31 Ocak 2015 Cumartesi

ÖZELLEŞTİRME - MÜMKÜN MÜ? DOĞRU MU?





- ÖZELLEŞTİRME -
MÜMKÜN MÜ? DOĞRU MU?

 

 

 Arslan BAŞER KAFAOĞLU

Geçen yazımızda "özelleştirme" konusundaki Anayasa Mahkemesi  kararının esas  alarak "özelleştirme"nin  mümkün olup olmadığını irdelemiş ve şu sonuca varmıştık: Hükümetin istediği biçimde bir özelleştirme mümkün değildir.
Ancak hükümet Anayasa Mahkemesi'nin gösterdiği sakıncalar giderecek bazı kayıtlar koyarak bu eksikliği giderme yoluna gitmektedir. Anayasa Mahkemesi'nin bir yasayı incelemeye alması, bilindiği gibi, bazı koşullara bağlıdır.  Bir yasanın Anayasaya uygun olup olmadığının Anayasa Mahkemesi'nce incelenebilmesi için ya Ana Muhalefet Partisi'nce ya da en az 91 milletvekilince Yüce Mahkemeye dava açılması gerekmektedir. Böyle bir koşul oluşmadıkça  bir  yasa  uygulamaya  girer.  Bir  de  uygulama sırasında bir ihtilaf halinde bir kaza merci nin davada bir tarafın iddiasını  ciddi  bulması  sonucunda  da  dava Anayasa  Mahkemesi' ne gelebilir. Ancak şimdiye kadar ki deneyimler, bu gibi durumlarda  söz  konusu  yasanın  iptali  halinde  bile,  ortaya "kazanılmış haklar" çıkmakta ve çoğu durumda "iş işten geçmiş" olmaktadır.
Hükümetimizin sayın Başkan ve Mümtaz Soysal dahil bütün üyeleri   yasayı   çıkarmada   ve   hızla   uygulamada   kararlı görmemektedir.  Ana muhalefet bu yasayı engellemeye baştan karar vermiştir. Tasarıya tek muhalif görünen Refah Parisi'ne gelince, bu partinin milletvekili sayısı (39 milletvekili) elverişli olarak 91 milletvekili imzasının toplaması zor olduğu gibi, bu partinin hep bilinen "ne yapacağı önceden kestirilemez" durumu karşısında özelleştirmenin yasa olarak BMM' den geçmesi ve hızla uygulanmaya başlayacağı gerçeği karşımızdadır.
Bu nedenle hukuksal bir engellemeden umudumuzu kesmiş olarak BMM ve hükümeti uyarmadan başka yapacağımız şudur; burada her şeye karşın bu uyarı yapacağız:
1) Bu yasa Türkiye gerçeklerine ve dava açılmasa bile unutulmaması gerekir ki- Anayasamıza temelden aykırıdır. Bu nedenle uygulanmasında karşısına büyük engeller çıkacağı unutulmamalıdır.
2) Halkımızın çoğu "özelleştirme"yi istemiyor. Yapılan kamuoyu araştırmaları,  bunca medya baskı ve propagandasına karşın, halkımızın hala "özelleştirme" ye iyi bakmadığını göstermektedir. Bu demektir ki, özelleştirme yasasını çıkaran BMM ve hükümet, halk istemine karşıt düşünmektedir. Hem hukuk sistemine ve hem de halkımızın istek ve eğilimlerine karşı olan bir yasadan da kimse hayır beklemesin.
Yine de bu uyanlarımıza kulak verileceğini umuyoruz. O vakit işi başta çalışanlar (kamu çalışanlar, işçiler ve sendikalar) olmak üzere kamuoyunun ve ülke insanlarının tepkisine bırakacağız. Ve geçen sayıda çıkan  1  nolu yazının sonunda belirttiğimiz gibi "özelleştirme"nin   doğru   olup   olmadığının   araştırılmasına bırakıyoruz.


-I-

 "Özelleştirme"de estirilen KİT'lere karşı havada kullandığı en önemli sav, KİT'lerin her dört günde 1 trilyon lira zarar ettiği yolundaki yoğun suçlamadır. Evet bu "suçlama" sık sık, "Her gün 250 milyar lira zarar"  şeklinde, her zaman her yerde söyleniyor.
Aslında KİT'lerin dört günde 1 trilyon, ya da her gün 250 milyar lira zarar ettikleri, çok büyük bir abartmadır. Bu abartma ve hesap hatasını çok yazdık ve radyolarda, TV konuşmalarında çalışanların  düzenlediği  panellerde  anlattık.  Ama  dinleyen olmadı. Bu nedenle savımız saklı kalmak üzere, bir an için doğru kabul ederek, KİT'lerin her gün 250 milyar lira zarar ettiğini veri olarak ele alalım. Doğal  olarak milyar lira, bireyin kafasında büyük paradır. Hele "250 milyar lira zarar ediyorlar" denince, karşıdakinin kafatası atıyor. "Öyleyse kapatılsın, satılsın" yanıtı geliyor.
Oysa kamu harcamaları ve bütçelerde "Milyar"ın önemi kalmamıştır. Ek ödeneklerle birlikte 1994 Bütçesi 800 trilyon lira, ya da başka deyimle "Sekiz yüz bin milyar lira"dır. 1995 yılında ise bütçe giderleri " 1.300 Trilyon" veya "Bir milyon üçyüz bin kez MİLYAR" olacaktır. Başka şekilde ifade edelim: 1994'te harcanan bütçe fonları her gün "ikibin milyar" lira ve 1995'te ise her gün "dört bin milyar" liradır. Yılda değil günde 2.000 veya 4.000 milyar liranın, nerelere harcandığını şimdilik bırakalım, her gün 4.000 milyar lira harcayan bu tutar ile halka hangi hizmetler verileceğini anlamaya çalışalım:
- Daha ucuz elektrik, sulama suyu ve daha ucuz gübre...
- Daha ucuz kömür, daha ucuz taşıma (Banliyö trenleri, şehir hattı vapurları vb.) ve haberleşme...
- Tarımda üreticinin ezilmemesini engelleyen ya da hafifleten fiyat desteklemeleri...
Yani bu zararlar birkaç yüz bin işçi ya da memur tarafından değil, milyonlarca tarım üreticilerine, tüketiciye yardımlar olarak kullanılmaktadır. Heder olan değer değildir, bir boşuna yapılan harcama değildir. Aslında her gün 250 milyar zarar varsa bile bu 1994'te 2.000 ve  1995 bütçesinde 4.000 milyarlık kamu harcamasının dışında ve bununla elde edilen sosyo-ekonomik faydalar düşünülürse bütün bir KİT sistemini temelden yıkma gibi felaketli bir sonuca neden oluşturamaz.
Hükümet eğer "Milyar Lira"  olarak bazı giderlerin böylece anılmasından hoşlanıyorsa, biz de bazı sayılar verelim:
- Askeri harcamalar bu yıl her gün 600 milyar lira olacak. Gelecek yıl bu rakam 1.000 milyar lira olacak.
- Daha önemlisi iç borç faizlerine harcanan para her gün 800 milyar liradır. Gelecek yıl,  1995'te bu rakam 1.500 milyar lira olacaktır.
Kaldı ki KİT'lerin her gün 250 milyar lira, ya da yılda 91 trilyon lira değildir. 91 veya 95 trilyon lira 1995 bütçesinde KİT'lerin finansman açığıdır. Bilindiği gibi, özellikle bizim gibi yıllık fiyat artışının % 120'yi aştığı bir ülkede özel olsun, kamusal olsun ticari firmalar, hatta hiç yatırım yapmasa da, finansman açığı verir. Çünkü, sattığı malların bedeli ile üretim (mal veya hizmet) giderlerini karşılayamaz. Mecbur olur dışardan kaynak sağlar. Bunu sağlama biçimleri çeşitlidir. Bizde en önemli karşılama biçimi,  banka kredileri  sağlama ve  sermaye artırımıdır (kar dağılımı yoluyla sermaye artırımı elbette buraya girmez). İşte, 1995 yılındaki KİT'lerin finansman açığının içinde şu unsurlar vardır:

a) KİT'lerin "görev zararları", yani hükümetin KİT'lere verdiği yönerge ile tarifelerin sosyal amaçlarla düşük tutulduğu için doğan  zararlar  dolayısıyla  hükümetin  düşük  tarife  farkını karşılayan (tazminatlar gibi) ödemeler,
b) KİT'lerin bazılarına Hazine' nin sermaye artırım ödemesi
c) KİT projelerine Hazine' ce veya Hazine kefaletiyle alınmış krediler,
d) Çeşitli proje ve işletme kredileri.
Doğal ki böyle beliren ve içinde zararda bulunan KİT açıkları, KİT zarar demek değildir.
Bu nedenle KİT'lerin finansman açığını zarar diye göstermek ve hele bunu bilerek yapmak, herhalde görevi gereği yurttaşa "doğru bilgi veren" ciddi kişilere yakışmaz. Hele kamu açığının büyük kısmının KİT'lerden geldiğini orada burada anlatmayı nasıl nitelemek gerektiğini okuyuculara bırakıyorum.

-II-

KİT'lerin özelleştirilmesi savunulurken dünyanın her yerinde özelleştirmenin yaygın olduğu öne sürülüyor. Bu da abartmadır. Borçlarının  yığılmasıyla  şaşkın  hale  düşen  Güney  Amerika ülkeleri bir yârı bırakılırsa, bütün KİT'lerini (ve BİT' lerini yani Belediye iktisadi işletmelerini) satılığa çıkarmış az gelişmiş ülke yoktur. Bugün gelişme hızı her vesile ile övülen Güney Kore ve' Uzak Doğu 'nun kaplanlarında kömür, elektrik kurumları; tekelci devlet  kuruluşlarının  elindedir.  Bağımsız,  borçları  dolayısıyla ekonomik kaderini IMF (ve ikizi Dünya Bankası) ile belirlenen ülkeler dışında özelleştirme yapan gelişme yolundaki ülke yoktur. Örneğin, Hindistan, Mısır, Endonezya gibi ülkelerde böyle bir şey yoktur.
Özelleştirme, Doğu Avrupa ülkelerindeki moda  ve öncü fikir olma durumunu da yitirmiştir. Doğu Almanya, Federal Alman Cumhuriyeti'ne   katıldıktan   sonra,   bu   ülkedeki   kamu işletmelerinin  özelleştirilmesinde  ise   tamamen  ideoloji  rol oynamıştır. İngiltere'de özelleştirme modası tersine dönmüştür. Muhafazakar Parti Avam Kamarası grubunun önemli sayıda milletvekilinin  Hükümete  verdiği  ihtarla,   Posta  yönetiminin özelleştirmesi  durmuştur.  Şimdi  iktidar   partisi  kulislerinde "özelleştirme" yerine "özerkleştirme"den söz ediliyor.
Özelleştirmenin   ekonominin   her   derdine   çare   olarak gösterilmesinde özel ellerde karın ortağı, KİT'lerin gereksiz yere adam istihdam ettikleri, KİT'lerin siyasal emellere alet edilmeleri gibi gerekçeler de var. Bunları da kısaca yanıtlayalım.
KİT'lerin zarar ettiği, durmadan ve özel ellerdeki eşdeğer kuruluşlara göre daha verimsiz çalıştığı, çok kolay varılmış yazgıdır. Birçok KİT, özel kesim kurumlarının ulaşamayacağı düzeyde kar edebilmiştir. Bunlardan örneğin Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Bankasının 1993 yılı kan özel kesim bankalarının hepsinden her türlü ölçüyle yüksektir. Öte yandan, 1988 yılına kadar en yüksek kar gösteren  sanayi  kuruluşları  KİT'ler  idi.  Bir AL-PET,  bir EREĞLİ DEMİR ÇELİK özel kesim firmalarını çok geride bırakan karlar elde etmişlerdir.
     Aslında Türkiye'de 500 büyük kuruluşun, kendi iştigal alanlarında doyurucu kar elde ettiği söylenemez. Bu firmalara dair verilerin gösterdiği bu kuruluşların gayri safı gelirlerinin yüzde 10-52'sini kendi asıl çalışma alanlar dışında elde ettiğini belirtiyor.  Aslında bugün sanayi kuruluşları ihracat dolayısıyla aldığı avanslar, devlet sübvansiyonları (bu sübvansiyonların ne kadar olduğu hiçbir istatiğe konulmaz) bankalardaki kısa vadeli birikimleriyle  becerdikleri "REPO" lar, Devlet Tahvili ve Hazine Bonoları faizleri, hisse senedi ve taşınmaz mal gelirlerinden topladıkları kaynaklar olmasa ayakta kalamazlar.
- Fazla adam çalıştırma konusuna gelince, bu konuda da haksızlık  edilmektedir.  Çünkü,  1982'den  bu  yana  KİT'lerin çalışanların kadrolarında ciddi bir kabarma olmamıştır. Aksine birçok KİT'lerde işçi çıkarılması olgusu ve gerçeği vardır. Sadece TEK ve Telefon (komünikasyon) alanında ve ciddi şebeke ve hizmet genişlemesine paralel olarak çalışan sayı artmıştır. Birçok haber asılsız yere yayılmaktadır. Özellikle Zonguldak kömür madenlerinde  yer  üstünde  çalışanların,  yer  altında  (üretimde) çalışanların sayısının üç katı olduğu haberi,  çok asılsız ve gerçekle  ilgisi  bulunmayan  bir  iddiadır.  Aslında yer  altında çalışanlar, yer üstünde çalışanların iki katıdır.
-  Her  siyasal  partinin  KİT  kadrolarına  yeni  insanlar yerleştirdiğine  gelince,  bu  da  gerçek  dışı  iddiadır.  KİT'lerde çalışan personelin ortalama kıdemi 12 yıldır. Eğer her gelen siyasal parti adam yerleştirmiş olsaydı, bu kıdem ortalaması bu düzeyde olmazdı. Partilerin KİT'lerin her birine yönetim kurulu üyesi olarak 5 kişi atadığı doğrudur. Siyasal partilerin KİT'lere atamaları da burada kalmaktadır (aslında bunu da "siyasetçi eskileri" yerine uzmanlardan atasalar daha iyi). Yani böyle atamalar dışında kadro şişirilmesi, hiç olmazsa 1980'den bu yana, önemli ölçüde yoktur.

-III-

1)  KİT'lerin  yığın  halinde   satılması,  bunlara  alıcı  bulma güçlüğünü beraberinde getirecektir. Bu nedenle ister istemez "ölmüş eşek fiyatı" denilen fiyatlarla KİT'ler elden çıkacaktır. Doğrusu yazık olacaktır. Bu korkumuz dayanaksız değildir. Bu güne  kadar  satılan  (özelleştirilen)  KİT'lere  ödenen  paralar, özelleştirmeye yapılan giderleri bile karşılayamıyor. Bazı KİT'ler ya da KİT ortaklıkları arsa payı bedellerine ulaşmayan bedellerle ona buna peşkeş çekilmiştir.
2) Böyle ucuz bedellerle alınacak bu tesislerde, birçok tesis şimdiki  işleriyle  değil,  konut yapımı  vb.  gibi  alanlarda  kullanılacaktır. Örneğin Lüleburgaz'da bir YEM tesisinin 33 milyar liraya, İstanbul YEM tesisinin ise 117 milyar liraya bir "Otomobil galerisi" ne satıldığı bilinmektedir. Bu galericinin bu tesisleri kendi çalışma alanında tutacağını sanıyorum. Böylece bir bakıma ekonomide sanayi alanındaki bir çok üretici güçlerin, spekülatif alanlara,  konutlaşmaya doğru yayılacağını tahmin etmek zor değildir.
3) Özelleştirme ile yatırım hacmi daralacaktır. Buna şöyle anlatalım:
- Satış ulusal bir girişimciye yapılırsa, o girişimci Türkiye'de zaten kurulmuş bulunan bir fabrikayı satın alacaktır. Yani fiziksel olarak yatırım artmayacaktır. "Pekiyi özelleştirme gelirleri ne olacak?" diye sorulabilir. Bu gelirler:
a) Önce özelleştirme giderlerine,
b)  Özelleştirilen  veya  kapatılan  KİT'lerin  işten  çıkartılına dolayısıyla hak kazandıkları tazminatlara,
c)   Bunlardan   artarsa   mevcut   KİT'lerin   bazılarının düzeltilmesine değil, bütçe açıklarına gidecektir.
- Satış Borsa' da yapılırsa yine fiziksel yatırım artmayacaktır. Yabancı Sermaye' ye satış yapılırsa ne olacağını, satılan KİT'in çeşidine göre inceleyelim.
- Yüksek teknoloji alanında bir satış ise olacakları Dışişleri Bakanı Mümtaz SOYSAL' ın 13 Kasım 1994 günlü Hürriyet gazetesinde yayınlanan yazımızla açıklayalım (Ek. 1). Özellikle şu satırlar, özelleştirme tasarısında imzası bulunan bir BAKAN için ne acı:
"Resim herhangi bir grup fotoğrafı kadar neşeli, şen, şakrak... dudaklarda  gülücükler,  kızlı  erkekli,  müthiş  bir  dostluk ve dayanışma havası.
Alcatel Bell şirketinin Belçika'daki araştırma laboratuarında çalışan Türkiye 'li elektronik mühendisleri.
Özelleştirme adı altında yapılan o talihsiz hisse satışı olmasaydı, başka arkadaşlarının da katılımıyla çok daha kalabalık, kendi şirketlerinin, yani TELETAŞ' ın laboratuarlarında çektirmiş olacaklardı.
Ama TELETAŞ, artık yüzde 65 hissesini elinde bulunduran bir yabancı şirketin yan kuruluşu olmaktan başka bir şey değil..."
Kadim  dostum  Mümtaz  SOYSAL' ın  içinde  bulunduğu hükümetin başı, telefon ve elektrik laboratuarlarımızı TELETAŞ (ve  de  NETAŞ)  laboratuarlar   ve  çalışanlar  gibi,  yabancı tröstlerin emrine verme sevinç ve heyecanı içindeler.
4) Yukarıdaki örnek, TELETAŞ örneği KİT'lerin Türkiye Sanayi 'ne getirdikleri, ama nankörce akıldan çıkarılan bir niteliğini ortaya çıkarmaktadır. Türkiye'de hangi alana devlet dört elle sarılmışsa,  o  alanda yenilmez bir 'Türkiye 'li  teknoloji  ortaya çıkmıştır. Tekstil böyledir, cam ve züccaciye böyledir, deri sanayi böyledir. Teknolojimiz bu alanlarda dışarıyla yarışmayı olanaklı kılıyorsa, bunun nedeni oralarda ilk sanayi açılışlarının KİT'lerle başarılmış olmasıdır. Devlet girdiği her alanda sağlam bir şekilde, sanayinin alt yapısına önem vermiştir. Bir de devletin girmediği, ama  ulusal  kaynakların  avuç  avuç  harcandığı  otomotiv endüstrisine veya oto lastiği endüstri dallarına bakın! Buralarda ulusal bir teknoloji kurulabildi mi?
      Devletin kurduğu yeni ve son teknoloji alanı telekomünikasyon idi. Bunu TELETAŞ ve (çoğunluk payı PTT'ye ait olan) NETAŞ temsil ediyordu.  İkisi de "özelleştirme" serüveni ile elimizden çıktı. Devletin ülkemize getirdiği, ikinci bir yüksek teknoloji alanı PET-KİM,  bugünkü  özelleştirmenin  [telekomünikasyonda  son Türk bayrağı dalgalanan TELEFON YÖNETİMİ ile birlikte) hedef tuttuğu ilk kuruluşlardır.
      Devletin sanayiden çekilmesiyle, ülkemiz teknolojik gelişmeden elini  ayağını  çekmiş  olacaktır.  Teknolojiden  elimizi  ayağımızı çekmek demek ise, ne kadar globalleşmeyi sevsek (!) dünyada ikinci sınıf devlet olmayı kendi irademizle tercih etmemiz demektir.
Para ele geçer, harcanır, gider... Ama devlet eli olmadıkça Türkiye sanayi kuruluşları ne kadar kazançlı olsalar, dışarıdaki kuruluşların Türkiye şubesi olmadan ileri gidemez.
5)  Son  günlerde  Ankara  Belediyesi,  BOTAŞ  ve  hükümet arasındaki tartışmayı hatırlayalım. Ankara Belediyesi BOTAŞ' a 1 trilyon  lira  tutarındaki  alacağını  ödememiştir.  BOTAŞ,  bu ödemenin yapılmasının aksi halde Ankara şehrinin elektriğinin kesileceğini beyan etmiş, ihtar etmiştir. Ama hükümet araya girerek bu  ödemenin  yapılmamış  olması  halinde  bile,  gazın  kesilmemesini  BOTAŞ' tan  (bir KİT olduğu  için)  istemiştir.  Eğer BOTAŞ bir özel kesim firması olsaydı, daha bu alacak böylesine büyümeden Ankara'nın doğal gazını keserdi. Aslında bu 1 trilyon bir KİT'in bir belediyeye yaptığı sübvansiyondur. Çok güvenliyim ki, BOTAŞ' ın başka belediyelerden de alacakları vardır.
Bizde hep KİT'lerin devlet tarafından akçalı desteğine değinilir de,  KİT'lerin devleti ve belediyeleri sübvansiyonundan hiç söz edilmez. Bizim TPAO'da (Türk Petrolleri A.Ş.) çalıştığımız sırada en büyük sorunumuz, Milli Savunma Bakanlığı'na verilen akaryakıtın parasını tahsil edemeyişiydi. O zamanlar TPAO kan devlet bütçesinin % 10'u dolayındaydı. Ve belki de 500 büyük firmanın karları toplamına eşitti. Buna karşın TPAO, Milli Savunma (ve bunun yanında devlet dairelerinin çoğundan) alacaklarını tahsil edemediğinden, kaynak sıkıntısı çekerdi. Düşünün ki, Boru Hattı ve Yarımca Petro -Kimyası'nın yatırımlar  da TPAO tarafından yürütülürdü. Yani o zamanki KİT yatırımlarının % 20'si, Türkiye Petrolleri A.O.  tarafından yapılır ve  devlet olsun,  belediyeler olsun, borçlarını TPAO ve Petrol Ofisi'ne ödemezlerdi.
Ben şimdi de  durumun farklı olmadığını görüyorum. Zaman zaman  AKTAŞ,  karayollarının  borcu  nedeniyle  Boğaziçi  veya Fatih köprülerinin elektriğini kesmekte, makamların işe el koymasıyla elektrikler açılmaktadır. Bir ara İstanbul'da, aynı nedenle okulların elektriğinin kesilmesinden söz edilmişti. Ben petrol,  elektrik,  doğal  gaz,  telefon  faturalarının  birçoğunun ödenebildiği kanısında değilim. Hele bütçenin hemen tamamının Güneydoğu asayiş harcamaları ve iç borca gittiği bu günlerde Hazine bu "bedava finansman"ı ihmal etmez.
Sözün kısası, bu bütçe ile, bütçe giderlerini artırıp devletin bu hizmetlere  ödemelerinin  yapılmasını  sağlamadan  özelleştirme yapılamaz. Bir özel şirket, Boğaziçi köprülerinin, okulların, belediyelerin borçlarının bu kadar kabarmasına tahammül edemez. Elektriğini, telefonunu, doğal gazını derhal keser.
Önümüzdeki özelleştirme uygulamalarında, ya devlet ve belediyeler özelleştirme sırasında bu borçlarını "devralan" firmaya ödeyeceklerdir. Yani "özelleştirmeden gelmesi beklenen" fonlar azalacaktır. Ya da bu zorunlu kesintilerden dolayı bir kargaşa alır yürür.
6) KİT'ler Anadolu'da uygarlığın ve sanayi dönemi kültürünün yayılmasını ve nüfusun belli bölgelerde yoğunlaşarak altyapı hizmetlerinin  bugünkü  kadar  olanaksız  hale  gelmesini  engellemişlerdir. Bir Nazilli, bir Kırıkkale, bir Karabük, bir Malatya ve hatta Kayseri, büyük Atatürk'ün geleceği görerek sanayi Anadolu'ya yaymak sonucu bugünkü durumları kazanmışlardır. Siz bakmayın  cicili  bicili  özel  kesimin  bugünkü  görünüşüne, özelleştirme  ve   Devletin   sanayi  ve   hizmet  kesiminden çekilmesiyle,  Bolu'nun  doğusunda yatırımlar  duracak,  nüfus dağılım dengesinin bozulmasıyla İstanbul, Bursa, İzmit gibi kentlerin hatta bunun yanında İzmir, Adana ve Diyarbakır kentlerinin altyapı hizmetleriyle başa çıkılması olanağı kalmayacaktır. Kaynak ve birikimlerinizin  çoğu bu  anlamsız,  saçma nüfus  birikimlerinin en ivedi ve kaçınılmaz gereksinimlerini (temiz hava, temiz su gibi) karşılanmasına harcanacaktır. Bir yandan Anadolu ıssızlaşacak, öte yandan büyük kentler (İstanbul ve Bursa başta) köylerle donanacaktır. Böyle bir yapıda Atatürk ilkelerinin  savunulması güç hale gelir.
7) Son hayat pahalılığı istatistiklerinin, Devlet Bakanı Aykon Doğan'ın da bir gazeteye söylediği gibi, özel sektörün keyfi zamlarıyla  alevlendirmektedir.  Bazı  tarımsal  ürünlerinin  imal ve satışıyla uğraşan özel sektör kuruluşları ise, köylüden aldıkları ürünlerin fiyatlarını düşürmek için, aynı alanda çalışan KİT'lerin özelleştirilmesini beklediklerini açıkça belirtiyorlar. Böyle bir konjonktürde, özelleştirmeden en fakir gelir grubu olan "çiftçiler" en büyük zarara uğrayacak gruptur.
Birçoğuna bu  günkü  Hükümetteki en az bir Bakanın da katıldığı bu endişelerimizi yazarken, dün akşam bir Bakan'ın "Flash" televizyonunda ki itirafını eklemek isteriz: "Aslında bir kamuoyu yoklaması yapılsa, özelleştirme önerisi reddolunur."
Öyleyse, peki niye bunca direnme?...... 
KİT'lerle birlikte demokrasiye de mi sırtımızı döndük?
 ..


Mitingden Sonra İzmir Genelevine gittik ( BİR DÖNEM SİYASİNİN ARKA BAHÇESİ )





Mitingden sonra İzmir genelevine gittik 



2 Aralık 2000


Gün Zileli, 1968 ve '70 kuşağının liderlerinden. Doğu Perinçek ve Atilla Sarp'ın başkanlığındaki Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF)'nun MKYK üyesi. 
Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) kurucusu ve Türkiye İşçi Köylü Partisi (TİKP)'nin Başkanlık Kurulu Üyesi. 

Doğu Perinçek'in de sağ koluydu. Zileli, 10 yıldır Londra'da siyasi göçmen olarak yaşıyor. İki yıl önce Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı. 1993 yılından beri anarşizmi benimsiyor. Zileli, Ozan Yayıncılık tarafından yayımlanan ‘‘Yarılma'' adında bir kitap yazdı. 1954-1972 dönemindeki Türk soluna ışık tutan anıları, kendi öz yaşam öyküsüyle iç içe yer alıyor. Bugün anarşist olsa da geçmişini hüzünlü bir sadakatle hatırlıyor. Kitabın en büyük özelliği, ‘‘Aydınlıkçı'' bir solcunun, gerçek bir otobiyografisi olması. Zileli, sansürsüz ve övünmesiz bir dürüstlükle kimseyi, kendisini bile kayırmadan yazmış.


Gün Zileli, Kitap özerine kısa bir not düşmüş.‘‘Erdemli insanların, isimsiz kahramanların devrime, kendileri için hiçbir şey istemeden adadıklarını gördüğüm kadar, korkunç kariyer ve iktidar kavgalarına da tanık oldum. Liderlerin örgüt içi iktidar savaşları, sol hareketi param parça etti. Can yoldaşı yüzlerce militanı yapay olarak birbirinden koparttı ve birbirinin can düşmanı haline getirdi. Ne yazık ki ‘‘1968 nostaljisi''nin küllerini eşelediğimiz zaman, karşılaşacağımız acı gerçek budur.'' Zileli, kitabına neden ‘‘Yarılma'' adını verdiğini de açıklıyor: Hayatı, lider rolü oynadığı sol hareketle bütün olduğu için.Kitapta Gün Zileli'nin eylemde, hapishanede, partide, dernekte yoldaşı olanlar, bugün hepimizin yakından tanıdığı ünlü isimler de yer alıyor. Gün Zileli, 5 Mayıs 1972'den sonra başlayan yeni dönemi, 1970'li ve 80'li yılların büyük kayıplara malolan acı olaylarını, direniş ve çözülüşleri ikinci kitabında anlatacak.




Adım Tam Demokrat Atilla Sarp


Sıra eski Dev-Genç başkanlarından Atilla Sarp'a gelmişti. Atilla Sarp, büyük bir ciddiyetle gidip mahkeme heyetinin karşısına dikildi.

Duruşma yargıcı: Adınız...

Atilla Sarp: Tam Demokrat...

Duruşma yargıcı: Adınızı sordum efendim...

Atilla Sarp: Ben de söylüyorum işte. Adım Tam Demokrat Atilla Sarp.

Duruşma Yargıcı: Nasıl yani? Gerçekten Tam Demokrat Atilla Sarp mı?

Atilla Sarp: Evet efendim. Aynen öyle.

Duruşma yargıcı: Allah, Allah. İlk kez böyle bir ad duyuyorum. (Zabıt katibine dönerek) Yaz, adı Tam Demokrat Atilla, soyadı Sarp. (Atilla'ya dönerek) Peki kim koymuş bu adı size?

Atilla Sarp: Babam efendim.

Atilla Sarp'ın babası, 1950'li yıllardaki ‘‘Terziler Tevkifatı'' diye bilinen tevkifatta tutuklanmış ve hapis yatmış, mesleği terzilik olan eski bir komünistti. Atilla, tam İkinci Dünya Savaşı bitiminde doğduğundan babası, komünistlerin demokrasi aşkıyla oğlunun adının başına gerçekten de ‘‘Tam Demokrat'' adını ekleyip nüfusuna geçirtmişti.




Nuri gözünü burjuvalıktan kaybetti


SBF'den gelen gençler daha şehir, hatta burjuva kökenliydiler. Konuşmalarından, entelektüel tavırlarından bunu kolayca algılamak mümkündü. Örneğin bu tür şehir kökenli bir gencin konuşkanlığı ve ‘‘malumatfuruş''luğu dikkatimi çekmişti. Bir gözü hep sabit bir noktaya bakan bu gencin adı, Nuri Çolakoğlu'ydu. Sabit bakan gözünün Robert Kolej'deki bir beyzbol oyunu sırasında, beyzbol sopasının çarpması sonucunda çıktığını ve takma olduğunu, daha sonraki yıllarda öğrenecektim.


Can Yücel zülfünü niye aşağı indirmiş?


1965 seçimleri gelip kapıya dayanmıştı. Samanpazarı mitinginde Çetin Altan, Mehmet Ali Aybar gibi ağır toplarımız henüz sahneye çıkmamıştı ama Can Yücel gibi yetenekli konuşmacılarımız vardı. Can Yücel, siyah direnişçilerin ‘‘We shall overcome'' adlı ünlü şarkısını Türkçe sözlerle kürsüden söyledi. Ne var ki Can Yücel'in keçi sakalı, köylü kökenli emekçilerce tuhaf karşılanmıştı. Yaşlı bir köylü bana eğilip Can Yücel'in keçi sakalını göstermiş ve ‘‘Neden zülüfünü aşağı indirmiş?'' diye sormuştu.


Erdal Gökyüzü Demirel'in koruması oldu


Saldırının hedefini, en güvendiğimiz grup arkadaşlarımızdan bile saklamışken polis nasıl olmuştu da bu eylemi öğrenebilmişti? Tabii o zaman henüz sekiz grup başkanından biri olan, bizim meşhur ‘‘anti-Dühringci'' teorisyenimiz ve komünist marşlar repertuarının ustasıErdal Gökyüzü'nün bir sivil polis olduğunu bilmiyorduk. Erdal Gökyüzü, bu olaydan kısa süre sonra açığa çıkınca ortalıktan kayboldu. Daha sonraki yıllarda, Başbakan Süleyman Demirel'in koruma polisi, Komiser Erdal Gökyüzü olarak arz-ı endam etti.


Kafaoğlu'nun karısı TİP'li berberle kaçtı


Hem kadından gözümü alamıyor hem de parti içinde çapkınca bir davranışın kınanacağı korkusuyla gözlerimi ondan kaçırıyordum. Kısa bur süre sonra bu kadının partinin teorisyenlerinden Aslan Başer Kafaoğlu'nun karısı olduğunu öğrendim. Kısa boylu şişman bir adam olan ve ceketinin cebine doldurduğu makarna tanelerini iki de bir ağzına atan Kafaoğlu'nun bu kadar güzel bir kadınla evli olmasını hayretle karşımıştım. Daha sonraki günlerde bu kadının TİP üyesi bir berberle kaçtığını öğrendim.


Muhittin kitap hırsızlığında uzmandı


Köy çalışmalarına yollanan ekiplerin yol paralarını kısmen derginin gelirlerinden karşılıyorduk. Ama bu fon oldukça yetersizdi. (...) Diğer bir yöntem kitap hırsızlığıydı. Bu işin uzmanı Muhittin Sirer'le bendim. Esas çalışma alanımız Kızılay'daki Koca Beyoğlu Pasajı'nın altında bulunan ikinci el kitapçılardı. Muhittinle beraber buradaki dükkanlara elimizde bir valizle giriyorduk. Ben dükkan sahibini lafa tutarken Muhittin, dükkanın önünde sergilenen kitapları valize dolduruyordu.


Metin Göktürk polislikle suçlandı


Metin Göktürk'e yapılan bu ‘‘polis'' iftirasının daha sonraki yıllarda da devam ettiğini, ama Metin Göktürk'ün bu iftiranın üzerine gitme yürekliliğini gösterip birçok benzeri örneğin tersine kendini aklama becerisini gösterdiğini belirtmeliyim. Türk solu, eski tüfeklerden tevarüs ettiği kötü bir özelliğe sahipti. Ajanlıkla ilgisi olmayan çok sayıda insana boş yere polis damgası vurup devrimci hayatlarını karartmak.



Beş kişi Kızılay parkında illegal parti kurdu



O toplantıyı birlikte terk eden, benim de içinde bulunduğum gruptaki isimleri çok net hatırlıyorum: Doğu Perinçek, Ömer Özerturgut, Cengiz Çandar ve Oral Çalışlar. Bu beş kişi, gecenin o saatinde yürüye yürüye Kızılay Parkı'na geldi. DoğuMihri Belli'nin tutumundan dolayı büyük bir hayal kırıklığı içindeydi. Deniz Gezmiş ve İstanbul kesiminden de istediği desteği bulamamıştı. Doğu, ‘‘Devrimci parti'' fikrine, toplantıdakinden daha büyük bir vurgu yaptı. Evet, kastettiği ‘‘öncü çekirdek''ti. Böylece 21 Mayıs 1969 tarihinde, geceyarısına yakın bir saatte, Ankara'nın Kızılay Parkı'nda bu beş kişi, gelecekte Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) adını alacak olan PDA hareketinin illegal çekirdeğinin kurulmasına karar vermiş oluyordu.



Kalabalıklar halinde geneleve



Beklentilerin aksine miting sakin geçti. Açılış konuşmasını FKF Başkanı Yusuf Küpeli yaptı. İzmir'de Ankara'ya dönmeden önce ilginç bir gün yaşadık. İzmir FKF sekreterliğine yerleştikten sonra aramızdaki birkaç kız arkadaşı orada bırakarak büyük bir kalabalık halinde İzmir Genelevi'ni ziyaret ettik. İzmir Genelevi'nde çok güzel kadınlar olduğu söyleniyordu. Buraya kadar gelmişken bu güzel kadınları görmeden dönmek olmazdı. O zamanlar, sonradan oluşacak ahlaki refleksler yoktu sol saflarda. Bu yüzden bir genelevi topluca ziyaret etmekte hiçbir acayiplik görmemiştik. Hatta aramızda en kabadayılarımız ve kesesine güvenenlerimiz kadınlarla yukarı katlara bile çıktılar.



Şahin'le Ömer turist gibi



Söke çalışmasına (...) daha çok köy kökenli arkadaşlardan oluşan köy ekibi üyelerinin yanı sıra Atıl Ant, Şahin Alpay ve Ömer Madra gibi arkadaşlar da katılmışlardı. (...) Özellikle Şahin ve Ömer, köy çalışmasından çok turistik bir gezi havasındaydılar. Örneğin böyle bir yere gelirken kentsel alışkanlıkları bir kenara bırakmayıp yanlarında tuvalet kağıdı getirmişler.

http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=-203131

..

Bush, Özal'a Kürt devleti Kurulmaması için söz vermiş,




Bush, Özal'a Kürt devleti Kurulmaması için söz vermiş, 



13 Şubat 1998



DP Genel Başkanı Korkut Özal, eski Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ın, Körfez Savaşı sırasında dönemin ABD Başkanı George Bush'tan, bölgede bir Kürt devleti kurulmayacağına ilişkin söz aldığını iddia etti. Özal, hükümetin tutarsız davranışlarının Türkiye'nin itibarını sarstığını bildirdi.

Özal, dün düzenlediği basın toplantısında Başbakan, Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit ve Dışişleri Bakanı İsmail Cem'in Körfez krizine ilişkin sürekli farklı görüşler ortaya attığını belirterek, şunları söyledi:


‘‘Hatta Devlet Bakanı Şükrü Sina Gürel, Başbakan'ın ‘Irak Konya'yı vurabilir' sözlerini, ‘Kriz hayalciliği' olarak niteliyor. Ecevit kalkıyor, ABD'nin bağımsız bir Kürt devleti kurma planı olduğunu söylüyor.Ecevit'in bunu yapmaması gerekirdi. Çünkü merhum CumhurbaşkanımızTurgut Özal, dönemin ABD Başkanı George Bush'tan Kürt devleti kurulmayacağına dair söz almıştı.''





http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=-6142


..

Meclis lojmanlarına 685 milyar harcandı,




Meclis lojmanlarına 685 milyar harcandı.,



Meclis lojmanları için İşletme ve Yapım Başkanlığı tarafından 2006-2012 yılları arasında bakım, onarım ve boş konut giderleri olarak 685 bin 515 TL harcama yapıldığı bildirildi. Dikmen'de bulunan personel lojmanlarının satılması veya TOKİ'ye devredilmesinin ise söz konusu olmadığı belirtildi.


Meclis lojmanlarına 685 milyar harcandı
ANKARA (CİHAN)
MHP Kocaeli Milletvekili Lütfü Türkkan'ın verdiği TBMM Lojmanları hakkındaki soru önergesine cevap geldi. Meclis Başkan Vekili Mehmet Sağlam tarafından verilen cevapta, Türkiye Büyük Millet Meclisi Milletvekili Lojmanları'nın TBMM Başkanlık Divanı'nın 3 Ocak 2003 tarihli ve 3 numaralı kararı ile 15 Ocak 2003 tarihi itibarıyla Milli Emlak Genel Müdürlüğü'ne devredildiği ifade edildi.

Dikmen'de bulunan personel lojmanlarının ise satılması veya TOKİ'ye devredilmesinin söz konusu olmadığının belirtildiği cevapta şu bilgiler yer aldı: "TBMM içindeki lojmanlarda oturan personele, 2946 sayılı Kamu Konutları Kanunu ve TBMM Başkanlığı Konut Yönetmeliğine göre; görev tahsisli, sıra tahsisli ve hizmet tahsisli olarak konut tahsis edilmiştir. Görev ve hizmet tahsisli konutlarda, tahsise esas olan görev veya hizmetin devamı süresince, sıra tahsisli konutlarda ise beş yıl süreyle oturma hakkı vardır. Bu lojmanlarda oturan personelin isim listesi, konutun türü ve oturma süreleri (Ek-1)'de sunulmuştur.

TBMM yerleşkesinde bulunan ve kurum personelinin oturduğu 5 blokta 59 adet konut bulunmaktadır. Bu konutlardan 2 tanesi hizmet tahsisli olup kira bedeli alınmamakta; bodrum katta olan 7 tanesinden 123,36 TL, brüt 120 metrekare alana sahip diğer konutlardan ise 246,72 TL kira bedeli alınmaktadır. Söz konusu konutlardan Ocak 2012 tarihinden Ağustos 2012 tarihine kadar toplam 104 bin 122,63 TL kira bedeli alınmış olup, aylık kira gelirlerini gösterir tablo (Ek-2)'de sunulmuştur. Konutların kira bedellerinin tespitinde her yıl Maliye Bakanlığınca belirlenerek Resmi Gazete'de yayınlanan Milli Emlak Genel Tebliğindeki kira birim bedelleri esas alınmaktadır. Lojmanlara ait elektrik, su, doğalgaz, ortak kullanım ve çevre aydınlatma giderleri konutlarda oturan personel tarafından karşılanmaktadır. Söz konusu lojmanlar için İşletme ve Yapım Başkanlığı tarafından 2006-2012 yılları arasında bakım, onarım ve boş konut giderleri olarak 685 bin 515,17 TL harcama yapılmıştır. 15.08.2012 tarihli ve 81007 sayılı Başkanlık oluru ile ilk etapta Muhafız Tören ve Tabur Komutanlığı'ndan boşalan 4 blok lojman olmak üzere, TBMM yerleşkesinde bulunan lojmanların yıkılarak yerlerinin yeşil alan olarak düzenlenmesi kararlaştırılmıştır."


..


TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI SAYIN BÜLENT ARINÇ'IN TV 8 KANALINDA BEDRETTİN HABİBOĞLU İLE YAPTIKLARI SÖYLEŞİ (3)






TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI SAYIN BÜLENT ARINÇ'IN TV 8 KANALINDA BEDRETTİN HABİBOĞLU İLE YAPTIKLARI SÖYLEŞİ (3) 

(22 Mart 2003)



SORU: Türkiye'nin korunma talebi NATO'yu parçalanmanın eşiğine getirdi. Türkiye bundan nasıl bir ders almalı?
ARINÇ: Çok önemli bir soru.. Bildiğiniz gibi, sadece NATO'da değil ABD'nin tavrı yüzünden bütün uluslararası kuruluşlarda bir çatlak oluştu. Sonra bu çatlak büyüdü ve adeta kopma noktasına geldi. NATO'da bahsettiğiniz konu oldu, BM'de farklı şeyler oldu. AB'nin kendi üyeleri de bölünmeye uğradılar. Önce İspanya'nın başkanlığında İngiltere ile birlikte 8 üye bir deklarasyon yayınladı, "Biz ABD'nin tavrını destekliyoruz" diye.. Bu sefer Almanya, Fransa ve Belçika, "Hayır, biz desteklemiyoruz" dediler. Bütün bu kuruluşlarda tartışılır hale geldi. Bildiğiniz gibi biz NATO'nun 50 yıldan bu yana kurucu üyesiyiz. NATO'da en ağır işi gören, en büyük külfete katlanan, bunun nimetinden de ilk defa istifade edecekken ters yüz edilen bir ülkeyiz. En çok askeri barındırıyoruz ve bu sebeple de savunma harcamalarımız çok fazla. Komünizmin yıkılmasından sonra NATO'nun Varşova Paktı'na karşı kurulmuş bir savunma anlaşması işlevini yitirdi. Bu sefer NATO genişlemeye başladı. Doğu Avrupa ülkelerinden de katılımlar oldu. NATO'ya yeni görevler yüklemeye kalktılar. Yeni bir güvenlik konsepti meydana geldi. Bütün bunları bir kenara koyalım. NATO'nun üyesi bir ülke var. "Tecavüze maruz kalırsam, beni destekleyin" diyor. NATO Anlaşması bunun gereğini yerine getirmeyi emrediyor. Ama NATO'da bir veto ile karşılaşıyoruz. Yanlış hatırlamıyorsam, Belçika ve Fransa'nın vetosu veya doğrudan Belçika'nın vetosu ile karşılaştık.
Sonra NATO'nun Savunma Konseyi toplandı. Onlarda "Böyle bir tecavüz olmadığı için böyle bir karar aldık ama böyle bir şey olursa biz de Türkiye'yi savunacağız" diye ilk vetoyu biraz daha yumuşatarak, karar verdiler. Bunlar bu kurumların artık, böyle bir çağda bazı sebeplerle tartışılabilir hale geldiğini ve güven kaybettiğini ortaya koyuyor. Bu Türkiye için hayırlı olabilir. Türkiye bütün bunlara bel bağlayan bir ülke olmaktan çıkmalı. Dinamik, aktif bir dış politika izlemeli ve biraz evvel söylediğim ama bütün lafların içinde belki dikkati çekmeyen konu, Türkiye'nin güçlü olmasıdır. Madden ve manen güçlü olan bir Türkiye olmadıktan sonra, dikkate alınamayız. 230 milyar dolar iç ve dış borcun sahibi olan ve onun altında ezilen bir ülke, şu kadar enflasyon, bu kadar işsizi, şu kadar fert başına düşen milli geliri ile, bu ülkeler tarafından hiçbir zaman ciddiye alınmaz. "Borç alan, buyruk alır" diye düşünürler ve size her istediklerini yaptırabileceklerini kabul ederler.
Siz halkınız ile bütünleşerek, bu sorunları çözerek, bu ülkenin güçlü bir devlete, güçlü bir millete sahip olduğunu göstermelisiniz. O zaman sözünüzü dinleyeceklerdir. O zaman etkili bir devlet olacaksınız. O zaman dengeleri ortaya siz koyacaksınız. Misyonunuz ile dünyada iş yapacaksınız. Yoksa bugünkü halimize bakarak, bizi her zaman kolay elde edilebilecek bir ülke olarak görecekledir. Masaya öyle geleceklerdir. Size karşı yerine göre blöf yapacaklardır. Yerine göre ret göstereceklerdir ve siz bir takım imkansızlıklar sebebiyle bu mahcubiyeti zaman zaman yaşayacaksınız. Bunlar bize hep bir ders olmalıdır. BM ve AB'ye bile güvenilemeyeceğini, sizin kendi sorunlarını halletmiş, dışarıya karşı da itibarlı bir ülke olmanız halinde ikili anlaşmalarla bir takım ilişkileri daha iyi götürebileceğiniz ve kendi bölgenizin ve kendi tarihsel, coğrafya, manevi bağlarla birlikte olduğunuz ülkelerin, belki onların önüne de geçmek suretiyle yeni bir güç konsepti olabileceğinizi göstermeniz lazım.
Türkiye ilk defa bu Hükümet döneminde dinamik bir dış politikayı gösterdi. Kopenhag Zirvesi öncesinde AB için, daha sonra Kıbrıs ve Irak için ortaya konulanlar, Türkiye'nin sözünün geçebileceğini ve dinlenebileceğini, Türkiye'nin dikkate alınabileceğini ortaya koydu. Henüz somut bir netice alınmamakla birlikte bu dinamik davranışlar, Türkiye'nin hatırlanmasına yol açtı. Dilerim ki arkası gelir. Bu ekonomi ve toplumsal barışla desteklenen güçlü bir devlet olmayı önümüze koyar.
SORU : AB Parlamentosu Hollandalı Hıristiyan Demokrat Grubu'nun bir üyesi tarafından hazırlanan raporda; "Türkiye Devleti'nin laikliğe ve Kemalizm ideolojisine bağlılığı sorgulanıyor. Bu durumun AB üyeliğine engel olduğunu ve aynı zamanda Kemalizm ideolojisine bağlı olmayan yeni bir Anayasaya ihtiyaç duyulduğunu, askerin siyasette etkili olduğunu" ifade ediyor. Siz Meclis Başkanı olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz?
ARINÇ : Sadece böyle raporlar yok ki. Avrupa Konseyi üyesi parlamenterler, Türkiye'yi 1996'dan bu yana denetliyorlar. Türkiye şu anda denetim altındadır. Mesela bundan bir ay önce iki denetçi geldi. Zannediyorum birisi Lüksemburg, diğeri Hollandalı idi. Onlarda Türkiye'deki insan hakları, demokratikleşme, işkence vs. gibi konularda her sene geliyorlar, hatta yılda iki defa rapor hazırlıyorlar. Sonra o raporlar orada tartışılıyor, kabul ediliyor, reddediliyor veya değiştirilebiliyor. Bu o raportörün kendi görüşüdür, onu bağlar. Ama bu rapor onun mensubu olduğu parlamentoda veya komisyonda görüşülüp, karar haline gelirse, Türkiye için önemli sayılır. Şimdi burada iki konu var. Bir tanesi, Kemalizm ile ilgili düşüncelerini ifade etmiş. Bunu benim yorumlamam mümkün değil. Doğrudur veya yanlıştır da diyemem. O raporu sunacaklar. Çünkü Avrupa Parlamentosu üyeleri kendi mantaliteleri çerçevesinde Türkiye'ye bakıyorlar. Türkiye'nin sorunlarını kendi pencerelerinden görüyorlar. Beğenelim, beğenmeyelim, o onların görüşleridir. Ama Türkiye mensubu olduğu uluslararası camiada bu raporların benzerlerini hep görmüştür. Bundan sonra görmemek için kendi demokratikleşmesini, sivilleşmesini bir an önce temin etmelidir.
Şüphesiz bugün ikincisi, AB açısından daha çok tartışılıyor. Kopenhag kriterlerinin bir tanesi de, askeri yönetimin veya silahlı kuvvetlerin sivil otorite üzerindeki egemenliğinin son bulması diye Verhaugen'in de pek çok konuşmasında var. Kopenhag kriterleri içerisinde de vardır. Türkiye zaten bunu yerine getirmek için önce DGM'deki asker üyeleri heyetten çıkarttı. Bildiğiniz gibi, Öcalan'ın yargılanması ile ilgili AİHM'nin son verdiği kararda "Adil, bağımsız yargılama yapılmamıştır" derken ölçütlerden bir tanesi de buydu. Daha sonra Türkiye yine MGK'daki asker üyeye göre sivil üye sayısını arttırmıştır. Bugün sivil tarafta yani Hükümet tarafından zannediyorum 10 tane üye vardır. Bunun yanına Adalet, İçişleri vs. Bakanları eklendi. Bu tarafta sadece Kuvvet Komutanları bulunmaktadır. Yani Kopenhag kriterlerinin gereğini yapmak için KOB'da yapılması gerekenlerin içinde sivil otoritenin güçlendirilmesi her zaman gündemde olmuştur. Ama diğer konu, o kişinin kendi dünya görüşüdür veya mantalitesi içinde yazdığı bir şeydir. İçeriğini tam bilmeden doğrusu o konuda bir şey söylemek istemiyorum.
SORU : KKTC halkı milli birlik içinde olup Sayın Denktaş'ı, Annan Planı'nda desteklemedi. Anavatana yöneltilecek bu sözleri de düşünecek olursak, Türkiye'nin bu noktada bir hatası var mı acaba?
ARINÇ : Şimdi bir defa miting yapmak demokratik bir haktır. Ben miting yapanlar için o kelimeyi kullanmadım. Ama o mitingin içerisinde ellerindeki pankartlarla Türk askerini Kıbrıs'ta işgalci olarak gösteren kişiler için o kelimeyi kullandım. Yoksa orada masum pek çok insan, bir taraftan Annan Planı ile ilgili bir taraftan da Hükümeti eleştiren gösteriler yapmış. Bunlar demokratik haklardır. Ama 1974'de Nicos Sampson darbesi ile Ada'yı Yunanistan'a bağlamak amacıyla, Kıbrıs'ta yüzlerce katliamın altında imzası olan Rumlara karşı Türklerin hakkını korumak için, Ada'ya gelmiş olan Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının ki, şu anda oradaki Türklerin can güvenliğinin tek teminatı onlardır. Onlara böyle ellerinde yakışıksız sözlerle ifadeler taşıyan kişiler için kullandım. Şimdi Kıbrıs'ta 700 bin civarında Rum, 200 bin civarında Türk yaşıyor. Bugün itibariyle söylüyorum; biz Ada'nın üçte birinde varız. 9 bin kilometrekare Kıbrıs'tır. 6 bin küsuru Rumlarda, 3 bin küsuru bizdedir. 1974'den bu yana fiili bir durum vardır. İki bölgelilik vardır. Kuzeyde Türkler var, güneyde Rumlar var. Herkes artık kendi toprağına yerleşmiştir. Evleri, işyerleri ve arazileri var. Türkiye'den giden göçmenler var, Kıbrıs'ın kendi Türk halkı var. Böyle kendiliğinden oluşmuş ve KKTC gibi nerdeyse 20 seneyi bulmuş, belki biraz da geçmiş, hükümeti olan, meclisi olan, iktidarı-muhalefeti olan, anayasa mahkemesi olan, bütün kurumları ile işleyen bir hükümetin, bir devletin bulunduğu yerde her şeyi tekrar allak bullak edecek, Türklerin kazanılmış haklarını ellerinden alacak, yine onları Rumlarla birarada yaşamak gibi, eski katliam günlerini hatırlatacak bir planın kabul edilip edilmemesi çok önemli değil.
Bir kısım kişiler diyorlar ki; "Ne olursa olsun bu Planı kabul edelim de AB'ye girelim". Bir kısım insanlar da diyorlar ki; " Biz bugün bu ülkeye gelmedik. Yıllardan beri buradayız. En azından 500 yıldan beri. Çünkü 1500 ile 1800 arasında Osmanlı hakimiyetinde. Ondan sonra İngilizlere kiraya veriliyor, ondan sonra da elimizden çıkıyor. Daha Hala Sultan'dan başlarsanız, Hz. Muhammet'in halası olmak şerefine kavuşmuş, sahabelerin ellerinde şehitleriyle Kıbrıs'a çıktıkları bir tarihten geliyoruz. Yani orası geçmişinden bu yana Müslümanların, Türklerin bulunduğu bir adadır, o tarafını bırakalım, en azından bunca yıldan beri Türkler, o Ada'nın gerçek sahipleri olarak orada bulunuyorlar.
O gösteriler, o tartışmalar biraz karmaşıktır. Ama şu anda Kıbrıs halkı bu Plan'ın ne getirip ne götürdüğünün çok iyi anlamış durumda. Çok iyi anladığı içindir ki, Denktaş'a da destek veriyor ve böyle bir Planı kabul edemeyeceğini de söylüyor. Ben "Ne olursa olsun imza atalım, bu 28 Şubat'ta bitmelidir" diyenlere "Her yılın bir 28 Şubat'ı vardır. 28 Şubat'ta hiçbir şey bitmez. Arkasından 1 Mart gelir, siz bunları hiç düşünmeyin" demiştim. Bakın bugün 28 Şubat'ın üzerinden bir ay geçti. Annan 3. Planı'nı sundu. Halbuki "Birden sonra ikiyi sunmayacağını" söylüyordu. İkiden sonra "Bu iş bitti, gelin imza atın" diyor. Öyle yağma yok. Türkler kazandıklarını vermek ve arkasından da yine tehlikelerle karşı karşıya gelmek durumundalar. Bu yüzden bugün yürütülen politikanın bir ulusal dava olduğunu bilmemiz lazım. Türklerin can güvenliğini sağlayan, Türkiye'nin etkin garantörlüğünü temin eden ve iki bölgeliliğe, eşit egemenliğe dayalı bir formülün, yerine göre topraktan biraz verirsiniz, bir başka yerden alırsınız. Bunlar müzakere ile, anlaşma ile olur. Müzakere masasında Sayın Denktaş'a bakıyorlar. "Ver, biraz daha ver." Öbür tarafa hiç kimse "Sen niye uzlaşmıyorsun arkadaş, sen de bunun karşılığında bir şey ver" demiyor. Onlar zaten AB'ye girmeyi garanti etmişler. Elde var bir ile masaya oturuyorlar. Ama köşeye sıkıştırılan, "Uzlaşmaz olan çirkin adam" denilen sadece Denktaş oluyor.
Biz sadece bunun yanlış olduğunu söyledik ve Kıbrıs'a gittiğimiz günden bu yana hep söylediklerimiz gerçekleşti. Bu Türkiye'de milli bir mesele olarak tekrar hatırlandı. Sayın Denktaş, ülkeye geldi, Mecliste bir konuşma yaptı ve bugün Mecliste temsil edilen üç siyasi parti, ortak bir deklarasyon yayınlayarak Kıbrıs meselesinde TBMM kararını tekrar kamuoyuna duyurmuş oldu.
SORU : İran'a ikidir atılan füzelerle, acaba İran savaşın içine mi çekilmek isteniyor? Bu konuda ki görüşleriniz nelerdir?
ARINÇ : ABD, İran'dan özür diledi.
SORU : Ama siz yayına girmeden önce, ABD, "Hayır, biz özür dilemedik. Özür dilenecek bir şey yok" şeklinde bir açıklama yaptı.
ARINÇ : Bu hasmane bir tutumdur. Gerçi İran sınırında olan bir meselede yani füzenin ne tarafa düşeceğini, bombanın nerde patlayacağını bilmek herhalde çok mümkün değil. Ama "İran'dan özür dilemeye gerek yok" demişlerse, "Biz bunu bilerek, kasten attık" diyorlarsa bunun hasmane bir tutum olmaktan öte bir izahı olmaz. Ama benim duyduğum haberde, "Yanlışlıkla düştü, İran makamlarından özür diledik" şeklinde bir beyan vardı. Şimdi böyle bir savaşın içinden psikolojik hal devam eder. Yani haberlerin gerçeklik derecesi doğrusu çok fazla anlaşılmaz. Görüntüler de propaganda kokar, haberlerde de yanlışlıklar olabilir. Yönlendirmeler olabilir. Ama kasıtlı ve bilerek, İran'a füze veya bomba atışı varsa bu hasmane bir tutumdur.
SORU : Gençlerin siyasete girme noktasında nasıl bir yol izlemelerini tavsiye edersiniz?
ARINÇ : Gençler için bir müjdemiz var. Ben gençlerin idealizminin, dinamikliğinin, heyecanının siyasete taşınması gerektiğine inanıyorum. Birikimleri ve kabiliyetleri ile siyaseti çok iyi yapabilirler. Türkiye uzun bir süreden beri seçme yaşını 21'den 18'lere indirdi. Ama seçilme yaşı 30'un üzerinde kaldı. AK Parti'nin programında da, seçim beyannamesinde de seçilme yaşının 25'e indirilmesi yazılmıştı. Sevinerek söylüyorum ki, dün Anayasa değişikliği Meclise geldi ve AK Parti'li 184 milletvekili - yeterli çünkü bu sayı- Meclis Başkanlığına, seçilme yaşını 25'e indiren Anayasa Değişikliği Teklifini verdiler. Ben de Anayasa Komisyonu'na havale ettim. Umarım ki, önümüzdeki 15-20 gün içerisinde bu Anayasa değişiklik çıkacaktır ve gençler 25 yaşında seçilme hakkına sahip olacaklar. Böylece Parlamentomuz genç beyinlerle zenginleşecektir. Ben gençlerin, idealizminin, heyecanlarının, ülke ve vatan sevgilerinin, millete hizmet etme aşklarının, siyasete yeni bir soluk aldıracağını ve siyasete çok şeyler kazandıracağını düşünüyorum.
SORU : Duygusal bir insansınız. Kendinizle baş başa kaldığınızda, Irak'ta yaşananlarla ilgili olarak neler düşünüyorsunuz? Düşünüyorsanız bu sizi nasıl etkiliyor?
ARINÇ : Düşünmemek mümkün değil. Gözünüzün önünde bir insanlık faciası var. Masum insanlar, çocuklar, kadınlar, yaşlılar, gençler, şehirler telef oluyorlar. Zayi oluyorlar, ölüyorlar. Yürek parçalayan feryatlarını işitiyoruz. Bunlara karşı duyarsız kalmak mümkün değil. Belki duyarsız kalan insanlar mutlaka vardır. Ama ben inanıyorum ki, insanlığın büyük bir kısmı gerçekten yürek parçalayıcı bu feryatlar karşısında, bu facia karşısında duyarlılığını kaybetmedi. Bütün dünyada bu savaşa karşı toplu eylemler daha da güçlenerek devam ediyor. Merhameti, aşkı, sevgiyi, insanlık duygularını henüz köreltmemiş veya kaybetmemiş insanların bu görüntülerden rahatsız olmaması mümkün değil. Beni de zaten Abdülkadir Geylani'lerin, Hz. Ali'lerin, Hz. Hüseyin'lerin kutlu mekanları olan Irak'taki o Ömer'ler, o Ali'ler, o Hamza'lar ilgilendiriyor. Geçen ekranda gördüm, çok duygulandım. Yaşlı bir kadın, herhalde torunuydu. 5-6 yaşındaki çocuğa bir naylon giydiriyor ki, işte bir gaz falan atılırsa, torununu o şekilde kurtaracakmış. Bugün 5-6 tane çocuğu sığınağa götürmüş bir Iraklı'nın ekrandaki görüntüsünü gördüm. Düşünebiliyor musunuz? O kadar güçlü bombaların altında, 1991'de sığınaklarda yaşayanlar bile ölmüştü. Şimdi her an uçaklar şu kadar sorti yaptı, şu kadar füze fırlatıldı, şu kadar kilo tonluk bombalar düştü diye - bazılarının sevinçten ağızlarından salyalar akıyor- belki ama inanıyorum ki, insanlık ölmedi. Herkes bu dram karşısında, geceleri rahat uyumak şöyle dursun, ekranlara bile bakamaz hale geldi. Ümit ediyorum ki, en kısa zamanda bu facia durdurulsun. Biz üzerimize düşeni yapalım. Bütün ülkeler üzerlerine düşeni yapsınlar. Çocuklar, insanlar, kadınlar ölmesin, tabiat ve kültür miraslarımız zayi olmasın, Bağdat, Bağdat olarak kalsın. Şüphesiz zaman içerisinde rejimler değişir, insanlar ölür, yenileri gelir, toplum kendi kendine bir değişime uğrar. Bunu tabii seyrine bırakmak lazım. Yoksa bombalarla, füzelerle, roketlerle bunları yapmak hiçbir zaman kalıcı bir çözüm değildir. 

http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tbmm_basin_aciklamalari_sd.aciklama?p1=2311
..

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI SAYIN BÜLENT ARINÇ'IN TV 8 KANALINDA BEDRETTİN HABİBOĞLU İLE YAPTIKLARI SÖYLEŞİ (2)





TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI SAYIN BÜLENT ARINÇ'IN TV 8 KANALINDA BEDRETTİN HABİBOĞLU İLE YAPTIKLARI SÖYLEŞİ (2) 





(22 Mart 2003)

SORU: Ben Meclis'e gelmek istiyorum Acaba lojman satışları milletvekili ile halk arasındaki kopukluğu gidermeye yetecek mi? Bu konuda başka şeylerin de yapılması mümkün mü?
ARINÇ: Hemen söyleyeyim, tek başına yeterli değil ama atılan adım önemlidir. Bu lojmanlara 1985'de girilmiştir ve her yıl bu lojmanların satılması, milletvekilleri ile halkın iç içe olması gerektiği söylenmiştir. Hatta milletvekillerinin oturduğu lojmanlar bir saltanat olarak takdim edilmişti. İlk defa 22. Dönem Meclisi AK Partili ve CHP'li üyelerin oy birliği ile bu lojmanlardan çıkma kararı aldı. Bu lojmanlar Milli Emlak'a devredildi. Onlarda hemen satış işlemlerine başladılar. Bunun iki açıdan önemli olduğunu düşünüyorum. Bir; bu lojmanlar kamu harcamalarını arttırıyor. Bizim lojmanımızın çıplak masrafı bir milyar, bakım onarımı olduğu takdirde iki milyar lira. Bunun sadece 450-500 milyon lirasını biz karşılayabiliyorduk. Her ay, her lojman için artı bir buçuk milyar lira masrafımız vardı. Bu kamuya yük getiriyordu. Biz kamuyu bu yükten kurtardık. Sadece bir rakam vereyim; geçen seneye göre bu sene TBMM bütçesi 10,5 trilyon bu sebeple tasarruf etti. Bu az görülemez. Milletvekillerinin yaptığı fedakarlık kamuya 10,5 trilyon lira kazandırmıştır.
İkincisi; Milletvekilleri milletle iç içe olmalıdır. Ayrı yerlerde oturmamalıdır. Bir apartmanda komşuları, kapıcısı ile birlikte; marketten alışveriş eden, ibadetini yapan, kahvesine gidip çay içip, kağıdını oynayan bir milletin vekilini tasavvur ediyoruz. Keşke bütün kamu görevlilerinin böyle bir imkanı olabilse. Kapıdan çıktığı zaman selamlaşa bilseler. Birbirlerinin hatırını sorabilseler. İnsanlar Milletvekillerini kendi apartmanlarında görebilseler ve bu beraberlik sağlanabilse. İkinci tema da buydu. Yani bütçeyi hem kamu harcamalarından kurtarmak, hem de vatandaşın milletvekiliyle birlikte olmasını temin etmek. Bu çok önemli bir adım oldu. İkincisi de, bu yıl milletvekilleri ilk üç aylık maaş zammından yararlanmadılar. Yine müşterek imzayla, milletvekili maaşlarına Ocak'tan Nisan'a kadar zam yapılmadı. Bütün kamu görevlileri yüzde 6,5'tan yüzde 13.5 arasında kademeli zam aldılar ama milletvekilleri almadı. Dolayısıyla ben bunları çok olumlu buluyorum. Ama yeterli değil. Başka şeyler de yapacağız, yapıyoruz, yapmalıyız.
SORU: Eskiden milletvekilleri toplumda itibar görürdü. Şimdi bunun azaldığı gözleniyor. Bunun sebebi nedir?
ARINÇ: Son yıllarda siyaset kurumunun yarar aldığını söyledim. Bu bir gerçektir. Bunun tamir edilmesi lazım. Fakat toplamda adeta bir şartlanma ve önyargı var. Milletvekillerinin, siyasi partilerin sadece kendi menfaatlerini düşündüklerini, toplumun sorunlarına eğilmedikleri yönünde.. Şükürler olsun ki, her gün geçtikçe bu tam aksine bir itibara da dönüşüyor. Ben bunu hissediyorum. Öğrencilerle katıldığım bir programdan bahsediyorsunuz. Bu bir üniversitede olmuştu. Benim katılmadığım programlarda da izlediğim kadarıyla, öğrencilerimizin yine önemli bir kısmı işin sorumluluğunu biliyorlar. Bir terbiye ve nezaket içerisinde sorularını sorabiliyorlar. Ama bazı militan gruplar var. Bu gruplar siz ne derseniz deyin, zaten sizi dinlemek veya sizden bir şey öğrenmek için oraya gelmemişler. Kendi propagandalarını yapmak için oraya gelmişler. Bunlar marjinal gruplardır. Bunlar bağırır, çağırır giderler ve bunu propaganda zannederler. Diğer gençlerimizde bir eksiklik olarak da; çok fazla okumamayı, bu konularda kendilerini çok yetiştirmemeyi bir eksiklik olarak görüyorum. Zaten bizim eğitim sistemimiz maalesef bir konuyu çok iyi bilen bir eleman yerine; her şeyi çok az bilen bir gençlik yetiştiriyor. En azından bir soru nasıl sorulabilir. O soruyu sorarken onun doğruluğu konusunda kendisinde bir fikir var mı, yok mu? Bunlardan çok fazla emin değilim. Daha çok sloganik kelimelerle, cümlelerle hitap ediyorlar. Bu bir altının doldurulmadığı, güçlü olmadığı şeklinde bir intiba meydana getiriyor. Gençlerimizin sadece gazete başlıklarına bakarak veya televole kültürünün biraz daha dışında, araştırarak bazı konuları ortaya koymalarında yarar var. Bu şüphesiz bir eğitim sorunu.
SORU: 1441 Sayılı Karar gereği BM Silah Denetçileri kimyasal silah tespiti için bölgeye gidiyor ve araştırma yapıyor. Ama bir şey bulamadık diye rapor hazırlıyorlar. Bunun üzerine ABD tekrar denetçilerin silah denetimi yapmasını istiyor. Acaba ABD bu silah denetçileri sayesinde Irak'ın elinde silah bulunup, bulunmadığını öğrenip, ondan sonra saldırma planları mı yaptı?
ARINÇ: İşin evveliyatı var. Bildiğiniz gibi Saddam, Irak'ın başına yeni gelmedi. Saddam halkına zulüm eden bir diktatör olarak Irak'ın başında bulunuyor. Ama bu Saddam 15 yıl önce ABD'nin çok sevdiği bir insandı. O kadar sevdi, o kadar destekledi, para ve silah yardımı yaptı ki; onu İran'la harbe tutuşturdu. O zaman Saddam 2.Selahattin'di ve Arapların reisi olmaya namzet bir adamdı, arkasını sıvazlayandı. Bugün aranıyor diye görülen silahları da verenler ABD ve müttefikleri idi. Fransa ve diğerleri birlikte olmak üzere.. Şimdi Körfez Harbi'nin mağlubu olarak Irak, zaten 11-12 seneden beri denetim altındaydı. Hatta ambargo ve abluka altında. Bildiğiniz gibi kendi kaynaklarını bile kullanamaz durumda.. Oradaki silah denetçileri BM'nin görevlendirdiği insanlardır. Onlar,BM Güvenlik Konseyi'nin kararıyla nükleer silah var mı, kimyasal silah üretiliyor mu, füze başlıkları var mı diye iki de bir denetlemeye giderler ve raporlarını verirler. Defalarca gittiler, iddia edilen şeylerin bulunmadığını söylediler. Buna rağmen tekrar tekrar gittiler. Bu Anadolu tabiriyle, "kurt kuzuyu yemeye niyetlenirse, suyu bulandırdın" bahanesine benzeyen bir durum olarak ortaya çıktı.
Ama gelinen noktayı söyleyelim. Ben bunu dışarıda da söylediğim için burada da rahatlıkla söyleyebilirim. BM'yi de bir kenara koyarak, oradan bir karar alınmasını da beklemeden, bir taraftan da uluslar arası hukuku bir kenara koyarak, diğer ülkelerin de itirazlarını dikkate almadan, "Ben böyle düşünüyorum. Ben böyle karar verdim. Ben bunu yapacağım" diyerek Irak'a tek taraflı bir harekat başlatması kesinlikle doğru değildir. Bunu onaylamamız da mümkün değildir. Sayın Cumhurbaşkanı da bu düşüncede olduğunu ifade etti. Doğrusu ben de ondan önce açıklamış oldum.
Bu ne getirir, ne götürür? Ama bir tarafa şunu koyalım ki, BM diye bir örgüt var ise ne işe yarıyor? Yani kendini güçlü gören herhangi bir ülke, "Ben güçlüyüm, istediğimi yaparım" derse bu işin sonu hiçbir zaman dünyada barışın olması anlamına gelmez. ABD bugün tek taraflı bir hareket yapıyor. Bu hareketin kendine göre yandaşları da var. İşte koalisyon dedikleri ve askerini birlikte kullandıkları ülkelerle yarın bu topraklar üzerinde bir paylaşıma gidecekler, bu arada söz sahibi olacaklar ki; belki rejimler ve coğrafyalar bile değişebilecek. Böyle bir harekatta kendini jandarma görüp, dünyanın tek hakimi gibi görüp, "oraya demokrasi götüreceğim" veya bir başka bahane ile böyle bir harekatı başlatması, bugüne kadar dünya ülkeleri arasında var olan hiçbir anlaşmaya uyan bir davranış değildir. Tek taraflı bir davranıştır ve elbette doğru değildir.
SORU: 12 Şubat 2003 tarihinde CNN Türk'te bir programda "Saddam on yıldır uzlaşmaz bir tavır içinde olmasaydı, bugün bunlar olmazdı" demiştiniz. Peki, Irak ABD'nin her dediğini yapsaydı. Ancak petrol kullanım işini İngiliz ve ABD'li şirketlere vermiyorum demiş olsaydı, bugün bu savaş çıkar mıydı?
ARINÇ: Şunu söyleyeyim ki; ABD'nin Ortadoğu ile ilgili planları vardır, projeleri vardır ve yıllardan beri bunu santim santim ilerletmektedir. Zaten büyük ülkeleri, büyük ülke yapan unsurlardan bir tanesi de budur. Yıllar sonrasına ait kendi ülkesinin çıkarları için planlar yaparlar ve bu planları mutlaka ilerletirler ve neticeye vardırırlar. ABD'nin Ortadoğu ile ilgili belki on tane hedefi vardır. Bunların içerisinde ekonomik ve siyasi hedefler de vardır. İsrail ile ilgili hedefler de vardır. Bunun nerede duracağına, nereye varacağına bugünkü sıfatımla benim konuşmam mümkün değil. Bilirim ama konuşamam. Meclis Başkanı olmasaydım, bir siyasetçi olarak, rahat bir ortamda yani kendi konumumla ilgili bulunsaydım konuşurdum.
SORU: Sizi ne engelliyor?
ARINÇ: Şuanda temsil ettiğim makam itibariyle, ABD'nin hesaplarını ortaya koyan bir insan olmak istemem. Her doğru, her yerde söylenmez. Yani şu kadarını bile ben bir takım ip uçlarını vermek için söylüyorum. Rusların Deli Petro dediği insanın, dünya çapında bir hedefi vardı. Karadeniz'e, Akdeniz'e, sıcak denizlere ulaşmak..Ruslar bu hedefleri yıllar boyu takip ettiler. Yunanistan'ın Helenizm diye büyük hedefleri var. Megaloidea, Enosis gibi yani bütün bunları bütün ülkeler, kendilerine kızıl bir elma gibi hedefler koyarlar. Ne yazık ki; Türkiye'nin son yıllarda böyle hedefleri yoktu. Ama bizim imparatorluk döneminden kalmış, iyiyi, güzeli, doğruyu hakim yapma noktasında hedeflerimiz vardı. Her ülkenin hedefi vardır. ABD Irak'a kim bilir kaç bin kilometre uzakta ama geliyor, "Burada benim menfaatim var" diyor. İngiltere Arjantin'in kıyısındaki Folkland Adalarına geliyor, yani belki Kardak Kayalıkları kadar küçücük bir adacık, ama "Benim burada hakimiyetim var" diyor. Kendisine bir hedef tutuyor. Ortadoğu'daki bütün planları Birinci Cihan Harbinden önce de, sonra da yapan İngilizlerdi. İsrail'i 1948 yılında devlet haline getiren, çabaların ve çalışmaların Sultan Abdulhamit Döneminden biraz önce başlamadığını bu ülkede söyleyemez. Yani bütün bu hesaplarda küçücük bir hayali hedef haline getiren, o hedefe ulaşmak için yıllarca çabalayan bir sisteme selam durmak gerekir. Şimdi o yüzden bugün yapılanların, yıllar öncesinden ne kadar ince planlarla ortaya konduğunu ve bunun içine hangi ülkede, ne gibi değişiklikler yapıldığını dikkate almak lazım.
Benim 21 Şubat'ta CNN Türk'teki konuşmamın içindeki bir cümle; "Saddam ne yapmalıydı yada Irak ne yapmalıydı?" diye sorulduğunda "Irak'a demokrasi gelmeliydi.Keşke demokrasiye geçebilselerdi" demiştim. Yoksa bugün Saddam ve çevresindeki üç beş tane adamla, Irak gelebileceği en son noktaya geldi. Irak halkını bile temsil etmiyorlar.
SORU: Yani siz, Irak ABD'nin her dediğini yapsaydı; demokrasi gelseydi, petrol sebebiyle bu savaş yine olurdu diyorsunuz.
ARINÇ: Çıkabilirdi. Ancak, halk bu kadar zarar görmezdi. Süreç değişebilirdi. Bugün bazı ülkelerin dış politikaları coğrafyaları belirliyor. Türkiye için de bu böyledir. Coğrafyamız çok önemli. Eğer Birleşik Arap Emirlikleri Kuveyt, Katar, Umman gibi bir yerde iki yüz yıl yetebilecek petrol rezervi olmasaydı, hiç kimse dönüp Irak'a başını çevirmezdi. Bugün ABD'de halkın yüzde 60'ı Irak'ın nerede olduğunu bilmez. Ama Irak'ı önemli yapan bir şey var. ABD'nin Alaska'da petrolü var. En çok 9 yıl yetebilecek. Japonya'nın bir gram petrolü yok. Almanya'nın bir gram petrolü yok. Ama burada 200 yıl yetebilecek, milyar varillik petrol rezervleri var. Böylesi insanın iştahını çekmez mi? Bu iştahı gidermek için böyle bir şey de yapılabilir, başka şeyler de yapılabilir.
SORU : Dünya düzeni değişiyor. Artık menfaatler ön plana çıkıyor. Türkiye çok stratejik bir konumda bulunuyor. Yeni dünya düzeninde Türkiye'nin dikkatli ve çok akıllı mı olması gerekiyor?
ARINÇ: Çok akıllı olması yetmiyor. Çok güçlü de olması lazım. "Zebunküş Avrupa bir hak tanır ki o da kuvvettir" diyor Akif. Avrupa'nın hak tanıdığı şey sadece kuvvettir. Bu bir sistemdir. Bu sistemde güçlü olan haklıdır. Bizim dünya görüşümüzde, bizim dünyada devlet kurduğumuz zamanlarda, umman bir medeniyet kurduğumuz zamanlarda hep ölçü, haklı olan kuvvetlidir. Şimdi kuvvetli olanın haklı olduğunu bir dünyada yaşadığımızı bilelim. Onun karşısında durabilmek için kendimizin kuvvetli olması lazım. Yoksa sizin sadece aç bir canavara karşı, şefkat göstermeniz hiçbir şeyi halletmiyor. "Ben iyiyim, güzelim, merhametliyim, barıştan yanayım" demeniz, eğer kuvvetli değilseniz, dünyada hiçbir yerde yankı yapmaz.
SORU : Bu aç canavarın size şefkatle yaklaşmasına aldanmamak mı gerekir?
ARINÇ: Aldanmamak lazım. Sizin zayıf olmanız sadece iştahını arttırıyor.
SORU : 1991 yılında Körfez Krizi'nde Baba Bush harekattan önce Özal'ı arayarak bilgilendirmişti. Şimdi ise oğul Bush Türkiye'den hiç kimseyi arayarak bilgi vermedi. Hükümet yetkilileri operasyonun başlayacağını Katar'daki irtibat subaylarından öğrendi. Bu konudaki fikriniz nedir?
ARINÇ : O haberlerin doğruluk derecesine inanmıyorum.
SORU : Ama Sayın Erdoğan da bunu yalanlamadı.
ARINÇ : Peki doğru kabul edelim. Ama ikisinde farklı. Şimdi 1991'de Irak, Kuveyt'i önce işgal etti sonra ilhak etti. Buna karşılık BM Güvenlik Konseyi bir karar yayınladı. BM'ye üye olan bütün ülkelerin bu işgali sona erdirmek için gerekirse, güç kullanması talimatını verdi ve ABD büyük bir koalisyonla pek çok ülkenin yardımıyla bölgeye geldi. Irak'ın işgaline son verdi. Yapılanların hepsi BM'nin kararlarına uygun olarak yapıldı. Ben o günün bütün kapalı tutanaklarını da yayınladım. 1990'da Meclis'te yapılan görüşmelerin tutanaklarını biz bir ay önce yayınladık. Dolayısıyla 1991'de uluslararası meşruiyet şartları oluşmuştu. Irak işgalci bir ülke olarak, bulunduğu yerden defedilmek üzere Güvenlik Konseyi kararı ile çıkarılmıştı. Ama bu sefer BM kararı yok. Güvenlik Konseyi'nin kararı yok. Bunların hepsi bir elin tersi ile bir tarafa itiliyor ve "Ben bu işi başlatacağım" diyen bir insan konuşma yapıyor. Konuşmasında da süre veriyor. "48 saat sonra bu harekat başlayacak" diyor. Yani artık saati ve günü belli hale gelmiş. 1991'den farklı olarak, o zaman Bush'un konuşma yapıp da "Ben 72 saat sonra veya 24 saat sonra bu işi başlatıyorum" dediğini hiç kimse duymadı. Şartlar birbirinden farklıdır. Türkiye'de de kurumlar görevlerini yapıyorlarsa o zaman mesele yok. Başbakanlık işin bir tarafında önemli bir konumda, Silahlı Kuvvetler işin bir tarafında, Meclis işin bir tarafında. Biz tabii Meclis olarak bu konuda edilgen bir noktadayız. Ama etken bir noktada olan Hükümetin ve Hükümete bağlı olan kurumların ben görevlerini aksattıklarını doğrusu düşünmüyorum.
SORU: Ortadoğu'da dünyanın tepkisini çeken İsrail var, Kaddafi var. Irak operasyonunun ardından bu ülkelere de müdahale söz konusu olabilir mi? Bu konjonktür içinde değerlendirdiğinizde bu bölgenin alacağı yeni şekil ne olur? Bu durum Türkiye'nin İslam dünyası ile ilişkilerine nasıl yansır?
ARINÇ: Çok somut şeyler söyleyemem. Bunların hepsi öngörülen neticeler veya söylenen konulardır. Yani coğrafyalar ve rejimler değişebilir derken bir endişe ortaya konuyor. Bu endişeyi haklı kılan sebepler de var. Ama Türkiye bu savaşı geride bırakmak, barış çabalarını sonuna kadar götürmek için, bildiğiniz gibi o zaman Başbakan Abdullah Gül'dü, Ortadoğu'daki bütün ülkelerin liderlerini, devlet başkanlarını ziyaret etti. Sonra onların Dışişleri Bakanlarını İstanbul'da toplayarak bir deklarasyon yayınladı. Ancak Ortadoğu'daki ülkelerin veya halkının Müslüman olduğu ülkelerin bugün, ABD'nin bu harekatı karşısında çok fazla güçleri de yok, çok gazla sesleri de çıkmıyor. Mesela ABD'nin karadan Ürdün üzerinden Irak'a nakledeceğini bugün duyuyoruz. Ürdün'ün buna bir itirazı olabilir mi? Yok. Mısır'ın bir itirazı var mı? Yok. Suriye'nin ciddi bir itirazı var mı? Yok. Zaten Suudi Arabistan'da, Kuveyt'te binlerce ABD ve İngiliz askeri bulunuyor.
Burada Türkiye, hem güçlü bir ülke olarak hem de tarihten gelen misyonunu kullanan bir devlet olarak üzerine düşeni yaptı. Yani son üç ayda Sayın Başbakanların, dün Sayın Gül'ün bugün Sayın Erdoğan'ın -belki sayın Erdoğan için çok yeni, bir şey söylenemez- ama barış çabaları için olağanüstü çaba gösterdiğinin şahidiyim. Gelinen nokta budur. Bu da bizim elimizde olan bir şey değildir. Dolayısıyla bundan sonrası için hepimizin plan yapmamız, engel olabileceğimiz konularda engellememiz, yararlı olabilecek katkılarda da Türkiye'nin bu katkılarını mutlaka ortaya koyması gerekir. 

http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tbmm_basin_aciklamalari_sd.aciklama?p1=2310

.
..