20 Ekim 2016 Perşembe

Cumhuriyet Bugün Nerede Olmalıydı?





Cumhuriyet Bugün Nerede Olmalıydı?



EROL MANİSALI
01 Kasım 2008 Cumartesi


Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesini 21. yüzyılın 2008’inde, bugün nasıl yorumlayabiliriz? Çağın gerekleri, içinde bulunduğumuz coğrafyanın koşulları ve küresel dengeler çerçevesinde Türkiye nasıl olmalıydı? 85 yılda hangi noktaya gelmeliydi?

Avrupa emperyalizmine karşı kurulan, çağdaş değerleri ve demokratik ölçütleri benimsemiş bir Türkiye’yi bugün nasıl tanımlayabiliriz? Atatürk ilkeleri ve devrimleri “bugünün koşullarıyla nasıl örtüştürülebilir”?

Şu ana başlıkları düşünmek herhalde yanlış olmaz;

1) Uluslararası ilişkilerde “ Karşılıklı çıkarlarını gözeten bir Türkiye” olmalıydı. Siyasette, iktisatta, kültürde, savunmada “Kendini ezdirmeyen, başkasını ezmeyen” bir Atatürk Türkiyesi ortaya çıkmalıydı.

2) Katılımcı demokrasinin kurulduğu, Sosyal sınıfların dengeli bir biçimde ulusal sisteme yerleştiği bir Türkiye görürdük. İşçisi, Köylüsü, Memuru, Sanayicisi kendi örgütlerini kurmuş; Siyasal ve sosyal sistem içinde dengelerini oturtmuş bir ülke olurdu Türkiye.

3) Sosyal ve LAİK bir hukuk devletinin yerleştiği bir düzen görülürdü. İktisatta, siyasette, Kültürde ve eğitimde uzun vadeli ulusal planları olan; ulusal politikalarını küresel dengelerle bütünleştirebilen bir Türkiye’de yaşardık.

4) Kendi bölgesindeki komşu ülkelerle iktisadi, siyasi, kültürel ve askeri örgütlenmeler içine giren; Batı ile Asya arasında dengeli bir biçimde yer alan; her ikisiyle de “ İyi ve normal ilişkiler kurmuş ” bir Türkiye görürdük karşımızda.

5) Dış güçlerin Sömürgeci taleplerini reddeden, Yeni kapitülasyon dayatmalarını geri çeviren bir Türkiye olurdu bugün. Hele hele, komşularına karşı yabancı sömürgeci güçlerle işbirliği yapan bir Türkiye hayal bile edilemezdi.

Ya Bugünkü Manzara…

2008 yılında geldiğimiz nokta olması gerekenlerle taban tabana karşıt;

- Uluslararası ilişkilerde karşılıklı çıkarlar yerine “yabancılarınkini öne çıkaran, ABD ve AB’nin denetimine sokulmuş bir Türkiye görüyoruz. Bilgisizlikten değil.. bile bile yapılmış.

- Katılımcı demokrasi yerine “ Washington, Londra ve Brüksel ile İçerdeki dinci ve sermayeci odakların Egemen oldukları ”, oligarşik bir yapılanma ile karşı karşıyayız.

- Sosyal ve laik hukuk devleti yerine tarikatların, cemaatlerin ve yabancı tekellerin sisteme yerleştirildiğini görüyoruz.

- Çağdaş değerler yerine 400-500 yıl öncesinin karanlık dönemlerini geri getirmeye çalışan çevreler etkilerini arttırıyorlar.

- Dış odaklarla içerdeki oligarşinin işbirliğini görüyoruz.

Neden böyle oluyor?

Oysa Türkiye Cumhuriyeti olağanüstü olanaklara hem içerde hem de dışarıda sahip oldu.Türkiye’nin elindeki bu olanaklar, “özellikle kullanılmadı”.

1961 Anayasası’nı, dış odaklarla işbirliği yapan iç oligarşi ortadan kaldırdı. Kimi zaman Amerika’nın güdümündeki generaller, bazen sermaye çevreleri, yakın zamanda ise sömürgecilerle işbirliğine başlayan dinciler Türkiye’nin elini kolunu bağladılar. Oysa Türkiye çok daha iyisini yapma olanaklarına fazlasıyla sahiptir.

Sorunun temelinde, “katılımcı demokrasiyi işletmeyenler” yatıyor.Türkiye bu kısır döngüyü kırmak ve gerçek demokrasiye, sosyal ve laik hukuk devletine ulaşmak zorunda.

29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarında ilginç şeyler gözüme ilişti;

- Yabancılara satılan büyük şirketlerimizin yeni sahipleri “ Dev Türk bayraklı reklamlar ” vermişlerdi en büyük tirajlı gazetelerimize. Kendilerini gizlemek için “takıyye yapıyorlar”.

Cumhuriyetin altını oydukları anlaşılmasın diye Türk bayrağını maske olarak kullanıyorlar.

- İslamcı yapılanma için ellerinden geleni yapanların “ aynen yabancı şirketler gibi ”, bayrağı ve cumhuriyeti kalkan olarak kullandıklarını gördüm.

Çağdaş teknoloji ve yeni psikolojik savaş yöntemlerini iyi değerlendiriyorlar.

En garibime giden ise Abdullah Gül’ün “Coşkulu ve hızlı AB’ci olarak” tüm bürokrasiyi birkaç gün önce toplayıp yönetmesiydi. Hey gidi günler hey demekten başka ne diyebilirim ki…

Bu olay bile, “olmaması gerekenlerin nasıl gerçekleştiğinin nedenlerini tek başına anlatmaya yeter”.

“Amerikancı ve AB’ci” yönetimlerin Türkiye’yi 2008’de getirdiği nokta budur. Yarın (cumartesi) saat 13’te Cumhuriyet Kitap’ta (TÜYAP) buluşmak üzere…

Umudumuz hiç kaybolmasın, biz haklıyız ve büyük çoğunluğuz.. gerçek demokrasi mutlaka gelecektir…

www.istanbul.edu.tr/iktisat/emanisali


http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/19354/Cumhuriyet_Bugun_Nerede_Olmaliydi__.html


Musul Operasyonuna Katılma Pazarlığının Arkasında Ne Var?



Musul Operasyonuna Katılma Pazarlığının Arkasında Ne Var?



Yazar: Cahit Armağan DİLEK
20 Ekim 2016 Perşembe



Türkiye ABD liderliğindeki IŞİD karşıtı koalisyonun 63 üyesinden biri. Türkiye bu kapsamda Türk topraklarını ve üslerini Temmuz 2015’ten bu koalisyona açtı. Türkiye Suriye bölümünde IŞİD’e karşı aktif olarak askeri operasyonlara katılıyor. 24 Ağustos’tan bu yana da Fırat Kalkanı Harekatı ile IŞİD’in Türkiye olan sınır irtibatı da ortadan kaldırıldı ve 18 Ekim 2016 itibariyle 12-24 km. derinliğinde değişen bir tampon bölge 98 km uzunluğundaki Cearblus-Azez hattında oluşturuldu.

Ama aynı koalisyonun Musul’un IŞİD’ten kurtarılması operasyonuna katılmasına izin çıkmadı. Bu ortak düşman IŞİD’e karşı işbirliği ruhuna uygun olmadığı gibi özellikle koalisyonun lideri ABD ile Türkiye arasındaki bizimkilere göre Stratejik onlara göre operasyonel işbirliği standartlarına da uygun değil. Hal böyle olunca da normal şartlarda gündem konusu bile olmayacak olan Türkiye’nin Musul operasyonuna katılması pazarlık konusu haline geldi.

Peki neden böyle oldu? Bunu açıklamak için iğneyi kendimize çuvaldızı başkasına batırmamız gerekiyor. İlk kez Kasım 2015’te Başika’da TSK’nın askeri eğitim üssü kurduğu ve yeni takviyeler yaptığı kamuoyuna yansıdığında Bağdat yönetimi tepki göstermiş ve Bağdat’ın onayı olmadan o üste bulunan Türk askerinin çekilmesini istemişti. O tarihlerde ABD ve IŞİD karşıtı koalisyonun rapor ve açıklamalarında da Başika üssünün bir koalisyon faaliyeti olmadığı net bir şekilde açıklanmıştı. Türkiye bir süre sonra gündemden düşen konuyu çözüme kavuşturmak yani bir koalisyon faaliyeti olarak kabul edilmesini sağlamak yerine sorunu geçiştirmeyi tercih etti. Ancak gelinen tarih itibariyle anlaşılmaktadır ki koalisyon içindeki sözde müttefiklerimiz istismar edebilecekleri ya da Türkiye’ye karşı pazarlıkta kullanabilecekleri bir konuyu da görmüş oluyorlardı.
15 Ekim 2016 tarihinde başlayan Musul operasyonunun başlamasından günler öncesinde Türkiye’nin Musul operasyonuna katılıp katılmayacağı ve Başika’da Türk askerinin durumu en çok konuşulan konu oldu ve Ankara ile Bağdat arasında en üst seviyedeki liderler tarafından karşılıklı sert açıklamalarla krize dönüştü. Bağdat, Türk askerilerinin çıkmasını ve Musul operasyonuna katılmasına izin verilmeyeceğini söylerken Türk hükümeti hem operasyonda hem de masada olacağız söylemini ısrarla sürdürdü. Nihayetinde operasyon başladığında Türkiye’nin ne karadan ne de havadan operasyona dahil olmadığı görüldü.
Bağdat yönetimini (ki söylemlerinin arkasında ABD’nin olması büyük ihtimaldir) ikna edemeyeceğini gören Ankara’nın rotayı IŞİD karşıtı koalisyona yani ABD’ye çevirdiğini gördük. Nitekim konunun ABD’de bulunan Genelkurmay Başkanı aracılığıyla ABD’ye iletildiği bildirildi. Ve Başbakan 18 Ekim 2016 tarihindeki grup toplantısında “Musul’a yönelik hava operasyonlarında Türk savaş uçaklarının da yer aldığını” söyledi. Ancak toplantı çıkışında “detayı bilmiyorum ama koalisyonun içindeyiz” diyerek bir anlamda fiilen henüz operasyonlarda yer almadığımızı belirtti. Aynı gün akşam saatlerinde Milli Savunma Bakanı “koalisyonla Türkiye’nin de hava operasyonlarında yer alması konusunda prensipte mutabık kaldık” açıklamasıyla Türkiye’nin de hava operasyonlarında yer alacağını söylüyordu. Bu açıklamalar Türkiye’nin Musul operasyonlarına katılabilmek için bir pazarlık masasına oturduğunun da işaretleriydi.
Nitekim bu pazarlığın yapılmakta olduğunun aynı gün gecenin ilerleyen saatlerinde yayımlanan Hürriyet gazetesinden Deniz Zeyrek imzalı bir haberde görüyoruz. Buna göre, gazeteci Zeyrek BB Yıldırım ile yaptığı telefon görüşmesinde Türkiye ile ABD Genelkurmay Başkanları’nın Vaşington’da yaptığı görüşmelerde, Türkiye’nin Musul operasyonuna hava unsurlarıyla katılması konusunda anlaşma sağlanmış. Bu kapsamda Türkiye, Musul operasyonundaki koalisyon görevlerine savaş uçakları tahsis edecek. Kuveyt’teki harekât komutanlığı operasyon emirlerine Türk jetlerini de dahil edecek. Türk jetleri, sivil zayiat riski olan operasyonlarda ise yer almayacak ve günde en az 2, en çok 10 uçuş yapacak. Taslak anlaşmaya göre Musul operasyonu için İncirlik’teki koalisyon uçakları da kullanılacak. Diyarbakır’daki hava üssü ise Musul’a yönelik hava operasyonunun muhabere, arama ve kurtarma merkezi olacak.
Bu pazarlıklarda diğer bir konu da Başika üssünün koalisyon faaliyetleri kapsamına alınması. Bu hususun Bağdat yönetimiyle de görüşüldüğü anlaşılıyor. Cumhuriyet gazetesinde Duygu Güvenç imzalı haberde Bağdat ile Ankara arasındaki görüşmelerde Ankara’nın önerdiği bir sayfalık bir metin anlatılıyor. Habere göre metinde Başika’nın koalisyona devredilmesi önerilirken Sincar bölgesindeki PKK’ya karşı ortak operasyon yapılması da yer alıyor.
Fakat haberde söz konusu metin haricinde çok dikkat çekici ve can alıcı bir bölüm var. Bu da yukarıda belirttiğimiz ABD ile Türkiye arasındaki pazarlıkla ilgili. Havada Kandil çıkmazı alt başlığıyla verilen paragrafta verilen bilgilerden ABD’nin Türkiye’nin Musul’da hava operasyonuna katılması karşılığında Türkiye’nin Irak kuzeyinde PKK’ya yönelik yürüttüğü hava operasyonlarını sınırlama ve kontrol altına almak istediği görülmektedir. Bunun yanında ayrıca özellikle Musul kuzey batısındaki Sincar bölgesini kontrol eden PKK’ya karşı Türkiye’nin muhtemel bir operasyonunu da önlemek hedeflenmektedir.
Türkiye’nin Musul operasyonlarına katılmak için arayışlar ve pazarlıklar içine girdiğinin ortaya çıkması üzerine sosyal medyada şunu paylaşmıştım: Koalisyon tabi ki prensipte mutabıkız diyecektir ancak bunu bir de Bağdat yönetimine soralım diyecek ve perde arkasında bazı şartlar ortaya koyacaktır. 
Nitekim ABD Savunma Bakanı da Cuma (21 Ekim) günü Türkiye’ye geliyor.

Yukarıda ana hatlarıyla bahsettiğim haberler söz konusu paylaşımımı teyit eder niteliktedir. Türkiye’nin konuyu en başından yanlış şekilde ele alması, hem Suriye hem de Irak’ta merkezi yönetimleri yok sayması ve nihai hedefleri Türkiye’ninkinden farklı bazı yerel unsurları ortak olarak seçmesi Türkiye’yi pazarlıklara açık konuma getirmiştir. Bağdat yönetimi kullanılıp kriz yapay olarak tırmandırılarak Türkiye’nin Musul operasyonlara katılması karşılığında vermesi istenen taviz de büyütülmektedir. Nitekim Bağdat yönetiminin Türkiye’nin hava operasyonlarına da katılmasına karşı olduğu açıklaması yaptığı bildiriliyor. Bunun en can alıcısı ise Türkiye’deki PKK terörünün merkezi konumundaki Irak kuzeyine terörle mücadele kapsamında uluslararası hukuktan doğan haklarını kullanmasının sınırlanması, kontrol altına alınmasının istenmesidir. Başika üssünün koalisyona devredilmesinin yanında neredeyse temsili derecede hava operasyonlarında yer almanın karşılığında böyle bir talebi kabul etmek ağır bir maliyettir.

PKK terör örgütünün özellikle 7 Haziran süreci sonrasındaki terör saldırılarında Suriye kuzeyinde Fırat’ın doğusunda yeni ana güvenli sığınak haline getirdiği bölgeyi kullandığı biliniyor. Aynı dönemde Irak kuzeyine yapılan TSK operasyonları nedeniyle ağır zayiat alan PKK’nın önemli bir varlığını Suriye kuzeyine geçirdiği de bilinmektedir. Ancak Türkiye nedeni bilinmeyen bir şekilde Suriye kuzeyinde Fırat’ın doğusunda artık PYD bölgesi olarak bilinen alandaki PKK/YPG hedeflerine yönelik operasyon yapmamakta, uluslararası hukuktan kaynaklanan haklarını kullanmamakta, burasının de facto olarak PKK’nın güvenli bölgesi olarak kalmasına adeta göz yummaktadır. İşte Musul operasyonlarına katılımla ilgili ortaya çıkan pazarlıklar şunu göstermektedir ki PKK’nın arkasındaki malum güçler Irak’ın kuzeyini de yeniden PKK için güvenli hale getirmek istiyorlar. Bunu yaparken de Ankara ile Bağdat arasındaki Başika üssü konusunu istismar ediyorlar. Yaşanan süreç gösteriyor ki Türk hükümeti de bu tuzağa düştü ve içinde bulunduğu koalisyonun üyesi olarak katılması normal olacak Musul operasyonuna katılması konusunu kamuoyu önünde Bağdat ile ama aslında perde arkasında ABD ve diğer Batılı güçlerle pazarlık etmeye ve bazı tavizler vermeye zorlanıyor.
Yukarıdaki değerlendirmeler gazetelere yansıyan sınırlı haberlere dayanılarak yapılmıştır. Ancak konunun geçmişini ve sahadaki yansımalarını takip eden birisi olarak şunu söylemek mümkündür. ABD’nin dayattığı bu pazarlık Musul operasyonu ve Irak kuzeyi ile sınırlı değildir. ABD’nin bu pazarlığının Surye’deki mücadeleyi de kapsadığını, Rakka operasyonu havucu kullanılarak Fırat’ın batısındaki durumun PKK/PYD lehinde oluşmasını sağlamayı da hedefleyeceğini söyleyebiliriz. Hatta hem Irak hem de Suriye’de dayatma içeren pazarlığın Türkiye’de yeni bir çözüm sürecini de kapsayacak kadar geniş olduğunu söylemek hiç de abartı olmayacaktır.
Eğer ABD’nin dayattığı hususlar çerçevesinde bir mutabakata varılırsa bu durum Türkiye’nin bekasına ve güvenliğine aykırı sonuçlar doğuracaktır. Uluslararası hukuk, Türkiye’nin Suriye ve Irak’taki tarihsel, kültürel bağları Türkiye’nin terörle mücadelesini Irak ve Suriye kuzeyinde yürütmesine zaten meşruiyet ve haklılık vermektedir. Dolayısıyla Türkiye bölge dışı aktörlerle angajman ya da pazarlıklara girmeden bölge ülkelerinin merkezi yönetimlerini ana muhatap almalı ve milli güç unsurlarına dayanan kurumsal politikalar ve stratejilerle terörle mücadelesini, bölge ülkeleriyle ilişkilerini sürdürmelidir.



..

19 Ekim 2016 Çarşamba

27 MAYIS 1960





27 MAYIS 1960

EROL MANİSALI



3 Mayıs 1960 günü Türk Demokrasi tarihinde bir geleneğin başlangıcıdır:asker’in sivil iradeye muhtıra/mektup verme geleneğidir.Bu tarihte Kara Kuvvetleri Kumandanı Cemal Gürsel,başbakan rahmetli Adnan Menderes’e muhtıra diyebileceğimiz bir mektup göndermiştir.

27 Mayıs 1960 tarihi de yine demokrasi tarihimizin ilklerinden birisine damgasını vurur:cumhuriyet döneminde ordu’nun yaptığı ilk ihtilal/darbe’dir.
Beyaz Devrim diye adlandırılan bir hareketle 12 yıllık biraz da despot diyebileceğimiz bir yönetimin halk iradesiyle alaşağı edilip Demokrat Parti’nin iktidara getirilmesinden sonraki 10 yıllık bir iktidar süresi sonunda kansız bir darbe ile DP iktidarının yıkılması fakat sonra başbakan ve iki bakanın asılması ile neticelenen bir darbedir 27 Mayıs.

Gerek ailece, gerekse milletçe yaşadığımız acı bir dönemdi!...
O dönemin tarihi; kan,gözyaşı ve hukuksuzluk üzerine kurulmuştu..
Türkiye ’yi yönetenler ki,onlar ; köylünün ayağından çarığı çıkartıp gislaved lastik ayakkabıyı giydirenler di…onlar yamalı poturu attırıp pantolonu giydirenler di…onlar sabanın yerine tarlaya traktörü getirenler di…onlar; çiftçinin ürününü değerlendirip cebine para soktu… onlar; ihracatın,ticaretin,kalkınmanın,sanayileşmenin, ve en önemlisi vatandaşlık hukukunun temellerini atanlar dı…
Hataları olmadı mı ?

Elbette oldu: ama bunlar ufak tefek ”fürüatdı” ?
Nelerle itham edildiler ?

Anlı şanlı üniversite bürokratları’nın yönlendirmesiyle kurulan ve kurulduktan sonra meşruiyet kılıfı geçirmeye çalıştıkları bir mahkemede yargılandılar. Ki ; o mahkemenin başkanı, Menderes’e “sizi buraya getiren kuvvet böyle istiyor” demişti.

Ne ile itham edildiler ?

Celal Bayar : Kars ve Ardahanı 100 bin liraya Ruslara satmış…parasını da İş bankasına yatırmış,Anayasa ihlaline katılmış..köpek davası …

Menderesin dosyalarında bebek davası,örtülü ödenek davası ve akla gelemeyen uydurmalar..

Diğerlerinin de hepsi anayasayı ihlal etmişler…gençleri kıyma makinelerinde kıyma yapmışlar…

İnanmazsanız o günkü gazetelere göz gezdirin…

Sonuç : Kars Ardahan satılmadığına göre hala bizim toprağımız1
Köpek,bebek,kepek davalarından beraat!

Gençlerin kıyma makinelerinde kıyılması hiç mahkeme safahatına taşınmadı: demek kuyruklu yalandı !

Anayasa’yı ihlalden mahkum oldular:hapis cezası aldılar,asıldılar,siyasal hakları ellerinden alındı.

Onları “Anayasayı ihlalden” yargılatanların ilk icraatları; zaten anayasayı ihlaldi… ama kimse onları yargılayamadı.. Hiçbir ihtilalci yargılanamadı ki*
Sadece albay Talat aydemir ve arkadaşları darbeye teşebbüsten yargılanıp kendisi ve bir arkadaşı asıldı.

O da başarılı olsaydı asılmak yerine devlet başkanı olurdu…


..

MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ VE 14' LER OLAYI YIL 1960




MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ VE 14' LER OLAYI YIL 1960 




Milli Birlik Komitesi Başkanı, Cemal Gürsel

27 Mayıs 1960 Harekâtı’nden sonra Türk Silâhlı Kuvvetleri adına geçici olarak iktidara el koyan heyetin adı.

27 Mayıs Harekâtı’nı gerçekleştirenler amaçlarını, yeni bir anayasa ile Atatürk devrimlerini güvence altına alma ve hukuk devletinin koşullarını yerine getirme olarak belirlediler.

27 Mayıs günü radyolar aracılığıyla, müdahalenin mevcut siyasî partilerden hiçbiri lehine yapılmadığı, kardeş kavgasını önleme amacını güttüğü bildirildi. 

Merkezi Ankara’da olan hareketin fiilî lideri Cemal Madanoğlu’nun çağrısı üzerine başkentte toplanan bilim adamları, müdahaleyi başarıyla sonuçlandırmış olan ordu mensuplarına iki öneride bulundular:

1) İlk gün “muhafaza” edilmek üzere toplanmışken, ertesi gün serbest bırakılmalarına başlanan iktidar mensupları (DP’li cumhurbaşkanı, TBMM başkanı, başbakan, bakanlar, milletvekilleri vb.), derhal tutuklanmalı,

2) Gerekli anayasa düzeni kuruluncaya dek ülke yönetimine silâhlı kuvvetler adına bir heyetçe el konulmalıdır. Liderliği kabul edeceğini cunta mensuplarından birine (Sadi Koçaş) daha önce bildirmiş olan Orgeneral Cemal Gürsel de bu arada İzmir’den gelerek hareketin başına geçti.

Millî Birlik Komitesi’ne Ankara ve İstanbul’da çoğu birbirinden habersiz olarak hazırlanmış cuntaların mensupları alındı; o sırada yurt dışında bulunan ilgililer (Dündar Seyhan, Talat Aydemir, Sadi Koçaş) komite dışı kaldılar.

Gürsel’in teklifiyle komitede kara, hava, deniz ve jandarma kuvvetlerinin temsil edilmesine önem verildi. Gürsel’den başka 37 üyeden oluşan komite, 12 Haziran 1960 günü 1 sayılı kanunla halka duyuruldu:

Başkan Cemal Gürsel; 
Üyeler; 
Ekrem Acuner, 
Fazıl Akkoyunlu, 
Refet Aksoyoğlu, 
Mucip Ataklı, 
İrfan Baştuğ, 
Rıfat Baykal, 
Emanullah Çelebi, 
Ahmet Er, 
Orhan Erkanlı, 
Vehbi Ersü, 
Numan Esin, 
Suphi Gürsoytrak, 
Orhan Kabibay, 
Kadri Kaplan, 
Mustafa Kaplan, 
Suphi Karaman, 
Muzaffer Karan, 
Kâmil Karavelioğlu, 
Osman Köksal, 
Münir Köseoğlu, 
Fikret Kuytak, 
Sami Küçük, 
Cemal Madanoğlu, 
Sezai Okan, 
Muzaffer Özdağ, 
Fahri Özdilek, 
Mehmet Özgüneş, 
Şükran Özkaya, 
Selahattin Özgür, 
İrfan Solmazer, 
Şefik Soyuyüce, 
Dündar Taşer, 
Haydar Tunçkanat, 
Alparslan Türkeş, 
Sıtkı Ulay, 
Ahmet Yıldız, 
Muzaffer Yurdakuler,

14'ler Olayı;  

MBK’nin üyeleri arasında, bir süre sonra önemli görüş ayrılıkları çıktı. Bunun üzerine 13 Kasım 1960′ta 14 üye MBK’den uzaklaştırıldı ve çeşitli görevlerle yurt dışına gönderildi.

Bu 14 üye şunlardı: 
Fazıl Akkoyunlu, 
Rıfat Baykal, 
Ahmet Er, 
Orhan Erkanlı, 
Numan Esin, 
Orhan Kabibay, 
Mustafa Kaplan, 
Muzaffer Karan, 
Münir Köseoğlu, 
Muzaffer Özdağ, 
İrfan Solmazer, 
Şefik Soyuyüce, 
Dündar Taşer, 
Alparslan Türkeş.

MBK’nin görevi, 1961 Anayasası’nın geçici 5. maddesi uyarınca TBMM’nin toplandığı 25 Ekim 1961 günü sona erdi. Bu süre içinde komitenin kuruluşunda ve yetkilerinde bazı değişiklikler oldu. Kurucu Meclis toplanıncaya kadar (6 Ocak 1961) yasama ve yürütme yetkileri komitedeydi. MBK yasama yetkisini kendisi, yürütme yetkisini de kurduğu bakanlar aracılığıyla kullandı.




..

18 Ekim 2016 Salı

PKK Terör Örgütüyle Mücadelenin Mitleri




PKK Terör Örgütüyle Mücadelenin Mitleri



Yazar: Cahit Armağan DİLEK
04 ağustos 2013 pazar

Mit'in sözlüksel anlamı din ile ya da kahramanlıklarla ilgili olan, toplumun gelenek ve göreneklerine göre ağızdan ağıza ulaştırılan ve zaman içinde değişiklik gösteren söylenceler anlamındadır. Mit kelimesi Yunanca "mythos" kelimesinden gelmektedir. Mitler genel olarak çok tanrılı dönemleri, olağan üstü kahramanlıkları ve olayları konu alır.[i]
Günlük hayatımızda ise mit kavramı "yanlış, doğru olmayan hikâye yada metafor anlamında" da kullanılmaktadır. Ve bu kullanımda anlatıcının asıl vurgulamak istediği nokta doğru olmayan bir olgunun ya da kısmın hikaye içerisinde barındığıdır. 
İşte bu yazı mitin günlük hayattaki anlamı esas alarak hazırlanmıştır. Bütün Türkiye'nin yaklaşık 30 yıldır maruz kaldığı terör saldırıları herkesin gözü önünde, açık açık gerçekleşirken maalesef PKK terör örgütüyle mücadele ise bir o kadar dar kapsamlı katılımlarla alınan kararlarla ve nedense hep bir gizlilik içinde yürütüldü ve yürütülüyor. 2009'da başlayan Kürt açılımı ve 2013 yılı başında kamuoyuna yansıyan hükümetin PKK terör örgütüyle müzakereleri de sanki kamuoyuyla paylaşılıyormuş gibi yapılmasına rağmen aynı gizlilik içinde yürütülüyor. Fakat bu sefer daha vahim olanı, PKK terör örgütü ve yandaşları hükümetin ne yapacağı, hükümetle ne anlaştıkları konusunda her şeyi biliyorken TBMM ve Türk milleti süreç hakkında halen hiçbir şey bilmemektedir. İşte terörle mücadelede yeterli şeffaflığın olmaması, mit kavramının günümüzdeki anlamıyla uygun olarak, PKK terörüyle mücadelenin mitler üzerinden yapılmasına yol açtı. Böyle olunca da herkes farklı bir düzlemde konuştu, birbiriyle anlaşamadı, sonuçta da bir türlü sorunu çözemedik. Ancak burada dikkat çekici olan bu mitlerin çoğunluğunun 2003'den sonra oluşmuş yada söylemlerin mite dönüşmüş olması, açılım ve müzakere süreçleriyle birlikte ise bunların daha da artmış olmasıdır.
İşte Türkiye'yi terörle mücadeleden müzakereye ve PKK terör örgütüyle pazarlık konumuna  getiren ve hükümetlerin bir yönetim mekanizması haline getirip kullandıkları, kamuoyunu yönlendiren mitler:



Mit 1.       Adına ister Kürt sorunu, ister Güney Doğu, ister terör sorunu, ister bağımsızlık/özerklik sorunu deyin yapılacaklar aynı.

Yanlış. Türkiye yaşadığı bu sorunun adında mutabık kalıp sorunu tam olarak tanımlayamadığı için çözüm üretememektedir. Aslında bugün yaşanan kargaşa ve bölünmenin altında da sorunun farklı tanımlanması ve algılanması yatmaktadır.[ii]
Soruna ad koyabilmek demek sorunu tanımlamak demektir. Sorunu tanımladığınızda ise ortaya çıkan eksiklikler ve yanlışlıklar için çözüm önerilerini, hareket tarzlarınızı belirlersiniz, ona göre stratejinizi hazırlar ve uygularsınız. Yani başka ad vermek başka bir sorun veya yanlış bir sorun tanımlamak demektir. Birbirine yakın ilişkili sorunlarda, ayrı adlandırma ve tanımlamalarda tabii ki birbiriyle örtüşen eksiklikler, yanlışlıklar, çözüm önerileri olacaktır ama bu "soruna ne ad koyarsanız koyun yapılacaklar aynıdır" savını doğru yapmaz. Çünkü sorunun adını tam koyamaz ve örneğin Kürt sorunu diyerek yola çıkarsanız uygulayacağınız reçete gerçek sorunu çözmeyeceği gibi yeni sorunlar (Türk sorunu gibi) da yaratacaktır. Türkiye'yi yönetenler 1999 öncesinde sorunu çok büyük bir oranda terör sorunu olarak algılamış, halk da bu şekilde görmüş, bu tespite göre yöntemler uygulanmış, 15 sene gibi uzun bir zaman geçse de 1999 yılında terörü sıfır noktasına getirebilmiştir. Ancak sonrasında terör örgütünün istismar ettiği konulara ilişkin gerekli siyasi, ekonomik, sosyal tedbirler hayata geçirilmediği için silahlı olarak Irak'ın kuzeyinde bekleyen PKK terör örgütü 2003 sonrasında oluşan yurtiçi ve bölgesel konjonktürden de istifadeyle yeniden terör saldırılarını artırmıştır. Ancak PKK terör örgütü bu kez terör saldırılarıyla birlikte sorunun başka türlü algılanmasını sağlayacak etkenleri de kullanmış, bugünkü avantajlı pozisyona gelmeyi başarmış ve sorunun terör sorunu değil de başka sorunlar olarak algılanmasında hedeflediği  noktaya ulaşmıştır.

Mit 2.       Terörle bir yere varılamaz.

Yanlış. Çünkü terörle bir yere varıldığının hem de terör örgütünün tam da istediği noktaya gelindiğinin en büyük ispatı bugün PKK terör örgütüyle yapılan müzakere/pazarlıklar ve bunun yarattığı ortamdır.
PKK'nın 1984'deki ilk saldırısından pazarlıkların başladığının aleni olduğu 2012 yılı sonuna kadar her terör saldırısından sonra on binlerce kez duyduğumuz "terörle bir yere varılmaz" söylemi aslında devletimizle terör örgütü arasındaki bir psikolojik savaş alanıydı. Ancak maalesef bu mücadelede kazanan taraf terör örgütü olmuştur.  Türkiye'de gelinmiş olan noktaya rağmen halen terörle bir yere varılamayacağını savunanlar ya PKK terör örgütünün safında olanlardır ya kavramsal kargaşa yaşayanlardır  ya da strateji, ulusal güvenlik gibi kavramları bilmeyenlerdir.  Konuyu basitçe şöyle açıklayabiliriz. Örneğin bir ülke bir askeri harekat yapıyorsa (örneğin Kıbrıs Barış Harekatında safha safha yeşil hatta kadar olan bölgenin ele geçirilmesi) bunu bir politikasını gerçekleştirmek için yapıyordur yani devletin bir politikasına hizmet ediyordur. Askeri harekatla ele geçirilecek askeri hedef o ülkenin siyasi hedefinin gerçekleştirilmesi için gerekli olan bir unsurdur. İşte aynı şekilde terör örgütünün de terör eylemleri yaparak karşısındaki devleti isteklerini yerine getirmeye veya kabul etmeye zorlayacak bir pozisyon kazanmaya yönelik siyasi bir hedefi vardır. Terör saldırıları terör örgütünün bu siyasi hedefine ulaşması için yapılmaktadır. Çünkü o istekleri hayata geçirilebilecek güç o coğrafyadaki yani ülkenin siyasi sınırları içindeki hakim unsur olan "devlet"tir ve terör örgütü ona karşı mücadele etmektedir.  Bugün Türkiye'de olan da budur. Hükümet hangi gerekçeyle hareket etmiş olursa olsun terör örgütü açısından somut sonuç terörle istediği noktaya (hükümetle müzakere/pazarlık edebilme)gelmiş olduğu gerçeğidir. Bugün müzakere/pazarlık masasında terör örgütünün eli halen çok güçlüdür, çünkü hem masadadır hem de halen elinde silah vardır ve şantaj/tehdit yaparak devleti bir şeyler yapmaya zorlamaktadır. Çünkü bilmektedir ki ulaşılmış bu seviyeden daha alt bir seviyeye dönmesi mümkün değildir, bundan sonra süreç işlese de işlemese de terör örgütü tek kazanandır.

Mit 3.  PKK terör örgütüdür ve Kürtlerin temsilcisi değildir.

Doğruydu ama açılım politikalarıyla birlikte önce mitleştirildiğini, son dönemde ise toplum mühendisliği uygulamalarıyla tersinin (PKK terör örgütü değildir ve Kürtlerin temsilcisidir) kabul ettirildiğini görmekteyiz.
PKK terör örgütü özellikle ilk saldırılarını ve sonrasındaki saldırılarının önemli bir bölümünü Kürt asıllı vatandaşlarımıza yönelik gerçekleştirmiş ve zorla da olsa onların desteğini (daha doğrusu yardım ve yataklık yapmalarını) alarak Türk kamuoyuna ve uluslar arası ortama arkasında halk desteği olduğunu göstermeye çalışmış ancak vatandaşlarımıza yönelik vahşi terör saldırılarına rağmen bunu başaramamıştı. 90'lı yıllarla birlikte PKK güdümünde kurulan ve TBMM'ye de giren siyasi partiler olmasına rağmen bu partiler en azından alenen (bugün devamı olan partilerin ve temsilcilerinin yaptıklarıyla mukayese edersek) terör örgütünü ve terörü destekleyen, hoş gören, haklı gösteren söylemlerde ve eylemlerde bulunamamıştır. Bu durum 1999 yılına kadar böyle devam etmiş ve terörün siyasallaşması engellenmiştir. Ancak Türkiye'nin terörle mücadelesinin ikinci safhasında (2003 sonrası)[iii] özellikle 2005'den sonraki dönem içerisinde başlayan açılım politikaları terör örgütünü öven ve destekleyen söylem ve eylemler demokratik  toplumların vazgeçilmez unsurları olan ifade ve düşünce özgürlüğünün kötüye kullanımıyla topluma kanıksatılır hale getirilmiştir. 2009'daki ilk açılım sürecinde artış gösteren bu durum Habur faciasıyla bir duraksama yaşamış ancak bu alanda terör örgütü açısından altın vuruş ise 2012 yılı sonlarında aslında terör örgütünün operasyonel anlamda çok zor durumda olduğu, darbeler aldığı bir dönemdeki açlık grevlerinin bitirilmesi sürecinde teröristbaşının tek yetkili ve terör örgütüne söz geçirebilecek yegane şahıs olarak hükümetin tek muhatabı olarak ortaya çıkarıldığı bir psikolojik operasyonla hükümetin teröristbaşıyla müzakere ve pazarlık masasına oturması olmuştur. Bu süreçte PKK'nın TBMM'deki uzantısı olan partinin teröristbaşıyla aracı rolüyle PKK'nın bir parçası olduğu topluma gösterilmiş ve anılan partiye oy vermiş seçmenler PKK'nın hayal bile edemeyeceği bir şekilde otomatikman PKK'nın arkasına koyulmuş, teröristbaşı sanki bütün Kürtleri temsil ediyormuş algısı oluşturulmuş, PKK'ya yönelik halk desteği neredeyse devletin göz yummasıyla hem remileştirilmiş hem de gerçekte yansıtıldığı gibi büyük olmayan bir desteğin olduğu algısı kuvvetlendirilmiştir. Aynı dönemde Paris'te öldürülen üç PKK'lı kadın teröristin Türkiye'deki cenaze töreninde meydanlardan yansıyan görüntüler bu resmileşmeyi daha da kemikleştirmiş, PKK, uzantısı parti ve destekçilerine inanılmaz bir psikolojik üstünlük kazandırmıştır.
Geçen otuz sene boyunca teröristle halkın/vatandaşın ayrılması ve ona göre muamele ve mücadele edilmesi devletimizin en çok çaba sarf ettiği konu olmuş ve 2012 yılı sonlarına kadar da bu ayrımın korunmasında önemli ölçüde de başarılı olunmuştu. Ancak terör örgütüyle yaratılan pazarlık/müzakere ortamı teröristle Kürt asıllı Türk vatandaşlarımız arasındaki ayrımı PKK lehinde olacak şekilde ve maalesef devletin kendi elleriyle ortadan kaldırmış, artık teröristle normal vatandaş ayırımı yapılamaz duruma, TBMM'deki bir partiye oy veren seçmenler PKK terör örgütünün seçmenleri/destekleyenleri haline getirilmiştir. Bu nedenledir ki PKK'nın uzantısı olan partinin temsilcileri devletin teröristbaşıyla aynı masaya oturduğunu, normalde teröristle aynı masaya oturulamayacağına göre PKK'lılara terörist denilmemesi gerektiğini, çünkü onların terörist olmadığını, haklı bir özgürlük mücadelesi yaptıklarını, PKK'nın terör örgütü listesinden çıkarılması gerektiğini de söyler, talep eder konuma gelmişlerdir.  

Mit 4.Kürtlerin Türkiye Cumhuriyeti, Türk bayrağıyla sorunu yok, ayrı bir devlet istemiyoruz.

Bu mit PKK terör örgütü ve yandaşlarınca Türkiye'ye pazarlanmaya çalışılan en büyük yalanlardan biridir.
PKK terör örgütünün kuruluş amacı bağımsız bir Kürt devletine ulaşmaktır. Her ne kadar teröristbaşının bundan vazgeçtiği iddia edilse de kullanılan ifadeler (demokratik cumhuriyet, federalizm, bölge yönetimi vs) pratikteki eylem ve söylemlerle mukayese edildiğinde bu amacın gizlenmeye çalışıldığını göstermektedir.
Açılım politikalarıyla başlayan süreçte ve son olarak yapılan müzakere/pazarlıklarda teröristbaşının devletten bu konuda hiçbir talepte bulunmadığı ifade edilse de gerek sızan görüşme zabıtlarından gerekse teröristbaşıyla görüşenlerin ve mektupla haberleşenlerin açıklamaları (ki bunların teröristbaşına rağmen yapılmış olması mümkün değil)bağımsızlıktan, özerklikten, özel statüden, dört ayrı bölgedeki Kürtlerin birleşmesinden, Kürtlerin kendini yönetmesinden, kendi polis ve savunma gücünün bulunmasından vs. bahseden taleplerle doludur. Diğer taraftan teröristbaşının isteğiyle yapılan konferanslar ve bu yıl sonlarına doğru yapılması planlanan Ulusal Kürt Kongresinin hedefi Kürtlerin birlikte hareket etmesi yani birleşmesidir. Kürtlerin birleşmesi demek Türkiye, Suriye, Irak ve İran'dan toprak parçalarının koparılması demektir. Bu girişim bile başlı başına yukarıdaki söylemi bir mit hatta tamamen yalan haline getirmektedir.  Barzani'nin Kürt ulusal kongresi toplanmasına yönelik girişimleri 2008 yılında başlamıştır ancak o zamanlar Türkiye'nin karşı çıkmasıyla bunu gerçekleştirememiştir. Fakat 2009'da başlayan açılım politikaları ve son müzakere/pazarlık süreci Barzani'nin önündeki bütün engelleri ortadan kaldırmıştır. Barzani'nin kontrolünde yapılacak bu kongre Barzani'nin tüm Kürtlerin lideri olma (Büyük Kürdistan) arzusunun gerçekleşmesinde önemli bir kilometre taşı olacaktır. Böyle bir kongrede alınacak kararlar (hemen bir birleşme ya da bağımsızlık olmasa da) Türkiye'nin içişleriyle ilgili olacaktır ki bunu normal şartlarda kabullenmek de mümkün değildir. Dolayısıyla Türkiye bu kongrenin yapılmaması için her türlü girişimde bulunmalı ve elindeki yaptırım imkanlarını özellikle Barzani'ye karşı kullanmalıdır. Aksi durumda Türkiye'nin bütünlüğü ve güvenliği açısından ortaya çıkabilecek emrivaki gelişmelerden mevcut hükümet sorumlu olacaktır.  
Yukarıdaki söylemle ilgili diğer bir husus da Türk bayrağıdır. Yaptıkları toplantılarda, mitinglerde Türk bayrağını kullanmayan, Türk bayrağı asılmasını ve gösterilmesini bir tahrik unsuru gören zihniyetteki insanların kullandığı bu söylemin gerçek olmadığı aşikardır. Türk kelimesini kullanım dışı bırakmayı hedefleyen söylem ve eylemler göstermektedir ki Türk bayrağının adı Türkiye bayrağı olarak değiştirilse de kabul görmesi mümkün değildir, çünkü bu sefer de "Türklerin yaşadığı yer" anlamındaki Türkiye adı karşılarına çıkacaktır ve bunu benimsemeye de yakın gözükmemektedirler.   
       
Mit 5.       Askeri tedbirlerle, şiddetle bu sorun çözülmez. Yıllardır süren askeri operasyonların sorunu çözemediği ortadadır.

Yanlış. Çünkü 1999 yılına gelindiğinde askerin icra ettiği operasyonlar neticesinde defalarca terör örgütünü dağılma  noktasına getirildiğini, ancak siyasi, ekonomik, sosyal alanlarda teröre bahane olarak kullanılan noktaların çözümüne yönelik olarak adım atılmaması nedeniyle askeri tedbirlerle sağlanan uygun ortamların sürekliliğinin sağlanmadığını ve tekrar tekrar istismar edildiğini görmekteyiz.
Bu söylemi kullananlar teröristin elindeki silahı, terör örgütünün vahşetini, katliamını görmezden gelmekteler ve elinde silah olanlara karşı askeri tedbirler alınmadan yapılan dünyanın herhangi bir bölgesinden tek bir mücadelenin bile örneğini verememektedirler. Bu söylemin 2005 ve ağırlıkla 2009 sonrası dönemde hem PKK hem de Irak'ın kuzeyindeki yerel yönetim, Avrupa ülkeleri ve ABD tarafından sıklıkla kullanıldığını görmekteyiz. Buradaki doğru söylem "terörle mücadelede sadece askeri tedbirle sonuca ulaşılamaz" şeklinde olmalıdır ki zaten bizzat Türkiye 1999 öncesinde alınan dersler kapsamında bu sonuca ulaşmış, birçok askeri yetkili bile askeri alan dışındaki tedbirlerin de hayata geçirilmesi gerektiğini söylemiştir.
Burada dikkat çekilmesi gereken önemli konu "eğer askeri tedbirler alınmasa ve operasyonlar yapılmasaydı ne olurdu" sorusudur. Onun cevabını da 2012 yılı sonundan itibaren terör örgütünün sözde eylemsizlik uygulamasına cevaben devletin tüm güvenlik güçlerinin de hareketsiz konuma getirilmesinin (asker ve polisin kışla ve karargahların dışına çıkarılmaması) yarattığı ve bölgede yaşanan bugünkü durumdur.
Bugünkü durumu şöyle özetleyebiliriz. Askerin polisin dışarıda devriye dolaşması, varlık göstermesi devletin buraya ben egemenim algısını yaratmak içindir. Bu yapılmazsa, ki bölgeden gelen haberler bu yöndedir, boşluk PKK'lı teröristlerce doldurulmuştur. Terörstbaşının sızan görüşme zabıtlarında çekilecek teröristlerin yerini başka güçlerin (koruyucular, Hizbullah vs) doldurmasının önlenmesini istediği bilinmektedir. Şimdi ortaya çıkan durum ise PKK'nın çekilmediği aksine kışla ve karargahtan çıkması engellenen asker ve polisin yerlerini teröristler doldurduğudur. Hatta bu işi o kadar ileri götürmüşlerdir ki TSK'nın her yıl kış başında boşalttığı bahar-yaz aylarında tekrar kullandığı geçici üslere bile PKK'lı teröristlerin yerleştiği haberleri basına yansımıştır. Bugünkü ortamda PKK'nın adeta paralel bir devlet yapılanmasını hayata geçirdiği, teröristlerin hiç bir kaygı duymadan özellikle doğu ve güneydoğu bölgelerinde rahatça gece ve gündüz hareket edebildiği, taciz ateşi/adam kaçırma/iş makinelerini yakma/asayiş güçleri oluşturma ve egemen güç olduğunu gösteren yasadışı faaliyetleri gibi terör eylemleri yapmasına rağmen hiçbir karşı operasyona maruz kalmadığı gibi gelişmeler ortaya çıkmış, PKK buralarda devlet benim algısını yaratmış ve bunu beyinlere kazımıştır. Askere ve polis silah kullanmasın, askeri tedbirler uygulanmasın, operasyon yapılmasın denilerek yukarıda belirtilen terör örgütü lehindeki ortamın yaratılmış olmasına rağmen, PKK silah bırakmayı en son yapılacak faaliyet olarak görmekte (gerçekte ise silah bırakmadan silahlı unsurlarını asayiş yada özsavunma gücüne dönüştürmeyi hedeflemektedir) ve elinde tuttuğu silahla devlete şantaj yaparak demokratik bir anayasaya ve yönetim kurulacağını iddia etmekte ve bu iddiası taraftar bulabildiği gibi bunu makul karşılayarak aynı masaya oturan muhatap da bulabilmektedir.
Gelişmeler PKK'nın kendinde bu kadar güç ve hareket serbestisi bulabilmesinin ana sebebinin ise kendisine karşı askeri tedbirlerin alınmayacağı, herhangi bir askeri operasyonun yapılmayacağı güvencesini almış olmasından kaynaklandığını göstermektedir. Basına yansıyan haberler göstermektedir ki askerin operasyon istekleri bu dönemde operasyon olmaz sürece zarar verir denilerek Valiler tarafından geri çevrilmektedir. Bunun son örneği Lice'de PKK'nın anıtmezar girişimlerinin önlenmesi talebidir ki TSK'nın bu talebine Diyarbakır Valiliğinin izin vermediği ortaya çıkmıştır.[iv] Böylece asker operasyon yapmadığı için herhangi zayiat yaşamamakta, hükümet bu durumu şehit haberleri gelmiyor diyerek gerçek, süreklilik kazanmış olumlu bir gelişmeymiş gibi topluma sunmakta, PKK da askerle karşılaşmayacağı güvencesiyle hükümeti adım atmaya zorlayacak terör eylemlerini ve baskılarını rahatça ve açıkça sürdürebilmektedir.      

Mit 6.       Terörle Mücadelede "yeni konsept, yeni doktrin, yeni strateji hayata" geçirildi.

Yanlış. Çünkü olmayan bir şeyin yenisinin üretilmesi mümkün değildir.  Böyle bir söylemi kullananların uzun süreli araştırma, inceleme, değerlendirmeler gerektiren konsept, doktrin veya stratejinin anlamını, kapsamını bu kavramlar arasındaki farkı ve ilişkiyi, nasıl hazırlanacağını bilmediklerinden olacaktır ki gerçek olması mümkün olamayacak şekilde Türkiye'nin terörle mücadelesinde anlık konsept ve strateji değiştirdiği söylemlerini kamuoyuna sunmaktadırlar.
2005 ve özellikle 2009'da başlayan açılım politikaları paralelinde basına yansıyan ve manşet olan münferit bir faaliyetin olumlu tepki alması üzerine hükümete yakın kaynaklar ve yorumcular hemen terörle mücadelede yeni konsept, doktrin veya stratejinin uygulamaya geçirildiğinden bahseder oldu. Fakat bu durum o kadar sık tekrar edilir oldu ki, söz konusu kavramların felsefesine ve içeriğine ters biçimde, Türkiye'de neredeyse akşamdan sabaha konseptler, stratejiler değiştiği söylemleri sıklıkla kullanıldı.

Aslında böyle değişikliklerin olmadığını söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü hiçbir zaman  değişen konsept veya stratejiye ilişkin somut bir doküman veya belge hükümet tarafından kamuoyuna gösterilip açıklanmamıştır.[v] Bu tür söylemler hükümete yakın gazetecilerin de aralarında olduğu üçüncü şahıslarca kamuoyunda işlenmiştir. Ayrıca zaman zaman meydana gelen olaylara yönelik devletin değişik makamlarından gelen farklı tepkiler de ortada bir konsept ve strateji dokümanın olmadığını desteklemektedir. Fakat bahsedilen şekilde bir doküman ya da belge olmamasına rağmen konsept veya strateji kavramlarıyla yakından uzaktan ilgisi olmayan içi doldurulmamış, altı boş açılım söylemi, birlik beraberlik projeleri ve sloganlar (öldürerek değil yaşatarak mücadele edeceğiz, siyasetle müzakere terörle mücadele gibi) ise yeni konsept ve stratejilermiş gibi kamuoyuna yansıtıldı. Ancak söz konusu "mış gibi"yaklaşımlardan sonuç alınamamış olması da bunların konsept veya strateji değil birer popüler ve konjonktürel  söylemler/sloganlar olduğunu göstermektedir.

Mit 7.        Bölgeye artık terörle mücadelede tecrübeli komutanlar, özel eğitimli birlikler gönderiliyor. Sonuçlarını yakında alacağız.

Özellikle 2011 seçimleri sonrasında yeniden tırmanan terör saldırıları karşısında  Ağustos 2011 Yüksek Askeri Şüra kararları sonrasında TSK komuta kademesinde meydana gelen değişiklikler ve general/subay atamaları "terörle mücadelede yeni bir dönem, artık bölgeye tecrübeli, bölgeyi tanıyan komutanlar atandı, özel eğitimli birlikler bölgede görevlendirildi, sonuçlarını yakında alacağız" şeklinde kamuoyuna sunuldu.
En başta şunu söylemek gerekir ki böyle bir söylem hem önceki TSK komuta kademeleri hem de aslında bizzat hükümeti suçlamaktır. Çünkü madem elinizde terörle mücadele daha iyi komutanlar/subaylar/özel eğitimli birlikler vardı daha önceleri bu kararları niye vermediniz sorularının cevaplanması gerekecektir. Bu söylemin hedefinin özellikle eski komuta kademelerini kötüleyerek yeni oluşan komuta kademesine bir destek oluşturmayı hedeflediğini söylemek yanlış olmayacaktır. İşte bu tür haberlerin yapıldığı, söylemlerin kullanıldığı ortamda TSK'dan bu yaklaşımın doğru en azından şık olmadığını açığa kavuşturması beklenirdi. Çünkü gerçek şudur ki TSK'nın bir kariyer planlaması, rotasyon, atama prensipleri vardır ve personel bu çerçevede görevlendirilir, nitekim Ağustos 2011 sonrası atamalar/görevlendirmeler de bu çerçevede yapılmıştır. Özel eğitimli birlikler de benzer şekilde bölgede görevlendirilmektedir. Dolayısıyla tecrübeli komutanlar ve özel eğitimli birlikler varmış da kasten bölgeye gönderilmemişler, ama yeni komuta kademesi bunu düzeltti gibi bir algı oluşturulması, sorumlu makamdaki askerlerin de buna sessiz kalması en azından daha önce bölgede görev yapmış olanların hizmetleri adına doğru ve şık olmamıştır.  

Mit 8.       Terör örgütüyle müzakere / pazarlık yapılmaz.

Yanlış. Bugün aleni olarak gerçekleşen faaliyetler bu söylemin artık mitlikten de çıktığını göstermektedir. Yapılan pazarlık/müzakere o kadar aleni olmasına rağmen bu söylem bir mit olarak kullanılmakta, gerçekmiş gibi sunulmaya devam edilmekte (çünkü doğru olan teröristle pazarlık/müzakere yapmamaktadır, hükümet bunu yapmadığını söyleyerek oy almıştır, yandaşlarından destek bulabilmiştir) ve bütün açığa çıkanlara rağmen halen pazarlık/müzakere yapılmadığı söylenmektedir.
Bunun bir müzakere ya da pazarlık olmadığını söyleyenler  teröristbaşı yakalanmadan önce de, sonra da dönemin hükümetlerinin teröristbaşıyla görüştüğünü belirtmektedir. Açığa çıkan bazı belge ve yayınlanan anılar o dönemlerde teröristbaşıyla irtibat kurulduğu veya cezaevinde teröristbaşından bilgi alınmaya çalışıldığı veya terör örgütüne  mesajlar vermeye zorlandığı, ancak bu süreçlerde inisiyatifin devlette olduğu anlaşılmaktadır. Fakat mevcut T.C. hükümetinin artık kamuoyuna da yansıdığı şekilde 2006'dan buyana başlattığı gizili görüşmeler 2013 yılı başı itibariyle müzakere / pazarlık şekline dönüşmüş ve inisiyatif (hem de 2012 sonunda terör örgütünün en zor anlarını yaşadığı bir ortamda ) teröristbaşına  geçmiştir. Ayrıca nasıl olduğu belli olmayan şekilde sızan gizli/özel görüşme zabıtlarıyla hem terör örgütü ve yandaşlarına hem de görüşmelerde doğrudan devlete söylemediği konularda devlete mesaj vermektedir. Çünkü devam eden süreçte zamanlamayı, yapılacakları, aşamaları belirleyen terör örgütüdür ve teröristbaşı açıklamaları, mektupları, aracıları vasıtasıyla verdiği mesajlar ile süreci tek adam olarak yönetmektedir.
Bu söylemi bir mit olmaktan kurtarmaya çalışanlar terör örgütüyle devletin istihbarat kurumunun en doğal görevi olarak yaptığı söylemini pazarlamaya çalışmaktadır ki bu da  başka bir mit olarak aşağıda ele alınacaktır.

Mit 9.Siyasetle müzakere, terörle mücadele ederiz.

Eylül 2011'de Başbakan tarafından ifade edilen "terörle mücadele ederiz, siyasetle müzakere"[vi] cümlesi o dönemde hemen yeni strateji (bakınız 6 nolu mit) olarak yorumlandı. Tek cümleydi, doğru bir cümleydi ama bir strateji değildi altı ve içi boştu, neyi, kiminle, ne zaman, nasıl yapacağını açıklayan bir belge veya doküman haline gelmemişti.
Aslında siyasetle müzakere kapsamında yapılması gereken TBMM'deki bütün partilerin bu işe dahil edilmesiydi. Ancak bu cümlenin otoriteler(!) tarafından yorumlanmasında "siyasetle müzakere ederiz"den kasıtın PKK'nın Meclis'teki uzantısı olan parti olduğu vurgulandı ama o partinin böyle bir iradesi, yeteneği ve gücü yoktu, çünkü teröristbaşına bağlı olduklarını, onun emrinde olduklarını söyleyerek esas olanın onun söyledikleri olur diyerek bu durumu tescil ediyorlardı. Malum "kucaklaşmalar" bütün bu yorumlar ve beklentileri boşa çıkardı.  2012'nin sonunda İmralı'da teröristbaşıyla  MİT'in başlattığı müzakereler ortaya çıkınca siyasetle müzakerenin PKK'nın uzantısı olan parti üzerinden siyasetle müzakere ediliyormuş gibi yapılarak teröristbaşıyla görüşülmesi bu söylemin bir mit, gerçeğin ise "teröristle müzakere" olduğunu ortaya çıkarmıştır.
Bu mitle ilgili diğer tehlikeli durumda siyasetle müzakere ederiz ifadesinde muhatabın kim olduğunun tartışılmasıdır ki müzakere edilecek ister PKK'nın uzantısı parti olsun ister teröristbaşı olsun müzakere edilen terör değil, Kürt sorunu değil teröristbaşının hapisten çıkmasını sağlayacak PKK'nın talepleri oldu. Bu gelişmeyle birlikte Türkiye iki taraf olarak resmen ayrılmış oldu, birlik ve kardeşlik yaratalım derken toplum taraflara bölündü, devletin müzakere ettiği parti veya kişi de otomatikman tüm Kürtleri temsil eden taraf oldu, TBMM'deki diğer partilere oy veren Kürt kökenli vatandaşlarımızı düşündüğümüzde toplumun gerçekte böyle bir bölünme yaşamadığını ama sorunun kendisi gibi bölünmenin de yapay olduğunu ve gerçekleri yansıtmadığını göstermektedir.

Mit 10.  Bütün dünyada olduğu gibi bizim gizli servisin (MİT) de terör örgütüyle görüşmesi/müzakeresi doğrudur. Bu gizli servislerin görevidir.

Yanlış. İstihbarat teşkilatının tek ve ana görevi devletin kurumlarının ihtiyacı olan istihbarat isteklerini karşılamaktır. MİT kanunu olarak da bilinen Devlet İstihbarat Hizmetleri ve Milli İstihbarat Teşkilatı Kanunu'nda bunun haricinde MİT'e verilmiş bir görev yoktur.  Çünkü söz konusu kanun  "bu teşkilat Devletin güvenliği ile ilgili istihbarat hizmetlerinden başka hizmet istikametlerine yöneltilemez" hükmünü içermektedir.
Bu mit oluşturulurken kullanılan destekleyici argüman ise terör örgütleriyle mücadele eden diğer ülkelerin gizli servislerinin de görüşme/müzakere yaptıkları yönündeki hiçbir gerçek belge ve bilgiye dayanmayan ifadelerdir ki kamuoyumuzda en çok bilinen ETA ve İRA örneklerinde bunu gösteren bilgi ve belgeler mevcut olmadığı gibi tersine esas olarak terör örgütlerinin yapacağı faaliyetleri / saldırıları önceden haber almaya (ki gizli servisin esas görev de budur, istihbarat toplamak) yönelik  olarak gizli servisin polis ve askeri istihbaratın önüne geçmesi söz konusudur. Bugün yine ABD terörle mücadelede tek gerçek terör tehdidi gördüğü El Kaide örgütüyle bir görüşme ve pazarlık içinde olduğunu gösteren hiçbir bilgi belge, haber yoktur. Aksine terörle mücadele stratejilerinde bunu kesinlikle ret etmektedir. Nitekim El Kaide lideri Ladin'in sağ olarak yakalanma fırsatı varken öldürülmesi ve halen El Kaide'nin lider kadrosuna yönelik özellikle insansız uçaklarla yaptığı operasyonlar ABD'nin bu terör örgütüyle  müzakereyi aklından bile geçirmediğini ve keskin hiyerarşik yapıda olan terör örgütlerinin lider kadrosunun imha edilmesi o terör örgütünün dağılmasını sağlayacak en önemli etken olarak gördüğünü göstermektedir.
2012 yılı sonlarında ABD Büyükelçisinin kendilerinin El Kaide lider kadrosuna yönelik kullandıkları teknik, taktik ve prosedürleri Türk hükümetiyle paylaşabileceklerini açıklamış ancak Türk yetkililer konuyu bile incelemeden Kandil'in özel şartları olduğu gerekçesiyle lider kadroya yönelik bir stratejilerinin olmadığını ortaya koymuşlardır. Tabii bunun arkasında o dönemlerde MİT müsteşarıyla teröristbaşı arasında başlamış olan müzakerelerin de rolü olmuş olabilir.  Bununla birlikte 30 yıldır terör yaparak yaşayan, demagoji ve pazarlık/müzakere konusunda çok tecrübe kazanmış teröristbaşının karşısına müzakere eğitimi / tecrübesi olmayan kişiler oturtulmuş ve yapılan müzakerelerden doğal olarak teröristbaşı galip çıkmış, müzakere edilerek bir sonuca ulaşılmasından ziyade teröristbaşının kuralları, zamanlamayı, uygulamanın nasıl olacağını dikte ettiği bir sürece dönüşmüştür.
Bu bağlamda şunu söylemek mümkündür. Türkiye'nin PKK terör örgütüyle mücadelesi özellikle 2005'den sonra mitlerle yürütülmüştür ve terör örgütüyle yapılan müzakere/pazarlıklar ise bu konudaki son mitin bizim MİT olduğunu göstermektedir.

Sonuç olarak;

Terörle mücadele mitlerle idare edilemeyecek kadar ciddi bir konudur, çünkü Türkiye'de 40.000 insanın hayatına mal olmuştur. Terör yaparak sorun yaratanlar ellerinde silahla tehdit ve şantajla sorunu çözeceklerini, kendilerine güvenilmesini, onlar ne isterse yerine getirilmesini istiyorlar. Mazisi yalan, vahşet, tehdit, şantajlarla dolu teröristlerin beyanlarına dayanarak sorunun çözümü mümkün olmadığı gibi akla, mantığa, vicdana da uygun değildir ama şu anda Türkiye'de yapılmak istenen budur. Bu aşamada yapılması gereken sorunun doğru tanımlanması, sorunun her veçhesine çözüm getiren ayağı yere basan gerçekçi politika ve stratejilerin belirlenmesi ve bunların toplumu taraflara ayırmadan toplumsal mutabakatla hayata geçirilmesidir.

KAYNAKÇA;


[i]Mitoloji, Vikipedi, http://tr.wikipedia.org/wiki/Mitoloji, Erişim tarihi 28 Nisan 2013.
[ii]Yazarın notu: Konuyu güncel bir gündem maddesiyle de şöyle açıklayabiliriz: TBMM'de bir anayasa değişikliği çalışması var, önemli başlıklardan birisi de yönetim şekli yani mevcut parlamenter yapı ve değişik şekillerdeki başkanlık sistemleri tartışılıyor. Bu tartışmaya nasıl gelindi? En başta nasıl bir detaylı çalışma yapıldı da mevcut sistemin Türkiye'yi taşımadığına karar verildi? Mevcut sistemin tıkandığı noktalar neler, bu tıkanıklık nereden kaynaklanıyor? Çözüm seçenekleri nelerdir? Bu ve benzeri sorulara objektif cevapları ortaya koyamadan şimdi burada adı ne olursa olsun ama biz şunu istiyoruz yani adına siz kuvvetler ayrılığına dayalı parlamenter sistem deyin ama biz başkanlık sistemine benzer kanunların, yetkilerin uygulanmasını istiyoruz diyebilir misiniz? Derseniz bu sorunu çözer mi? Tabii ki hayır, çünkü daha üzerinde mutabık kalınacak şekilde sorun tanımlanamamıştır.
[iii]"Çapulcudan Özgürlük Savaşçısına, Terörden Direnişe, Direnişten Bağımsızlığa: PKK Terör Örgütünün Dönüştürülmesi", http://www.21yyte.org/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/05/27/7012/ capulcudan-ozgurluk-savascisina-terorden-direnise-direnisten-bagimsizliga-pkk-teror-orgutunun-donusturulmesi, 27 Mayıs 2013.
[iv]  "TSK'nın Mezarlık Taleplerine Ret", Milliyet, 23 Temmuz 2013.
[v]Bu konuda örnek olarak ABD'ye bakarsak bu tür önemli strateji dokümanları bizzat ABD Başkanı ve ilgili bakanların konuşmalarıyla kamuoyuyla paylaşılmakta, içeriği açıklanmaktadır. Türkiye'de bunun örneğini görmek mümkün değildir.
[vi]"Terörle mücadele ederiz siyasetle müzakere", http://www.haberturk.com/gundem/haber/672922-terorle-mucadele-ederiz-siyasetle-muzakere, Erişim Tarihi 19 Temmuz 2013.

http://www.21yyte.org/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2013/08/04/7142/sadadasd

..


17 Ekim 2016 Pazartesi

Askeri Demokrasinin Güvencesi sayanların gafleti


Askeri Demokrasinin Güvencesi sayanların gafleti

24 Ağustos 2013 Cumartesi


Askeri demokrasinin güvencesi sayanların gafleti! 

Aziz Üstel















Batı’nın televizyona çıkıp ahkam kesenleri, kaleme sarılanları, İslamofobilerini “özgürlükçü, tarafsız, liberal” gibi sözcüklerle cilalayan yorumcular, düşünürler, siyasileri Arap Baharının bir yalan olduğunu, demokrasi yerine kargaşa getirdiğini öne sürüyorlar. Gönüllerinden geçeni kusanlarsa, İslam’ın hoşgörüden yoksun, uzlaşmadan uzak olduğu için demokrasinin Müslüman ülkelerde hiçbir zaman uygulanamayacağını söylüyorlar.

Bu görüşler gerçeği yansıtmıyor. Herkesin pembe bulutlar üzerinde koşuşturduğu, hayaller kurduğu, Arapların sokaklara döküldüğü ve üç diktatörü alaşağı ettiği günler uzaklarda kaldı. O sokaklara dökülenlerin büyük bir çoğunluğu hayal kırıklığına uğradı; yaşamları belki de eskisine oranla çok daha kötü.


Ancak neyin, neden ve nasıl olduğunu irdelemekte yarar var:

Her şeyden önce “hiçbir şey çabucak ve kolayca gerçekleşmeyecekti!” Arap Baharı başlayıp hemen bitecek bir olay değil, bir süreç. Arap diktatör ve öylesi bir düzenden nemalananlar demokrasi geldi diye kaçıp saklanmayacak ya da ortadan kaybolmayacaktı. Batı’nın Arap Baharına desteğiyse ta baştan beri belirsizdi. Dahası Batı her zamankince ikili oynamayı tercih etti. Yani bir yandan yeni filizlenen demokrasilere arka çıkarken öte yandan diktatörlerin destekçileriyle dirsek temasını sürdürdü; ne olur ne olmaz hesabıyla!

Uzun süre baskı altında tutulmuş, itilip kakılmış toplumların bir gecede, insan haklarına saygılı, çoğulcu, hoşgörülü bir millete dönüşmeleri mümkün değildir elbet. Demokrasi kuşaklar boyu sürebilecek, uzun süreli bir mücadele sonucu elde edilebilir ancak.

Askerin demokrasiye yönelik tutumu değişkendir.” Tunus’ta, örneğin, silahlı kuvvetler diktatörü bıraktı, siyaset sahnesinden çekildi. Mısır’daysa tam tersi oldu! Perde arkasından çalışarak halkı sokağa döktü, “düzeni sağlamak” adına seçilmiş yönetime el koydu.

El koydu da... Eline yüzüne bulaştırdı. Silahlı Kuvvetlerin demokrasiye sahip çıkacağı, destekleyeceği kavramı, tecrübeyle sabit, kocaman bir yalandır!

Libya’da diktatörü Batı devirirken Suriye’de kılını kıpırdatmayıp uzaktan izlemeyi tercih ediyor. Bu iki ülkede de asker demokrasi karşıtı, diktatör yanlısı. “Asker demokrasinin gelmesini kolaylaştırır” deyişi kesinlikle doğru değil. Kendi içinde demokratik olmayan bir kurum, nasıl kendine yabancı bir düzene destek olabilir ki!

Arap baharına soyunan ülkelerin en büyük hatası silahlı kuvvetlerin etkisini ve gücünü önemsememek olmuştur. Dahası muhalefetin varlığını inkar etmekle kalmamış, uzlaşma yolları arayacaklarına, silip atmanın çarelerin aramışlardır. Sadece Tunus’taki iktidar anlamıştır bir başına yönetemeyeceğini ülkeyi; muhalefetin sesine de kulak vermesi gerektiğini. Tabi muhalefet Türkiye’deki gibi olağanüstü beceriksiz çıkar, sür-git yapışacağı asker eteği aranırsa iktidarın da işi aynı oranda zorlaşır.

“Sokağa dökülenlerin sayısı milyonu aşsa da gücü sınırlıdır” gerçeğini unutmamak gerekir. Sokak iktidar değiştirebilir düşüncesi, uydu televizyonları ve sosyal medya aracılığıyla kök salmıştır. Dünyada hiçbir ülke, ister batıda ister doğuda, bu iletişim ve etkileşimden kendini uzak tutamaz. Ancak bunlar başlıbaşına yeterli değildir. Toplumsal başkaldırı ve öfkeyi gerçek ve uzun süreli, millet çoğunluğunun beklentilerini karşılayacak bir değişime dönüştürdüğünüz an demokrasiyi yaşatabilirsiniz. Örneğin 2002 yılından bu yana AK Parti, Türkiye’de bunu büyük ölçüde başarabildiğinden seçimlerde yüzde ellinin üstünde oy alabilmiş, milletin oylarına sırtını dayayarak darbe yanlılarını silahlı kuvvetlerin içinden ayıklamayı başarmıştır. Muhalefetse bu gün de, dün olduğu gibi, Türkiye gerçeklerini bir türlü kavrayamamanın sancılarını çekmektedir.

Arap ülkelerindeyse, seçimle gelen iktidarların, toplumsal beklentileri hayata geçiremedikleri sürece demokrasiyi yaşatmaları çok ama çok zordur.