YAPTIKLARI SÖYLEŞİ 3 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YAPTIKLARI SÖYLEŞİ 3 etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Ocak 2015 Cumartesi

TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI SAYIN BÜLENT ARINÇ'IN TV 8 KANALINDA BEDRETTİN HABİBOĞLU İLE YAPTIKLARI SÖYLEŞİ (3)






TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ BAŞKANI SAYIN BÜLENT ARINÇ'IN TV 8 KANALINDA BEDRETTİN HABİBOĞLU İLE YAPTIKLARI SÖYLEŞİ (3) 

(22 Mart 2003)



SORU: Türkiye'nin korunma talebi NATO'yu parçalanmanın eşiğine getirdi. Türkiye bundan nasıl bir ders almalı?
ARINÇ: Çok önemli bir soru.. Bildiğiniz gibi, sadece NATO'da değil ABD'nin tavrı yüzünden bütün uluslararası kuruluşlarda bir çatlak oluştu. Sonra bu çatlak büyüdü ve adeta kopma noktasına geldi. NATO'da bahsettiğiniz konu oldu, BM'de farklı şeyler oldu. AB'nin kendi üyeleri de bölünmeye uğradılar. Önce İspanya'nın başkanlığında İngiltere ile birlikte 8 üye bir deklarasyon yayınladı, "Biz ABD'nin tavrını destekliyoruz" diye.. Bu sefer Almanya, Fransa ve Belçika, "Hayır, biz desteklemiyoruz" dediler. Bütün bu kuruluşlarda tartışılır hale geldi. Bildiğiniz gibi biz NATO'nun 50 yıldan bu yana kurucu üyesiyiz. NATO'da en ağır işi gören, en büyük külfete katlanan, bunun nimetinden de ilk defa istifade edecekken ters yüz edilen bir ülkeyiz. En çok askeri barındırıyoruz ve bu sebeple de savunma harcamalarımız çok fazla. Komünizmin yıkılmasından sonra NATO'nun Varşova Paktı'na karşı kurulmuş bir savunma anlaşması işlevini yitirdi. Bu sefer NATO genişlemeye başladı. Doğu Avrupa ülkelerinden de katılımlar oldu. NATO'ya yeni görevler yüklemeye kalktılar. Yeni bir güvenlik konsepti meydana geldi. Bütün bunları bir kenara koyalım. NATO'nun üyesi bir ülke var. "Tecavüze maruz kalırsam, beni destekleyin" diyor. NATO Anlaşması bunun gereğini yerine getirmeyi emrediyor. Ama NATO'da bir veto ile karşılaşıyoruz. Yanlış hatırlamıyorsam, Belçika ve Fransa'nın vetosu veya doğrudan Belçika'nın vetosu ile karşılaştık.
Sonra NATO'nun Savunma Konseyi toplandı. Onlarda "Böyle bir tecavüz olmadığı için böyle bir karar aldık ama böyle bir şey olursa biz de Türkiye'yi savunacağız" diye ilk vetoyu biraz daha yumuşatarak, karar verdiler. Bunlar bu kurumların artık, böyle bir çağda bazı sebeplerle tartışılabilir hale geldiğini ve güven kaybettiğini ortaya koyuyor. Bu Türkiye için hayırlı olabilir. Türkiye bütün bunlara bel bağlayan bir ülke olmaktan çıkmalı. Dinamik, aktif bir dış politika izlemeli ve biraz evvel söylediğim ama bütün lafların içinde belki dikkati çekmeyen konu, Türkiye'nin güçlü olmasıdır. Madden ve manen güçlü olan bir Türkiye olmadıktan sonra, dikkate alınamayız. 230 milyar dolar iç ve dış borcun sahibi olan ve onun altında ezilen bir ülke, şu kadar enflasyon, bu kadar işsizi, şu kadar fert başına düşen milli geliri ile, bu ülkeler tarafından hiçbir zaman ciddiye alınmaz. "Borç alan, buyruk alır" diye düşünürler ve size her istediklerini yaptırabileceklerini kabul ederler.
Siz halkınız ile bütünleşerek, bu sorunları çözerek, bu ülkenin güçlü bir devlete, güçlü bir millete sahip olduğunu göstermelisiniz. O zaman sözünüzü dinleyeceklerdir. O zaman etkili bir devlet olacaksınız. O zaman dengeleri ortaya siz koyacaksınız. Misyonunuz ile dünyada iş yapacaksınız. Yoksa bugünkü halimize bakarak, bizi her zaman kolay elde edilebilecek bir ülke olarak görecekledir. Masaya öyle geleceklerdir. Size karşı yerine göre blöf yapacaklardır. Yerine göre ret göstereceklerdir ve siz bir takım imkansızlıklar sebebiyle bu mahcubiyeti zaman zaman yaşayacaksınız. Bunlar bize hep bir ders olmalıdır. BM ve AB'ye bile güvenilemeyeceğini, sizin kendi sorunlarını halletmiş, dışarıya karşı da itibarlı bir ülke olmanız halinde ikili anlaşmalarla bir takım ilişkileri daha iyi götürebileceğiniz ve kendi bölgenizin ve kendi tarihsel, coğrafya, manevi bağlarla birlikte olduğunuz ülkelerin, belki onların önüne de geçmek suretiyle yeni bir güç konsepti olabileceğinizi göstermeniz lazım.
Türkiye ilk defa bu Hükümet döneminde dinamik bir dış politikayı gösterdi. Kopenhag Zirvesi öncesinde AB için, daha sonra Kıbrıs ve Irak için ortaya konulanlar, Türkiye'nin sözünün geçebileceğini ve dinlenebileceğini, Türkiye'nin dikkate alınabileceğini ortaya koydu. Henüz somut bir netice alınmamakla birlikte bu dinamik davranışlar, Türkiye'nin hatırlanmasına yol açtı. Dilerim ki arkası gelir. Bu ekonomi ve toplumsal barışla desteklenen güçlü bir devlet olmayı önümüze koyar.
SORU : AB Parlamentosu Hollandalı Hıristiyan Demokrat Grubu'nun bir üyesi tarafından hazırlanan raporda; "Türkiye Devleti'nin laikliğe ve Kemalizm ideolojisine bağlılığı sorgulanıyor. Bu durumun AB üyeliğine engel olduğunu ve aynı zamanda Kemalizm ideolojisine bağlı olmayan yeni bir Anayasaya ihtiyaç duyulduğunu, askerin siyasette etkili olduğunu" ifade ediyor. Siz Meclis Başkanı olarak bu konuda ne düşünüyorsunuz?
ARINÇ : Sadece böyle raporlar yok ki. Avrupa Konseyi üyesi parlamenterler, Türkiye'yi 1996'dan bu yana denetliyorlar. Türkiye şu anda denetim altındadır. Mesela bundan bir ay önce iki denetçi geldi. Zannediyorum birisi Lüksemburg, diğeri Hollandalı idi. Onlarda Türkiye'deki insan hakları, demokratikleşme, işkence vs. gibi konularda her sene geliyorlar, hatta yılda iki defa rapor hazırlıyorlar. Sonra o raporlar orada tartışılıyor, kabul ediliyor, reddediliyor veya değiştirilebiliyor. Bu o raportörün kendi görüşüdür, onu bağlar. Ama bu rapor onun mensubu olduğu parlamentoda veya komisyonda görüşülüp, karar haline gelirse, Türkiye için önemli sayılır. Şimdi burada iki konu var. Bir tanesi, Kemalizm ile ilgili düşüncelerini ifade etmiş. Bunu benim yorumlamam mümkün değil. Doğrudur veya yanlıştır da diyemem. O raporu sunacaklar. Çünkü Avrupa Parlamentosu üyeleri kendi mantaliteleri çerçevesinde Türkiye'ye bakıyorlar. Türkiye'nin sorunlarını kendi pencerelerinden görüyorlar. Beğenelim, beğenmeyelim, o onların görüşleridir. Ama Türkiye mensubu olduğu uluslararası camiada bu raporların benzerlerini hep görmüştür. Bundan sonra görmemek için kendi demokratikleşmesini, sivilleşmesini bir an önce temin etmelidir.
Şüphesiz bugün ikincisi, AB açısından daha çok tartışılıyor. Kopenhag kriterlerinin bir tanesi de, askeri yönetimin veya silahlı kuvvetlerin sivil otorite üzerindeki egemenliğinin son bulması diye Verhaugen'in de pek çok konuşmasında var. Kopenhag kriterleri içerisinde de vardır. Türkiye zaten bunu yerine getirmek için önce DGM'deki asker üyeleri heyetten çıkarttı. Bildiğiniz gibi, Öcalan'ın yargılanması ile ilgili AİHM'nin son verdiği kararda "Adil, bağımsız yargılama yapılmamıştır" derken ölçütlerden bir tanesi de buydu. Daha sonra Türkiye yine MGK'daki asker üyeye göre sivil üye sayısını arttırmıştır. Bugün sivil tarafta yani Hükümet tarafından zannediyorum 10 tane üye vardır. Bunun yanına Adalet, İçişleri vs. Bakanları eklendi. Bu tarafta sadece Kuvvet Komutanları bulunmaktadır. Yani Kopenhag kriterlerinin gereğini yapmak için KOB'da yapılması gerekenlerin içinde sivil otoritenin güçlendirilmesi her zaman gündemde olmuştur. Ama diğer konu, o kişinin kendi dünya görüşüdür veya mantalitesi içinde yazdığı bir şeydir. İçeriğini tam bilmeden doğrusu o konuda bir şey söylemek istemiyorum.
SORU : KKTC halkı milli birlik içinde olup Sayın Denktaş'ı, Annan Planı'nda desteklemedi. Anavatana yöneltilecek bu sözleri de düşünecek olursak, Türkiye'nin bu noktada bir hatası var mı acaba?
ARINÇ : Şimdi bir defa miting yapmak demokratik bir haktır. Ben miting yapanlar için o kelimeyi kullanmadım. Ama o mitingin içerisinde ellerindeki pankartlarla Türk askerini Kıbrıs'ta işgalci olarak gösteren kişiler için o kelimeyi kullandım. Yoksa orada masum pek çok insan, bir taraftan Annan Planı ile ilgili bir taraftan da Hükümeti eleştiren gösteriler yapmış. Bunlar demokratik haklardır. Ama 1974'de Nicos Sampson darbesi ile Ada'yı Yunanistan'a bağlamak amacıyla, Kıbrıs'ta yüzlerce katliamın altında imzası olan Rumlara karşı Türklerin hakkını korumak için, Ada'ya gelmiş olan Türk Silahlı Kuvvetleri mensuplarının ki, şu anda oradaki Türklerin can güvenliğinin tek teminatı onlardır. Onlara böyle ellerinde yakışıksız sözlerle ifadeler taşıyan kişiler için kullandım. Şimdi Kıbrıs'ta 700 bin civarında Rum, 200 bin civarında Türk yaşıyor. Bugün itibariyle söylüyorum; biz Ada'nın üçte birinde varız. 9 bin kilometrekare Kıbrıs'tır. 6 bin küsuru Rumlarda, 3 bin küsuru bizdedir. 1974'den bu yana fiili bir durum vardır. İki bölgelilik vardır. Kuzeyde Türkler var, güneyde Rumlar var. Herkes artık kendi toprağına yerleşmiştir. Evleri, işyerleri ve arazileri var. Türkiye'den giden göçmenler var, Kıbrıs'ın kendi Türk halkı var. Böyle kendiliğinden oluşmuş ve KKTC gibi nerdeyse 20 seneyi bulmuş, belki biraz da geçmiş, hükümeti olan, meclisi olan, iktidarı-muhalefeti olan, anayasa mahkemesi olan, bütün kurumları ile işleyen bir hükümetin, bir devletin bulunduğu yerde her şeyi tekrar allak bullak edecek, Türklerin kazanılmış haklarını ellerinden alacak, yine onları Rumlarla birarada yaşamak gibi, eski katliam günlerini hatırlatacak bir planın kabul edilip edilmemesi çok önemli değil.
Bir kısım kişiler diyorlar ki; "Ne olursa olsun bu Planı kabul edelim de AB'ye girelim". Bir kısım insanlar da diyorlar ki; " Biz bugün bu ülkeye gelmedik. Yıllardan beri buradayız. En azından 500 yıldan beri. Çünkü 1500 ile 1800 arasında Osmanlı hakimiyetinde. Ondan sonra İngilizlere kiraya veriliyor, ondan sonra da elimizden çıkıyor. Daha Hala Sultan'dan başlarsanız, Hz. Muhammet'in halası olmak şerefine kavuşmuş, sahabelerin ellerinde şehitleriyle Kıbrıs'a çıktıkları bir tarihten geliyoruz. Yani orası geçmişinden bu yana Müslümanların, Türklerin bulunduğu bir adadır, o tarafını bırakalım, en azından bunca yıldan beri Türkler, o Ada'nın gerçek sahipleri olarak orada bulunuyorlar.
O gösteriler, o tartışmalar biraz karmaşıktır. Ama şu anda Kıbrıs halkı bu Plan'ın ne getirip ne götürdüğünün çok iyi anlamış durumda. Çok iyi anladığı içindir ki, Denktaş'a da destek veriyor ve böyle bir Planı kabul edemeyeceğini de söylüyor. Ben "Ne olursa olsun imza atalım, bu 28 Şubat'ta bitmelidir" diyenlere "Her yılın bir 28 Şubat'ı vardır. 28 Şubat'ta hiçbir şey bitmez. Arkasından 1 Mart gelir, siz bunları hiç düşünmeyin" demiştim. Bakın bugün 28 Şubat'ın üzerinden bir ay geçti. Annan 3. Planı'nı sundu. Halbuki "Birden sonra ikiyi sunmayacağını" söylüyordu. İkiden sonra "Bu iş bitti, gelin imza atın" diyor. Öyle yağma yok. Türkler kazandıklarını vermek ve arkasından da yine tehlikelerle karşı karşıya gelmek durumundalar. Bu yüzden bugün yürütülen politikanın bir ulusal dava olduğunu bilmemiz lazım. Türklerin can güvenliğini sağlayan, Türkiye'nin etkin garantörlüğünü temin eden ve iki bölgeliliğe, eşit egemenliğe dayalı bir formülün, yerine göre topraktan biraz verirsiniz, bir başka yerden alırsınız. Bunlar müzakere ile, anlaşma ile olur. Müzakere masasında Sayın Denktaş'a bakıyorlar. "Ver, biraz daha ver." Öbür tarafa hiç kimse "Sen niye uzlaşmıyorsun arkadaş, sen de bunun karşılığında bir şey ver" demiyor. Onlar zaten AB'ye girmeyi garanti etmişler. Elde var bir ile masaya oturuyorlar. Ama köşeye sıkıştırılan, "Uzlaşmaz olan çirkin adam" denilen sadece Denktaş oluyor.
Biz sadece bunun yanlış olduğunu söyledik ve Kıbrıs'a gittiğimiz günden bu yana hep söylediklerimiz gerçekleşti. Bu Türkiye'de milli bir mesele olarak tekrar hatırlandı. Sayın Denktaş, ülkeye geldi, Mecliste bir konuşma yaptı ve bugün Mecliste temsil edilen üç siyasi parti, ortak bir deklarasyon yayınlayarak Kıbrıs meselesinde TBMM kararını tekrar kamuoyuna duyurmuş oldu.
SORU : İran'a ikidir atılan füzelerle, acaba İran savaşın içine mi çekilmek isteniyor? Bu konuda ki görüşleriniz nelerdir?
ARINÇ : ABD, İran'dan özür diledi.
SORU : Ama siz yayına girmeden önce, ABD, "Hayır, biz özür dilemedik. Özür dilenecek bir şey yok" şeklinde bir açıklama yaptı.
ARINÇ : Bu hasmane bir tutumdur. Gerçi İran sınırında olan bir meselede yani füzenin ne tarafa düşeceğini, bombanın nerde patlayacağını bilmek herhalde çok mümkün değil. Ama "İran'dan özür dilemeye gerek yok" demişlerse, "Biz bunu bilerek, kasten attık" diyorlarsa bunun hasmane bir tutum olmaktan öte bir izahı olmaz. Ama benim duyduğum haberde, "Yanlışlıkla düştü, İran makamlarından özür diledik" şeklinde bir beyan vardı. Şimdi böyle bir savaşın içinden psikolojik hal devam eder. Yani haberlerin gerçeklik derecesi doğrusu çok fazla anlaşılmaz. Görüntüler de propaganda kokar, haberlerde de yanlışlıklar olabilir. Yönlendirmeler olabilir. Ama kasıtlı ve bilerek, İran'a füze veya bomba atışı varsa bu hasmane bir tutumdur.
SORU : Gençlerin siyasete girme noktasında nasıl bir yol izlemelerini tavsiye edersiniz?
ARINÇ : Gençler için bir müjdemiz var. Ben gençlerin idealizminin, dinamikliğinin, heyecanının siyasete taşınması gerektiğine inanıyorum. Birikimleri ve kabiliyetleri ile siyaseti çok iyi yapabilirler. Türkiye uzun bir süreden beri seçme yaşını 21'den 18'lere indirdi. Ama seçilme yaşı 30'un üzerinde kaldı. AK Parti'nin programında da, seçim beyannamesinde de seçilme yaşının 25'e indirilmesi yazılmıştı. Sevinerek söylüyorum ki, dün Anayasa değişikliği Meclise geldi ve AK Parti'li 184 milletvekili - yeterli çünkü bu sayı- Meclis Başkanlığına, seçilme yaşını 25'e indiren Anayasa Değişikliği Teklifini verdiler. Ben de Anayasa Komisyonu'na havale ettim. Umarım ki, önümüzdeki 15-20 gün içerisinde bu Anayasa değişiklik çıkacaktır ve gençler 25 yaşında seçilme hakkına sahip olacaklar. Böylece Parlamentomuz genç beyinlerle zenginleşecektir. Ben gençlerin, idealizminin, heyecanlarının, ülke ve vatan sevgilerinin, millete hizmet etme aşklarının, siyasete yeni bir soluk aldıracağını ve siyasete çok şeyler kazandıracağını düşünüyorum.
SORU : Duygusal bir insansınız. Kendinizle baş başa kaldığınızda, Irak'ta yaşananlarla ilgili olarak neler düşünüyorsunuz? Düşünüyorsanız bu sizi nasıl etkiliyor?
ARINÇ : Düşünmemek mümkün değil. Gözünüzün önünde bir insanlık faciası var. Masum insanlar, çocuklar, kadınlar, yaşlılar, gençler, şehirler telef oluyorlar. Zayi oluyorlar, ölüyorlar. Yürek parçalayan feryatlarını işitiyoruz. Bunlara karşı duyarsız kalmak mümkün değil. Belki duyarsız kalan insanlar mutlaka vardır. Ama ben inanıyorum ki, insanlığın büyük bir kısmı gerçekten yürek parçalayıcı bu feryatlar karşısında, bu facia karşısında duyarlılığını kaybetmedi. Bütün dünyada bu savaşa karşı toplu eylemler daha da güçlenerek devam ediyor. Merhameti, aşkı, sevgiyi, insanlık duygularını henüz köreltmemiş veya kaybetmemiş insanların bu görüntülerden rahatsız olmaması mümkün değil. Beni de zaten Abdülkadir Geylani'lerin, Hz. Ali'lerin, Hz. Hüseyin'lerin kutlu mekanları olan Irak'taki o Ömer'ler, o Ali'ler, o Hamza'lar ilgilendiriyor. Geçen ekranda gördüm, çok duygulandım. Yaşlı bir kadın, herhalde torunuydu. 5-6 yaşındaki çocuğa bir naylon giydiriyor ki, işte bir gaz falan atılırsa, torununu o şekilde kurtaracakmış. Bugün 5-6 tane çocuğu sığınağa götürmüş bir Iraklı'nın ekrandaki görüntüsünü gördüm. Düşünebiliyor musunuz? O kadar güçlü bombaların altında, 1991'de sığınaklarda yaşayanlar bile ölmüştü. Şimdi her an uçaklar şu kadar sorti yaptı, şu kadar füze fırlatıldı, şu kadar kilo tonluk bombalar düştü diye - bazılarının sevinçten ağızlarından salyalar akıyor- belki ama inanıyorum ki, insanlık ölmedi. Herkes bu dram karşısında, geceleri rahat uyumak şöyle dursun, ekranlara bile bakamaz hale geldi. Ümit ediyorum ki, en kısa zamanda bu facia durdurulsun. Biz üzerimize düşeni yapalım. Bütün ülkeler üzerlerine düşeni yapsınlar. Çocuklar, insanlar, kadınlar ölmesin, tabiat ve kültür miraslarımız zayi olmasın, Bağdat, Bağdat olarak kalsın. Şüphesiz zaman içerisinde rejimler değişir, insanlar ölür, yenileri gelir, toplum kendi kendine bir değişime uğrar. Bunu tabii seyrine bırakmak lazım. Yoksa bombalarla, füzelerle, roketlerle bunları yapmak hiçbir zaman kalıcı bir çözüm değildir. 

http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tbmm_basin_aciklamalari_sd.aciklama?p1=2311
..