SORU: Ben Meclis'e gelmek istiyorum Acaba lojman satışları milletvekili ile halk arasındaki kopukluğu gidermeye yetecek mi? Bu konuda başka şeylerin de yapılması mümkün mü? ARINÇ: Hemen söyleyeyim, tek başına yeterli değil ama atılan adım önemlidir. Bu lojmanlara 1985'de girilmiştir ve her yıl bu lojmanların satılması, milletvekilleri ile halkın iç içe olması gerektiği söylenmiştir. Hatta milletvekillerinin oturduğu lojmanlar bir saltanat olarak takdim edilmişti. İlk defa 22. Dönem Meclisi AK Partili ve CHP'li üyelerin oy birliği ile bu lojmanlardan çıkma kararı aldı. Bu lojmanlar Milli Emlak'a devredildi. Onlarda hemen satış işlemlerine başladılar. Bunun iki açıdan önemli olduğunu düşünüyorum. Bir; bu lojmanlar kamu harcamalarını arttırıyor. Bizim lojmanımızın çıplak masrafı bir milyar, bakım onarımı olduğu takdirde iki milyar lira. Bunun sadece 450-500 milyon lirasını biz karşılayabiliyorduk. Her ay, her lojman için artı bir buçuk milyar lira masrafımız vardı. Bu kamuya yük getiriyordu. Biz kamuyu bu yükten kurtardık. Sadece bir rakam vereyim; geçen seneye göre bu sene TBMM bütçesi 10,5 trilyon bu sebeple tasarruf etti. Bu az görülemez. Milletvekillerinin yaptığı fedakarlık kamuya 10,5 trilyon lira kazandırmıştır. İkincisi; Milletvekilleri milletle iç içe olmalıdır. Ayrı yerlerde oturmamalıdır. Bir apartmanda komşuları, kapıcısı ile birlikte; marketten alışveriş eden, ibadetini yapan, kahvesine gidip çay içip, kağıdını oynayan bir milletin vekilini tasavvur ediyoruz. Keşke bütün kamu görevlilerinin böyle bir imkanı olabilse. Kapıdan çıktığı zaman selamlaşa bilseler. Birbirlerinin hatırını sorabilseler. İnsanlar Milletvekillerini kendi apartmanlarında görebilseler ve bu beraberlik sağlanabilse. İkinci tema da buydu. Yani bütçeyi hem kamu harcamalarından kurtarmak, hem de vatandaşın milletvekiliyle birlikte olmasını temin etmek. Bu çok önemli bir adım oldu. İkincisi de, bu yıl milletvekilleri ilk üç aylık maaş zammından yararlanmadılar. Yine müşterek imzayla, milletvekili maaşlarına Ocak'tan Nisan'a kadar zam yapılmadı. Bütün kamu görevlileri yüzde 6,5'tan yüzde 13.5 arasında kademeli zam aldılar ama milletvekilleri almadı. Dolayısıyla ben bunları çok olumlu buluyorum. Ama yeterli değil. Başka şeyler de yapacağız, yapıyoruz, yapmalıyız. SORU: Eskiden milletvekilleri toplumda itibar görürdü. Şimdi bunun azaldığı gözleniyor. Bunun sebebi nedir? ARINÇ: Son yıllarda siyaset kurumunun yarar aldığını söyledim. Bu bir gerçektir. Bunun tamir edilmesi lazım. Fakat toplamda adeta bir şartlanma ve önyargı var. Milletvekillerinin, siyasi partilerin sadece kendi menfaatlerini düşündüklerini, toplumun sorunlarına eğilmedikleri yönünde.. Şükürler olsun ki, her gün geçtikçe bu tam aksine bir itibara da dönüşüyor. Ben bunu hissediyorum. Öğrencilerle katıldığım bir programdan bahsediyorsunuz. Bu bir üniversitede olmuştu. Benim katılmadığım programlarda da izlediğim kadarıyla, öğrencilerimizin yine önemli bir kısmı işin sorumluluğunu biliyorlar. Bir terbiye ve nezaket içerisinde sorularını sorabiliyorlar. Ama bazı militan gruplar var. Bu gruplar siz ne derseniz deyin, zaten sizi dinlemek veya sizden bir şey öğrenmek için oraya gelmemişler. Kendi propagandalarını yapmak için oraya gelmişler. Bunlar marjinal gruplardır. Bunlar bağırır, çağırır giderler ve bunu propaganda zannederler. Diğer gençlerimizde bir eksiklik olarak da; çok fazla okumamayı, bu konularda kendilerini çok yetiştirmemeyi bir eksiklik olarak görüyorum. Zaten bizim eğitim sistemimiz maalesef bir konuyu çok iyi bilen bir eleman yerine; her şeyi çok az bilen bir gençlik yetiştiriyor. En azından bir soru nasıl sorulabilir. O soruyu sorarken onun doğruluğu konusunda kendisinde bir fikir var mı, yok mu? Bunlardan çok fazla emin değilim. Daha çok sloganik kelimelerle, cümlelerle hitap ediyorlar. Bu bir altının doldurulmadığı, güçlü olmadığı şeklinde bir intiba meydana getiriyor. Gençlerimizin sadece gazete başlıklarına bakarak veya televole kültürünün biraz daha dışında, araştırarak bazı konuları ortaya koymalarında yarar var. Bu şüphesiz bir eğitim sorunu. SORU: 1441 Sayılı Karar gereği BM Silah Denetçileri kimyasal silah tespiti için bölgeye gidiyor ve araştırma yapıyor. Ama bir şey bulamadık diye rapor hazırlıyorlar. Bunun üzerine ABD tekrar denetçilerin silah denetimi yapmasını istiyor. Acaba ABD bu silah denetçileri sayesinde Irak'ın elinde silah bulunup, bulunmadığını öğrenip, ondan sonra saldırma planları mı yaptı? ARINÇ: İşin evveliyatı var. Bildiğiniz gibi Saddam, Irak'ın başına yeni gelmedi. Saddam halkına zulüm eden bir diktatör olarak Irak'ın başında bulunuyor. Ama bu Saddam 15 yıl önce ABD'nin çok sevdiği bir insandı. O kadar sevdi, o kadar destekledi, para ve silah yardımı yaptı ki; onu İran'la harbe tutuşturdu. O zaman Saddam 2.Selahattin'di ve Arapların reisi olmaya namzet bir adamdı, arkasını sıvazlayandı. Bugün aranıyor diye görülen silahları da verenler ABD ve müttefikleri idi. Fransa ve diğerleri birlikte olmak üzere.. Şimdi Körfez Harbi'nin mağlubu olarak Irak, zaten 11-12 seneden beri denetim altındaydı. Hatta ambargo ve abluka altında. Bildiğiniz gibi kendi kaynaklarını bile kullanamaz durumda.. Oradaki silah denetçileri BM'nin görevlendirdiği insanlardır. Onlar,BM Güvenlik Konseyi'nin kararıyla nükleer silah var mı, kimyasal silah üretiliyor mu, füze başlıkları var mı diye iki de bir denetlemeye giderler ve raporlarını verirler. Defalarca gittiler, iddia edilen şeylerin bulunmadığını söylediler. Buna rağmen tekrar tekrar gittiler. Bu Anadolu tabiriyle, "kurt kuzuyu yemeye niyetlenirse, suyu bulandırdın" bahanesine benzeyen bir durum olarak ortaya çıktı. Ama gelinen noktayı söyleyelim. Ben bunu dışarıda da söylediğim için burada da rahatlıkla söyleyebilirim. BM'yi de bir kenara koyarak, oradan bir karar alınmasını da beklemeden, bir taraftan da uluslar arası hukuku bir kenara koyarak, diğer ülkelerin de itirazlarını dikkate almadan, "Ben böyle düşünüyorum. Ben böyle karar verdim. Ben bunu yapacağım" diyerek Irak'a tek taraflı bir harekat başlatması kesinlikle doğru değildir. Bunu onaylamamız da mümkün değildir. Sayın Cumhurbaşkanı da bu düşüncede olduğunu ifade etti. Doğrusu ben de ondan önce açıklamış oldum. Bu ne getirir, ne götürür? Ama bir tarafa şunu koyalım ki, BM diye bir örgüt var ise ne işe yarıyor? Yani kendini güçlü gören herhangi bir ülke, "Ben güçlüyüm, istediğimi yaparım" derse bu işin sonu hiçbir zaman dünyada barışın olması anlamına gelmez. ABD bugün tek taraflı bir hareket yapıyor. Bu hareketin kendine göre yandaşları da var. İşte koalisyon dedikleri ve askerini birlikte kullandıkları ülkelerle yarın bu topraklar üzerinde bir paylaşıma gidecekler, bu arada söz sahibi olacaklar ki; belki rejimler ve coğrafyalar bile değişebilecek. Böyle bir harekatta kendini jandarma görüp, dünyanın tek hakimi gibi görüp, "oraya demokrasi götüreceğim" veya bir başka bahane ile böyle bir harekatı başlatması, bugüne kadar dünya ülkeleri arasında var olan hiçbir anlaşmaya uyan bir davranış değildir. Tek taraflı bir davranıştır ve elbette doğru değildir. SORU: 12 Şubat 2003 tarihinde CNN Türk'te bir programda "Saddam on yıldır uzlaşmaz bir tavır içinde olmasaydı, bugün bunlar olmazdı" demiştiniz. Peki, Irak ABD'nin her dediğini yapsaydı. Ancak petrol kullanım işini İngiliz ve ABD'li şirketlere vermiyorum demiş olsaydı, bugün bu savaş çıkar mıydı? ARINÇ: Şunu söyleyeyim ki; ABD'nin Ortadoğu ile ilgili planları vardır, projeleri vardır ve yıllardan beri bunu santim santim ilerletmektedir. Zaten büyük ülkeleri, büyük ülke yapan unsurlardan bir tanesi de budur. Yıllar sonrasına ait kendi ülkesinin çıkarları için planlar yaparlar ve bu planları mutlaka ilerletirler ve neticeye vardırırlar. ABD'nin Ortadoğu ile ilgili belki on tane hedefi vardır. Bunların içerisinde ekonomik ve siyasi hedefler de vardır. İsrail ile ilgili hedefler de vardır. Bunun nerede duracağına, nereye varacağına bugünkü sıfatımla benim konuşmam mümkün değil. Bilirim ama konuşamam. Meclis Başkanı olmasaydım, bir siyasetçi olarak, rahat bir ortamda yani kendi konumumla ilgili bulunsaydım konuşurdum. SORU: Sizi ne engelliyor? ARINÇ: Şuanda temsil ettiğim makam itibariyle, ABD'nin hesaplarını ortaya koyan bir insan olmak istemem. Her doğru, her yerde söylenmez. Yani şu kadarını bile ben bir takım ip uçlarını vermek için söylüyorum. Rusların Deli Petro dediği insanın, dünya çapında bir hedefi vardı. Karadeniz'e, Akdeniz'e, sıcak denizlere ulaşmak..Ruslar bu hedefleri yıllar boyu takip ettiler. Yunanistan'ın Helenizm diye büyük hedefleri var. Megaloidea, Enosis gibi yani bütün bunları bütün ülkeler, kendilerine kızıl bir elma gibi hedefler koyarlar. Ne yazık ki; Türkiye'nin son yıllarda böyle hedefleri yoktu. Ama bizim imparatorluk döneminden kalmış, iyiyi, güzeli, doğruyu hakim yapma noktasında hedeflerimiz vardı. Her ülkenin hedefi vardır. ABD Irak'a kim bilir kaç bin kilometre uzakta ama geliyor, "Burada benim menfaatim var" diyor. İngiltere Arjantin'in kıyısındaki Folkland Adalarına geliyor, yani belki Kardak Kayalıkları kadar küçücük bir adacık, ama "Benim burada hakimiyetim var" diyor. Kendisine bir hedef tutuyor. Ortadoğu'daki bütün planları Birinci Cihan Harbinden önce de, sonra da yapan İngilizlerdi. İsrail'i 1948 yılında devlet haline getiren, çabaların ve çalışmaların Sultan Abdulhamit Döneminden biraz önce başlamadığını bu ülkede söyleyemez. Yani bütün bu hesaplarda küçücük bir hayali hedef haline getiren, o hedefe ulaşmak için yıllarca çabalayan bir sisteme selam durmak gerekir. Şimdi o yüzden bugün yapılanların, yıllar öncesinden ne kadar ince planlarla ortaya konduğunu ve bunun içine hangi ülkede, ne gibi değişiklikler yapıldığını dikkate almak lazım. Benim 21 Şubat'ta CNN Türk'teki konuşmamın içindeki bir cümle; "Saddam ne yapmalıydı yada Irak ne yapmalıydı?" diye sorulduğunda "Irak'a demokrasi gelmeliydi.Keşke demokrasiye geçebilselerdi" demiştim. Yoksa bugün Saddam ve çevresindeki üç beş tane adamla, Irak gelebileceği en son noktaya geldi. Irak halkını bile temsil etmiyorlar. SORU: Yani siz, Irak ABD'nin her dediğini yapsaydı; demokrasi gelseydi, petrol sebebiyle bu savaş yine olurdu diyorsunuz. ARINÇ: Çıkabilirdi. Ancak, halk bu kadar zarar görmezdi. Süreç değişebilirdi. Bugün bazı ülkelerin dış politikaları coğrafyaları belirliyor. Türkiye için de bu böyledir. Coğrafyamız çok önemli. Eğer Birleşik Arap Emirlikleri Kuveyt, Katar, Umman gibi bir yerde iki yüz yıl yetebilecek petrol rezervi olmasaydı, hiç kimse dönüp Irak'a başını çevirmezdi. Bugün ABD'de halkın yüzde 60'ı Irak'ın nerede olduğunu bilmez. Ama Irak'ı önemli yapan bir şey var. ABD'nin Alaska'da petrolü var. En çok 9 yıl yetebilecek. Japonya'nın bir gram petrolü yok. Almanya'nın bir gram petrolü yok. Ama burada 200 yıl yetebilecek, milyar varillik petrol rezervleri var. Böylesi insanın iştahını çekmez mi? Bu iştahı gidermek için böyle bir şey de yapılabilir, başka şeyler de yapılabilir. SORU : Dünya düzeni değişiyor. Artık menfaatler ön plana çıkıyor. Türkiye çok stratejik bir konumda bulunuyor. Yeni dünya düzeninde Türkiye'nin dikkatli ve çok akıllı mı olması gerekiyor? ARINÇ: Çok akıllı olması yetmiyor. Çok güçlü de olması lazım. "Zebunküş Avrupa bir hak tanır ki o da kuvvettir" diyor Akif. Avrupa'nın hak tanıdığı şey sadece kuvvettir. Bu bir sistemdir. Bu sistemde güçlü olan haklıdır. Bizim dünya görüşümüzde, bizim dünyada devlet kurduğumuz zamanlarda, umman bir medeniyet kurduğumuz zamanlarda hep ölçü, haklı olan kuvvetlidir. Şimdi kuvvetli olanın haklı olduğunu bir dünyada yaşadığımızı bilelim. Onun karşısında durabilmek için kendimizin kuvvetli olması lazım. Yoksa sizin sadece aç bir canavara karşı, şefkat göstermeniz hiçbir şeyi halletmiyor. "Ben iyiyim, güzelim, merhametliyim, barıştan yanayım" demeniz, eğer kuvvetli değilseniz, dünyada hiçbir yerde yankı yapmaz. SORU : Bu aç canavarın size şefkatle yaklaşmasına aldanmamak mı gerekir? ARINÇ: Aldanmamak lazım. Sizin zayıf olmanız sadece iştahını arttırıyor. SORU : 1991 yılında Körfez Krizi'nde Baba Bush harekattan önce Özal'ı arayarak bilgilendirmişti. Şimdi ise oğul Bush Türkiye'den hiç kimseyi arayarak bilgi vermedi. Hükümet yetkilileri operasyonun başlayacağını Katar'daki irtibat subaylarından öğrendi. Bu konudaki fikriniz nedir? ARINÇ : O haberlerin doğruluk derecesine inanmıyorum. SORU : Ama Sayın Erdoğan da bunu yalanlamadı. ARINÇ : Peki doğru kabul edelim. Ama ikisinde farklı. Şimdi 1991'de Irak, Kuveyt'i önce işgal etti sonra ilhak etti. Buna karşılık BM Güvenlik Konseyi bir karar yayınladı. BM'ye üye olan bütün ülkelerin bu işgali sona erdirmek için gerekirse, güç kullanması talimatını verdi ve ABD büyük bir koalisyonla pek çok ülkenin yardımıyla bölgeye geldi. Irak'ın işgaline son verdi. Yapılanların hepsi BM'nin kararlarına uygun olarak yapıldı. Ben o günün bütün kapalı tutanaklarını da yayınladım. 1990'da Meclis'te yapılan görüşmelerin tutanaklarını biz bir ay önce yayınladık. Dolayısıyla 1991'de uluslararası meşruiyet şartları oluşmuştu. Irak işgalci bir ülke olarak, bulunduğu yerden defedilmek üzere Güvenlik Konseyi kararı ile çıkarılmıştı. Ama bu sefer BM kararı yok. Güvenlik Konseyi'nin kararı yok. Bunların hepsi bir elin tersi ile bir tarafa itiliyor ve "Ben bu işi başlatacağım" diyen bir insan konuşma yapıyor. Konuşmasında da süre veriyor. "48 saat sonra bu harekat başlayacak" diyor. Yani artık saati ve günü belli hale gelmiş. 1991'den farklı olarak, o zaman Bush'un konuşma yapıp da "Ben 72 saat sonra veya 24 saat sonra bu işi başlatıyorum" dediğini hiç kimse duymadı. Şartlar birbirinden farklıdır. Türkiye'de de kurumlar görevlerini yapıyorlarsa o zaman mesele yok. Başbakanlık işin bir tarafında önemli bir konumda, Silahlı Kuvvetler işin bir tarafında, Meclis işin bir tarafında. Biz tabii Meclis olarak bu konuda edilgen bir noktadayız. Ama etken bir noktada olan Hükümetin ve Hükümete bağlı olan kurumların ben görevlerini aksattıklarını doğrusu düşünmüyorum. SORU: Ortadoğu'da dünyanın tepkisini çeken İsrail var, Kaddafi var. Irak operasyonunun ardından bu ülkelere de müdahale söz konusu olabilir mi? Bu konjonktür içinde değerlendirdiğinizde bu bölgenin alacağı yeni şekil ne olur? Bu durum Türkiye'nin İslam dünyası ile ilişkilerine nasıl yansır? ARINÇ: Çok somut şeyler söyleyemem. Bunların hepsi öngörülen neticeler veya söylenen konulardır. Yani coğrafyalar ve rejimler değişebilir derken bir endişe ortaya konuyor. Bu endişeyi haklı kılan sebepler de var. Ama Türkiye bu savaşı geride bırakmak, barış çabalarını sonuna kadar götürmek için, bildiğiniz gibi o zaman Başbakan Abdullah Gül'dü, Ortadoğu'daki bütün ülkelerin liderlerini, devlet başkanlarını ziyaret etti. Sonra onların Dışişleri Bakanlarını İstanbul'da toplayarak bir deklarasyon yayınladı. Ancak Ortadoğu'daki ülkelerin veya halkının Müslüman olduğu ülkelerin bugün, ABD'nin bu harekatı karşısında çok fazla güçleri de yok, çok gazla sesleri de çıkmıyor. Mesela ABD'nin karadan Ürdün üzerinden Irak'a nakledeceğini bugün duyuyoruz. Ürdün'ün buna bir itirazı olabilir mi? Yok. Mısır'ın bir itirazı var mı? Yok. Suriye'nin ciddi bir itirazı var mı? Yok. Zaten Suudi Arabistan'da, Kuveyt'te binlerce ABD ve İngiliz askeri bulunuyor. Burada Türkiye, hem güçlü bir ülke olarak hem de tarihten gelen misyonunu kullanan bir devlet olarak üzerine düşeni yaptı. Yani son üç ayda Sayın Başbakanların, dün Sayın Gül'ün bugün Sayın Erdoğan'ın -belki sayın Erdoğan için çok yeni, bir şey söylenemez- ama barış çabaları için olağanüstü çaba gösterdiğinin şahidiyim. Gelinen nokta budur. Bu da bizim elimizde olan bir şey değildir. Dolayısıyla bundan sonrası için hepimizin plan yapmamız, engel olabileceğimiz konularda engellememiz, yararlı olabilecek katkılarda da Türkiye'nin bu katkılarını mutlaka ortaya koyması gerekir. http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/tbmm_basin_aciklamalari_sd.aciklama?p1=2310 ... |