BEDRETTİN HABİBOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
BEDRETTİN HABİBOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2015 Cumartesi

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI SAYIN BÜLENT ARINÇ'IN TV 8 KANALINDA BEDRETTİN HABİBOĞLU İLE YAPTIKLARI SÖYLEŞİ (3)






TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI SAYIN BÜLENT ARINÇ'IN TV 8 KANALINDA BEDRETTİN HABİBOĞLU İLE YAPTIKLARI SÖYLEŞİ (3) 

(22 Mart 2003)



SORU: Türkiye'nin korunma talebi NATO'yu parçalanmanın eşiğine getirdi. Türkiye bundan nasıl bir ders almalı?
ARINÇ: Çok önemli bir soru.. Bildiğiniz gibi, sadece NATO'da değil ABD'nin tavrı yüzünden bütün uluslararası kuruluşlarda bir çatlak oluştu. Sonra bu çatlak büyüdü ve adeta kopma noktasına geldi. NATO'da bahsettiğiniz konu oldu, BM'de farklı şeyler oldu. AB'nin kendi üyeleri de bölünmeye uğradılar. Önce İspanya'nın başkanlığında İngiltere ile birlikte 8 üye bir deklarasyon yayınladı, "Biz ABD'nin tavrını destekliyoruz" diye.. Bu sefer Almanya, Fransa ve Belçika, "Hayır, biz desteklemiyoruz" dediler. Bütün bu kuruluşlarda tartışılır hale geldi. Bildiğiniz gibi biz NATO'nun 50 yıldan bu yana kurucu üyesiyiz. NATO'da en ağır işi gören, en büyük külfete katlanan, bunun nimetinden de ilk defa istifade edecekken ters yüz edilen bir ülkeyiz. En çok askeri barındırıyoruz ve bu sebeple de savunma harcamalarımız çok fazla. Komünizmin yıkılmasından sonra NATO'nun Varşova Paktı'na karşı kurulmuş bir savunma anlaşması işlevini yitirdi. Bu sefer NATO genişlemeye başladı. Doğu Avrupa ülkelerinden de katılımlar oldu. NATO'ya yeni görevler yüklemeye kalktılar. Yeni bir güvenlik konsepti meydana geldi. Bütün bunları bir kenara koyalım. NATO'nun üyesi bir ülke var. "Tecavüze maruz kalırsam, beni destekleyin" diyor. NATO Anlaşması bunun gereğini yerine getirmeyi emrediyor. Ama NATO'da bir veto ile karşılaşıyoruz. Yanlış hatırlamıyorsam, Belçika ve Fransa'nın vetosu veya doğrudan Belçika'nın vetosu ile karşılaştık.
Sonra NATO'nun Savunma Konseyi toplandı. Onlarda "Böyle bir tecavüz olmadığı için böyle bir karar aldık ama böyle bir şey olursa biz de Türkiye'yi savunacağız" diye ilk vetoyu biraz daha yumuşatarak, karar verdiler. Bunlar bu kurumların artık, böyle bir çağda bazı sebeplerle tartışılabilir hale geldiğini ve güven kaybettiğini ortaya koyuyor. Bu Türkiye için hayırlı olabilir. Türkiye bütün bunlara bel bağlayan bir ülke olmaktan çıkmalı. Dinamik, aktif bir dış politika izlemeli ve biraz evvel söylediğim ama bütün lafların içinde belki dikkati çekmeyen konu, Türkiye'nin güçlü olmasıdır. Madden ve manen güçlü olan bir Türkiye olmadıktan sonra, dikkate alınamayız. 230 milyar dolar iç ve dış borcun sahibi olan ve onun altında ezilen bir ülke, şu kadar enflasyon, bu kadar işsizi, şu kadar fert başına düşen milli geliri ile, bu ülkeler tarafından hiçbir zaman ciddiye alınmaz. "Borç alan, buyruk alır" diye düşünürler ve size her istediklerini yaptırabileceklerini kabul ederler.
Siz halkınız ile bütünleşerek, bu sorunları çözerek, bu ülkenin güçlü bir devlete, güçlü bir millete sahip olduğunu göstermelisiniz. O zaman sözünüzü dinleyeceklerdir. O zaman etkili bir devlet olacaksınız. O zaman dengeleri ortaya siz koyacaksınız. Misyonunuz ile dünyada iş yapacaksınız. Yoksa bugünkü halimize bakarak, bizi her zaman kolay elde edilebilecek bir ülke olarak görecekledir. Masaya öyle geleceklerdir. Size karşı yerine göre blöf yapacaklardır. Yerine göre ret göstereceklerdir ve siz bir takım imkansızlıklar sebebiyle bu mahcubiyeti zaman zaman yaşayacaksınız. Bunlar bize hep bir ders olmalıdır. BM ve AB'ye bile güvenilemeyeceğini, sizin kendi sorunlarını halletmiş, dışarıya karşı da itibarlı bir ülke olmanız halinde ikili anlaşmalarla bir takım ilişkileri daha iyi götürebileceğiniz ve kendi bölgenizin ve kendi tarihsel, coğrafya, manevi bağlarla birlikte olduğunuz ülkelerin, belki onların önüne de geçmek suretiyle yeni bir güç konsepti olabileceğinizi göstermeniz lazım.
Türkiye ilk defa bu Hükümet döneminde dinamik bir dış politikayı gösterdi. Kopenhag Zirvesi öncesinde AB için, daha sonra Kıbrıs ve Irak için ortaya konulanlar, Türkiye'nin sözünün geçebileceğini ve dinlenebileceğini, Türkiye'nin dikkate alınabileceğini ortaya koydu. Henüz somut bir netice alınmamakla birlikte bu dinamik davranışlar, Türkiye'nin hatırlanmasına yol açtı. Dilerim ki arkası gelir. Bu ekonomi ve toplumsal barışla desteklenen güçlü bir devlet olmayı önümüze koyar.
SORU : AB Parlamentosu Hollandalı Hıristiyan Demokrat Grubu'nun bir üyesi tarafından hazırlanan raporda; "Türkiye Devleti'nin laikliğe ve Kemalizm ideolojisine bağlılığı sorgulanıyor. Bu durumun AB üyeliğine engel olduğunu ve aynı zamanda Kemalizm ideolojisine bağlı olmayan yeni bir Anayasaya ihtiyaç duyulduğunu, askerin siyasette etkili olduğunu" ifade ediyor. Siz Meclis Başkanı olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz?
ARINÇ : Sadece böyle raporlar yok ki. Avrupa Konseyi üyesi parlamenterler, Türkiye'yi 1996'dan bu yana denetliyorlar. Türkiye şu anda denetim altındadır. Mesela bundan bir ay önce iki denetçi geldi. Zannediyorum birisi Lüksemburg, diğeri Hollandalı idi. Onlarda Türkiye'deki insan hakları, demokratikleşme, işkence vs. gibi konularda her sene geliyorlar, hatta yılda iki defa rapor hazırlıyorlar. Sonra o raporlar orada tartışılıyor, kabul ediliyor, reddediliyor veya değiştirilebiliyor. Bu o raportörün kendi görüşüdür, onu bağlar. Ama bu rapor onun mensubu olduğu parlamentoda veya komisyonda görüşülüp, karar haline gelirse, Türkiye için önemli sayılır. Şimdi burada iki konu var. Bir tanesi, Kemalizm ile ilgili düşüncelerini ifade etmiş. Bunu benim yorumlamam mümkün değil. Doğrudur veya yanlıştır da diyemem. O raporu sunacaklar. Çünkü Avrupa Parlamentosu üyeleri kendi mantaliteleri çerçevesinde Türkiye'ye bakıyorlar. Türkiye'nin sorunlarını kendi pencerelerinden görüyorlar. Beğenelim, beğenmeyelim, o onların görüşleridir. Ama Türkiye mensubu olduğu uluslararası camiada bu raporların benzerlerini hep görmüştür. Bundan sonra görmemek için kendi demokratikleşmesini, sivilleşmesini bir an önce temin etmelidir.
Şüphesiz bugün ikincisi, AB açısından daha çok tartışılıyor. Kopenhag kriterlerinin bir tanesi de, askeri yönetimin veya silahlı kuvvetlerin sivil otorite üzerindeki egemenliğinin son bulması diye Verhaugen'in de pek çok konuşmasında var. Kopenhag kriterleri içerisinde de vardır. Türkiye zaten bunu yerine getirmek için önce DGM'deki asker üyeleri heyetten çıkarttı. Bildiğiniz gibi, Öcalan'ın yargılanması ile ilgili AİHM'nin son verdiği kararda "Adil, bağımsız yargılama yapılmamıştır" derken ölçütlerden bir tanesi de buydu. Daha sonra Türkiye yine MGK'daki asker üyeye göre sivil üye sayısını arttırmıştır. Bugün sivil tarafta yani Hükümet tarafından zannediyorum 10 tane üye vardır. Bunun yanına Adalet, İçişleri vs. Bakanları eklendi. Bu tarafta sadece Kuvvet Komutanları bulunmaktadır. Yani Kopenhag kriterlerinin gereğini yapmak için KOB'da yapılması gerekenlerin içinde sivil otoritenin güçlendirilmesi her zaman gündemde olmuştur. Ama diğer konu, o kişinin kendi dünya görüşüdür veya mantalitesi içinde yazdığı bir şeydir. İçeriğini tam bilmeden doğrusu o konuda bir şey söylemek istemiyorum.
SORU : KKTC halkı milli birlik içinde olup Sayın Denktaş'ı, Annan Planı'nda desteklemedi. Anavatana yöneltilecek bu sözleri de düşünecek olursak, Türkiye'nin bu noktada bir hatası var mı acaba?
ARINÇ : Şimdi bir defa miting yapmak demokratik bir haktır. Ben miting yapanlar için o kelimeyi kullanmadım. Ama o mitingin içerisinde ellerindeki pankartlarla Türk askerini Kıbrıs'ta işgalci olarak gösteren kişiler için o kelimeyi kullandım. Yoksa orada masum pek çok insan, bir taraftan Annan Planı ile ilgili bir taraftan da Hükümeti eleştiren gösteriler yapmış. Bunlar demokratik haklardır. Ama 1974'de Nicos Sampson darbesi ile Ada'yı Yunanistan'a bağlamak amacıyla, Kıbrıs'ta yüzlerce katliamın altında imzası olan Rumlara karşı Türklerin hakkını korumak için, Ada'ya gelmiş olan Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının ki, şu anda oradaki Türklerin can güvenliğinin tek teminatı onlardır. Onlara böyle ellerinde yakışıksız sözlerle ifadeler taşıyan kişiler için kullandım. Şimdi Kıbrıs'ta 700 bin civarında Rum, 200 bin civarında Türk yaşıyor. Bugün itibariyle söylüyorum; biz Ada'nın üçte birinde varız. 9 bin kilometrekare Kıbrıs'tır. 6 bin küsuru Rumlarda, 3 bin küsuru bizdedir. 1974'den bu yana fiili bir durum vardır. İki bölgelilik vardır. Kuzeyde Türkler var, güneyde Rumlar var. Herkes artık kendi toprağına yerleşmiştir. Evleri, işyerleri ve arazileri var. Türkiye'den giden göçmenler var, Kıbrıs'ın kendi Türk halkı var. Böyle kendiliğinden oluşmuş ve KKTC gibi nerdeyse 20 seneyi bulmuş, belki biraz da geçmiş, hükümeti olan, meclisi olan, iktidarı-muhalefeti olan, anayasa mahkemesi olan, bütün kurumları ile işleyen bir hükümetin, bir devletin bulunduğu yerde her şeyi tekrar allak bullak edecek, Türklerin kazanılmış haklarını ellerinden alacak, yine onları Rumlarla birarada yaşamak gibi, eski katliam günlerini hatırlatacak bir planın kabul edilip edilmemesi çok önemli değil.
Bir kısım kişiler diyorlar ki; "Ne olursa olsun bu Planı kabul edelim de AB'ye girelim". Bir kısım insanlar da diyorlar ki; " Biz bugün bu ülkeye gelmedik. Yıllardan beri buradayız. En azından 500 yıldan beri. Çünkü 1500 ile 1800 arasında Osmanlı hakimiyetinde. Ondan sonra İngilizlere kiraya veriliyor, ondan sonra da elimizden çıkıyor. Daha Hala Sultan'dan başlarsanız, Hz. Muhammet'in halası olmak şerefine kavuşmuş, sahabelerin ellerinde şehitleriyle Kıbrıs'a çıktıkları bir tarihten geliyoruz. Yani orası geçmişinden bu yana Müslümanların, Türklerin bulunduğu bir adadır, o tarafını bırakalım, en azından bunca yıldan beri Türkler, o Ada'nın gerçek sahipleri olarak orada bulunuyorlar.
O gösteriler, o tartışmalar biraz karmaşıktır. Ama şu anda Kıbrıs halkı bu Plan'ın ne getirip ne götürdüğünün çok iyi anlamış durumda. Çok iyi anladığı içindir ki, Denktaş'a da destek veriyor ve böyle bir Planı kabul edemeyeceğini de söylüyor. Ben "Ne olursa olsun imza atalım, bu 28 Şubat'ta bitmelidir" diyenlere "Her yılın bir 28 Şubat'ı vardır. 28 Şubat'ta hiçbir şey bitmez. Arkasından 1 Mart gelir, siz bunları hiç düşünmeyin" demiştim. Bakın bugün 28 Şubat'ın üzerinden bir ay geçti. Annan 3. Planı'nı sundu. Halbuki "Birden sonra ikiyi sunmayacağını" söylüyordu. İkiden sonra "Bu iş bitti, gelin imza atın" diyor. Öyle yağma yok. Türkler kazandıklarını vermek ve arkasından da yine tehlikelerle karşı karşıya gelmek durumundalar. Bu yüzden bugün yürütülen politikanın bir ulusal dava olduğunu bilmemiz lazım. Türklerin can güvenliğini sağlayan, Türkiye'nin etkin garantörlüğünü temin eden ve iki bölgeliliğe, eşit egemenliğe dayalı bir formülün, yerine göre topraktan biraz verirsiniz, bir başka yerden alırsınız. Bunlar müzakere ile, anlaşma ile olur. Müzakere masasında Sayın Denktaş'a bakıyorlar. "Ver, biraz daha ver." Öbür tarafa hiç kimse "Sen niye uzlaşmıyorsun arkadaş, sen de bunun karşılığında bir şey ver" demiyor. Onlar zaten AB'ye girmeyi garanti etmişler. Elde var bir ile masaya oturuyorlar. Ama köşeye sıkıştırılan, "Uzlaşmaz olan çirkin adam" denilen sadece Denktaş oluyor.
Biz sadece bunun yanlış olduğunu söyledik ve Kıbrıs'a gittiğimiz günden bu yana hep söylediklerimiz gerçekleşti. Bu Türkiye'de milli bir mesele olarak tekrar hatırlandı. Sayın Denktaş, ülkeye geldi, Mecliste bir konuşma yaptı ve bugün Mecliste temsil edilen üç siyasi parti, ortak bir deklarasyon yayınlayarak Kıbrıs meselesinde TBMM kararını tekrar kamuoyuna duyurmuş oldu.
SORU : İran'a ikidir atılan füzelerle, acaba İran savaşın içine mi çekilmek isteniyor? Bu konuda ki görüşleriniz nelerdir?
ARINÇ : ABD, İran'dan özür diledi.
SORU : Ama siz yayına girmeden önce, ABD, "Hayır, biz özür dilemedik. Özür dilenecek bir şey yok" şeklinde bir açıklama yaptı.
ARINÇ : Bu hasmane bir tutumdur. Gerçi İran sınırında olan bir meselede yani füzenin ne tarafa düşeceğini, bombanın nerde patlayacağını bilmek herhalde çok mümkün değil. Ama "İran'dan özür dilemeye gerek yok" demişlerse, "Biz bunu bilerek, kasten attık" diyorlarsa bunun hasmane bir tutum olmaktan öte bir izahı olmaz. Ama benim duyduğum haberde, "Yanlışlıkla düştü, İran makamlarından özür diledik" şeklinde bir beyan vardı. Şimdi böyle bir savaşın içinden psikolojik hal devam eder. Yani haberlerin gerçeklik derecesi doğrusu çok fazla anlaşılmaz. Görüntüler de propaganda kokar, haberlerde de yanlışlıklar olabilir. Yönlendirmeler olabilir. Ama kasıtlı ve bilerek, İran'a füze veya bomba atışı varsa bu hasmane bir tutumdur.
SORU : Gençlerin siyasete girme noktasında nasıl bir yol izlemelerini tavsiye edersiniz?
ARINÇ : Gençler için bir müjdemiz var. Ben gençlerin idealizminin, dinamikliğinin, heyecanının siyasete taşınması gerektiğine inanıyorum. Birikimleri ve kabiliyetleri ile siyaseti çok iyi yapabilirler. Türkiye uzun bir süreden beri seçme yaşını 21'den 18'lere indirdi. Ama seçilme yaşı 30'un üzerinde kaldı. AK Parti'nin programında da, seçim beyannamesinde de seçilme yaşının 25'e indirilmesi yazılmıştı. Sevinerek söylüyorum ki, dün Anayasa değişikliği Meclise geldi ve AK Parti'li 184 milletvekili - yeterli çünkü bu sayı- Meclis Başkanlığına, seçilme yaşını 25'e indiren Anayasa Değişikliği Teklifini verdiler. Ben de Anayasa Komisyonu'na havale ettim. Umarım ki, önümüzdeki 15-20 gün içerisinde bu Anayasa değişiklik çıkacaktır ve gençler 25 yaşında seçilme hakkına sahip olacaklar. Böylece Parlamentomuz genç beyinlerle zenginleşecektir. Ben gençlerin, idealizminin, heyecanlarının, ülke ve vatan sevgilerinin, millete hizmet etme aşklarının, siyasete yeni bir soluk aldıracağını ve siyasete çok şeyler kazandıracağını düşünüyorum.
SORU : Duygusal bir insansınız. Kendinizle baş başa kaldığınızda, Irak'ta yaşananlarla ilgili olarak neler düşünüyorsunuz? Düşünüyorsanız bu sizi nasıl etkiliyor?
ARINÇ : Düşünmemek mümkün değil. Gözünüzün önünde bir insanlık faciası var. Masum insanlar, çocuklar, kadınlar, yaşlılar, gençler, şehirler telef oluyorlar. Zayi oluyorlar, ölüyorlar. Yürek parçalayan feryatlarını işitiyoruz. Bunlara karşı duyarsız kalmak mümkün değil. Belki duyarsız kalan insanlar mutlaka vardır. Ama ben inanıyorum ki, insanlığın büyük bir kısmı gerçekten yürek parçalayıcı bu feryatlar karşısında, bu facia karşısında duyarlılığını kaybetmedi. Bütün dünyada bu savaşa karşı toplu eylemler daha da güçlenerek devam ediyor. Merhameti, aşkı, sevgiyi, insanlık duygularını henüz köreltmemiş veya kaybetmemiş insanların bu görüntülerden rahatsız olmaması mümkün değil. Beni de zaten Abdülkadir Geylani'lerin, Hz. Ali'lerin, Hz. Hüseyin'lerin kutlu mekanları olan Irak'taki o Ömer'ler, o Ali'ler, o Hamza'lar ilgilendiriyor. Geçen ekranda gördüm, çok duygulandım. Yaşlı bir kadın, herhalde torunuydu. 5-6 yaşındaki çocuğa bir naylon giydiriyor ki, işte bir gaz falan atılırsa, torununu o şekilde kurtaracakmış. Bugün 5-6 tane çocuğu sığınağa götürmüş bir Iraklı'nın ekrandaki görüntüsünü gördüm. Düşünebiliyor musunuz? O kadar güçlü bombaların altında, 1991'de sığınaklarda yaşayanlar bile ölmüştü. Şimdi her an uçaklar şu kadar sorti yaptı, şu kadar füze fırlatıldı, şu kadar kilo tonluk bombalar düştü diye - bazılarının sevinçten ağızlarından salyalar akıyor- belki ama inanıyorum ki, insanlık ölmedi. Herkes bu dram karşısında, geceleri rahat uyumak şöyle dursun, ekranlara bile bakamaz hale geldi. Ümit ediyorum ki, en kısa zamanda bu facia durdurulsun. Biz üzerimize düşeni yapalım. Bütün ülkeler üzerlerine düşeni yapsınlar. Çocuklar, insanlar, kadınlar ölmesin, tabiat ve kültür miraslarımız zayi olmasın, Bağdat, Bağdat olarak kalsın. Şüphesiz zaman içerisinde rejimler değişir, insanlar ölür, yenileri gelir, toplum kendi kendine bir değişime uğrar. Bunu tabii seyrine bırakmak lazım. Yoksa bombalarla, füzelerle, roketlerle bunları yapmak hiçbir zaman kalıcı bir çözüm değildir. 

http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tbmm_basin_aciklamalari_sd.aciklama?p1=2311
..

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI SAYIN BÜLENT ARINÇ'IN TV 8 KANALINDA BEDRETTİN HABİBOĞLU İLE YAPTIKLARI SÖYLEŞİ (2)





TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI SAYIN BÜLENT ARINÇ'IN TV 8 KANALINDA BEDRETTİN HABİBOĞLU İLE YAPTIKLARI SÖYLEŞİ (2) 





(22 Mart 2003)

SORU: Ben Meclis'e gelmek istiyorum Acaba lojman satışları milletvekili ile halk arasındaki kopukluğu gidermeye yetecek mi? Bu konuda başka şeylerin de yapılması mümkün mü?
ARINÇ: Hemen söyleyeyim, tek başına yeterli değil ama atılan adım önemlidir. Bu lojmanlara 1985'de girilmiştir ve her yıl bu lojmanların satılması, milletvekilleri ile halkın iç içe olması gerektiği söylenmiştir. Hatta milletvekillerinin oturduğu lojmanlar bir saltanat olarak takdim edilmişti. İlk defa 22. Dönem Meclisi AK Partili ve CHP'li üyelerin oy birliği ile bu lojmanlardan çıkma kararı aldı. Bu lojmanlar Milli Emlak'a devredildi. Onlarda hemen satış işlemlerine başladılar. Bunun iki açıdan önemli olduğunu düşünüyorum. Bir; bu lojmanlar kamu harcamalarını arttırıyor. Bizim lojmanımızın çıplak masrafı bir milyar, bakım onarımı olduğu takdirde iki milyar lira. Bunun sadece 450-500 milyon lirasını biz karşılayabiliyorduk. Her ay, her lojman için artı bir buçuk milyar lira masrafımız vardı. Bu kamuya yük getiriyordu. Biz kamuyu bu yükten kurtardık. Sadece bir rakam vereyim; geçen seneye göre bu sene TBMM bütçesi 10,5 trilyon bu sebeple tasarruf etti. Bu az görülemez. Milletvekillerinin yaptığı fedakarlık kamuya 10,5 trilyon lira kazandırmıştır.
İkincisi; Milletvekilleri milletle iç içe olmalıdır. Ayrı yerlerde oturmamalıdır. Bir apartmanda komşuları, kapıcısı ile birlikte; marketten alışveriş eden, ibadetini yapan, kahvesine gidip çay içip, kağıdını oynayan bir milletin vekilini tasavvur ediyoruz. Keşke bütün kamu görevlilerinin böyle bir imkanı olabilse. Kapıdan çıktığı zaman selamlaşa bilseler. Birbirlerinin hatırını sorabilseler. İnsanlar Milletvekillerini kendi apartmanlarında görebilseler ve bu beraberlik sağlanabilse. İkinci tema da buydu. Yani bütçeyi hem kamu harcamalarından kurtarmak, hem de vatandaşın milletvekiliyle birlikte olmasını temin etmek. Bu çok önemli bir adım oldu. İkincisi de, bu yıl milletvekilleri ilk üç aylık maaş zammından yararlanmadılar. Yine müşterek imzayla, milletvekili maaşlarına Ocak'tan Nisan'a kadar zam yapılmadı. Bütün kamu görevlileri yüzde 6,5'tan yüzde 13.5 arasında kademeli zam aldılar ama milletvekilleri almadı. Dolayısıyla ben bunları çok olumlu buluyorum. Ama yeterli değil. Başka şeyler de yapacağız, yapıyoruz, yapmalıyız.
SORU: Eskiden milletvekilleri toplumda itibar görürdü. Şimdi bunun azaldığı gözleniyor. Bunun sebebi nedir?
ARINÇ: Son yıllarda siyaset kurumunun yarar aldığını söyledim. Bu bir gerçektir. Bunun tamir edilmesi lazım. Fakat toplamda adeta bir şartlanma ve önyargı var. Milletvekillerinin, siyasi partilerin sadece kendi menfaatlerini düşündüklerini, toplumun sorunlarına eğilmedikleri yönünde.. Şükürler olsun ki, her gün geçtikçe bu tam aksine bir itibara da dönüşüyor. Ben bunu hissediyorum. Öğrencilerle katıldığım bir programdan bahsediyorsunuz. Bu bir üniversitede olmuştu. Benim katılmadığım programlarda da izlediğim kadarıyla, öğrencilerimizin yine önemli bir kısmı işin sorumluluğunu biliyorlar. Bir terbiye ve nezaket içerisinde sorularını sorabiliyorlar. Ama bazı militan gruplar var. Bu gruplar siz ne derseniz deyin, zaten sizi dinlemek veya sizden bir şey öğrenmek için oraya gelmemişler. Kendi propagandalarını yapmak için oraya gelmişler. Bunlar marjinal gruplardır. Bunlar bağırır, çağırır giderler ve bunu propaganda zannederler. Diğer gençlerimizde bir eksiklik olarak da; çok fazla okumamayı, bu konularda kendilerini çok yetiştirmemeyi bir eksiklik olarak görüyorum. Zaten bizim eğitim sistemimiz maalesef bir konuyu çok iyi bilen bir eleman yerine; her şeyi çok az bilen bir gençlik yetiştiriyor. En azından bir soru nasıl sorulabilir. O soruyu sorarken onun doğruluğu konusunda kendisinde bir fikir var mı, yok mu? Bunlardan çok fazla emin değilim. Daha çok sloganik kelimelerle, cümlelerle hitap ediyorlar. Bu bir altının doldurulmadığı, güçlü olmadığı şeklinde bir intiba meydana getiriyor. Gençlerimizin sadece gazete başlıklarına bakarak veya televole kültürünün biraz daha dışında, araştırarak bazı konuları ortaya koymalarında yarar var. Bu şüphesiz bir eğitim sorunu.
SORU: 1441 Sayılı Karar gereği BM Silah Denetçileri kimyasal silah tespiti için bölgeye gidiyor ve araştırma yapıyor. Ama bir şey bulamadık diye rapor hazırlıyorlar. Bunun üzerine ABD tekrar denetçilerin silah denetimi yapmasını istiyor. Acaba ABD bu silah denetçileri sayesinde Irak'ın elinde silah bulunup, bulunmadığını öğrenip, ondan sonra saldırma planları mı yaptı?
ARINÇ: İşin evveliyatı var. Bildiğiniz gibi Saddam, Irak'ın başına yeni gelmedi. Saddam halkına zulüm eden bir diktatör olarak Irak'ın başında bulunuyor. Ama bu Saddam 15 yıl önce ABD'nin çok sevdiği bir insandı. O kadar sevdi, o kadar destekledi, para ve silah yardımı yaptı ki; onu İran'la harbe tutuşturdu. O zaman Saddam 2.Selahattin'di ve Arapların reisi olmaya namzet bir adamdı, arkasını sıvazlayandı. Bugün aranıyor diye görülen silahları da verenler ABD ve müttefikleri idi. Fransa ve diğerleri birlikte olmak üzere.. Şimdi Körfez Harbi'nin mağlubu olarak Irak, zaten 11-12 seneden beri denetim altındaydı. Hatta ambargo ve abluka altında. Bildiğiniz gibi kendi kaynaklarını bile kullanamaz durumda.. Oradaki silah denetçileri BM'nin görevlendirdiği insanlardır. Onlar,BM Güvenlik Konseyi'nin kararıyla nükleer silah var mı, kimyasal silah üretiliyor mu, füze başlıkları var mı diye iki de bir denetlemeye giderler ve raporlarını verirler. Defalarca gittiler, iddia edilen şeylerin bulunmadığını söylediler. Buna rağmen tekrar tekrar gittiler. Bu Anadolu tabiriyle, "kurt kuzuyu yemeye niyetlenirse, suyu bulandırdın" bahanesine benzeyen bir durum olarak ortaya çıktı.
Ama gelinen noktayı söyleyelim. Ben bunu dışarıda da söylediğim için burada da rahatlıkla söyleyebilirim. BM'yi de bir kenara koyarak, oradan bir karar alınmasını da beklemeden, bir taraftan da uluslar arası hukuku bir kenara koyarak, diğer ülkelerin de itirazlarını dikkate almadan, "Ben böyle düşünüyorum. Ben böyle karar verdim. Ben bunu yapacağım" diyerek Irak'a tek taraflı bir harekat başlatması kesinlikle doğru değildir. Bunu onaylamamız da mümkün değildir. Sayın Cumhurbaşkanı da bu düşüncede olduğunu ifade etti. Doğrusu ben de ondan önce açıklamış oldum.
Bu ne getirir, ne götürür? Ama bir tarafa şunu koyalım ki, BM diye bir örgüt var ise ne işe yarıyor? Yani kendini güçlü gören herhangi bir ülke, "Ben güçlüyüm, istediğimi yaparım" derse bu işin sonu hiçbir zaman dünyada barışın olması anlamına gelmez. ABD bugün tek taraflı bir hareket yapıyor. Bu hareketin kendine göre yandaşları da var. İşte koalisyon dedikleri ve askerini birlikte kullandıkları ülkelerle yarın bu topraklar üzerinde bir paylaşıma gidecekler, bu arada söz sahibi olacaklar ki; belki rejimler ve coğrafyalar bile değişebilecek. Böyle bir harekatta kendini jandarma görüp, dünyanın tek hakimi gibi görüp, "oraya demokrasi götüreceğim" veya bir başka bahane ile böyle bir harekatı başlatması, bugüne kadar dünya ülkeleri arasında var olan hiçbir anlaşmaya uyan bir davranış değildir. Tek taraflı bir davranıştır ve elbette doğru değildir.
SORU: 12 Şubat 2003 tarihinde CNN Türk'te bir programda "Saddam on yıldır uzlaşmaz bir tavır içinde olmasaydı, bugün bunlar olmazdı" demiştiniz. Peki, Irak ABD'nin her dediğini yapsaydı. Ancak petrol kullanım işini İngiliz ve ABD'li şirketlere vermiyorum demiş olsaydı, bugün bu savaş çıkar mıydı?
ARINÇ: Şunu söyleyeyim ki; ABD'nin Ortadoğu ile ilgili planları vardır, projeleri vardır ve yıllardan beri bunu santim santim ilerletmektedir. Zaten büyük ülkeleri, büyük ülke yapan unsurlardan bir tanesi de budur. Yıllar sonrasına ait kendi ülkesinin çıkarları için planlar yaparlar ve bu planları mutlaka ilerletirler ve neticeye vardırırlar. ABD'nin Ortadoğu ile ilgili belki on tane hedefi vardır. Bunların içerisinde ekonomik ve siyasi hedefler de vardır. İsrail ile ilgili hedefler de vardır. Bunun nerede duracağına, nereye varacağına bugünkü sıfatımla benim konuşmam mümkün değil. Bilirim ama konuşamam. Meclis Başkanı olmasaydım, bir siyasetçi olarak, rahat bir ortamda yani kendi konumumla ilgili bulunsaydım konuşurdum.
SORU: Sizi ne engelliyor?
ARINÇ: Şuanda temsil ettiğim makam itibariyle, ABD'nin hesaplarını ortaya koyan bir insan olmak istemem. Her doğru, her yerde söylenmez. Yani şu kadarını bile ben bir takım ip uçlarını vermek için söylüyorum. Rusların Deli Petro dediği insanın, dünya çapında bir hedefi vardı. Karadeniz'e, Akdeniz'e, sıcak denizlere ulaşmak..Ruslar bu hedefleri yıllar boyu takip ettiler. Yunanistan'ın Helenizm diye büyük hedefleri var. Megaloidea, Enosis gibi yani bütün bunları bütün ülkeler, kendilerine kızıl bir elma gibi hedefler koyarlar. Ne yazık ki; Türkiye'nin son yıllarda böyle hedefleri yoktu. Ama bizim imparatorluk döneminden kalmış, iyiyi, güzeli, doğruyu hakim yapma noktasında hedeflerimiz vardı. Her ülkenin hedefi vardır. ABD Irak'a kim bilir kaç bin kilometre uzakta ama geliyor, "Burada benim menfaatim var" diyor. İngiltere Arjantin'in kıyısındaki Folkland Adalarına geliyor, yani belki Kardak Kayalıkları kadar küçücük bir adacık, ama "Benim burada hakimiyetim var" diyor. Kendisine bir hedef tutuyor. Ortadoğu'daki bütün planları Birinci Cihan Harbinden önce de, sonra da yapan İngilizlerdi. İsrail'i 1948 yılında devlet haline getiren, çabaların ve çalışmaların Sultan Abdulhamit Döneminden biraz önce başlamadığını bu ülkede söyleyemez. Yani bütün bu hesaplarda küçücük bir hayali hedef haline getiren, o hedefe ulaşmak için yıllarca çabalayan bir sisteme selam durmak gerekir. Şimdi o yüzden bugün yapılanların, yıllar öncesinden ne kadar ince planlarla ortaya konduğunu ve bunun içine hangi ülkede, ne gibi değişiklikler yapıldığını dikkate almak lazım.
Benim 21 Şubat'ta CNN Türk'teki konuşmamın içindeki bir cümle; "Saddam ne yapmalıydı yada Irak ne yapmalıydı?" diye sorulduğunda "Irak'a demokrasi gelmeliydi.Keşke demokrasiye geçebilselerdi" demiştim. Yoksa bugün Saddam ve çevresindeki üç beş tane adamla, Irak gelebileceği en son noktaya geldi. Irak halkını bile temsil etmiyorlar.
SORU: Yani siz, Irak ABD'nin her dediğini yapsaydı; demokrasi gelseydi, petrol sebebiyle bu savaş yine olurdu diyorsunuz.
ARINÇ: Çıkabilirdi. Ancak, halk bu kadar zarar görmezdi. Süreç değişebilirdi. Bugün bazı ülkelerin dış politikaları coğrafyaları belirliyor. Türkiye için de bu böyledir. Coğrafyamız çok önemli. Eğer Birleşik Arap Emirlikleri Kuveyt, Katar, Umman gibi bir yerde iki yüz yıl yetebilecek petrol rezervi olmasaydı, hiç kimse dönüp Irak'a başını çevirmezdi. Bugün ABD'de halkın yüzde 60'ı Irak'ın nerede olduğunu bilmez. Ama Irak'ı önemli yapan bir şey var. ABD'nin Alaska'da petrolü var. En çok 9 yıl yetebilecek. Japonya'nın bir gram petrolü yok. Almanya'nın bir gram petrolü yok. Ama burada 200 yıl yetebilecek, milyar varillik petrol rezervleri var. Böylesi insanın iştahını çekmez mi? Bu iştahı gidermek için böyle bir şey de yapılabilir, başka şeyler de yapılabilir.
SORU : Dünya düzeni değişiyor. Artık menfaatler ön plana çıkıyor. Türkiye çok stratejik bir konumda bulunuyor. Yeni dünya düzeninde Türkiye'nin dikkatli ve çok akıllı mı olması gerekiyor?
ARINÇ: Çok akıllı olması yetmiyor. Çok güçlü de olması lazım. "Zebunküş Avrupa bir hak tanır ki o da kuvvettir" diyor Akif. Avrupa'nın hak tanıdığı şey sadece kuvvettir. Bu bir sistemdir. Bu sistemde güçlü olan haklıdır. Bizim dünya görüşümüzde, bizim dünyada devlet kurduğumuz zamanlarda, umman bir medeniyet kurduğumuz zamanlarda hep ölçü, haklı olan kuvvetlidir. Şimdi kuvvetli olanın haklı olduğunu bir dünyada yaşadığımızı bilelim. Onun karşısında durabilmek için kendimizin kuvvetli olması lazım. Yoksa sizin sadece aç bir canavara karşı, şefkat göstermeniz hiçbir şeyi halletmiyor. "Ben iyiyim, güzelim, merhametliyim, barıştan yanayım" demeniz, eğer kuvvetli değilseniz, dünyada hiçbir yerde yankı yapmaz.
SORU : Bu aç canavarın size şefkatle yaklaşmasına aldanmamak mı gerekir?
ARINÇ: Aldanmamak lazım. Sizin zayıf olmanız sadece iştahını arttırıyor.
SORU : 1991 yılında Körfez Krizi'nde Baba Bush harekattan önce Özal'ı arayarak bilgilendirmişti. Şimdi ise oğul Bush Türkiye'den hiç kimseyi arayarak bilgi vermedi. Hükümet yetkilileri operasyonun başlayacağını Katar'daki irtibat subaylarından öğrendi. Bu konudaki fikriniz nedir?
ARINÇ : O haberlerin doğruluk derecesine inanmıyorum.
SORU : Ama Sayın Erdoğan da bunu yalanlamadı.
ARINÇ : Peki doğru kabul edelim. Ama ikisinde farklı. Şimdi 1991'de Irak, Kuveyt'i önce işgal etti sonra ilhak etti. Buna karşılık BM Güvenlik Konseyi bir karar yayınladı. BM'ye üye olan bütün ülkelerin bu işgali sona erdirmek için gerekirse, güç kullanması talimatını verdi ve ABD büyük bir koalisyonla pek çok ülkenin yardımıyla bölgeye geldi. Irak'ın işgaline son verdi. Yapılanların hepsi BM'nin kararlarına uygun olarak yapıldı. Ben o günün bütün kapalı tutanaklarını da yayınladım. 1990'da Meclis'te yapılan görüşmelerin tutanaklarını biz bir ay önce yayınladık. Dolayısıyla 1991'de uluslararası meşruiyet şartları oluşmuştu. Irak işgalci bir ülke olarak, bulunduğu yerden defedilmek üzere Güvenlik Konseyi kararı ile çıkarılmıştı. Ama bu sefer BM kararı yok. Güvenlik Konseyi'nin kararı yok. Bunların hepsi bir elin tersi ile bir tarafa itiliyor ve "Ben bu işi başlatacağım" diyen bir insan konuşma yapıyor. Konuşmasında da süre veriyor. "48 saat sonra bu harekat başlayacak" diyor. Yani artık saati ve günü belli hale gelmiş. 1991'den farklı olarak, o zaman Bush'un konuşma yapıp da "Ben 72 saat sonra veya 24 saat sonra bu işi başlatıyorum" dediğini hiç kimse duymadı. Şartlar birbirinden farklıdır. Türkiye'de de kurumlar görevlerini yapıyorlarsa o zaman mesele yok. Başbakanlık işin bir tarafında önemli bir konumda, Silahlı Kuvvetler işin bir tarafında, Meclis işin bir tarafında. Biz tabii Meclis olarak bu konuda edilgen bir noktadayız. Ama etken bir noktada olan Hükümetin ve Hükümete bağlı olan kurumların ben görevlerini aksattıklarını doğrusu düşünmüyorum.
SORU: Ortadoğu'da dünyanın tepkisini çeken İsrail var, Kaddafi var. Irak operasyonunun ardından bu ülkelere de müdahale söz konusu olabilir mi? Bu konjonktür içinde değerlendirdiğinizde bu bölgenin alacağı yeni şekil ne olur? Bu durum Türkiye'nin İslam dünyası ile ilişkilerine nasıl yansır?
ARINÇ: Çok somut şeyler söyleyemem. Bunların hepsi öngörülen neticeler veya söylenen konulardır. Yani coğrafyalar ve rejimler değişebilir derken bir endişe ortaya konuyor. Bu endişeyi haklı kılan sebepler de var. Ama Türkiye bu savaşı geride bırakmak, barış çabalarını sonuna kadar götürmek için, bildiğiniz gibi o zaman Başbakan Abdullah Gül'dü, Ortadoğu'daki bütün ülkelerin liderlerini, devlet başkanlarını ziyaret etti. Sonra onların Dışişleri Bakanlarını İstanbul'da toplayarak bir deklarasyon yayınladı. Ancak Ortadoğu'daki ülkelerin veya halkının Müslüman olduğu ülkelerin bugün, ABD'nin bu harekatı karşısında çok fazla güçleri de yok, çok gazla sesleri de çıkmıyor. Mesela ABD'nin karadan Ürdün üzerinden Irak'a nakledeceğini bugün duyuyoruz. Ürdün'ün buna bir itirazı olabilir mi? Yok. Mısır'ın bir itirazı var mı? Yok. Suriye'nin ciddi bir itirazı var mı? Yok. Zaten Suudi Arabistan'da, Kuveyt'te binlerce ABD ve İngiliz askeri bulunuyor.
Burada Türkiye, hem güçlü bir ülke olarak hem de tarihten gelen misyonunu kullanan bir devlet olarak üzerine düşeni yaptı. Yani son üç ayda Sayın Başbakanların, dün Sayın Gül'ün bugün Sayın Erdoğan'ın -belki sayın Erdoğan için çok yeni, bir şey söylenemez- ama barış çabaları için olağanüstü çaba gösterdiğinin şahidiyim. Gelinen nokta budur. Bu da bizim elimizde olan bir şey değildir. Dolayısıyla bundan sonrası için hepimizin plan yapmamız, engel olabileceğimiz konularda engellememiz, yararlı olabilecek katkılarda da Türkiye'nin bu katkılarını mutlaka ortaya koyması gerekir. 

http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tbmm_basin_aciklamalari_sd.aciklama?p1=2310

.
..

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI SAYIN BÜLENT ARINÇ'IN TV 8 KANALINDA BEDRETTİN HABİBOĞLU İLE YAPTIKLARI SÖYLEŞİ (1)







TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI SAYIN BÜLENT ARINÇ'IN TV 8 KANALINDA BEDRETTİN HABİBOĞLU İLE YAPTIKLARI SÖYLEŞİ (1) 

(22 Mart 2003)




SORU: Siz diyorsunuz ki, "Eğer siyasi endişeler ile hareket etmiş olsaydım 50 kere Başbakan, bilmem kaç kere Genel Başkan olurdum." Evvela bu sözle ne kastediyorsunuz? Türkiye'de Başbakan ya da Genel Başkan olmak için siyasi endişelerle mi hareket ediliyor? Yani hür iradeli insanlar Türkiye'de Başbakan ya da Genel Başkan olamazlar mı?
ARINÇ: Öncelikle ben de teşekkür ediyorum. Bizi değerli izleyicilerimizin evlerine konuk ettiniz. Tabii özellikle birkaç günden bu yana hepimizi üzen, dehşet verici manzaralar karşısındayız. Çok yoruluyoruz, çok üzülüyoruz, çok endişeliyiz. Böyle bir ortam içerisinde böyle çok önemli bir programa beni konuk etmeniz memnuniyet verici. Çok teşekkür ediyorum.
Tabii hayat hikayemi kısaca ortaya koydunuz. Sonunda bir cümleyle bana soru soruyorsunuz. O cümleyi, zannediyorum çok uzun bir söyleşinin içinde bir yerde ifade ettim. Belki tam öyle olmasa bile ona yakın bir anlamı vardı. Şimdi bu kısa hayat hikayesi içerisinde uzun bir siyasi geçmiş var. 1968-69'larda başlayan ve halen devam eden, bulunduğu partilerin bütün kademelerinde çalışmış, bulunmuş bir insan olarak iyi veya kötü siyasette bir deneyime sahibim.
Ben siyasette şunu gördüm; bu önemli bir konudur. İnsanlar bir yerde üye olurlar, delege olurlar sonra ilçe başkanı olurlar, il başkanı olmak isterler. İl Başkanı olunca Belediye Başkanı, Milletvekili olmak isterler. Milletvekili veya Belediye Başkanı olunca, "Niye hükümete girmeyeyim. Seçilmeyeyim. Parlamentoya girmeyeyim" derler. Bakan olmak, Başbakan olmak hepsinin hayallerinde vardır. Bunun bir meşru yönü var. Siyasette olan herkes, önünün açık olduğuna inanmalı ve büyük bir gayret içerisinde özveri ile çalışmalı, siyasetin kendisine sunacağı bütün imkanları elbette kendi hakkı olarak kabul etmeli. Bu doğrudur ve meşrudur. Eğer siyaset toplumun sorunlarını çözmek için yapılıyorsa, siyaset millet için yapılıyorsa, bu yolda olan herkesin başarılı olduğu kadar her noktaya gelmesi de hakkıdır.
Ancak bu siyasetin içerisinde, bir takım küçük menfaatleri büyüterek ve sadece onlara kavuşmak arzusu ile yola çıkanlarda vardır. Hedefleri mutlaka bir yere gelmek ise kendi deneyimlerini, birikimlerini bir kenara koymak suretiyle yanlış olanı yaparlar. Doğruları görmezler, yanlışları fark etmezler. Ya lider hegemonyası içerisinde ona yakın olmanın, onunla aynı fotoğraf karesine girme gayretini gösterirler. Gayri meşru siyasetin yolları içerisinde yükselmenin çarelerine bakarlar v.s..
Ben siyasi hayatımın tamamında ilkeli olmayı kendime hedef edindim. Kararlı olmayı hedef edindim ve cesur siyaset yapmayı düşündüm. Dolayısıyla liderle ilişkim varsa ve bana herhangi bir şey sorulmuş veya benim sorumluluğum altında bir iş verilmişse ben yerine göre eleştiririm, yerine göre yanlışları ortaya koyarım, yerine göre doğrulara sahip çıkarım. Bana ne kadar büyük zorluklar getirmiş olsa bile onlardan hiçbir zaman yılmadım. Bu sözüm şu anlamdadır; lider ve çevresindekiler Türkiye'deki parti içi demokrasinin en büyük kaybı olarak yıllardır karşımıza çıktılar. Bugün bazı şeyleri eleştiren insanlar, dün bunları yapmamışlardı. Evvelsi günü hiç düşünmemişlerdi. Ama ben evvelsi günde, dünde, bugünde doğru bildiklerimi her zaman ve her yerde benim aleyhime olacağını bilsem bile, her zaman yüreklilikle dile getirdim. Çevrem de bunu bilir. Beni tanıyan herkeste bunu paylaşır. Bu belki zamanında bana ve benim gibi insanlara bir Başbakanlığı, bir Bakanlığı kaybettirmiş olabilir. Ama bunun hesabını yapmazsanız, kader denen bir şeye inanırda, "Ben bugünü değerlendirmeliyim. Benim üzerimdeki sorumluluk bugün ne yapmamı gerektiriyor." En azından Hz.Ömer gibi akşam evinize gittiğiniz zaman, o dermiş ki; "Ben bugün Allah için ne yaptım?" Bir muhasebe yaparmış. Ben bugün millet için ne yaptım? Bunu kendimize sorabiliriz. Herkes bunu çeşitli şekillerde sorabilir. "Ben bugün ailem için ne yaptım? Kendim için ne yaptım? Toplum için ne yaptım? Siyaset için ne yaptım? Ülkem için ne yaptım? Vatanım için ne yaptım?" Eğer artı hanesinde, gelir hanesinde bir şey varsa, gider hanesinden de biraz fazla ise o sizi çok yüceltir. O sizi çok rahata, itinama ulaştırır.
Ben siyasette düşenleri, kalkanları gördüm. İhanetleri de yaşadım. Bunları da bilirim. Yani dün el ayak yıkayanların bugün zennedenlerin veya dün kötülediklerinin bugün yanına koşanların da tanığı olduk. Ama ben kendi hesabımı veriyorum. Hem kendi nefsime karşı hem de böyle bir siyasetçi olarak kabul eden topluma karşı Bülent Arınç kimdir, şudur. Yani, arkasında herhangi bir şaibesi olmayan, sözünün eri, sözünü sakınmayan, konuştuğu zaman ne söylediği anlaşılan, net olan ve bundan dolayı mağdur olsa bile arkasına bakmayan, sözünden dolayı gelebilecek olan musibetlerden korkmayan bir insan olarak anlaşabilirsem bu benim için çok önemlidir. Ben çok kitaplar yazmadım ama çok konuştum. Bütün dünyayı dolaştım. Türkiye'nin bütün ilçelerini, bütün illerini bilirim. Hayatım boyunca gitmediğim yer, konuşmadığım yer, tartışmadığım platform kalmadı. O günlerden, bugünlere ne kadar iz kalmışsa, en sonunda yapabildiğim Meclisteki konuşmalarımı biraraya getirip "Baki Kalan" ismi ile bir kitap yayınlamak oldu. Bunun dışında benim elimde kalan başka bir sermaye yok. Şuanda Milletvekili maaşımın dışında da başka bir geliri olmayan bir insanım. İhale takipçiliği yapmadım. Herhangi bir şirkette çalışmadım. Onun veya bu kişinin paralı, maaşlı memuru olmadım. Sağdan soldan gelebilecek hiçbir ikrama tenezzül edip, dönüp bakmadım. Avukatlık hayatımda da kazandığım para ile çocuklarımı geçindirdim. Bugün de alabildiğim maaşla geçindirmeye çalışıyorum.
Dolayısıyla bu siyaset ne kadar devam eder, bu makamlarda ne kadar kalırız, inanın şu saat itibariyle ertesi günü düşünmüyorum. Ben bugün vatanım, milletim ve temsil ettiğim makam için "Ne yapabilirim, ne yapmalıyım" bunun endişesini duyuyorum. Bu sözü de zannediyorum bir gazetede uzunca yayınlandı, bir sohbetin içinde sadece bunları anlatmak için söylemiştim.
SORU: Sizin Sayın Erdoğan ve Sayın Gül'e rağmen, TBMM Başkanı olduğunuz yorumları yapıldı. Bu gerçekten böyle miydi? Değil ise neden böyle söylendi? Arkasından Meclis'te bir kapalı tezkere oturumu yapılmıştı. Bu oturumun tutanakları Sayın Erdoğan tarafından sizden istendi. Siz de "Yasa gereği, kapalı oturum tutanakları için Meclis'ten karar çıkarılmalı" diyerek tutanakları vermediniz. Acaba Sayın Erdoğan Yasaları bilmediği için mi böyle bir talepte bulundu?
ARINÇ: Hepsine kısaca cevap vereyim. Sayın Gül de, Sayın Erdoğan da benim yıllardan beri birlikte olduğum siyaset arkadaşlarımdır. Doğruları hep beraber paylaştık. Benim söylediğim ilkelere onların da sahip çıktıklarına yürekten inanıyorum. Kaldı ki, bugünden geçmişe baktığımız zaman hemen hemen son üç partide birlikte bulunduk. Ak Parti'nin kuruluşunda da temel olan birkaç kişiden sadece üç kişiyiz. Şimdi o arkadaşlarımın da bu ilkeli, kararlı ve cesur siyaset yapma konusunda benden farklı düşündüklerini zannetmiyorum. Öyle olsaydı, zaten herşeyi göze alarak Ak Parti tecrübesini yaşamazdık. Şuanda da aynı kanaatteyiz. Birbirimizi de çok seviyoruz.
Şüphesiz gazete haberlerine bakarak yola çıkmak çok doğru değil. Ancak doğrularını hemen kabul edip, yanlışlarını da işaret etmemiz lazım. Bir defa benim Meclis Başkanı olma isteğime her ikisi de karşı çıkmadılar. İkisi de "Peki diyerek " karşılık verdiler. İkisi de bana "Hükümette mi, yoksa Meclis Başkanlığı'nda mı görev almak istediğimi" sorduklarında ben "Meclis Başkanlığını tercih ettiğimi" ifade ettim. İkisi de "Peki, hay hay"dediler. Sağolsunlar Grubumuzda tek bir fire vermeden beni Meclis Başkanlığına seçtiler. Eğer ikinci tura kalsaydım, belki 500 oy ile seçilirdim. Çünkü CHP'ler de verirlerdi. Ama birinci turda kendi adaylarına vermeleri çok tabii idi. Yani kesinlikle sizin bu güzel programınızda ifade edeyim ki; ne Tayyip Erdoğan, ne Abdullah Gül benim Meclis Başkanı olmama karşı çıkmadılar. Bilakis desteklediler. Bana tercihimi sordular. Ben de onlara tercihimi ifade ettim. O günden bu yana da aramızda herhangi bir kırgınlık, herhangi bir çekişme veya herhangi bir yanlış anlama söz konusu değildir. Ben Meclis Başkanı olarak, konumumum gerektirdiği şekilde konuşuyor ve davranıyorum. Bir zamanlar Sayın Tayyip Erdoğan Genel Başkan olarak, şimdi de Başbakan olarak; bir zamanlar Sayın Abdullah Gül de Başbakan olarak kendi konumları ile ilgili bir üslubu ortaya koyuyorlardı. Biz arkadaşız, dostuz ve aynı siyasetin yolcularıyız. Bugün ben bir Ak Parti Milletvekiliyim. Meclis Başkanı olmanın dışında Genel Başkanım Sayın Erdoğan'dır ve bizim birbirimizle çelişen bir tavrımız olması da mümkün değildir. Ancak farklı düşünebiliriz. Konumlarımız gereği farklı üsluplar içinde konuşabiliriz. Ama temel doğrularda bir ayrılığımızın olduğunu, hiç kimse söyleyemez.
Pek çok soru birbirine karıştı. Şimdi kapalı oturumlarda, zaten açık oylama talep edildi. Oylama da elektronik cihazla yapıldı. Elektronik cihazla yapılan kapalı oturumdaki oylamanın bilinmesi mümkün değil. Biz bunu zaten yasa gereği, hemen bilgisayar çıktısını alıyoruz, kapalı bir zarfla mühürlüyoruz ve 10 sene açılmamak üzere bir kenara kaldırıyoruz. Sayın Tayyip Erdoğan da benden oylama sonuçlarını istemedi. Kesinlikle böyle bir şey söz konusu değil. Ancak Başkanvekili arkadaşlarımızın oylama sonuçlarını almak istediğini duyunca, Tutanak Müdürlüğü'ne talimat verdim: "Hiç kimse, ben dahil oylama sonuçlarını görmeyecektir. Derhal zarfa koyun, mühürleyin." Zaten bunu yaptığım zaman da, tutanakçılar görevlerini yapmışlardı. Sayın Erdoğan böyle bir şeyi talep etmedi, edemez. Bende zaten kendisine hiçbir zaman "Tutanak sonuçları böyledir" diye vermem. Bu bir namus meselesidir.
SORU: Yani sonuçta Sayın Tayyip Erdoğan sizden talep etmiş olsaydı bile ..
ARINÇ: Veremezdim. Yasa böyle. Gizlilik içerisinde bu cereyan eder. Bunu ben bile bilmem. Nasıl davranacaklarını bilemem. Ama böyle davranmalarını ben beklerdim ve zannediyorum öyle yapmışlardır.
SORU: Siyasetçiler muhalefetteyken başka, iktidara geldiğinde başka konuşuyor. Sayın Tayyip Erdoğan da, ABD ve IMF aleyhine çok konuştu. Ancak iktidara gelince hem ABD hem de IMF ile iyi diyaloga girdi. Bunun sebebi ne olabilir?
ARINÇ: Şimdi bunun direkt siyasetle ilgili bir yönü var. Zaten son yıllarda siyasetin giderek yozlaşmasına, değer kaybetmesine yol açan sebeplerden birisi de budur. Halkın siyasetçiye olan güven kaybının temel nedenlerinden birisi de budur. Siyasetçi sorumsuz olursa, çıkarları ön planda tutar, halk nasıl olsa 24 saatlik düşünür menfaatine bağlıdır, ben bugün ne söylersem söyleyeyim yarın iktidara geldiğim zaman bunlar unutulmuş olur diye düşünürse , bu siyasete vurulabilecek en büyük darbelerden birisidir ve nitekim partiler, milletvekilleri ve genelde siyaset kurumu bundan çok şey kaybetmiştir. Bunun iki türlü izahı olabilir;
1- Siyasetçi bugün çok basit ve güdük yetişiyor. Bugün işine ne gelirse onu söylüyor. Buna biraz popülizm derler. Halk dalkavukluğu.. Ama idareye geldiği zaman devlet yönetmenin ve idare etmenin ne kadar zor olduğunu görüyorlar veya halk karşısında söylediği sözlerin, iktidara geldiğinde ne kadar temelsiz ve efsatsız olduğunu görüyorlar. Orada hiç sıkılmadan 'çevir kazı yanmasın' hesabıyla bir başka şey yapıyorlar. Bu siyasetçinin yetersiz olduğunu gösterir.
2- Halkın bu tür şeylere iltifat ettiğini görüp, halkı günü birlik yaşam içerisinde sadece oyunu alabilmek, geldikten sonra da bunu öttürmek çabasını gösterir.
Tabii bu ilkeli siyasetçinin yapacağı işler değil. Meselelere net bakarak, geleceği okuyarak, ufku biraz daha geniş olmayı gerektiren bir siyasi birikime ihtiyaç var. Eğer popülist olmazsanız, halk dalkavukluğu yapmazsanız, olabilecek şeyleri dürüst olarak halka söylerseniz, belki ilk planda çok taraftarınız olmaz ama hadiseler sizi hep halklı çıkarttıkça, dürüstlük gibi, gerçekleri görmek gibi sıfatı halk sizde görür ve yarın sizi hemen iktidara da getirebilir.
Nitekim geçmiş siyasi tecrübelere baktığımız zaman bunları görüyoruz. Siyasetçi dürüst olmalı, gerçekleri görmeli, ufku geniş olmalı, program ve projeleriyle halkımızın ve ülkemizin beklentilerine cevap vermeli. Böyle olursa bundan siyaset kurumu çok şey kazanır. Şimdi bize gelince; Ak Partinin kuruluşunda bütün bunları bir tecrübe olarak tartıştık.
SORU: Şöyle bir açılım yapabilir miyim? Siz yirmi yıl önce neyi söylüyorsanız, şimdi de onu söylüyorsunuz. Ancak sizin birlikte hareket ettiğiniz Sayın Erdoğan olsun, Sayın Gül olsun söylemlerini değiştirdiler. Bunu nasıl açıklıyorsunuz? Sizin bu söylediklerinizden herkes nasibini alıyor mu?
ARINÇ: Hepimiz bundan nasibimizi alırız. Önce doğruyu söyleyelim. Yanlış yapanlar zaten kendilerine çeki düzen verirler. Doğru söylersek veya doğru söylediğimizi inanarak söylersek, bu kamuoyunda yankılanır. Herkes burası doğru, şurası yanlış diyebilir. Mutlak doğruyu biz söylemiyoruz. Siz bir sual sordunuz, ben bilebildiğim kadarıyla söylüyorum. Ancak bir propaganda bombardımanından veya bir medya şaşırtmasından arta kalan ne varsa ben onu söylüyorum. Şimdi Tayyip Erdoğan'la biz uzun yıllardan beri siyaset yapıyoruz. Örneğin; bir Selamet Partisinden bu yana çizgimizde bir değişiklik yok. Ama biz geliştik. Değişerek geliştik, gelişerek değiştik.
Şunu söylemek istiyorum; ben mensubu bulunduğum siyasi partiler içerisinde, bundan 15 sene evvel Avrupa Birliği taraftarı değildim. Hatta AB'ye girmenin vatana ihanetle eş olacağını düşünen bir siyasi düşünceye sahiptim. Ama bugün bunun tam aksini düşünüyorum ve Türkiye'nin AB'ye tam üye olmasında yarar olduğunu düşünüyorum. Bunun gibi bazı konularda fikirlerimizin geçmişe yönelik bugün farklı olması izah edersek doğaldır. Niçin öyle idi, neden böyle? Şimdi biz AK Partinin kuruluşunda söz verdik. Dedik ki; dürüst siyaset yapacağız. Evet geçmiş siyasi partilerden gelen arkadaşlar olmakla birlikte, ilk defa siyasete katılanlarda vardı. Bunların bir kısmı iş adamıydı, bir kısmı sanatçıydı. Bir kısmı belki kendi halinde insanlardı. Yeni bir siyasi parti var ve bu yeni siyasi parti Türkiye'ye yeni bir vizyon getirmek istiyor diye düşündük. İsmimizi o gün koymamıştık ama Yenilikçi Hareket olarak biliniyordu. O zaman dürüst olacağız dedik. Dürüst olacağız, halkımıza doğruları söyleyeceğiz, Türkiye'nin vizyonlu perspektifini iyi tespit edeceğiz. Bakınız çok önemli bir fark yaşadık. Biraz önce söylediklerimizle çelişen ama içinde yaşadığın için doğrusunu anlatmak zorunda olduğun bir hadise. Bize seçimden önce iki şey sordular; Tayyip Bey'in milletvekili olamayacağı anlaşılınca, "Başbakanınız kim?" diye sordular. Biz bunun çok önemli olmadığını, iktidara geldikten sonra ilk yapacağımız işin kendi kurumlarımızda Başbakan adayını belirlemek olduğunu ifade ettik ve bunu bir zenginlik olarak ortaya koyduk. Dedik ki; "Sizin partinizde Genel Başkanın dışında bir Başbakan adayı gösteremiyorsunuz, ama bizde nereden baksanız 10-15 tane ismi geçen Başbakan adayı var. Hiç sorun olmayacak. 3 Kasım'da iktidar, 4 Kasım'da Başbakan adayını belirleyeceğiz" dedik ve gerçekten Sayın Abdullah Gül'ün isminin belirlenmesinde hiçbir noksanlık yaşamadık.
Bize seçimden önce sorulan ikinci sual şuydu; "IMF ile devam edecek misiniz, IMF ile ilişkileriniz nasıl olacak?" Çünkü karışınızda bir siyasi parti vardı, diyordu ki; "Biz IMF ile olan anlaşmaları yırtıp, çöp sepetine atacağız. Söyleyin bakalım siz ne yapacaksınız?" Biz bunu söylemedik. Tam aksine IMF ile yapılan anlaşmaların elbette devam edeceğine, ama bu anlaşmalar içerisinde sosyal yönünün zayıf olduğunu ve birtakım sektörlerin desteklenmesi gerektiğine inandığımızı, bu konuda programların revize edilmesini düşündüğümüzü ifade ettik. "Bunlar da IMF'ci" dediler. Biz "Hayır" dedik. Yani biz yırtıp, çöpe atamayız, böyle bir şeyimiz yok bizim. IMF böyle bir kurumdur. TC Hükümeti onunla böyle bir anlaşma yapmıştır. Biz bu anlaşmaları revize edilmesinin mümkün olduğunu söylüyoruz. Bizi itham ettiler, "Sizde IMF'ci oldunuz" diye. Biz dedik ki, "Hayır, bu ithamı kabul etmiyoruz. Biz hükümet olarak gittik, IMF ile anlaşma yaptık." Bizden önceki Hükümeti kastederek. "Biz şimdi orada çiftçi ve esnafa destek olabilecek yeni programlar ilave edeceğiz" dedik. "IMF programını yırtıp atacağız" diyen parti % 2 aldı. "Biz IMF ile yola devam edeceğiz ama eksiklerini tamamlayacağız" diyen AK Parti % 35 aldı.
Çok sert söylemlerle yola çıkıp, ondan sonra da tam tersini yapmak itibar ve güven kaybına yol açmıştır. "Biz İsrail ile yapılan tüm anlaşmaları hükümsüz sayacağız" diyen bir siyasi parti lideri, daha sonra İsrail ile en çok anlaşma imzalayan Başbakan olmuştu. Yani bugünde öyledir, şu anda Hükümetin Meclisten geçirdiği tezkereyi bile bir ihanet olarak yorumlayan, bize mesajlar yollayan bir kesim de bulunmaktadır. Yani, sanki Irak'ta patlayan bombaların sorumlusu Türkiye imiş ve Hükümeti bunun en büyük sorumlusu olarak kabul ediyormuş gibi bir yanlış anlayış var. Bildiğiniz gibi, Hükümetin talep ettiği tezkere, Irak'ta operasyon başladıktan sonra çıkmıştır. Yani böyle bir harbin başlamasına Türkiye sonuna kadar mani olmaya çalışmış ama ne var ki, elimizde olmayan sebeplerle Irak'ta silahlı bir operasyona girişilmiştir. Gerçekçi olursak; halkın kalbi bunları istiyor. Yani halk, evet küçük şeyler bazıları meşgul oluyor ama büyük kitle olarak, dürüst, kendisine doğruları söyleyen siyasetçiyi istiyor ve onu destekliyor. Onunla birlikte ülkenin daha güzel günlere kavuşacağına inanıyor. 

http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tbmm_basin_aciklamalari_sd.aciklama?p1=2309

..