitle veririm diyor. Rusya’ya diyor ki kiliseleri açacaksın, din özgürlüğü tanıyacaksın. Türkiye'ye şartı ne? Din özgürlüğü tanıyacaksın. 1949’da da 2. takside geldiği zaman üç yıllık Harp Akademilerini bir yıla indireceksin diyor. Türkiye 1 yıla indiriyor. Bu durum 1956’ya kadar sürüyor. Sizin diyor tabur seviyesinde komutanınız olsun, kurmayınız olmasın.

Ordu’yu bölme, parçalama, yok etme planı

Tabii 1949’dan bu yana bu şekilde Batıcı, Amerikancı ve Atatürkçüyüm diyen ama söylemiyle eylemiyle karşı-devrimci çizgiye geliyor. Ama Harp Okulu’nda verilen eğitimler doğru eğitimler. Oradan da genç subaylar, devrimci komutanlar yetişiyor. Ordu gericiliğe karşı en diri kurumdur. En diri, en bilinçli, en hesaplı kitaplı kurumudur.

Şimdi AKP ile ilişkileri görüyorsunuz. Bunun arkasında Yeni Dünya Düzeni’yle Amerikan emperyalizmi yatıyor. Ordu’yu bölme, parçalama, yok etme planı var. Çok açık biçimde bunu başbakan söylüyor; dışişleri bakanı söylüyor.

Neyin pazarlığını yapıyor? Kuzey Irak’a değil, sorunlu bölgelere, yani güneye Ordu’yu göndermeyi. Ne yapacak orda? “Benim askerim ölmesin orda, senin askerin ölsün” diyor. Üslubu da çok açık. Ve Ordu buna karşı direniyor. Emekli subayların, emekli generallerin hem sizin gazetenizde hem de diğer basında açıklamaları var. Hepsi “hayır, olmaz” diyor. “Amerikan askeri kendi sorununu kendi çözsün. Biz niye karışalım”

Dikkat eder misin, Mustafa Kemal o dönemde Sadabat Paktı gibi anlaşmalar yaparken hiç düşmanı var mıydı Türkiye'nin? Şimdi düşmanı olmayan hangi sınır komşusu var? Türk Ordusu’nun Mustafa Kemal geleneğini sürdürmesi engellenmek isteniyor. Yani bugüne bakarken 1923’ten itibaren bu yanaki süreci çok iyi irdelemek lazım.

TÜRKSOLU: O zaman şöyle diyebilir miyiz; Atatürk’ün ölümünden bu yana sürekli olarak Ordu ile emperyalist kuvvetler ve onların iç uzantısı gerici iktidarlar arasında bir çelişki, bir iç mücadele var. AKP iktidarı da bugün Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirmek isteyen AB ve ABD emperyalizminin maşası konumunda ve bu nedenle ordu ile kaçınılmaz bir şekilde karşı karşıya geliyor.

ABD’nin önündeki en büyük engel Türk Ordusu

GÜNGÖR TÜRKELİ: Gerici iktidarlarla Ordu’nun mücadelesini demin de anlattım. 1949’da Harp Akademileri’nin 1 yıla indirilmesiyle başlar. Ama bütün tasfiyelere rağmen, bakınız bizim dönemde binlerce subay Ordu’dan atıldı. Şimdi YAŞ toplanacak, 63’lü ve 64’lü subay yoktur hepsi tasfiye edilmiştir. Dickson raporuna dikkat etmek gerekiyor. Yayınlanan raporda "Özellikle Ordu’daki radikal subayları temizleyeceksiniz" diyor. Yani Amerika’nın Türkiye'de önündeki en büyük güç Ordu’dur. Ve Ordu’nun tasfiye edilmesi lazımdır. AKP hükümetinin istediği de ABD’nin emrine uyarak bunu yapmaktır.

TÜRKSOLU: Ordu ile parlamento arasındaki çelişkilerin en alevli olduğu dönem sizin döneminizdi. Şu an Ordu belli kesimler tarafından demokrasinin ve özgürlüğün önünde bir engel olarak gösteriliyor. Bu da ne yazik ki sol adına yapılıyor. Fakat o döneme baktığımızda Ordu’nun içinde sol bir yapılanma var ve bu yapılanmanın Ordu dışındaki sol ile de yakın ilişkisi var. O dönem Türk Solu ve devrimci gençlik hareketi Ordu’yu destekliyordu . Ama bugün gelinen noktaya baktığımızda tam tersi bir durum söz konusu, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Subaylardan TİP için para alırdık

GÜNGÖR TÜRKELİ: Bakın ben Eskişehir’de üsteğmenken 62-63’lerde TİP adına paşadan 25 lira alıyordum. Subaylardan 15 lira alıyordum. Kiminle beraber İstanbul Barosu başkanı avukat Kazan’la. Bizde yedek subaydı o da. Doğan Avcıoğlu’nun Yön dergisi ençok okunan dergiydi ve Ordu içerisinde herkes izliyordu. Yön dergisi bir aydınlanmaydı. Ben teğmenken Yön dergisine imza koydum. Hatta Doğan Avcıoğlu “Yapma, etme, senin için iyi olmaz” dedi. Ben de “iyi olmazsa iyi olmaz be inanmışsam yaparım” dedim. Nitekim o zaman damgalanmışız ki sonradan emekliye sevk edildik Talat Turhan ve arkadaşları grubu olarak.

Bu süreç aynı zamanda büyük tasfiye operasyonlarının da yapıldığı bir süreçti. Ordu Amerika’nın kucağına itilmeye çalışılıyordu. Öz olarak baktığımızda Batı emperyalizminin, Amerikan emperyalizminin karşısında Türkiye çok stratejik konumda olan bir ülke. Burada emperyalizmin başarıya ulaşması için bir tek yolu var; Mustafa Kemal Ordusu’nu yok etmek. Bunu da başardıkları anda ülke bitmiştir. Şimdi bu yolda çalışıyorlar.

Yakın olayları izleyin göreceksiniz, temel hedef Ordu’dur. Ve Ordu’nun binlerce subayı 71 gerici harekatında 80 gerici harekatında tasfiye edilmiştir. En çok zaiyat veren Ordu mensuplarıdır. Okumasını bilen, düşünmesini bilen ne kadar subay varsa hepsi tasfiye edilmeye çalışılmıştır. Ama öyle köklü bir geleneği var ki Ordu’nun Mustafa Kemal onu çok iyi tespit etmiş, Türk subayını tanımlarken “Türk subayı ülkenin geleceğini tehlikede gördüğü anda benim çoluğum var çocuğum var, hayatım var demeyecektir. Ülke adına ölümü göze alıp ileriye atılacaktır” demiştir. İşte bu gelenek Türk Ordusu’nu buraya getirmiştir. Bu direnç devam ediyor.

TÜRKSOLU: Bir de baktığımız zaman 68 dönemi hem solun orduyla en çok kaynaştığı dönem hem de solun en çok kitleselleştiği dönemdi. Oysa bugün bakıyoruz AK Parti iktidarıyla Ordu’ya yönelik bir saldırı varken; bir yandan da sol la Ordu arasına mesafe konmaya çalışılıyor. Ordu’ya yönelik her türlü destek ise statükoculuk ve gericilik olarak adlandırılıyor. Ordu’yla yanyana durmaktan çekinen sol ise Şeriatçı partinin ve arkasındaki emperyalist güçlerin yedeği konumuna düşüyor. Ancak bundan rahatsızlık da duymuyor.

Amerika’nın kucağına oturan “sol”

GÜNGÖR TÜRKELİ: Dediğiniz gibi 60'larda sol gelişmiş, Ordu’yla ilişkileri iyi, ama Amerika rahatsız oluyor. Ve 64'te Dickson raporu çıkıyor ortaya. Ordu’daki radikal güçleri temizleyin' diyor.

Talat Turhan’ın mahkemeye verdiği savunmada bir tespiti var. Bundan sonra yapılacak ilk iş Ordu’daki radikal güçlerin temizlenmesidir. Bunu 70’te söylüyor. 80’e bakın uygulama Talat Turhan’ın dediği uygulamadır. Ordu'daki radikal güçler temizleniyor. 27 Mayıs tasfiye ediliyor, CHP kapatılıyor. Bütün bunlar ne içindir? Ordu-sol ilişkisini bitirmek ve onları tasfiye etmek içindir. Bugün yapılmak istenen de budur. O dönemin solcuları - ki buna hayretle bakıyorum- ki bunlara dönek de deniyor, şimdi bakıyorum, tanıyamıyorum. Gitmiş Amerika’nın, Pentagon’un emrine girmiş. Batı emperyalizminin hizmetine girmiş, içimizdeki düşman haline gelmişlerdir.

TÜRKSOLU: Şimdiye kadar hep Ordu içindeki sol sempatisinden, sola yaklaşmalardan bahsettiniz. Ama bu dönemlerde ciddi anlamda öğrenci hareketleri var. Devrimci gençlik hareketi bütünüyle Orduyu destekliyordu ve mitinglerde “Ordu gençlik elele” sloganları atılıyordu. Bugünse farklı bir durumla karşı karşıyayız. Ordu düşmanlığı solun temel yönelimi haline gelmiş durumda ve neredeyse Ordu düşmanı olmadan solcu olmak mümkün değil? O dönem solun Ordu’ya bakışı tamamen farklı değil miydi?

GÜNGÖR TÜRKELİ: Farklıydı tabii ki. Biz o dönemlerde sivil giyinip mitinglere gidiyorduk. Onların eylemlerini destekliyorduk. Haklı buluyorduk, konuşuyorduk. Merhaba diyorduk, onlara imrenerek ve sevgiyle bakıyorduk. Pırıl pırıl gençlerdi ve haklıydılar.

TÜRKSOLU: O zamanki gençlik hareketi sempatinin ötesinde örgütlenme anlamında da Ordu’yla birlikteydi. Ordu içindeki örgütlenmeler ve bu örgütlenmelerin sol hareketle ilişkileri nasıldı. Özellikle sizin döneminiz Türkiye İşçi Partisi’nin büyük bir güç kazandığı ve hatta Meclis’e girmesiyle sonuçlanmıştı. Bunun ordu içindeki yansımaları nelerdi. TİP’in yarattığı etki Ordu içinde de hissediliyor muydu?

CHP’den umudu kesip TİP’e yönelmiştik

GÜNGÖR TÜRKELİ: Tabii. O zaman biz CHP’den ümidi kesip TİP’e yönelmiştik. En çok Yön ve Devrim dergisini okuyorduk. İlhan Selçuklar, Niyazi Berkesler, Aziz Nesinler...

TÜRKSOLU: Ordu’yla gençlik arasında teorinin ötesinde pratik anlamda da birliktelik vardı. Örneğin Ordu’nun vermiş olduğu kamplar, ortak eylemler, beraber çalışmalar...

GÜNGÖR TÜRKELİ: Eskişehir’deki bir eylemde polis gençleri kovalarken ben Orduevine almıştım. Orduevinde devrimci gençleri sakladım ve polislere de “siz buraya giremezsiniz, burası Orduevi” dedim. Komutan diyemez miydi “Bunlar anarşist niye aldın buraya” diye, ama demedi çünkü destekliyordu.

TÜRKSOLU: Solun ve devrimci gençliğin o günkü politikalarıyla Ordu’nun tavrı da büyük ölçüde uyuşmaktaydı. Belki de bu tür bir birlikteliğin oluşmasının en önemli sebebi buydu. Bugün de Türkiye kritik bir süreçten geçiyor ve Türk Ordusu’nun alacağı tavır son derece önemli. Ordu’nun Batı ittifakını sorgulamaya başlaması ve özellikle son dönemde Kuzey Irak’ta ve genel olarak Ortadoğu’da yaşanan gelişmelerde Ordu’nun düşman kuvvetlerle açık bir çatışmaya girme ihtimali artmış durumda. Doğal olarak Ordu’ya yönelik saldırılar da hız kazanıyor. Ordu’ya yönelik bu saldırıları siz neye bağlıyorsunuz?

ABD’nin Irak’ta ne işi vardı?

GÜNGÖR TÜRKELİ: Bana göre çok önemli bir şey var, Amerika bizimle çok uğraşıyor. 50 bin tane belge var. Neden Ordu’yla uğraşıyorlar, çünkü Ordu’yu temizledi mi amacına çok daha kolay ulaşacak. Özellikle Avrasya’daki amaçlarına. Çünkü bana göre dünyanın geleceği Ortadoğu ve Avrasya’da belirlenecek. Amerika’nın Irak’ta ne işi vardı. Yalan dolan bir sürü belgeyle niye saldırdı? Hele Afganistan’da ne işi vardı?

Avrasya politikası. Biliyorsunuz bir “Sanghay Beşlisi” kuruldu. Sonra altı oldu onlar. Amerika şimdi onları yok etmeye çalışıyor. Çin, Japonya, Singapur... Bugün Avrasya’ya egemen olan, dünyaya hakim olacak demektir. Çünkü bütün petrol yatakları, enerji kaynakları, doğalgaz buradadır. Amerika bunu açıkça söylüyor zaten.

DEV-GENÇ’lilerle Toros Kampı

Konuyu değiştirip biraz da isterseniz biraz da Toros Kampına değinelim. 1969-1970 Turan Feyizoğlu onu yanlış yazmış. Biz DEV-GENÇ’le sürekli tartışıyorduk. Bana “Sen askersin nasıl karşılıyorsun bu kampın giderlerini” diyorlardı. Tabi bunlar genç çocuklardı. Başta Ulaş Bardakçı vardı. Mustafa Kemal Çamkıran, Oktay Yetimhan, İrfan Uçar, Ramazan Aktolga, Ahmet Sinai gibi isimlerdi. Ben bunları çağırdım, gelecek kişi sayısını onlara bıraktım. Sekiz kişi geldiler. Toroslarda, köylüyle ilişki nasıl kurulur, yön tayini nasıl yapılır gibi sekiz gün süren bir kamp yaptık.

Ben bu kamp sürecince yalnız değildim. Ordu’dan arkadaşlarla sürekli beraberdik. Asker arkadaşlar sürekli bana bilgi veriyorlardı. Yani Ordu’da devrimci kanadı çeken kişilerle birlikteyik.

TÜRKSOLU: Ordu’nun son dönemlerde düştüğü durum ortada. Şeriatçılar, liberaller, iş birlikçiler demokratikleşme adı altında Ordu’yu tasfiye planlarını sürekli gündeme getiriyorlar. Bunun yanında AB ve ABD’de zaten başından beri Ordu’ya düşman. Şu anda Türkiye’nin bölünmesi planlarının önünde engel olarak Ordu görülüyor. Ancak Ordu sıkışmış durumda, içerde AKP tarafından kuşatılmaya çalışılırken uluslararası arenada da emperyalist güçler tarafından sıkıştırılıyor. Bu durumda Ordu bu kuşatmayı yarmak için ne yapmalı sizce?

GÜNGÖR TÜRKELİ: Pek öyle sanmıyorum. Özkök Paşa bizim devre arkadaşımız. 1959 mezunuyuz ikimiz de. O çok çalışkan, zeki ve tam bir Kemalist’ti. Hava Kuvvetleri Komutanı benden bir devre sonradır. Onu da çok iyi tanırım.

Ordu Doğan Güreş’ten sonra Atatürk çizgisine gelmiştir. Doğan Güreş en Amerikancı politikaları izlemiştir. Yine Çevik Bir tam Amerikancıdır.

Onlar için bütün değerler Amerikan değerleridir. Hiç kuşku duymayın perde arkasında neler olduğunu bilmiyoruz ama şimdiki komutanlar ve gelecekler Atatürk çizgisini kaybetmeyeceklerdir.

TÜRKSOLU: Somut olarak ne yapılmalı? Çünkü gelinen nokta artık Türkiye için bir var olma ya da yok olup gitme aşaması.

GÜNGÖR TÜRKELİ: Şimdi Norveçliler açmaza girdiklerinde Mustafa Kemal gibi düşünelim derlermiş. Biz de O’nun gibi düşünelim. Bizde Harbiyeli ruhu var. Ölünceye kadar da öyle olacak.

Kesin olarak Türk Ordusu da Mustafa Kemal gibi düşünüyor. Bir 28 Şubat neden olmasın, en güzelinden bir tanesi.

http://www.turksolu.com.tr/37/soylesi37.htm

YANIT,



YANIT,


Yekta Güngör Özden
18.08.2003/Sayı:37

Dolap çevirme ustaları

Dolap çevirme ustalarının, çeviremeyecekleri şey yoktur. İşlerine gelmeyen her şeyi tersine çevirip kendi yansıttıkları-tanıttıkları ya da anlattıkları gibi olduğunu benimsetmeye çalışırlar. Anlamamış da olabilirler ama gerçekte anlamalarına karşın, kendilerine göre anlamayı yeğlerler. Bunların kimisi de “yavuz hırsız ev sahibini kurtarır” sözünü anımsatan bir tutumla kendi eylem ve söylemini size ilişkin gösterir. Hiç ilginiz olmayan, aklınızdan hiç geçmeyen durumlarla bağlantı kurmaya, sizi sorumlu tutup suçlamaya çalışırlar. Arkalarındaki patron desteği, bu şerefsiz tetikçileri giderek şımartır ve azdırır. Bunlar arsız, yüzsüz, onursuz, soysuz, hırsız, ahlâksız, dönek bağnaz, yobaz, bilgisiz, saplantılı, sapkın, sayrılı (hasta), yalancı, karaktersiz, kişiliksiz, iğrenç ve aşağılık yaratıklardır. Her kötülüğün kaynağıdırlar, her kötülük beklenir. Daha neler söylenebilir ama bu tür kararmış ve küçülmüşlerin, “üfürük” bile olmayanların düzeyine inerek dilimi ve kalemimi kirletmeyi kendime yakıştıramıyorum. Dün görüşmek-konuşmak için saatlerce kapınızda bekleyen, gölgeniz gibi dolaşan, fırlayıp koşarak isteğinizi yerine getirmek üzere bakışlarınızı izleyen, birlikte görünmeyi, aynı ortamda ve masada bulunmayı mutluluk, onur ve övünme nedeni sayanlar, yetkiniz sona erip etkiniz kalmayınca ya da azalınca sırtını döner, görmezlikten gelir. Dahası, tüm bozukluklarını ortaya koyarak karşıtlıklar sergiler, yalanlar sıralar, olaylar uydurur, yeni yetkililere yaranmak çabasıyla düşüklüğün her biçimine, âdiliğin her kılığına, alçaklığın her kalıbına girer. Yurtdışına kaçmışlar, yasadışı örgütlerde de çalışmışlardır. Sonra dönüp para karşılığında, ömründe demokrasi dışı önerisi olmamış, alnı açık, yüzü ak insanlara çamur atarlar. Yağcılığını yaptıkları siyasetçiler de bu yılışık ve şımarıkları devlet olanaklarından yararlandırarak şişirirler.

Mütareke Basını işgal altında idi, ya bugünküler?

Kendi mide bulandırıcı niteliklerini ve mârifetlerini (!) başkalarına yüklemeye çalışan bu düzenbazların nasıl oynayıp oynaştıkları ibretle izleniyor. Toplumsal yaşamımızın çirkinliklerinin önünde, kimi köşebaşlarını-özellikle medyada bir gün orda bir gün burada olsa da-tutan bu kokuşmuşlar geliyor. Sömürgeci-işgâlcilerle işbirlikçi patronları övüp desteklemeleri uyduluk ve uşaklık olmuyor, Silâhlı Kuvvetler’in önemini belirtmek, konumunu anlatmak, yanlışlık ve sakıncaları önlemek çabası askere dayanmak ve faşistlik oluyor. Böyle sapla samanı ayıramayan, “Ramazan haftası”nı “mangal haftası”na çeviren yabanıl kafalar kendi Maoculuklarını, Stalinciliklerini, Hitlerciliklerini, Mussoliniciliklerini, Saddamcılıklarını, köktendincilik ve mezhepciliklerini, önceleri kimlerin yanında kuyruk ve tükrük hokkası gibi dolaştıklarını, neler yazıp yaptıklarını unutuyorlar. Ama unutturtamazlar. Şeriat şakşakçılarını, işkence, yakma, yaralama, öldürme, bölme, parçalama, yağma, soygun, hortum olaylarını alkışladıklarını birlikte, oldukları siyasal kişilerin buyruğunda ve nelere ortak olduklarını örtme açıkgözlülüğüyle çalakalem yazıyorlar. Mütareke Basını işgal altında idi, ya bugünküler? Sapkınlığın (ihanetin) bahanesi ve özrü olmaz. 12 Eylül’de biz uyarılarımızı yapar, baştakilerin demokrasiye geçiş sözünü tutmaları için önerilerimizi sıralarken, Anayasa taslağının yalnızca yargı bölümünü otuzdan fazla yazıyla eleştirirken, ulusumuzun hak ve özgürlüklerini savunmak için ağır görevleri özveriyle yürütürken “dut yemiş bülbül” gibi susanların seçilmek ve bir yerlere gelmek için kimlere nasıl yalvarıp yakardıklarını, sonra nasıl açılıp inkâr ve ihânet korosuna katıldıklarını ilgililer biliyor.

İşgalcileri ve işbirlikçi paralı güçlerin kucağındalar

Daha çok kendilerini niteleyip tanımladıkları yazılarıyla hiçbir ya da yararlı, yeterli bilgileri olmayan konularda dedikodu üretip karıştırıcılık yaparak medya vitrinlerinde boy gösteren “aklıevvel”ler, birbirinin elinden tutarak, 12 Eylül ortamını ve siyasal kodamanları kullanarak yerleşip yerleştirildikleri mevzilerden serseri atışlarla saldırıyorlar. Ne insanlık, ne saygı, ne yurt, ne yurttaş, ne hak, ne kişilik, ne onur, hiçbirşey umurlarında değil. Kendisi gibi düşünmeyeni düşman gören bir ilkellik. Bağımlılık, çıkar ve çekemezlik iliklerine işlemiş. Sormadan, öğrenmeden, araştırmadan, kanıtlamadan, atıp tutarak sütun dolduruluyor. Yurtdışından yurtiçindeki koroya eşlik eden pişkinleri, düşkünleri de var. Kimlere yaslandıkları, kimlerin bunlara dayandığı önemli değil. Hiçbirşey olmadıkları ve olamayacakları, saldırdıkları değerler, kavramlar, kurumlar gözetilince daha iyi anlaşılıyor. Düzeysizlikleri, terbiyesizlikleri, kişiliksizlikleri sırıtıyor. İşleri güçleri yağcılık, yalakalık, maskaralık, madrabazlık, şarlatanlık, şapşallık. Dün asker-sivil güçlüleri alkışlarlar, etmedikleri dalkavukluk kalmazdı. Bugün işgalcileri ve işbirlikçi paralı güçlerin kucağındadırlar. Yarın nerede, nasıl, kimlerle olacakları kestirilemez. Çoğu medyadaki bu yanar-sönerlerin şımarıklığı kendilerini kullandığını sanan, “Bizim itlere söylerim, yazar / yazmaz” dediği de anlatılan patronlarını istedikleri gibi kullanmaktan geliyor.

Silahlı Kuvvetler’i savunanları suçlamak niye?

Demokrasi, bir eğitim, bir disiplin, bir öğreti, bir siyasal terbiyedir. Çoğulcu, katılımcı, kurumlar ve kurullar düzeni, kendi kendini yönetim biçimi, bir dünya görüşü olması, insan ve insanlık üzerine kurulma gerçeğini değiştiremez. Ülkesini, ulusunu, devletini, namusumuzu ve onurumuzu canlarını adayarak koruyan Silâhlı Kuvvetler’i, hak ve özgürlüklerle demokrasiyi, düşünce ve inancın güvencesi lâikliği özveriyle savunan kurum ve kişileri karalayıp suçlamak niye? Görüşlere katılmaz, davranışları uygun bulmaz, yapılanları eleştirirsiniz. Bu her bireyin en doğal hakkı, hatta kamusal konularda ödevi. Ama kişilerle, kişiliklerle uğraşmak yaradılışından yakınlarına kadar konuyla ilgisiz sataşmalara ve saldırılara kalkışmak yakışıksızdır. Kimin ne olduğunu halkımız bilmiyor mu? Yolsuzluk, ahlâksızlık olaylarına karışanlara, ülkesini parselleyip satmak isteyenlere söz etmeyeceksin, gezi, armağan, harçlık ve başka sunuşlarla yaklaşanları öveceksin. Onlardan ve adamlarından korkacaksın, efendiliğini, terbiyesini, düzeyini bozmayan, özel savunma olanağı bulunmayan kurumlarla görevlilerine, güçsüz sandığın emeklilerle, emekli olacağı yakınlaşanlara çatacaksın. Ve hiçbir utanma, çekinme, haklı neden olmadan, üstelik yalanın, palavranın, pisliğin bini bir paraya, vasiyeti “vesayet”, raptiyeyi “zaptiye” sanarak, yaşamında kimsenin adamı olmamış, ancak ilkeleri savunmuş karanlık tek noktası bulunmayan insanları, kerpiç beynin, çürük yüreğin, paslı dilin, küflü kaleminle yıpratıp yıkmaya çalışacaksın. Bu azgınlığı, yurt kurtarıp yepyeni bir devlet kurana, yaşamını, namus ve onurunu borçlu olduğun insanlara kadar genişleteceksin. Bu kötü davranış, bu değerleri anlamamanın ve bunlara yaraşır olamamanın kanıtıdır. Yurtseverliği, Silahlı Kuvvetler’e önem verişi, kurumlara ve vatandaşlara saygıyı, “askere dayanmak, asker ve siyaset yandaşlığı” saymak, sakat bir anlayış, sapkınca bir yaklaşımdır. Dalkavuklarla dönekler herkesi kendileri gibi zanneder. Kimi zavallı da bilmediği konuda eleştiri yazmaya kalkışarak, kendine ilgi çekmek ister.

Atatürkçülükte birleşmek kötü mü?

Uslanması ve düzelmesi zikzaklar ve gelgitleriyle olanaksız görülen bu türediler, barışı, anlaşmayı, uyum ve uzaklaşmayı da bilmezler. Uygarlık gereklerini gösterişte, parayla ve bu yolla edinilip sağlanan olanaklarla bulurlar. Kişiliğe, niteliğe, kafa yapısına, düşünce ve duygu değeriyle, yürek ve ahlak temizliğine önem vermezler. Dinleri, imanları paradır. Bu nedenle olayları para gözüyle algılar ve yorumlarlar. Kimi doğrularda birleşmeyi, kimi uygunlukları paylaşmayı olağan bulmayıp kendi kıt düşüncesiyle amaçlı biçimde değerlendirir. Kendi yanlışını, tersine çevirdiği durumun doğrusu olarak verir. Kimi doğrularda buluşmak, ilkelerinden ödün vermeden kimi kötülük, yanlışlık ve aykırılıklara birlikte karşı çıkmak, neden kurumsal birleşme ve yeni bir yapılanma sayılsın? Olsa olsa yeni bir görünüm yeni bir karşı koyma yöntemi ve biçimidir. Karşıt düşünce, karşıt görüş ve değişik yolda olanların birleştikleri doğrular, buluştukları noktaların varlığı bir yaşam gerçeğidir, yadırganamaz ve kendince başka nedenlere bağlanamaz. Kavgaya ne gerek var? Yanlışı düzeltmek, yanılgıdan dönmek, hata nedeniyle özür dilemek erdemlilik değil mi? İnsanların tüm görüşleri birbirininkinin aynı ya da ayrı mı olur? Aykırılıkları, ayrılıktan temelde ya da ayrıntıda olsa bile birleştikleri görüş, buluştukları doğru, anlaştıkları konu olamaz mı? Genelde ve ilkede, örneğin ulusu ve ülkeyi kapsayan bir insan ve hukuk kurumu olan devlette; kurtarıcı ve kurucu Atatürk’te; tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği ve aydınlanmayı amaçlayan Atatürkçülükte, ahlâkta, adalette, insanlıkta, demokraside, bilimsellikte, eşitlikte birleşmek kötü mü? İlkelerinden, düşüncesinden, inancından ödün vermeden kimi birleşme ya da yöntemde ayrılma neden sakıncalı olsun? Parayla, pulla değil, özveriyle, onurla yürünüyor. Bir yere bağlı, aylıkla yazmıyoruz. Bağımsız, özgür, kişisel görüşümüzü açıklıyoruz. Yalnız kendi yazımızdan ve imzamızdan sorumluyuz. Atatürk milliyetçiliği, çağdaş milliyetçiliktir. Tutuculuk, ırkçılık-turancılık değildir. Atatürkçü olmak, her iyiyi, güzeli, doğruyu her konuda ve her alanda benimsemek, insanlıktan, usdan, bilimden, barıştan, çağdaşlıktan, demokrasiden, eşitlikten yana olmak demektir. İlkelilik, tutarlılık demektir. Atatürkçü olunca başka şey olmaya, başka kurama, öğretiye ve ilkeye özenmeye, öykünmeye hiç gerek yoktur. Bunları anlamadan yazmaya kalkışmak gülünçlüğüne düşen medya papağanlarına ne dense azdır. Birbirlerine taktıkları adlar zaten neleri çağrıştırıyor...

Solun ulusalcılıkla bağdaşmayacağını savlayan kafalarla biryere varılmaz

Bölücü-yıkıcı, soykırımcı; inanç sömürücüsü, sahte dindar, şeriatçı; mandacı, numaracı; hortumcu, soyguncu; kaçakçı, çıkarcı rüşvetçi, mafyacı, yerli yabancı işbirlikçiler, tüm kötüler ve sakıncalılar birleşiyor, büyüyor, bir şey olmuyor da ülkesini, ulusunu seven, devletine bağlı, insana saygılı, namuslu insanların, belli konularda, görüşüp konuşmadan, önceden anlaşmadan, tutum, davranış, tepki benzerliği niye eleştiriliyor? Nedeni açık: Korkuyorlar. Hele kimi siyasal kurumların daha birleşme, bütünleşeme, katılma, yeniden yapılanma gibi üzerinde anlaşmış, kararlaştırılmış bir yöntem belirlenmeden dayanışmaları olasılığı duyulunca “mâlumlar”ın etekleri tutuşuyor. Anlamıyorsanız hiç değilse susmasını ve beklemesini biliniz. Solun ulusalcılıkla, ulusalcılığın da solculukla bağdaşmayacağını savlayan kafalarla tartışılmaz ve biryere varılmaz.

İyiliklere karşı, kötülüklerden yana olanlara “Tu.. size!” demek hakkımız, gerçekleri konuşmaktan çekinmemek, kaçınmamak görevimizdir.

Açıklama

Emekli olduktan sonra, söz gelmemesi için beş yıl bekleyip Atatürkçüleri birleştirmek amacıyla siyasal görevi koşullu kabûl etmeme karşın, bozukluklarına yenik düşen kimilerinin, olanaklarım dışında kalan aygıtları ve yöntemleri kullanarak adlarını da vermeden, gerçekdışı savlarla beni suçlayıp kötü tanıtmaya çalıştıklarını duydum. Kişilik, eğitim ve ahlâk sorunluların bu tür çabalarını, önceki davranışlarının tersine, değişik biçimde sürdürdüklerini biliyor ve asla önem vermiyorum.

Ancak kimi tanıdıkların isteği üzerine, özellikle gençlerin bilmesi için, özetle şu açıklamaları sıralıyorum:

1.Ankara Barosu Başkanlığım sırasında (1972-1974) benim neden olduğum bir avukatın tutuklanması olayı yoktur. Baromuz da böyle olumsuz bir duruma neden olmamıştır. Tersine, tutuklanan kimi hukukçularla ilgilenilmiş, istenmeyen durumlara düşmemeleri için gerekli başvurular yapılmıştır.

2. Baro işlemleri, Yönetim Kurulu kararıyla yürütülür. Başkan ancak imzasıyla iletir, uygulamayı yapar. Başvurular ve Cumhuriyet Savcılığı kanalıyla gelen ihbarlar zorunlu olarak incelenip karara bağlanır. Disiplin Kurulu'nun uyarı niteliğindeki kararı vardır. Siyasal tutumu nedeniyle cezalandırılan avukat yoktur. Başkanlık yazısına yanıt vermeyen bir avukatın yasa gereği aldığı para cezasını partili oluşuna bağlaması amaçlıdır. Dönemimde hiçbir parti etkisini kimse söz konusu etmemiştir.

3. ODTÜ’nün 1961’den beri aralıklarla yaptığım avukatlığından Rektörlüğün tutumunu uygun bulmadığım için 1971 Mart ayında, yurt olayları günü, alacaklarımı da bırakarak ayrıldım. Bu arada Öğrenci Birliği’nin ve Mezunlar Derneği’nin de avukatı idim. Hiçbir öğrenciyle kişisel bir sorunum, karşılıklı işlem konumuz olmadı. Kimseyi şikâyet ya da ihbar etmedim. Ulaş Bardakçı ile Taylan Özgür sanırım ortaokuldan öğrencilerimdi. İçtenlikli bir yurttaş, özenli bir hukukçu olarak, hukukdışı, yasadışı olaylara, kargaşa ve kavgaya, anarşi ve teröre hep karşı olduğumu söyleyip yazdım, şimdi de aynı tutumumu sürdürüyorum. Hiçbir aşırılığın içinde ya da yanında olmadım. Ün, san, çıkar gözetmedim.

Yanlışları doğru sanarak yaparız. Varsa bir aykırılığım öğrenmek hakkımdır. Kimseye veremeyecek bir hesabım yoktur. Avukatlığını yaptıklarım, meslektaşların, öğrencilerim, dostlarım, arkadaşlarım üstelik bilinen basın. Hepsine açığım. Amaçlıları kendi kararıyla baş başa bırakıyorum.

Yalan ve iftirayla her şey yakıştırılabilir. Bilerek, isteyerek ve amaçlı biçimde kimseye bir kötülüğüm, zararım dokunduğunu sanmıyorum ve anımsamıyorum. Gitmediğim yerlerde -üstelik şehir dışı- bulunduğum yazıldı. Kullanmadığım sözler bana bağlandı, yapmadığım davranışlarla eleştirildim. Yanıtlarım, düzeltmelerim yayımlanmadı. Anlattıklarımı kendi sözcükleri ve yorumlarıyla benim sözlerimmiş gibi yansıttılar. Fotoğraflarımı ters bastılar. Daha neler. düzeysizlik, düşüklük.

Kimi karşıtlık ve bağımlılık nedeniyle duygusallığa kapılıp yanlı yazıp konuşanlar özür dilediler. Yine de herşeyi tersine çevirip, sıkılmadan kuyruklu yalanlara yer verdiler. Adı geçen birisi olarak sormadılar bile. Kaç kez açıklamama, gerçekdışı yayınlarını Mahkemede tazminata bağlatmama karşın “mason” olduğumu, üstelik masonları üye yazıp yönetici yapanlar, yayıyorlar. Böyle bir üyeliğim yok. Olsam çekinmeden söylerim. Sakıncalı bulmuyorum. Tıpkı “Saddam’dan değil, barıştan yanayız. ABD’ye değil, savaşa karşıyız” içerikli yazımı, Karen Foog’u kınamamı tersine çevirdikleri, “AB’ye eğilmeden, ezilmeden, eşit girelim” dememi “Girmeyelim” diye verdikleri gibi.

Dedikoduyu, yalanı, terbiyedışı davranışları kendilerine nasıl yakıştırıyorlar? Amaçları ne, neye yarıyor? İnsanları yormanın, insanlara kıymanın, karşılıksız ve özveriyle yapılan hizmetlerin gücünü kırmanın ne anlamı var?

Benim kimsenin cezalandırılması, cezasının yerine getirilmesiyle ilgili sözüm yoktur. Namuslu ve şerefli insanlar yalan söylemezler. Utanmadan yazmaya çalıştıkları yalanlarının kanıtını, benim bu açıklamamın tersini ortaya koyan belgelerini -lâf değil, belge- getirsinler, görüşelim. Ankara Barosu dergileri, yazılarım, kitaplarım, Anayasa Mahkemesi kararları ve tören konuşmalarım ortada. Buyursunlar.. Dayanak gösterip eleştirsinler.. İlgisiz kimseleri araya katmadan, yormadan.. Saklanmadan, eveleyip gevelemeden. Mertçe, uygarca..

http://www.turksolu.com.tr/37/ozden37.htm


Annana da.., Planına da HAYIR



Annana da..,  Planına da HAYIR


Ali Özsoy
05.04.2004/Sayı:53





Annan Planı kimseyi bağlamaz

Kıbrıs'ta oynanan oyun son aşamasına geldi. 24 Nisan'da gerçekleştirilmesine karar verilen referandumla yalnız Kıbrıs Türkünün değil, Türkiye’nin de kaderi oylanacak. Referanduma yönelik ilk kampanyayı Tayyip başlattı. Görüşmelerden Türk tarafının zaferle ayrıldığını ilan eden Tayyip, referandumda evet tercihinden yana tavır koyacaklarını da daha ilk geceden duyurdu.

Daha kimsenin okumadığı, Türkçesi bile yazılmamış, TBMM'ye getirilmemiş bir anlaşmayı kabul ettiğini ilan etti. Oysa kendisi bile plana İsviçre'de imza atmamıştı. Plan, Türk -Yunan mutabakatı olarak değil, Annan’ın son önerisi olarak referanduma sunulacak. Bu bile nasıl büyük bir dayatmanın sözkonusu olduğunu ortaya koyuyor.

Kıbrıs’ta planın referanduma götürülmesi dahi hem Türkiye Cumhuriyeti hem de KKTC’nin yasalarına aykırı. Annan Planı referandumla onaylansa bile TBMM’ye getirilemez çünkü 24 Nisan’da onaylanması durumunda 1000’lerce sayfalık “ana hatları” belirlenmiş plana yeni ekler yapılacak. Daha yazılmamış bir uluslararası anlaşmayı peşinen kabul etmek anayasaya göre imkansız. Buna cüret edecek iktidar ve meclis sadece geleceğin İstiklâl Mahkemeleri'nde yargılanacak suçlarına bir yenisini eklemiş olur.

Türkler asla varolmayan bir anlaşma uğruna varlıklarını oylayacaklar. Çünkü AB derogasyonları kabul etmeyeceğini şimdiden açıkladı. De Soto ve Prodi en yetkili ağızlardan AB hukukunun gelecekte Annan Planı’nı devre dışı bırakacağını açıkladı.

Bu noktadan sonra “olmazsa olmaz”ların, “kırmızı çizgi”lerin, “kazanım”ların ve “taviz”lerin hepsi çöpe atılabilir. AB’nin hukuken tanımadığı bir anlaşma Türk tarafına kendi eliyle içirilen bir zehirden başka hiçbir anlam taşımıyor.

Nazi generali Verheugen24 Nisan'da plan değil, Türk'ün idam kararı oylanacak

Tayyip ve Batılı güçler Annan Planı’nın hiçbir hukuki değeri olmadığını bildiği için, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve yasalarının plana izin vermemesini hiç önemsemiyor. Annan Planı’nı AB hukukunun saf dışı edeceğini bilen Tayyip, herhalde gelecekte de kendisini Türk hukukundan AB hukukunun kurtarmasını umuyor.

Olacakları bugünden görmek için Annan’a, Prodi’ye ve De Soto’ya kulak vermek yeter. AB hukuku Annan Planı’nı tanımak zorunda değil. Yani bu planı kabul ettirerek KKTC’yi ortadan kaldıracaklar, Kıbrıs’ı anavatandan koparacaklar, Türk Ordusu’nun Kıbrıs Türkünü korumasını imkansız hale getirecekler, gerisi de AB’ye kalacak.

Kıbrıs Türkünün bütün kazanımları ortadan kaldırıldıktan ve Kıbrıs AB’ye üye olduktan sonra AB’nin de tanımak zorunda olmadığı bir planın sunduğu garantilerin elbette ki hiç bir anlamı kalmayacak.

Bu noktadan sonra Talat’ın planın AB’ce uygulanması için Yunanistan Dışişleri Bakanı Moliviatis'ten söz aldığını, Gül’ün ise AB'nin Annan’a söz verdiğini açıklamasının tek bir anlamı var. Yalanlarına bin bir kez şahit olduğumuz Batı ve piyonları 24 Nisan için yeni Rum propagandaları üretiyor.

Dünyanın neresinde bir takım “sözler vererek” bir halk ortadan kaldırılmaya cüret edilebilir? 24 Nisan'da oylanacak olan Annan Planı değil Türk milletini adadan atma planıdır. Acil eylem planı da Türk milletini adadan kovmakta acele edeceklerini göstermektedir. Bu durumda AKP iktidarının Kıbrıs’ın satışını 1 Mayıs’a yetiştirme telaşı son derece haincedir. Kıbrıs Türkü yok edilmeye çalışılırken iktidarın en aciz işbirlikçilerden bile beklenecek bir direnci göstermemesi, tersine, bu işi çabuklaştırmak için çalışmasını tarih kaydedecektir.

Evet denirse Türk askeri ve Kıbrıs Türkü adadan kovulacak

Yalanlarla dolu referandum propagandası başladı. İşin tuhafı kampanyayı Annan veya Rumları değil içimizdeki Rumlar başlattı.

Annan Planı’nın Türk tarafı için mükemmel bir plan olduğu uyduruluyor. Oysa Türkiye'nin olmazsa olmazlarının başında gelen derogasyonlar AB tarafından tanınmadıktan başka, planın mükemmel denilen maddeleri 25 Nisan sabahı Türkleri adadan atmanın ilk adımı olarak uygulanmaktır.

Yere göğe sığdırılamayan plan eğer referandumla bir kez onaylanırsa 25 Nisan günü olacaklar nelerdir?

Türklerin adadaki bağımsız ve egemen devleti KKTC yıkılacak, Türkler AB tebaası olarak yıllarca kendilerini katleden ve bu katliamlara göz yuman Rumlara ve Batılılara teslim edilecek.

100 bin Türk evlerini, topraklarını, köylerini terk edecek ve göçmen konumuna düşecek. De Soto’nun deyimiyle ilk aşamada 100 bin Rum kuzeye akacak.

100'e yakın Türk köyü ve yerleşim birimi Rumlara teslim edilecek.

KKTC'nin su yatakları, en verimli tarım havzaları Rumların egemenliğine geçecek.

Rumlar sadece ilk aşamada kuzeyde mülkiyet iddialarının 3'te 1'ini anında elde edecek. Geri kalanı tazminat olarak ödenecek.

30 bine yakın Türk askeri adadan atılacak. İlk aşamada 6000, sonra 600 ve en sonunda 0 Türk askeri adada kalacak. Adadaki Türk milleti Rumların, AB ordusunun ve BM güçlerinin,onların deyimiyle “korumasına”, ama aslında insafına ve emrine terk edilecek. Adada geçici olarak kalan Türk birlikleri kışlalarından dışarı çıkamayacak. Temsili bir güç olarak adadan çıkarılacakları günü bekleyecek. Adada Rumların, AB ordusu içindeki Yunanistan'ın, İngiltere'nin ve pek yakında ABD'nin dahil her ülkenin gücü olacak. Türkiye hariç.

Türkiye'nin adadaki garantörlük hakları ortadan kalkacak. Annan’ın metnindeki temsili hak, bugün bile AB tarafından tanınmazken, yarın kendi ellerimizle kabul etteğimiz bir palandan sonra niye tanınsın. Adada askeri güç kullanma hakkı olmayan bir ülke adada garantör olsa ne ne olur, olmasa ne olur?

Annan planı geçici esas plan 2 Mayıs’tan sonra

Tüm bu maddeleri Annan Planı’nı tartışmak için saymıyoruz. Daha önce de bahsettiğimiz gibi bu plan AB ve Rumlar istediği sürece var. KKTC ortadan kaldırıldıktan sonra istedikleri an Annan Planı’nı çöpe atacaklar. Rumlara kuzeye göç etme ve mal edinmeye yönelik getirilen sözde kısıtlamalar tek bir Rum’un Avrupa Mahkemelerinde kolaylıkla kazanacağı bir davayla sona erecek.

Bugün adada egemenken ve bizi bağlayan hiçbir koşul yokken bile AKP iktidarı Rumlara tazminat ödeyebiliyor. Yarın AB Annan Planı’nı kendi hukukuna uymadığı için iptal ettiğinde artık AB tebaası haline gelen Kıbrıs Türklerini kurtarmanın hiçbir imkanı olmayacak.

Çatı devlet adı altında kurulan ve tüm adayı yönetecek yeni Rum devletinin egemenliği altında, Türklere tanınacak sözde siyasi temsil hakları tıpkı 1960 anlaşmasını hatırlatıyor. 1960’dan sonra yaşadığımız gibi bu anlaşma da gelecekte hiçbir şekilde uygulanmayacak ama Türklere verilen sözde haklar ve imzalanan anlaşma, Rumların egemen tek güç olarak başlatacakları yeni katliamlara meşruluk kaynağı olacak. Üstelik bu anlaşma 60’ın da fersah fersah gerisinde.

O zaman Annan Planı'nı sadece Batı'nın geçici bir planı olarak değerlendirmeliyiz. Plan, 2 Mayıs günü KKTC'yi yıkmak ve Türk Ordusu'nu adadan silmek isteyenlerin elindeki bir silah. Dolayısıyla planı Rumlar beğenmedi biz beğendik, biz beğenmedik Rumlar beğendi şeklindeki tartışmaların hepsi Türk milletinin kafasını bulandırmaya yönelik boş laflar.

Rumlar nasılsa hayır oyu kullanacak, biz evet diyelim denerek, Kıbrıs Türk halkı kendi devletini yıkmaya ikna edilmek isteniyor. Oysa sorun Rumlara evet veya hayır dedirtmek değil. Onlar ne derse desin 1 Mayıs’ta AB'de. Amaç Türk milletini tuzağa düşürmek. Bir kez Türk milleti tuzağa düşürüldükten sonra, Rumlar için gerekirse kırk defa daha referandum yapılabilir.

Annan’ın kendisi ve AB zaten referandumun tekrar edilmesi olasılığını dile getirmeye başladı. Nasılsa Türk milleti kendi varlığını oylama noktasında kapana bir kez kıstırıldı. Bu oyun gelecekte sadece Kıbrıs’ta değil, güneydoğumuzda, İstanbul’da, tüm Türkiye’de tekrar tekrar sahneye konulacak.

Buna engel olmak için eğer 24 Nisan’da referandum gerçekleşirse Kıbrıs Türk halkı Annan Planı’na hayır demelidir.

Türkiye’de ise millete ve devlete düşen görev daha referanduma gidilmeden Türk’ü önce Kıbrıs’ta sonra Anadolu’da imha etmeye yönelik Batının acil eylem planını durdurmaktır.

Herkes kendi bayrağı altına

Rauf Denktaş’ın açıklamalarında ve MGK’nın kararlarında Türk tarafının olmazsa olmazları defalarca ortaya kondu. Tayyip ve Gül bunlara uyacaklarını defalarca taahhüt etmek zorunda kaldılar.

Neydi bunlar?

Türk Ordusu’nun adada kalıcı varlığı, Türkiye’nin sadece sözde değil fiili garantörlüğü, iki egemen devletin ve iki kesimliliğin korunması, iki eşit ve egemen halkın kabul edilmesi, Akdeniz’de Türkiye Yunanistan dengesinin korunması...

Eğer Batı ve AKP başarılı olursa 2 Mayıs günü bunlardan hangisi korunmuş olacak?

Hiçbiri.

Türk askeri adadan kovulacak. Türk egemen devleti yıkılacak yerine belediyelerden az yetkilere sahip ve Rumların kısa sürede çoğunluk olarak ele geçireceği “parça devlet” kurulacak. Rumlar kuzeye akacak, bu konuda az sayıdaki kısıtlamalar kısa sürede kalkacak. Kıbrıs tam bir Rum adası olacak.

Bu haliyle bile Annan Planı bir kaç ayda tüm adadan Türk varlığını tasfiye etmeye yeterli. Rumlar daha fazlasını istiyor. Sadece bastırırlarsa daha fazlasını alabileceklerini bildiklerinden. Nasılsa Tayyip bir adım önde gitmeye zaten kararlı olduğunu ilan etti.

Tüm bunlar ortadayken Tayyip planı zafer ilan edip, planın onaylanamaz olduğunu söyleyen KKTC Cumhurbaşkanı Denktaş’ı tehdit etti ve “Kimse köstek olmasın... Tarih affetmez” dedi.

Şimdi tarihin ve Türk milletinin önünde Tayyip’in ve işbirlikçilerin tek bir soruya cevap vermeleri gerekiyor. Zafer dedikleri belgenin Türkiye’nin tek bir “olmazsa olmazını” içermediği açıkça ortada. Ya millete yalan söylediğinizi kabul edin ve Annan Planı’nın tek bir istediğimizi bile karşılamadığını itiraf edin ya da açıkça safınızın Rum safı olduğunu belli edin, “olmazsa olmazların bizim için önemi yoktur” deyin, Türk çıkarlarını ABD, AB ve Rum çıkarlarına kurban etmek pahasına referandumda “evet”çi olduğunuzu ilan edin.

Artık oyun bitti. Denktaş hayır kampanyasını başlatınca Tayyip ve yandaşları ABD ve AB kervanına katılıp Rum kampanyasının sözcülüğünü yapmak zorunda kalacak. O zaman herkes kendi bayrağı altında toplanmak zorunda. Tayyip ve tüm işbirlikçiler Rumlarla birlikte 12 yıldızlı Haçlı bayrağı altında, Kıbrıs ve Türkiye’de Türk milleti ay yıldızlı bayrak altında, Denktaş’ın safında.

Vatanı savunamayan rejimi savunamaz

AKP’nin rejim karşıtlığıyla ilgili devletin zirvesinde çok şey söylendi, duyarlılıklar gösterildi, bazen kapalı kapılar ardından, bazen de açıktan gerekli uyarılar yapıldı. Ancak rejimin bugün en büyük saldırıyla karşı karşıya olduğu gerçeği algılanmak zorunda.

Cumhuriyet rejimi vatan savunması ile emperyalizme karşı kuruldu. Türk vatanını sonsuza kadar korumak ve yükseltmek için rejimin ilkeleri emperyalizme ve gericiliğe karşı Atatürk tarafından ortaya kondu.

Rejim vatanın savunulması demektir. Sınırlarını koruyamayan rejimler yıkılmaya mahkumdur. Vatanı savunamayan rejim, hakkında sömürgecilerin ve gericilerin vermiş olduğu idam kararını peşinen kabul etmiş demektir.

Kıbrıs’ta adadaki Türk varlığı değil Cumhuriyet yenilgiye uğratılmak isteniyor. Zaten ABD ve AB, açıklamalarıyla Kıbrıs’tan sonra devlete karşı atacakları diğer adımları sıraladı. Kemalist anayasal düzeni Türkiye’de baş düşman ilan eden Oastlender’in hazırladığı ve AB’ce onaylanan yeni AB raporu Türkiye’de laiklik ilkesinin antidemokratik olduğunu, azınlıkların hâlâ özgürlüklerini kullanamadığını duyurdu.

Tayyip’in Büyük Ortadoğu Projesi’nde bölünen, parçalanan ve ABD’ye bağlanan Türkiye ve Ortadoğu’da Halife olma hayalleri ABD tarafından öylesine destekleniyor ki ABD Dışişleri Bakanı Powell Türkiye’yi daha bugünden müttefik bir “İslam cumhuriyeti” olarak nitelendirdi.

Kıbrıs’ta süngüsü düşen ve referandum sandıklarında vatan toprağını tehlikeye atan Türk devletinin önüne aynı sandık Diyarbakır’da da konacaktır.

Türk milleti ve devleti Kıbrıs nezdinde Türkiye Cumhuriyeti’nin saldırı altında olduğunu görmeli. İçteki düşman güçleri tecrit etmeli, Kıbrıs’ta Denktaş’ın elini güçlendirecek her türlü önlemi almalı. Kıbrıs’ta kazanılacak ilk zafer rejime karşı Batıdan ve gericilikten gelen tehdide ilk ciddi tokat olacaktır.

Annan'a da planına da hayır

Türk milletini ve devletini bu denli büyük bir tehditle karşı karşıya bırakan esas neden Batıya bağlanmanın Türkiye için onurlu ve kazançlı olabilecek bir yolunun bulanabileceğini düşünen yanlış stratejilerdir.

Bu düşünceyle savunulmaya çalışılan milli çıkarlar tek tek teslim edildi. İşbirlikçi cephe tutarlı bir şekilde her türlü maske ve taktiği kullanarak Türkiye’yi teslim etmek için çalışırken, Türk cephesi Batılıların masasına oturarak daha fazla vatanı savunamaz.

Annan Planı olmasa ve KKTC tamamen egemen bir devlet olarak Türkiyesiz veya Türkiyeli AB’ye girse bile sonuç aynı olacaktı. Tarih boyunca Batı Türk milletini anlaşma maddelerine dayanarak değil parayla, silahla, zorla katletti, topraklarını gasbetti. Egemenliğinden ve bağımsızlığından vazgeçen bir millet için en iyi anlaşmalar bile köleliğin üstünü geçici olarak örten süsler olmaktan öteye geçemez.

Türkiye AB üyeliği adında bu yola zorla sokuldu. Şimdi bu yoldan çıkmak için bir fırsatı bize Kıbrıs veriyor. Denktaş İsviçre’ye gitmeyerek ve gerekirse anlaşmayı veto edeceğini duyurarak başından oyunu onların kurallarına göre oynamayacağını ortaya koydu. Şimdi Türk devletinin zirvesindekilerin görevini yapması şarttır.

Cumhurbaşkanı Sezer Anayasa üzerindeki hassasiyetini hatırlamalı ve Annan Planı’nın referanduma götürülemeyeceğini, zira 24 Nisan’da çıkacak bir evet oyunun dahi Anayasa göre TBMM’de oylanamayacağını açıklamalıdır.

Ne KKTC ve Türkiye’nin ne de Rum tarafı ve Yunanistan’ın imzalamadığı Annan Planı uluslararası bir anlaşma değildir. Hem referanduma götürülmesi hem de Meclis’e götürülmesi yasadışıdır. Cumhurbaşkanını göreve çağırıyoruz.

Eğer referandum konusunda gerekli olan yapılmazsa Türk milleti, Batının Türkleri imha için kurduğu sandığı bir daha kurulmamak üzere parçalamak için birleşmelidir.

Kıbrıs’ta vatan savunması için açtığımız cephe Türkiye’nin Annan Planı dahil Batıya her türlü esareti reddetmesi için bir fırsat doğurmuştur. Eğer bu fırsat doğru değerlendirilirse, Türk milletinin Kıbrıs’taki tavrının seçimlerde kendisine altı puana mal olmasından yakınan Tayyip’e gerçek bedeli nasıl ödeyeceğini göstermesi çok yakın olacaktır.

ÖZEL NOT;  BUGÜN 22 ŞUBAT 2017 VE KIBRIS TÜRKİYENİN ELİNDEN KAYDI GİTTİ.. YUKARIDAKİ YAZI TARİHİ 13 SENE ÖNCE KALEME ALINDI AMAMAALESEF SİYASETÇİLERİN BECERİKSİZLİĞİ BUGÜNLERİ YAŞADIK..

http://www.turksolu.com.tr/53/ozsoy53.htm

***

RUM PAPAZINA DUR DEME ZAMANI,


RUM PAPAZINA DUR DEME ZAMANI,


Sevgi Erenerol
05.04.2004/Sayı:53


Rum Papazına dur deme zamanı 80 yıl önceki düşmanlarla karşı karşıyayız,

Türkiye Cumhuriyeti’ni yaratan yüce Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı Büyük Nutuk’ta anlatırken şöyle başlamıştır. “Bu milletin asli varlığına düşman teşekküller, bir Fener Rum Patrikhanesi’nin örgütlediği Rum cemiyetleri Mavri Mira ve Trabzon Pontus Cemiyeti. İki; Ermeni Patrikhanesi ve onunla bağlantılı olarak Hınçak ve Taşnak Cemiyetleri. Üç; Kürt Teali Cemiyeti. Dört; Teali-i İslam Cemiyeti.”

Yüce Atatürk Türk milletine gelecekte de kendisini kollaması gerektiği odakları belirlemişti. Ne yazık ki 80 yıl sonra, yine aynı odaklar Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk milletini tehdit etmektedir. Atatürk ilk sıraya Fener Rum Patrikhanesi’ni almıştı. Bugün de bütün sorunların en büyük kaynağı yine Fener Rum Patrikhanesi’dir.

1453’te, Fener Rum Patrikhanesi’nin Rum milletbaşı olma sıfatı kendisine verilince, bütün Doğu kiliseleri buraya bağlandı ve en üst makam olarak burayı kabul ettiler. Fakat Osmanlı zayıflayıp milliyetçilik hareketleri baş gösterince ilk olarak bu Rum milletbaşını tanımayan yine kendi içlerindeki Ortodoks cemaatler oldu. Sırplar bir yandan kendi kiliselerini kurdular, Bulgarlar bir yandan kendi kiliselerini kurdular, Romenler bir yandan, dolayısıyla daha Osmanlı parçalanmadan önce Fener’in bu Rum milletbaşı meselesi, ekümeniklik meselesi bitmişti.

Dolayasıyla artık bunu Cumhuriyet’e taşayarak, “biz her zaman ekümeniktik onun için bunu kabul etmeniz gerekir bu bizim dinsel bir olayımızdır, dinimizle ilgilidir” demek safsatadır, yalandır.

1922 yılında Kayseri’de kurulan Türk Ortodoks Patrikhanesi’nin ilk maddesinde şu karar alınmıştı. Fener Rum Patrikhanesi’nin feshine ve Patrik Meletius’un patriklik makamından ihracına. Bunu derken o güce sahipti o Patrikhane. Fener Rum Patrikhanesi’ne bağlı seksen tane daire-i ruhani vardı. Bu seksen tane daire-i ruhani Anadolu’da yapılacak olan büyük kongreye, Patrikhane’nin kurulmasından önce yapılacak kongreye davet edildiler. 72 tanesi bu kongreye katıldı. Sekiz tanesi İstanbul’da olduğu için ve Patrikhane’nin direkt denetimi altında oldukları için katılamadılar.

Çoğunluk Anadolu’daydı ve Anadolu’da bu kararı alırlarken onların o yetkisi vardı. En üst seviyede metropolitler orada olduğu için diğer Patrikhane’nin feshi kararını alma yetkisini kendilerinde bulabildiler.

Arkadan Lozan geldi. Lozan gelince biliyorsunuz Patrikhane’den hiç bahsedilmedi, sadece sözlü bir senet olarak Rumların dini inançlarını yapmalarını sağlayacak bir kurum olarak kalmasına izin verildi. Dolayısıyla her iki yönden de artık Fener’in bir patrikhane konumu kalmamıştır.

Bunu yaşatan sadece ve sadece Yunan ulusçuluğu. Tarihi bir efsaneye dayandırarak Yunan milliyetçiliği bir şekilde Patrikhane’nin o eski şaşaalı döneminin devamı olduğunu ve ekümenik bir patrikhane olduğunu bu millete kabul ettirmek amacındadır. Patrikhane’nin bu şekilde ön plana çıkarılmasının bir ikinci nedeni bizim siyasetçilerimizin bugüne kadar yaptıkları hatalardır.

Bu belayı başımıza kendi ellerimizle sardık

Bilindiği gibi Marshall yardımı 1940’lı yılllarda ülkeye kabul ettirildi. O Marshall yardımı sırasında bir de papaz bize hediye edildi. Bu papaz Amerika’dan gönderilen Athenagoras’tı. Athenagoras aslında ABD vatandaşı idi. Osmanlı Devleti’nde de Cumhuriyet’te de Osmanlı Devleti’nin vatandaşı ya da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin vatandaşı olma mecburiyetindeydiler.

Athenagoras ABD vatandaşı olarak Patrikhane’nin başına getirilmesi teklif edildiğinde hükümet tarafından kabul gördü. Bakanlar Kurulu tarafından bir karar alındı. Bir gecede Türk vatandaşlığına geçirildi. Truman’ın uçağıyla geldi ve merdivenlerden inerken eline Türk vatandaşı olarak nüfus cüzdanı verildi.

İşte Patrikhane o gün dedi ki “ Demek ki ben istersem her şeyi yapabilirim, eski hayatıma tekrar dönebilirim ”. Ve o günden itibaren adım adım bu günlere geldik. Athenagoras geldiğinde en büyük emeli, Heybeli Ruhban Okulu’nu Teoloji Fakültesi’ne dönüştürmekti. Kendisine bağlı olarak orayı muazzam bir teoloji fakültesi haline getirdi ve hükümet yasalara aykırı olmasına rağmen sessiz kalarak onun bu davranışını kabullendi. O da o güne kadar çok az yabancı öğrenci o okulda okurken birden bire dünyanın dört bir tarafından yabancı öğrenciler ve öğretmenler gelmeye başladı.

Bu durum tabii Kıbrıs meselesi patlak verene kadar bu şekilde gelişti. Kıbrıs meselesi patlak verdiğinde ne yazık ki Türk gençliği defalarca Patrik Athenagoras’tan konuyla ilgili bir açıklama yapmasını istedi, fakat ondan hiç bir şekilde cevap alamadılar. Çünkü Makarios bu olaylara başlamadan önce gelip Athenagoras’la görüşmüştü. Onun da icazetini alarak Kıbrıs’ta katliamlar yapılmıştı.

O günden sonra hükümet yetkilileri Patrikhane’nin o güne kadar kaznmış olduğu bazı hakları geri çekmeye başladı.

Bu sefer bütün dünya Hıristiyanlara baskı yapılıyormuş, rahat ibadet edemiyorlarmış gibi bir hava içine sokuldu. Türk hükümeti üzerinde yabancıların baskısı başladı. Dolayısıyla bu olaylar tamamiyle siyasetçilerin yanlış adımları neticesinde Türk milletine mal oluyor.

Her şekilde dönüyor dolaşıyor, Türk insanı sanki burada yaşayan gayri müslimlere karşı düşmanca davranıyor, onların ne dini eğitim almasına müaade ediyor, ne normal yaşantılarını karşılıyormuş gibi... Pompalanan bu oluyor.

Ekümenikliği ABD pompalıyor

Şimdi ekümenik meselesine gelecek olursak, bu nereden kaynaklanır? Bu tamamiyle ABD’nin politikasından kaynaklanmakta. Çünkü ABD’yi ele geçirmiş olan küresel çete Hıristiyan aleminin Protestan kanadını da Katolik kanadını da denetiminde tutuyor. Bir Ortodoks kanat kaldı denetime girmeyen. O de neden girmemiştir?

SSCB dağılmış, Rusya’daki Ortodoks cemaat Rusya devletinin denetimi altında olduğu için onu kendi denetimi altına almanın yollarını aramaktaydı. Buradaki Fener Rum Patrikhanesi kullanıldı. Ve tarihten gelen eşitler arasında birinci konumunu ön plana çıkararak buranın ekümenik patrikhane olduğu ve patriğin ekümenik patrik olduğu safsatalarını ortaya atarak Ortodoksları 270 milyonluk Ortodoks alemini -ki bunun 200 milyonu Rusya’dadır- ABD’deki o çetenin denetimi altına sokmaktır.

Buradaki amaç bütün dünya insanlarını o çetenin denetimi altına sokarak insanları bir şekilde seçilmişler ve onun köleleri konumuna getirerek tek dünya devletini kurmaktır. Şu an Patrikhane’nin başında bulunan işte bunu bilerek yapıyor. Ve bilinçli olarak yaptığı hareketlerle kendisini bir şekilde üst seviyelere taşıyan, ona makam, güç veren bu insanlara teşekkür ediyor.

Halbuki Atina Başpiskoposu olsun, Kıbrıs Rum Kesimi Başpiskoposu olsun, her ikisi de büyük bir feveran içinde Annan Planı’nın Rum milletini ortadan kaldıracağını- bakın bu çok önemlidir, kimse buna dikkat etmiyor- buradan mesaj veriyorlar. Haklılar. Annan Planı milletleri ortadan kaldıracak bir plan. Hem Türk’ü ortadan kaldıracak, hem Rum’u. Kilise bunun farkında.

Yunanistan AB’ye girdiğinde yine Atina Başpiskoposu feveran etkmişti; “Nüfuslardan din hanesinin kaldırılması Yunan milletinin ortadan kaldırılması demektir” demişti.

Bütün ulusal kiliselerin başında olan milliyetçi papazların hepsi olayı görüyor. İnsanlık köleleştirilmeye doğru götürülüyor. Milliyet ortadan kaldırılacak ve köleler toplumu yaratılacak. Ama patrikhane hem Atina Kilisesi’ne cephe almıştır, hem Rum Kilisesi’ne cephe almıştır.

Patrikhane Türk devletine meydan okuyor

Tamamiyle onların bu bağırmalarına karşılık “Hayır, kabul et” baskısı uygulamaktadır. Çünkü orayla irtibatlıdır. Son ABD gezisinde, Yahudi Kongresi’ni ziyaret etti ve onlarla görüştü. Bugün yurtdışından altı tane yabancı uyruklu metropoliti getirip kendi patrikhanesine Sen Sinod üyesi yapması da yine aynı tezgahın bir parçasıdır.

Kendi ekümenik sistemini kurmak için yabancıları buraya taşımaktadır ve Türk Devleti’ne meydan okumaktadır: “Ben istersem her şeyi yaparım ve sen bana karışamazsın, benim istediklerim artık geçerlidir bu toplumda”.

Halbuki bizim yasalarımıza göre Türk kurumunun meclisine ancak Türk vatandaşları üye yapılabilir. Patrikhane bu şekilde Türk Hükümetine kabul ettirebilirse yarın öbür gün ekümenik Patrikhane ekümenesini de isteyecektir. Çünkü ekümenik olduğu andan itibaren -ekümenik demek evrensel ve Hıristiyanların yaşadığı topraklar demektir- diyecektir ki benim ekümenem nerededir? Ve bu ekümeneyi sorduğu andan itibaren İstanbul başta olmak üzere Anadolu’nun tamamını taleb edecektir.

Şu an Fener, Balat UNESCO’nun denetimi altına alınmış, harıl harıl oralarda çalışmalar yapılıyor. Bütün tarihi eserler, kiliseler restore ediliyor. Haliç’in her iki yakası da şu an boşaltılıyor, Kasımpaşa’da askeriyenin yerinin bile oradan kaldırılıp Patrikhane’ye verileceği söyleniyor. Müzeler adı altında tüm o topraklar belirli kimseler eliyle yine Patrikhaneye tahsis edilecek.

Dolayısıyla şehir devletçiklerinin ilk nüvesi İstanbul’da gerçekleştirilecektir. Ondan sonra adım adım tüm Anadolu’da bu yapılanma hızla sürdürülecek. Patrikhane dediğimiz olay sadece küçücük bir Fener meselesi değildir. Küçücük bir kilisenin başımıza açtığı oyunlar nereye varmaktadır. Dolayısıyla bugünden itibaren bu Patrıkhaneye dur diyemezsek yarının artık çok geç olacağına inanıyorum.



http://www.turksolu.com.tr/53/erenerol53.htm

AKP Devlete Karşı




AKP Devlete Karşı



İnan Kahramanoğlu

05.05.2003/Sayı:29

AKP Hükümeti ile Türk Silahlı Kuvvetleri arasında türban ve şeriatçı kadrolaşma ile başlayan gerilim son olarak Meclis Başkanı Bülent Arınç tarafından düzenlenen 23 Nisan Resepsiyonun devlet protokolü tarafından protesto edilmesiyle birlikte tekrar şiddetlendi.

Cumhurbaşkanı’ndan Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarına, üst düzey bürokratlardan yargı organları başkanlarına kadar devletin bütün organları Arınç’ın eşinin türbanlı olarak resepsiyona katılacağının açığa çıkmasının ardından tepkilerini sert biçimde ortaya koydular ve resepsiyona katılmayacak larını açıkladılar. Bu sert tepki karşısında geri adım atmak zorunda kalan ve eşinin resepsiyona katılmayacağını açıklayan Arınç’ın girişimleri ise sonuçsuz kaldı.

23 Nisan resepsiyonunun ardından toplanan ve 7.5 saat süren ve 28 Şubat’ın ardından tarihin en uzun ikinci MGK toplantısıyla AKP-Ordu ilişkilerinde yeni bir sürece de girilmiş oluyor.

AKP Devlet Savaşı Büyüyor

AKP ve orduyu karşı karşıya getiren ve hükümet ordu çatışması olarak adlandırabileceğimiz sürecin ilk adımlarının da yine Arınç tarafından atıldığı düşünüldüğünde ordunun tepkisini görmezden gelmeye yönelik açıklamaların, oluşan tepkinin şiddetini azaltmaya yönelik bilindik açıklamalardan öte bir anlamının olmadığı ortada.

Zira 3 Kasım seçimlerinin ardından AKP ile orduyu karşı karşıya getiren ilk olay orduyu kastederek “bazı çevrelere inat Meclis başkanlığına aday oluyorum” diyen ve başkanlığa seçilmesinin hemen ardından türbanlı eşini devlet protokolüne sokan Bülent Arınç tarafından yaratılmıştı. Arınç’ın türban zorlamasına TSK’dan yine büyük tepki gelmiş ve Arınç’ı tebrik etmeye giden MGK üyesi komutanlar yalnızca otuz saniye süren bir ziyaretin ardından Arınç’ın makamını terk etmişlerdi.



Meclis Başkanı Bülent Arınç’ın 23 Nisan Resepsiyonu Devlet-AKP çatışmasının en üst seviyede ortaya çıkmasına neden oldu. Daha önce türbanı devlet protokolüne sokmaya çalışan Arınç bu defa eşini resepsiyona getirmeyeceğini açıklamasına karşın, başta Cumhurbaşkanı ve Genel Kurmay Başkanı resepsiyonu protesto ettiler. Üst düzey devlet bürokrasisinin de protesto ettiği resepsiyon böylece AKP içi bir çay partisine dönüşmüş oldu. Resepsiyonda kendi başlarına kalan AKP’nin sergilediği görüntü aslında şeriatçı hükümetin Türkiye’de ne kadar tecrit olduğunu da ortaya çıkartmış oldu. Şeriatçılar devleti kuşatmaya çalışıyorlar ancak devlet içinde köşeye sıkıştıklarını sanırız hâlâ farkedemiyorlar.


Bu ilk ciddi gerginliğin ardından hükümetin hazırladığı acil eylem planıyla özellikle YÖK yasa tasarısı ve üniversitelerde türbanın serbest bırakılması konusundaki planlarını uygulamaya koyması ve Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki şeriatçı kadrolaşma çabalarına hız vermesi üzerine Cumhurbaşkanından Dışişleri Bakanlığına kadar bütün devlet organlarıyla AKP karşı karşıya gelmişti.

Bu gelişmeler yaşanırken toplanan MGK’da da hükümet uyarılmıştı. MGK toplantısında alınan kararlara muhalefet şerhi koyarak imza atan dönemin Başbakanı Abdullah Gül’e yanıt bizzat Genelkurmay başkanının ağzından “başbakan irticaya cesaret verdi” denilerek ortaya konmuştu. Bu açıklama aslında AKP’nin hükümette kalmasının artık mümkün olmadığını ve ordunun AKP iktidarının Cumhuriyeti ortadan kaldırmaya yönelik girişimlerine göz yummayacağını göstermişti.

Çatışmanın en üst seviyeye ulaştığı anda başlayan ABD’nin Irak saldırısı ise gündemi farklı bir noktaya taşıdı. Ancak bu süreç içinde AKP hükümeti bir yandan Kıbrıs ve Irak’ta devlet politikasını hiçe sayarak büyük tavizler verirken şeriatçı kadrolaşma çalışmalarını da sürdürmekten geri kalmıyordu.

Dolayısıyla her ne kadar varolan gerilim azalmış gibi görünse de AKP devlet savaşı alttan alta kızışmaktaydı. 23 Nisan resepsiyonunda ortaya çıkan durum işte tam da bu arka planda yürüyen kavganın patlak vermesinden başka birşey değildi.

AKP’den Devlete Şeriatçı Kuşatma


Abdullah Gül’ün büyükelçiliklere şifreli genelgesi Ordunun büyük tepkisine yol açtı. Genelgede, Milli Görüş teşkilatları ile Fethullah Gülen cemaatine destek verilmesi isteniyordu.

AKP iktidara geldiği 3 Kasım’dan bugüne kadar aradan geçen altı aylık süre zarfında gerçekleştirdiği şeriatçı kadrolaşma operasyonunun bugün ulaştığı nokta Cumhuriyet’in şeriatçı bir kuşatmayla karşı karşıya kalması anlamına geliyor.

İlk olarak Türkiye’yi 28 Şubat’a taşıyana süreçte Cumhuriyet karşıtı şeriatçı hareket rejimi değiştirecek güce ulaşmış ancak ordunun müdahalesiyle iktidardan düşürülmüştü. Aradan geçen altı yıldan sonra bu kez yine aynı şeriatçı Milli Görüş geleneğinin temsilcisi AKP iktidarda. Üstelik AKP Refah Partisi döneminden farklı olarak Meclis’te anayasayı değiştirebilecek çoğunluğa sahip ve tek başına iktidar. Böyle olunca da devlette şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerinin engellenmesi oldukça zor hale geliyor.

AKP hükümeti iktidara geldiği ilk günden beri planlı bir kadrolaşma faaliyeti içinde bulunuyor ve bu plan bugün de aynı şekilde uygulanıyor.

THY, TRT, ISDEMİR ve daha birçok önemli devlet kuruluşlarının başına Milli Görüş kökenli kişiler atanmakta. Türbanın serbest bırakılmasına yönelik çalışmalar aynı şekilde devam ediyor. Kadrolaşma operasyonu öyle boyutlara ulaştı ki devletin en gizli belgelerinin bulunduğu Cumhuriyet Arşiv Daire Başkanlığı’na “Molla Üniversitesi” olarak bilinen şeriatçı El-ezher Üniversitesi İlahiyat mezunu Hüsnü Özer atandı. Daha önce de Ankara İl Milli Eğitim Müdürlüğü görevine bir Muratbey Balta isimli bir imam atanmıştı.


Başbakan Tayyip Erdoğan, idealinin Amerikan modeli bir başkanlık sistemi olduğunu açıktan ifade etmeye başladı. Bu, şeriatçıların, mevcut Cumhuriyet rejimi içinde kalmak istemediklerinin, bir başkanlık yetkisi ile Türkiye imamlığına soyunmak istediklerinin de göstergesi.

Şeriatçı kadrolaşma faaliyetlerini engellemeye çalışan cumhurbaşkanı Sezer’in bütün çabalarına rağmen bu atamalara engel olunamıyor. Atama kararname lerini geri çeviren Cumhurbaşkanı aynı atama kararnamesini tekrar karşısında buluyor. Ataması gerçekleşmeyenler de görevlendirme ile istenilen görevlere getiriliyor.

AKP özellikle son bir aylık süreçte kadrolaşma faaliyetlerini kolaylaştıracak bazı yasal düzenlemeleri de uygulamaya koydu. Sadece emeklilik yaşını 61’e düşüren yeni yasayla 2 bin 100 deneyimle bürokrat görevden uzaklaştırıldı ve bunların yerine şeriatçı kadrolar atandı.

Milli Eğitim ve üniversiteler üzerindeki şeriatçı kuşatma da günden güne artıyor. YÖK’ü kaldırma çalışmalarını gelen yoğun tepki üzerine bir süreliğine geri çeken AKP bu günlerde bu planlarını tekrar gündeme getiriyor. Önümüzdeki dönemde de artararak devam etmesi beklenen türbana özgürlük ise AKP için vazgeçilmez önemde.

Bütün bu kadrolaşma tartışmaları sürerken biraraya gelen Cumhurbaşkanı Sezer ve Tayyip Erdoğan arasında geçen ve basına da yansıyan diyalog yaşanan sürecin vehametini en açık biçimde ortaya koyuyor. Sezer’in “Devletin her kademesine imamları dolduruyorsunuz” şeklindeki sözlerine Erdoğan’ın yanıtı şu oluyor: “Ben de imamlık yaptım ama şimdi başbakanım”

Şeriatçı Terör Örgütlerine Devlet Protokolü

AKP hükümeti bir yandan devlet bürokrasisi içinde yoğun bir kadrolaşma hareketine girerken bir yandan da bağlantılı bulunduğu yurt dışındaki şeriatçı örgütlenmeleri açıktan destekliyor. Dışişleri Bakanı Abdullah Gül tarafından 16 Nisan tarihinde yayınlanan ve MGK toplantısının en önemli maddelerinden birisi olan Milli Görüş ve Fethullah Gülen cemaatinin kollanması yolundaki genelge Türkiye Cumhuriyeti devleti aleyhine faaliyet gösteren kuruluşların bizzat hükümet tarafından korunduğunu gösteriyor. Abdullah Gül imzasıyla bazı ülkelerdeki büyükelçiliklere gönderilen genelgede Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler içinde bulunan Milli Görüş teşkilatının çalışmalarının desteklenmesi isteniyor.


İran’dan gelen çarşaflı heyet de AKP’nin nasıl bir düzen istediğini gösteriyor.

Türkiye’nin terörist örgüt olarak kabul ettiği Milli Görüş, yalnız Türkiye’de değil faaliyet gösterdiği ülkelerden Almanya’da da sıkı takip altında ve 26 bin üyesi ve büyük ekonomik gücüyle “takip altındaki en büyük yabancı örgüt” konumunda. Genelgede yer alan “Milli Görüş zararlı bir teşkilat değildir. Milli Görüş Teşkilatı’nın organizasyonlarına gerektiğinde büyükelçiler ve diplomatlar da gitmelidir. Resmi heyet programlarına bundan sonra bu teşkilat da dahil edilmelidir” şeklindeki ifadelerle Türkiye tarihinde ilk kez şeriatçı terör örgütleri devlet protokolüne alınmış oluyor.

Yine aynı genelgede 28 Şubat’ın ardından Amerika’ya tedaviye giden ve nedense bir türlü iyileşip Türkiye’ye dönemeyen Fethullah Gülen ve cemaaatinden övgüyle sözediliyor. Cumhuriyet aleyhtarı faaliyetler yürüttüğü iddiasıyla yargılanan Fethullah Gülen ve cemaatinin yurtdışındaki okulları için Türk kültürünü yayan kurumlar ifadesi kullanılıyor ve bu okullarla ilişkilerin geliştirilmesi isteniyor.

AKP Orduya Savaş Açtı

MGK toplantısı öncesinde ortamı geren bir diğer önemli gelişme de İran Cumhurbaşkanı Birinci Yardımcısı Rıza Arif ve beraberindeki ekibin Ankara’da ağırlanması sırasında yaşanan olaylardı. Devletin resmi kuruluşu olan TRT ve Anadolu Ajansı’nın dahi içeri alınmadığı ve adeta gizli örgüt toplantılarını andıran yemekteki haremlik selamlık uygulaması ve çarşaflı kadınların yarattığı manzara Ankara’nın içine düştüğü kuşatmanın ne boyutlara ulaştığını göstermesi açısından önemli bir örnekti.

Tüm bu kadrolaşma çabalarına Cumhurbaşkanlığı ve Genelkurmay başta olmak üzere devlet organları tarafından gösterilen karşı çıkış yaklaşan MGK toplantısı öncesinde taraflar arasındaki gerginliği daha da tırmandırdı.

AKP cephesi MGK’da hükümetin irticayla mücadele konusunda uyarılacağının ortaya çıkmasıyla birlikte saldırıya geçti. MGK’nın siyasilerin hesap vereceği bir yer olmadığını söyleyen AKP yetkilileri “MGK’da hesap vermeyeceğiz” tavrıyla tabanlarına dik durma mesajı vermeye çalıştılar. Orduya yönelik en sert saldırı ise Tayyip Erdoğan’dan geldi. Erdoğan orduyu kastederek “devletin en üst noktasından en alt noktasındana kadar hiç kimse la yü’sel (sorumsuz) değildir” diyerek MGK toplantısı öncesinde orduya meydan okumaya çalıştı.

Medyanın da yoğun desteğini arkasına alan Erdoğan partisinin Meclis’teki çoğunluğundan da güç alarak orduyu hedef alan açıklamalarına devam etti.

Erdoğan Belediye başkanlığı döneminde karıştığı ve yargılandığı yolsuzluk dosyalarını unutarak “Türkiye’nin imkan ve kaynaklarını boşa harcayanlar, statükonun korunması için direnenler, yolsuzluklar ve usulsüzlüklere bulaşanlar iddia edildiği gibi sadece siyasiler değil” sözleriyle silahlı kuvvetleri ve cumhurbaşkanını eleştirdi.

MGK toplantılarında hep dinleyen konumunda kalan şeriatçılar tek başına iktidar olmanın verdiği güçle bu kez karşı atağa geçerek baskın çıkmayı hedefliyorlardı. MGK’nın asker kanadı Milli Görüş ve Gülen cemaatini koruyan genelge, kadrolaşma ve türban tartışmalarıyla YÖK tarafından hazırlanan ve Milli Eğitim Bakanlığı tarafından ciddiye alınmayan raporu gündemine alırken AKP kanadı da kadrolaşma faaliyetini savunacak karşı hazırlıklara girişti.

AKP AB Kozunu kullanarak Orduyu Tasfiye etmek istiyor

Medyanın büyük desteğini arkasına alan AKP ordu üzerinde kurmaya çalıştığı psikolojik baskıyla MGK toplantısını kazasız belasız atlatmaya çalışırken uzun vadede ordunun müdahalelerini engelleyecek bazı düzenlemelere girişeceğinin de ipuçlarını veriyor.

Özellikle AB süreci içinde demokratikleşme adı altında ordunun siyasete müdahalesini engellemeye yönelik planın iki ayağı var. ilk olarak Askerin icraat ve söylemlerinin “askeri tehdit” konularıyla sınırlandırılması öngörülüyor. İkinci olarak da 2004 sonuna kadar MGK’nın tamamen ortadan kaldırılması ya da en azından hükümete tavsiye kararı vermesi engellenmek isteniyor.

Hedefine ulaşma yolunda en büyük engel olarak gördüğü orduyu tasfiye planlarını yürürlüğe koyan AKP’nin elindeki en büyük koz da sözde AB üyelik süreci. AB üyeliği için siyasetin sivilleştirilmesi ve ordunun siyasetin dışına itilmesi AB’nin Türkiye’den taleplerinin ilk sırasında yeralıyor.

AB Komisyonu Genişlemeden sorumlu üyesi Gunter Verheugen’in Türkiye’deki ordu siyaset ilişkileri konusundaki görüşleri de AKP ile son derece uyumlu. Verheugen AKP AB ittifakının orduyu tasfiye planlarını şu sözlerle açığa vuruyor: “ordu siyasilerin emrinde olacak, siyasiler ordunun değil”

Başkanlık Sistemiyle Devlet ortadan kaldırılacak

Tayyip Erdoğan’ın “siyasetteki tek arzum başkanlık ya da yarı başkanlık modelidir. Bunun ideali de Amerika’da uygulanan sistem” açıklaması da orduyu tasfiye planları yapan AKP’nin geleceğe dönük niyetlerinin ne olduğunu anlamak açısından son derece önemli.

AKP, şeriat hedeflerinin önünde engel olarak orduyu ve devlet bürokrasisini görüyor ve bu amaçla giriştiği icraaatların sürekli bu organlardan geri tepmesi üzerine bu kez de başkanlık sistemini gündeme getiriliyor.

Başakanlık sistemi, devlet bürokrasisinin ortadan kalkması ve yetkinin tıpkı Amerikan sisteminde olduğu gibi başkan ve etrafındaki danışman kadrosunun denetimine girmesi demek. Başkanlık sistemine geçiş aynı zamanda Cumhuriyet rejiminin ortadan kaldırılması anlamına geliyor

Bakanlık yapmak için seçilmiş olma zorunluluğunun aranmadığı ve dışarıdan atamaların mümkün olduğu böylesi bir sistemin Türkiye’yi nerelere sürükleyeceğini tahmin etmek hiç de zor değil. Bunun şeriatçı hareket açısından yaratacağı fırsatları saymaya da herhalde gerek yok.

Başkanlık sisteminin yanısıra hükümet tarafından hazırlanan yerel yönetimler yasasayla da merkezi devlet çökertilerek yetki ve karar belediyelere devrediliyor ki bunun sonucunda şeriatçı belediyeler ve özellikle Güneydoğu’daki HADEP çizgisindeki belediyelerin etkinlikleri daha da artacak. Bu üniter devletin ortadan kaldırılması ve Türkiye’nin eyaletlere parçalanmasına yolaçacak bir gelişme

AKP Türkiye’yi yönetmeye devam edebilir mi?

Altı aylık AKP iktidarı Türkiye’de şeriatçı bir partinin iktidarda kalmasının mümkün olmadığı ve ordunun buna izin vermeyeceği gerçeğini doğruluyor. AKP daha iktidara gelmeden ordu tarafından dikkatle takip ediliyordu ve AKP’nin şeriatçı hareketin bir parçası olduğu ordu tarafından biliniyordu.

Ancak AKP’nin 3 Kasım seçimlerinde aldığı oy oranı ordunun müdahale etmesini geciktiren bir faktör. Arkasında geniş halk desteği bulunduğu izlenimi medyanın da aynı yöndeki yayınları biraraya geldiğinde AKP’nin bu gerilim ortamında bir süre daha iktidarda kalması mümkün.

Ancak AKP devlet ilişkilerinin geri dönülemez biçimde tahrip olduğu düşünüldüğünde uzun vadeli bir AKP iktidarına Türkiye’nin tahammülünün kalmadığı da görülmeli.

Şu anda yapılacak bir ordu müdahalesi sadece ordunun demokratik süreci kesintiye uğratan ve on yıllık periyotlarla müdahaleyi alışkanlık haline getirdiği yönündeki propagandanın güç kazanmasına ve ordunun puan kaybetmesine yolaçacak. O nedenle kısa süre içinde bir ordu müdahalesi çok mümkün görünmüyor.

Fakat çok uzun süre önce kopan AKP ordu ilişkisinin yeniden tamiri mümkün değil. O nedenle AKP’lilerin yarattığı ve yaratacağı benzeri bütün gerilimler sadece AKP’nin dosyasının kabarmasına yol açacak ve zamanı geldiğinde yapılacak müdahalenin daha da meşruluk kazanmasını sağlayacak.

Devlete savaş açan AKP karşılığını almaya başladı bile. Bu savaşın iki değil tek bir olasılığı var: Türkiye Amerikancı ve gerici AKP iktidarından kurtulacak.

http://www.turksolu.com.tr/29/kahramanoglu29.htm