29 Kasım 2014 Cumartesi

Türkiye'de Yabancı Sermaye, BÖLÜM 4





Türkiye'de Yabancı Sermaye, BÖLÜM 4



‘1960 lar dan sonra hızlanan ikame sanayi görevini tamamladıktan sonra 1980 li yıllarda ekonominin serbest rekabete yönelmesi ve kambiyo rejiminin liberalleşmesi sanayi kesiminde dışa yönelik bir gelişmenin oluşmasına yol açmıştır. Sanayinin dışa açılması bir sonuç değil aksine sanayileşmenin yol açtığı bir birikimin ihracat bakımından başlangıcı sayılmaktadır. Ne var ki, 1984 den itibaren hızlı bir gelişim gösteren ihracat sanayi, kuruluşlarının kendilerine yenileme imkanlarından uzaklaştırılmaları nedeniyle geriye doğru azalan bir tren izlemeye başlamıştır.

Giderek dış satımın sanayileşmeye tercih edilmesi, birbirini tamamlaması gereken üretim-ihracat dengesinin kopmasına neden olmuştur. Bugün ekonominin yeni teknolojik yatırımlarının gerçekleşmesine imkan sağlayacak öz kaynaklara sahip bulunmadığı bir gerçektir. İşletme dışı kredi kaynaklarının yüksek oranlara varan faizler nedeniyle kullanımı ekonomik konjektörün durgunluk arz ettiği dönemde kredi veren kuruluşların ipoteğini peşinen kabul etmek anlamı taşımaktadır. Oysa, ihracata dönük sanayileşmede rekabeti korumak için teknolojik gelişmelerden yararlanılacak yatırımlara başvurma gereği kaçınılmazdır. Ancak, yüksek enflasyon ve kredi faizleri karşısında sanayi yatırımları için uygun kaynak arayışı bugün değişik kaynak alternatiflerinden ibaret değildir. Çünkü, yeterli sermaye birikimi ve döviz kaynakları olmayan, teknolojik birikimi bulunmayan ülkemizde yatırım yoğunluğu yaratma da kaynak arayışı sonuçsuz kalmaktadır.

Dolayısıyla yatırımların finasmanın da ki iç kaynaklardan çok yabancı sermaye öncelikli hale gelmektedir. Ancak her ne olursa olsun yeterki yabancı sermaye gelsin biçiminde ki bir yaklaşımın kabul edilmeyeceği de gerçektir.’(24)

24 ocak 1980 de yayınlanan 8-168 sayılı yabancı sermaye çerçeve kararnamesi ise bir mevzuat değişikliği olmakla birlikte köklü, süratli, ve akılcı çözümleri bünyesinde bulundurmaktadır.

13 sayılı Yabancı sermaye çerçeve kararnamesi ile :

- Yabancı sermaye gelirleri ve özel dış kredilerin ana para ve faiz ödemeleri,
- Yurt dışında yerleşik kişi ve kuruluşların Türk parasının kıymetini koruma mevzuatı çerçevesinde bloke edilen paraları yabancı sermaye kapsamına dahil edilmiştir.

Yeni dönem ekonomik olaylara daha farklı ve olumlu yaklaşımı ortaya koymaktadır. Ancak, bütün bu gayretlerin kısa sürede sonuç vermesini beklemek iyimser bir düşünce olmakla birlikte Türkiye de 1980-86 döneminde yabancı sermaye yatırımlarında olumlu gelişmeler olmuştur.

1980 sonrası Türkiye’ye gelen yabancı sermaye miktarında bir artış olmuştur. 1979 yılı sonunda kadar ülkeye gelen yabancı sermaye miktarı 228 milyon dolarken, 1986 yılı sonunda bir trilyon 802.2 a çıkmıştır. 1980 öncesi yıllık ortalama sermaye girişi on milyon doların altındayken, 1980 sonrası iki yüz yirmi beş milyon dolara çıkmıştır. Türkiye nin verdiği 13 sayılı kararın yanı sıra ikinci güven anahtarı ise gerek karların, gelirlerin, patent haklarının gerek tasfiye ya da devir durumunda, yabancı sermayenin serbestçe transferi olmuştur.
_____


24) Koray Başol, Türkiye Ekonomisi, shf: 249
25) T.İ.E. raporları



1980 den sonra yabancı sermaye yatırımlarında hızlı bir artış gözlemlemekteyse de Türkiye, gelişmiş ülkelerden gelişmekte olanlara yönelik yabancı sermaye yatırımlarından oldukça küçük bir oranda faydalanmaktadır. Mesela 82 de gelişmekte olan ülkelere doğru fon akışının yıllık tutarı 15 milyar dolar civarında olmuştur. Aynı yıl ülkemize gelen yabancı sermaye miktarının 167 milyon dolar (izin verilen miktar) olduğu hatırlanırsa, Türkiye’nin bu kaynaktan en iyi yılda bile yüzde bir oranında faydalandığı ortaya çıkmaktadır. Taze para girişi olarak bu oran yüzde birden bile küçüktür. Halbuki Türkiye’nin sosyal,politik,ekonomik potansiyeli çok daha büyük bir faydalanma oranını gerektirmektedir.


Yabancı sermayeyi teşvik kanunu ile özelleştirme kanunlarında değişiklik için yapılan çalışmalar sonucunda yeni kanun yürürlüğe girmiştir yeni kanunla, 6224 sayılı yabancı sermaye teşvik kanunun birinci maddesinin birinci fıkrasına yapılan bir eklemeyle Türkiye’ye girecek yabancı sermaye, ülke çapında tekel oluşturacak faaliyetlerde bulunan kuruluşlarda çoğunluk hissesine sahip olamayacaktır.(26)

Yabancı sermayenin fiili girişi 1990 dan itibaren bir milyar doların üstüne çıkmıştı. Bu muazzam bir rakamdı. Düşünün ki 1954-79 arasında ki 25 yıllık dönemde kümulatif olarak sadece 228 milyon dolar yabancı sermaye gelmişti. Yani yılda ortalama 9 milyon gibi küçük bir rakamdır. 

Bu dokuz milyon dolar 80 den itibaren artışa geçiyor ve o yıl 35 milyon dolar iken yıllar itibariyle 141-103-87-162-158-170-239-488-855…. Ve nihayet 1990 da 1.005 milyar dolara, 1992 de ise 1.242 milyar dolara yükseliyordu.

Bunlar 54-79 arası kıyaslandığında gerçekten muazzam rakamlardır. Ama bir de başka ülkelere giren yabancı sermaye miktarına bakıp ; İspanya ya Meksika’ ya vb. yılda 10 milyar dolar, Malezya’ya Singapur’a vb. yılda beş milyar dolar yabancı sermaye girişi olmuştur. Yani bize ancak İspanyanın onda biri, Singapur’un beşte biri oranında yabancı sermaye gelmiş. 

Kriz öncesiyle sonrası arasında ki farklılığı şu şekilde açıklamak mümkün: Kriz öncesinde şartlar belirli olduğu için istikrarlı bir istikrasızlık vardı. İstikrarsızlık bilindiği gibi enflasyondan kaynaklanıyordu. İstikrar ise enflasyonun 8 yıldır aynı oranlarda seyretmesiydi.

Bu istikrarlı istikrasızlık iyi kötü tahminlerin yapılabilmesine imkan veriyordu. Yani yıllık enflasyon her yıl olduğu gibi 1994 de %60-70 lerde seyredecekti. Oysa beş nisan kararları sonucu ilk defa bu denge bozuldu. Alınan tedbirler donucu %150 lere giden bir enflasyon gerçekleşeceği havası doğdu. 

Öte yandan bu dönemin en önemli olaylarından biriside evvelce yatırım yapmış olan sermaye şirketlerinin kriz patlak verince, yani ekonominin daralmasına paralel olarak satışlar düşünce, üretimi kısmaları hatta elde büyük stoklar varsa tamamen durdurmaları, ona bağlı olarak da işçi çıkarmalarının gündeme gelmesi oldu. Uluslar arası kuruluşlar bu konuda kendi başlarına karar veremiyorlar. Ana merkezlerine Türkiye nin içinde bulunduğu sıkıntılı durumu rapor ederek gerekli gördükleri önlemler hakkında onay alıyorlar. 


1980 den sonra Türkiye’ de ekonomik, politik ve sosyal yönden bir değişim sürecine girilmiştir. Bu gelişme ile birlikte yabancı sermaye yatırımları konusuna oldukça ağırlık verilmiş, yabancı sermaye ile ilgili yasal düzenlemelere gidilmiştir. Bunun sonucunda ise ülkeye gelen yabancı sermaye miktarında bir artış olmuştur. 1979 yılı sonuna kadar Türkiye’ ye gelen yabancı sermaye miktarı 228 milyon dolarken, 1989 sonunda 4 milyar dolara yükselmiştir.

Yabancı sermayenin 1979 yılında kadar yetersiz bir düzeyde kalmasının nedenleri şöyle sıralanabilir:


- İstikrarsızlık : Bunu idari, ekonomik ve politik istikrarsızlık olarak üçe ayırabiliriz. Önceki yıllarda iktidarda bulunan partilerin yabancı sermaye konusunda farklı düşünmeleri yabancı sermayenin güvenini sarsmıştır. Özellikle 1970 li yıllarda bu tedirginlik daha da artmıştır. Siyasi istikrasızlıktan kaynaklanan ekonomide ki yalpalanma ve son yıllarda içinde bulunduğumuz bunalım, yabancı sermayeyi ürkütmüştür. Buna paralel olarak, bu konudaki uygulama da etkilenmiştir. Sonuç olarak, yabancı sermayenin girişi çok sınırlı kalmıştır. 
- Yetki dağılımı : Yabancı sermaye konusunda belli bir karar almak için bir çok mercie başvurmak gerekmiştir. Bir talep içinde kredi varsa Maliye Bakanlığına, yatırım varsa Sanayi Bakanlığı’na giderdi. Bunun yanında DPT de yabancı sermaye ile ilgiliydi. Ayrıca yabancı sermaye ile ilgili her konuda bir kararname düzenlenirdi.
- İsteksizlik : Yabancı sermayeye karşı kamu oyunda oluşturulmuş hava, bir ölçüde kapitülasyon uygulamasından etkilenerek, güvensizlik doğurmuştur. Yabancı sermaye gelirse bizi sömürür duygusu yerleşmiş, bu yüzden, adeta yabancı sermayenin gelmemesi teşvik edilmiştir. 
- Eşitsizlik : 6224 sayılı kanunda öngörülen şartlara göre faaliyette bulunmasına izin verilen yabancı sermayeli kuruluşların yerli kuruluşlarla aynı avantajlardan yararlanacağı öngörülmesine rağmen, uygulama farklı olmuştur.
- Enflasyon : Yabancı sermayenin girişini engelleyen faktörlerden biri de enflasyondur. Yabancı sermaye gideceği ülkede özellikle iki şey arar. Birincisi yatırdığı sermayenin geri dönmesidir. Bu güven unsuruna bağlıdır. İkincisi de karlılıktır. 
- Başka ülkelerin tanıdığı cazip imkanlar : Yabancı sermayenin kalkınmada ki önemi anlaşılmaya başladıkça bu konuda ülkeler arasında adeta yarışa girilmiştir. Kalkınma için sermaye sıkıntısı çekmeyen ülkeler dahi birbiriyle rekabet göstermektedir. 

DEVAM EDECEK.,


.

Türkiye'de Yabancı Sermaye, BÖLÜM 3




Türkiye'de Yabancı Sermaye, BÖLÜM 3



1950 yılından sonra liberal ekonomi politikasının benimsenmesi sonucu yabancı sermayenin ülkemize girişi ile ilgili hukuki tedbirler alınmaya başlanmıştır. Bu dönemde 5583 sayılı kanunla yabancı sermayeye transfer garantisi ve ülkemiz özel sektörünün dış borçlarının faizini transfer etme imkanı getirilmiştir. Ancak yeni yatırımları gerekli finansman ve teknoloji ihtiyacı için yabancı sermayeden yararlanmasını amaçlayan bu kanun istenilen hedefe ulaşamamış küçük birkaç firmadan başka başvuru olmamıştır. 9 Ağustos 1951 de 5821 sayılı ‘yabancı sermayeyi teşvik kanunu’ adı altında 12 maddelik yeni bir kanun yayımlanmıştır. 5821 sayılı kanunla sanayi, enerji, madencilik, bayındırlık, ulaştırma ve turizm sektörleri yabancı sermayeye açılmıştır. Yasa ile yabancı sermayeli şirketlere toplam karlarının %10 unu transfer hakkın tanınmıştır. Ancak bu yasa beklenen sonuçları vermemiş, yaklaşık iki senelik dönemde sadece 42 müracaat olmuş bunlarında ancak onu kabul edilmiştir. 1954 yılında 6224 sayılı ‘yabancı sermayeyi teşvik kanunu ile yabancı sermayeye yerli özel teşebbüslere açık bırakılan alanlarda çalışma imkanı verilmiş ve kanundan yararlanacak faaliyet kolları daha da genişletilmiştir.(19)

5821 sayılı yasanın beklenen sonuçları vermemesi üzerine yeni bir yasa tasarısı hazırlanmış ve bu tasarı 1954 yılları başında kabul edilmiştir. 24 Ocak 1954 tarihinde yürürlüğe giren 6224 yılı yeni yabancı sermayeyi teşvik kanunu tasarım ve ticaret sektörlerini de yabancı sermayeye açmış ve yabancı sermayeye ‘ memleketin iktisadi kalkınması yararlı olması, Türk özel teşebbüslerine açık bulunan bir faaliyet sahasında çalışması inhisar ve özel bir imtiyaz ifade etmemesi’ koşullarıyla her alanda çalışmakta özgür bırakmıştır. 6326 sayılı petrol kanunu kapsamı dışındaki bütün yabancı sermaye yatırımlarını içine alan bu kanun bugünde bu tür yatırımların yasal temelini oluşturmaktadır.

Kanuna göre yatırım izni alan yatırımcının yararlanabileceği haklar şöyle sıralanabilir:

i) Kar transferi ve kuruluşun tasfiyesi halinde satış hasılatının transferi
ii) Yurt dışından alınan onaylanmış borçların ana para ödemelerinin ve faiz ödemelerinin transferi.
iii) Karların sermayeye dönüştürülmesi
iv) Yabancı personelin istihdamı ve onaylanmış yabancı işçilerin kazançlarının transferi
v) Yerli yatırımcılarla eşit muamele görme

Görünüşte 6224 sayılı kanun yabancı yatırımcılara karşı çok olumlu bir tavır sergilemekteydi. Ancak özellikle yabancı yatırımların onaylanması ile ilgili ön şartlar konusunda kanun koyucusunun çok genel bir ifade kullanmış olması pratikte başvuruları yoruma açık hale getirmekteydi. Bunun sonucu olarak yabancı yatırımcıların bir çok başvurusu ya çok uzun süren ve karmaşık bir onaylama sürecinde terkedilmiş ya da reddedilmişti. (20)

6224 sayılı yabancı sermayeyi teşvik kanunu gereğince Türkiye de 1954 den 1980 e kadar geçen 27 yılda 325 milyon dolar tutarında yabancı sermaye girmiştir. Bu değerin 1981 temmuz sonu itibariyle toplam 523 milyon dolara 1983 mayıs sonunda ise 830 milyon dolara çıktığı görülmektedir.(21)
_______


19) Başol,a.g.e.s, 242
20) Baban,a.g.e.s,26
21)Hacaloğlu, a.g.e, s.6



PLANLI DÖNEM:

Planlı dönem 1963 yılında başlar. Nitekim, planlı dönemde ki kalkınmanın finansmanında yabancı sermayeye olan ihtiyaç I,II,III,IV,V,VI planlarda yer alarak, uygulanacak yabancı sermaye politikasında yabancı sermaye girişini kolaylaştırmak ve Türkiye ekonomisine katkısını artırmak amacı gözetilmiştir. Böylece yabancı sermayenin çalışma ve işleme şartları ile sınırları daha belli daha etkin bir hale getirilmiştir. Yabancı sermayenin ihracata ve turizm sektörüne kaydırılmasına ağırlık verilmiştir. Aynı dönemde müsaade alındığı halde, faaliyete geçmeyen , faaliyetini durduran, gerçekleştirme sürecini aşanların izinleri geri alınmıştır. İthal edilen değerlerin tescil edilmesi sağlanmıştır. İzin verilen yatırımların gümrük muaflığından ve yatırım indiriminden faydalanması, transfer edilen teknolojiyi ülke şartlarına uydurmaları, araştırma labarotuvarları kurmaları, öncelikle makine, imalat, kimya, elektronik sektörlerin ara malı ve yatırım malı niteliğinde olanlara öncelik verilmesi ile ‘ Türk ekonomisinin iktisadi gelişmesine yararlı olma’ prensibi ortaya konulmuştur.(22)

Birinci plan döneminde sermaye ithalinin öngörülen düzeye varmamasının özellikle konsorsiyumun ve proje ve program kredisi olarak talep edilen yatırımlara istenen ölçüde ve zamanda cevap verememesinin payı büyük olmuştur.

Özel yabancı sermaye 1970 de en yüksek seviyesine ulaşmıştır. Bu rakam ikinci beş yıllık plan hedefinin 11, program hedefinin ise 33 milyon dolar üstündedir. 1970 den sonra yabancı sermayenin tekrar azalmakta olduğu görülmektedir.

Üçüncü beş yıllık planda kısa dönemli sermaye hareketlerinde artış görülmüştür. Buna karşın özel yabancı sermaye girişi istenen boyutlarda gerçekleşememiştir. 4. beş yıllık plan döneminde Türkiye de 1980 yılı sonu itibariyle 6224 sayılı kanuna göre 100 yabancı sermayeli firma faaliyette bulunmaktaydı. Yabancı sermaye bakımından en çekici sektör olan imalat sanayinde yer alan firma sayısı 84 adettir. Bu sektörü turizm, bankacılık, mühendislik, tarım ve madencilik izlemektedir. 

24 Ocak 1980 kararları ışında :

24 ocak 1980 tarihinde alınan ekonomik istikrar tedbirlerinin önemli bir bölümü yabancı sermaye ile ilgilidir. 24 ocak istikrar tedbirleri arasında, yabancı sermaye sorunlarıyla ilgilenmek, yabancı sermaye yatırım, karar ve uygulamalarına yön vermek üzere 8-168 sayılı yabancı sermaye çerçeve kararnamesi yayınlamıştır.

Bu kararnamenin birinci maddesi ile, 6224 sayılı yabancı sermaye teşvik kanunu 1. md. de belirtilen yatırımları yapacak şirketlerin ülkenin ekonomik kalkınmasında yararlı olması, Türk özel sektörüne açık bir faaliyet sahasında çalışması, tekel veya özel imtiyaz ifade etmemesi şartıyla bu kararname hükümlerine göre değerlendirilmesi uygun görülmüştür. Bu amaçla, yabancı sermaye ile ilgili kararlarda ve işlemlerde ahenk ve sürat sağlamak üzere, maliye, ticareti sanayi ve teknoloji bakanlıkları ile DPT tarafından yürütülen hizmetleri bir arada toplamak amacıyla başbakanlığa bağlı sermaye dairesi kurulmuştur.(23)

24 ocak kararları ile getirilen yeni düzenlemelerde yabancı sermayeye daha gerçekçi bir gözle bakılmış; geçmişte karşılaşılan güçlüklere süratli çözümler getirilmeye çalışılmış, yeni yatırım izinleri verilmiş, yabancı sermayeye güven veren bir siyasi ve ekonomik ortam yaratılmaya özen gösterilerek yabancı sermaye girişlerinin bir ölçüde de olsa hızlandırılması sağlanmıştır.
______


22)Ramazan Uludağ, Türkiye’ de yabancı sermaye uygulaması,Ankara s, 23.
23)Karluk, Türkiye’ de…..s,142



DEVAM EDECEK..,

Türkiye'de Yabancı Sermaye, BÖLÜM 2





Türkiye'de Yabancı Sermaye, BÖLÜM 2


Yeri gelmişken Atatürk’ ün yabancı sermayeyi destekler mahiyetteki birkaç cümlesine yer vermek bakış açısını yansıtması anlamında önemlidir : “İktisadiyat sahasında düşünür ve konuşurken zannolunmasın ki ecnebi sermayesine hasımız, hayır bizim memleketimiz vasidir. Çok say ve sermayeye ihtiyacımız var. Kanunlarımıza riayet şartıyla ecnebi sermayelerine lazım gelen teminatı vermeğe hazırız. Ecnebi sermayesi bizim sayimize inzimam etsin ve bizim ile onlar için faydalı neticeler versin. Mazide, Tanzimat devrinden sonra ecnebi sermayesi müstesna bir mevkie malikti. Devlet ve hükümet ecnebi sermayesinin jandarmalığından başka bir şey yapmamıştır. Her yeni millet gibi Türkiye buna muvafakat edemez. Burasını esir ülkesi yaptırmayız.”(9) demiştir.Hükümet 1929 yılına gelene kadar etkili bir korumacı dış ticaret politikası izleyemediği görülmektedir. Bunun da sebebi, genç Türk Devletinin Osmanlı gümrük tarifelerinden ancak Lozan Barış Anlaşmasının imzalanmasından 5 yıl sonra kurtulabilmiş olmasıdır. Genç Türkiye Cumhuriyeti bu Osmanlı mirasından ancak 1929 yılında kurtulabilmiş ve o yıl Türkiye Büyük Millet meclisinin kabul ettiği Gümrük Tarife kanunu ile kendi muhtar tarifesine ve dolayısıyla korumacı bir dış ticaret politikası izleme imkanına kavuşmuştur. Görüldüğü gibi Türkiye 1923-1929 yılları arasında zoraki liberal bir dış ticaret politikası izlemek zorunda kalmıştır. 

Daha öncede belirtildiği gibi, genç Türk devleti yabancı sermayeye karşı değildi. Ne var ki, yabancı sermaye, bir yandan Türkiye’ deki güven ve istikrar şartlarını yeterli görmediğinden, diğer yandan nüfus yoğunluğunun az olması, ekonomik faaliyetler düzeyinin düşüklüğü ve Pazar darlığı sebepleriyle Türkiye’ ye gelmek istememişlerdir.(10) Özellikle Lozan Barış görüşmelerinin bir sonuca bağlanması, cumhuriyetin ilanı, Saltanatın ve Hilafetin kaldırılması, dış borçlar sorunun uygun bir çözüme bağlanamaması, yurtiçi isyanlar, gibi etkenler ülkemizi yabancı sermayeye, diğer şartlar elverişli olsaydı bile, sevimsiz ve cazibesiz bırakmaya yetmiştir. 

1939-1950 Atatürk Sonrası Ekonomi Politikasında Yabancı Sermaye : İnönü diye adlandırdığımız 1930-1950 döneminde 1936’ da Atatürk döneminde hazırlanan ikinci beş yıllık sanayi planı, ikinci dünya savaşının başlamasıyla uygulamaya konamamıştır. (11)

1923-1939 dönemini İkinci Dünya Savaşı’ nın izlemesi ekonomik politikada bir değişiklik yaratmamıştır. Ancak savaşa katılmamış olmakla birlikte Türkiye’ de bu dönemde savaş ekonomisinin kuralları geçerli olmuştur. Özel sektörün faaliyetlerine devlet müdahalesi fazla olmuş,tarım alanında ormanlar devletleştirilmiştir. Bayar hükümeti döneminde çok az devletleştirilen yabancı şirketlerin sayısı Refik Saydam Hükümeti döneminde hızla artmıştır. 1939 yılının ilk yarısında bir dizi devletleştirme tamamlanmıştır. 

Bu dönemde İsmet İnönü tarafından uygulanan devletçilik rejiminin Atatürk tarafından uygulanan devletçilik rejimine kıyasla daha az esnek olduğu söylenebilir. Bu katı devletçilik rejimi, büyüme hızı ve refahtaki gerilemelerle birleştiğinde, Celal Bayar’ ın liderliğinde ki liberal ekonomik görüşü savunan muhalefete kuvvet kazandırmıştır. Nitekim, 1939-1948 yılları arasında ekonomik performans çok düşük olmuştur. Bu performans düşüklüğü şüphesiz kısmen ikinci dünya savaşının getirdiği menfi konjonktüre bağlı olmakla beraber, kısmen katı bir devletçilik rejimi uygulaması ile izah edilmiştir. Bu kanaatin yaygınlaşması neticesinde 1950’ den sonra iktidara daha liberal görüşü temsil eden Demokrat Parti gelmiştir. (12)

1950-1960 Çok Partili Dönemin Ekonomi Politikasında Yabancı Sermaye :
1950 genel seçimleriyle liberal görüşü temsil eden Demokrat Parti büyük çoğunlukla iktidara gelince CHP muhalefete çekilmiştir. 1950-1960 döneminde DP tarafından uygulanan ekonomi politikalarının ve ekonomik rejiminin ülke şartlarına ve Atatürk ilkelerine uygunluğu sürekli tartışılmıştır. Çünkü Atatürk fiilen mutedil devletçiliği seçmişti. DP ise, liberal bir ekonomi politikasını benimsemişti.
______


(9) Ökçün; a.g.e. S.252-253.
(10) Aktan, Reşat; Türkiye İktisadı 3. baskı sh. 41.
(11) Atatürk ve Cumhuriyet dönemi Türkiye si Ankara,1981,shf. 140 
(12) Atatürk ve Cumhuriyet dönemi Türkiye si Ankara, shf. 142


1950 li yıllar dünya çapında da büyük olayların meydana geldiği yıllardır. Bu tarihlerde, başta ABD olmak üzere, batı devletleri özel teşebbüsün ve özel yabancı sermayenin teşvikini, aynı zamanda dış ticaretin serbestleştirilmesini tavsiye etmekteydiler. Demokrat Parti de bu doğrultuda programında iktisadi hayatta özel teşebbüs ve sermaye faaliyetlerinin esas olduğu ilkesi belirlendikten sonra, faaliyet sahaları iyice sınırlandırılmak şartıyla, özel teşebbüsle devlet teşebbüslerinin birbirine engel olmadan, birbirlerini tamamlayıcı bir ahenk içinde çalışmalarının mümkün ve faydalı olacağı açıklanmaktaydı. (13) Bu cümleler karma bir ekonomi sistemine işaret etmekteydi. 

DP döneminde dış yardımlar ve özel yabancı sermaye ile ilgili tutum değişiktir. Gerek Atatürk, gerek İnönü devrinde dış kredi imkanları kısıtlı idi. Fakat Duyun-u Umumiye kötü tecrübesine rağmen o devirlerde mevcut kısıtlı imkanlardan yararlanılmıştır. DP döneminde dış kredi imkanları büyük ölçüde genişlemiştir. Yine Atatürk döneminde özel yabancı sermayenin ülke kanunları çerçevesinde, yani kapitülasyonlar söz konusu olmamak şartıyla, teşviki ilkesi kabul edilmiş, ancak bu dönemde her hangi bir özel yabancı sermaye girişi vuku bulmamıştır.

1950’ den sonra, bu imkan ortaya çıkmakla beraber, yine de gelişen ülkelere, bu arada Türkiye’ ye giren özel yabancı sermaye, köklü teşviklere rağmen, sınırlı seviyede kalmıştır. Bu dönemde, ekonomi politikası alanında yapılan bazı hatalara rağmen, Türkiye, Atatürk dönemini izleyerek ikinci kalkınma hamlesini gerçekleştirmiştir, diyebiliriz. 27 Mayıs 1960 yılında, demokrasinin aksamadan yürümesi ve ekonomik hataların düzeltilmesi gayesiyle yapılan askeri müdahale ile ekonomi politikası alanında planlama getirilmiş, yatırımların verimli alanlara yönelmesi ve enflasyonun önlenmesi düşünülmüş, ayrıca Toprak Reformu, İktisadi Devlet Teşekküllerinin reformu ve mali reform gibi çeşitli reformlar öngörülmüştür. 

Bu dönemde yabancı sermaye ile ilgili ilk düzenleme 1950 yılında çıkarılan 5583 sayılı hazinece özel teşebbüslere kefalet edilmesine ve döviz taahhüdünde bulunulmasına dair kanundur. Bu kanun özel teşebbüslere dövizle borçlanma imkanı getirmektedir. 5583 sayılı kanun bir yıl sonra kaldırılmış, 8 Eylül 1951 yılında kabul edilen 5821 sayılı Yabancı Sermaye Yatırımlarını Teşvik Kanunu yürürlüğe konmuştur. Bu kanuna göre yabancı sermaye, Türk özel sermayesine açık olan işlerde kullanılacak, tekel ve ayrıcalık öngörmeyecek, sanayi, enerji, maden, bayındırlık, ulaştırma ve turizm alanlarında çalışabilecektir. Yine bu kanuna göre yabancı sermayenin yıllık kar transferi %10’ u geçmemelidir. 5821 sayılı kanunun 3 yıllık uygulaması beklenilen sonucu vermeyince 18 Ocak 1954 tarih ve 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu çıkarılmıştır. “Dünyanın en liberal yabancı sermaye kanunu” olarak tanımlanan bu kanunun yanında, 7 Nisan 1954 tarih ve 6326 sayılı Petrol yasası, 28 Şubat 1960 tarihli ve 7462 sayılı Ereğli Demir-Çelik fabrikaları kanunu (14) ile 11 Ağustos 1962 tarih ve 1567 sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma Hakkında kanun ve kanuna ilişkin 17 sayılı kararı görmekteyiz. 

6224 Sayılı Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu : 18 Ocak 1954 yılında kabul edilen 6224 sayılı Yabancı Sermaye Teşvik Kanunu (15), yabancı sermayeyi düzenleyen mevzuat içinde önemli bir yere sahiptir. Bu kanun, belirgin bir şekilde yabancı sermayeyi teşvik amacıyla hazırlanmış ve o zamandan beri petrol arama çıkarma, işletme ve dağıtımıyla ilgili yatırımların dışındaki tüm yabancı yatırımların dayandığı yasal düzenlemeyi oluşturmuştur. Bu yasanın en önemli özelliklerinden bir kaçını saymak gerekirse : 

- Bu kanuna göre, ülkenin ekonomik gelişmesine yararlı olmak, tekel veya imtiyazlar ifade etmemek koşulu ile Türk özel teşebbüsüne açık bulunan her alanda yabancı sermayeye çalışma olanağı tanımıştır.
- Kanun yerli girişimcilere tanınan tüm haklar muafiyetler ve kolaylıklardan aynı alanda çalışan yabancı sermayeli firmaların da yararlanabilmelerine olanak tanımaktadır.

(13) Yaşa, Memduh; İktisadi meselelerimiz. İstanbul,1966,sh.47-48
(14) 7462 sayılı kanun ile yabancı sermaye konusunda özel koşullar getirildiğinden bu yasa genellikle yabancı sermaye mevzuatı arasında sayılır.
(15)Bkz. 18 Ocak 1954 tarih ve 8615 sayılı RG.
6224 sayılı yasaya göre yapılmış yatırımlar kar ve sermaye transferine açık bir şekilde izin verilmesi nedeniyle, Türkiye’ de faaliyette bulunan yabancı teşebbüsler tarafından “korunmuş sermaye” olarak adlandırılmaktadır. 


6326 Sayılı Petrol Kanunu : ABD petrol şirketleri avukatı Marks Ball’ e hazırlatılan 6326 sayılı Petrol Kanunu 1954 yılında yürürlüğe girmiştir. Kanun petrolde devletçilikten vazgeçmekte, petrol kaynaklarının özel teşebbüs eliyle değerlendirilmesini kabul etmektedir. Bu karardan sonra Shell ve Mobil gibi yabancı şirketlerle eşit olarak çalışmak durumunda bırakılan Türkiye Petrolleri bir anonim şirket olarak kurulmuştur. 1957 yılında, Petrol Kanununda değişiklik yapılmış ve Petrol şirketlerine rafineri kurma hakkı sağlanmıştır. 17 Nisan 1973 yılında çıkarılan 1702 sayılı Petrol Reformu Yasası ile devlet adına izin, arama ve işletme ruhsatnamesi ile diğer belge alma hakkı Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı’ na aittir. Faaliyetlerini kontrol etmek ve yönlendirmek amacıyla yeni düzenlemelerin yapılmasından sonra yabancı sermayeli petrol şirketlerinin büyük bir kısmı yatırımlarını geri çekmiştir. Türk Petrolleri Anonim Ortaklığı ise gereken üretiminin çok gerisinde kalmıştır. 

Petrol arama ve işletmeciliğinin geliştirmek ve yabancı sermayenin daha çok teşvik edilmesi amacıyla 6326 sayılı Petrol Kanunda, 28 Nisan 1983’ de 2802 nolu yasayla değişiklikler yapılmıştır. Kanunda, petrol hakları ile ilgili başvuru ve karar sürelerini kısaltan ve işlemleri hızlandıran gerekli değişiklikler de yer almıştır. Bu kanunun en önemli maddelerinden biri de kar transferiyle ilgili olandır. Buna göre, yabancı şirketlerin yurtdışına yaptıkları satımdan elde ettikleri dövizleri transfer hakkından düşebilmeleri ve petrolle ilgili her türlü ödemelerde kullanabilmeleri olanağı doğmuştur. 

7462 sayılı Ereğli Demir Çelik Fabrikaları Kanunu : 28 Şubat 1960 yılında 7462 sayılı bu kanun 6224 sayılı kanundan daha liberal hükümler taşımaktadır. (16) Bu istisnai bir kanun olup bir tek kuruluş için çıkarılmıştır. 

1567 Sayılı Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu ve Kanuna ilişkin 17 sayılı karar : Bu karara göre Türkiye’ ye gelecek yabancı sermayeli kuruluş, T.C. Merkez Bankası ve Maliye Bakanlığına başvuracaktır. Ülkeye gelen sermaye, belli koşulları yerine getirdiğinde, ülkeden geri çıkabilir. 

17 sayılı karara göre, 6224 sayılı Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu kapsam dışında kalan gerçek veya tüzel kişiler, dış ülkelerden kredi sağlayabilir. (17) Ancak kredinin alınabilmesi için Maliye Bakanlığı aracılığıyla Bakanlar Kurulunun izin vermesi gereklidir.(18)

17 sayılı karar esas olarak üretimle uğraşacak yabancı sermayeyi hedef almadığı halde, Türkiye pazarında büyük payı olan bazı sanayi faaliyetler 17 sayılı karar çerçevesinde sürdürülmüştür. 29 Aralık 1983 tarihli RG ‘ de yayınlanan “Türk parasının Kıymetini Koruma Hakkında ki 28 sayılı karar” 17 sayılı kararı yürürlükten kaldırmıştır. Yürürlükten kaldırılan karar hükümlerine göre başlamış olan işlemler, eski hükümlere bağlı olacak ve yeni kararın ilgililer olan hükümlerinden de yararlanacaklardır. 28 sayılı karar ile : 
- Türkiye’ ye her türlü yoldan ve cinsten döviz ithali, hiçbir kayda tutulmaksızın, serbest bırakılmıştır.
- Türkiye’ de yerleşik kişilerin, beraberlerinde döviz bulundurmaları kayda tabi tutulmaksızın serbest kılınmıştır.
-Türkiye’ ye yerleşik kişilerin yurt dışına çıkışlarında, beraberlerinde 3000 doları veya eşitine kadar döviz çıkarabilmeleri esası getirilmiştir. 


DEVAM EDECEK.,



Türkiye'de Yabancı Sermaye, BÖLÜM 1




Türkiye'de Yabancı Sermaye, BÖLÜM 1

Türkiye’ de Yabancı Sermayeye İlişkin Hukuksal Düzenlemelerin Tarihsel Gelişimi ve Konuya İlişkin Siyasal ve Ekonomik Nedenler

Av. Murat Türkyılmaz..,



GİRİŞ


Dünya, günümüzde hızlı bir değişim süreci içinde bulunmaktadır. Bu değişim sürecinde yaşanılan en önemli olgu globalleşme olarak karşımıza çıkmaktadır. Üç kıtada kurulan serbest ticaret bölgeleri ile bölgesel çapta serbestleşen mal ve sermaye hareketleri, bu akımın ana etkenleridir. Globalleşme ile yakın bağlantısı olan diğer bir olgu da, serbest piyasa ekonomisinin gittikçe yaygınlaşması ve ekonomiye devlet müdahalesinin asgariye inmesidir. Bu eğilim beraberinde özelleştirme sürecini de getirmektedir.

Bütün bu yönelimlerin yanı sıra, sermaye ihraç eden gelişmiş ülkelerin ve çok uluslu kuruluşların statükoyu koruma ve riskleri asgariye indirme eğilimleri mevcuttur. Risk asgarileştirilmesi isteği, müteşebbisleri doğrudan sermaye yatırımlarına yöneltmekte, iş yapacakları alanları belirlemede son derece dikkatli davranmaya sevk etmektedir. Bu istek, serbest piyasa ekonomisinin giderek yaygınlaşması ve ekonomiye devlet müdahalesinin asgarileşmesi olgusu ile birlikte, yabancı sermaye çekilmesi konusunda ciddi bir rekabetin doğuşuna neden olmuştur.
‘Günümüzün yeni şartları sonucunda, yabancı sermayenin yeni yararları ortaya çıkmıştır. Bilindiği üzere, yabancı sermayeden umulan klasik yararlar; sermaye açığını kapatmak, işsizliğe çözüm bulmak ve teknoloji getirmek şeklindedir. Günümüzde yabancı sermaye, gelişen yeni şartlara bağlı olarak gelişmiş ve sermaye ihraç eden ülkelerin siyasi ve ekonomik desteği, promosyon (tanıtım), globalleşme (dışa açılım), çevresel koruma ve insan kaynaklarının geliştirilmesi gibi yararları da beraberinde getirmektedir.
Yabancı sermaye bütün bu yararları sağlarken, muhakkak bunların karşılığında kârlı bir operasyon beklemektedir. Her ticari faaliyet türü gibi, yabancı sermaye yatırımı için de, en temel güdü kârdır. Ancak bu kâr devamlılık arz etmelidir. Başka bir ülkede yatırımda bulunma kararı verilirken, en az kârlılık kadar, bu kârlılığın devamlılığı da aranmaktadır. Kârın devamlılığını sağlayan en önemli etken ise istikrardır. Kalıcı bir istikrar da, sağlam bir demokrasi ile temel insan hakları, mülkiyet hakkı ve teşebbüs özgürlüğünün güvence altında olduğu ortamlarda mevcuttur. Yabancı sermayenin herhangi bir ülkeye yatırım kararı alırken, istikrarla birlikte aradığı diğer önemli bir husus da ekonomik politikaların tutarlılık ve devamlılık arz etmesidir.’ (Dr. Bekir GÖRDÖVE- Sak.Ünv.-Doğr.Yab.Serm. yatırımlarının belirleyicileri adlı makale.) 
Yabancı Sermayenin yatırım yaparken dikkate aldığı faktörlerin doğru tespiti ve bu tespit üzerinden hayata geçirilecek politikaların politik düzlemde de destek bulması halinde yatırımların artacağı şüphesizdir. Öncelikle burada önemine işaret ettiğimiz faktörleri tablo yardımıyla izaha çalışalım. Zira bu faktörler çerçevesinde ülkemizde ki yabancı sermaye yatırım mevzuatının gelişimini doğru tahlil edebilmek mümkün olacaktır. Zaten çalışmamızın muhtevası da bu faktörler ışığında mevzuatımızın gelişim süreci üzerinedir. 

UNCTAD 1998 yılı Dünya Yatırım Raporu’nda, DYS yatırımlarını etkileyen faktörlere ilişkin bir analiz yapmıştır. Söz konusu belirleyicileri, üç ana başlıkta toplamıştır: Bunlar; ekonomik faktörler, yatırım ortamına ait faktörler ve politik faktörlerdir. Ayrıca, ekonomik faktörlerin yatırım stratejileri açısından alt başlıkları da ortaya konmuştur. UNCTAD’ın belirtmiş olduğu faktörler Tablo 1’de verilmiştir.
Faktör Grupları Ev Sahibi Ülkelerdeki Belirleyiciler
I. Politik Faktörler • Ekonomik, politik ve sosyal istikrar, 
• Yabancı yatırımlara ilişkin uluslararası anlaşmalar, 
• Vergi politikası, 
• Ticaret politikası, ticaret politikası ve DYS yatırımlarının tutarlılığı, 
• Özelleştirme politikası, 
• Piyasaların yapısı ve işleyişine ilişkin politikalar (özellikle; rekabet ve şirket satın ve birleşme politikaları), 
• Yabancı iştiraklerin anlaşma standartları. 
II. Yatırım Ortamına
İlişkin Faktörler • Yatırımların promosyonu (imaj yaratılması, ülkenin pazarlanması vb.) 
• Yatırım teşvikleri 
• Maliyetler (rüşvet, bürokratik etkinlik vb) 
• Yatırım sonrası hizmetler 
• (Yaşam kalitesi vb.) Sosyal etkenler 
III.Ekonomik
Faktörler Yatırım Stratejileri Faktörler
Pazara yönelme • Pazar büyüklüğü ve kişi başına milli gelir. 
• Piyasanın büyümesi. 
• Bölgesel ve global piyasalara giriş imkanları. 
• Tüketici tercihleri. 
• Piyasaların yapısı. 
Kaynağa/stratejik
varlığa yönelme • Hammaddeler 
• Düşük ücretli vasıfsız işgücü 
• Vasıflı işgücü 
• Fiziki altyapı (havaalanları, enerji, yollar ve
telekomünikasyon) 
• AR-GE 
• Teknolojik, yenilikçi ve diğer yaratılmış varlıklar (markalar vb.) 
Etkinliğe yönelme • Kaynakların/varlıkların maliyeti ve işgücünün
verimliliği 
• Diğer girdilerin maliyeti (iletişim, ara mallar,) 
• Bölgesel entegrasyon anlaşmasına üyelik, ölçek ekonomisi. 
Kaynak: UNCTAD, World Investment Report 1998-Trends and Determinants-, UN: New York and Cenova, 1998, s.91.


Tablo 1’ de sayılan faktörler ışığında Türkiye’ deki Yabancı sermaye mevzuatının gelişimi çalışmamızın omurgasını oluşturmaktadır. Bu çalışma da siyasi, politik, ekonomik ve dünya ölçekli genel olaylar da dikkate alınarak, kronolojik bir üslup tercih edilmiştir. Özellikle korumacı ve liberal politikaların çatışması olarak özetleyebileceğimiz sürecin mazisi çeyrek asır kadardır. Osmanlı da ki tecrübeleri de dikkate alacak olursak eğer yaklaşık bir buçuk asırlık bir maziden söz etmiş oluruz. Bu bir buçuk asır içinde olup bitenleri bilmeden Türkiye’ nin yabancı sermaye politikası ve uygulaması sağlıklı bir şekilde değerlendirilemez. Ekonomik sistemleri farklı olmakla birlikte hemen hemen bir çok ülke kalkınmalarını hızlandırmak, refahı yükseltmek, ileri teknoloji ve yatırım tecrübelerini değerlendirmek amacıyla yabancı sermayeden faydalanma yoluna başvurmuştur. Türkiye ye yabancı sermaye girişi Osmanlı devletine rastlar. Ancak dünyada ki sermaye hareketlerinin özellikle ikinci dünya savaşı sonrası önemli gelişmeler kaydettiği görülmektedir. Türk ekonomisine yabancı sermaye 1950 den sonra uygulamaya konulan liberal ekonominin bir sonucu olarak girmiştir. 



I – Osmanlı Devleti Dönemi : 


Osmanlı döneminde ülkeye yabancı sermaye (1) 1838 Ticaret Anlaşmasından sonra girmeye başlamıştır. İngiltere ile Osmanlı arasında imzalanan 1838 tarihli antlaşma diğer Avrupa devletleriyle yapılan antlaşmalar için bir ‘tip’ antlaşma niteliğini taşır. 
Bu antlaşmayla ;
1- İç ticarette yed-i vahit usulü kaldırılacak. 
2- İngiliz Osmanlıya mal götürürken Osmanlı tüccarlarının ödediği vergiyi ödeyecek, dışarıdan getirdikleri için ise yarısını ödeyecektir.
Başta İngiltere olmak üzere, Avrupa ülkeleriyle yapılan bu ticaret anlaşmaları sonucunda Osmanlı Devleti, yabancı ülkelerden mal ithalini serbest bırakmış, ithalatta % 5, ihracatta ise % 12 gümrük vergisi uygulamayı kabul etmiştir. Yabancı tüccarlar mallarını satış için bir bölgeden diğerine naklederken ödemesi gereken çeşitli vergi ve resimlerden muaf tutulmuştur. Bu antlaşmayla yabancı sermaye, iç tüccarlarla eşit hale getirilmiş, batının işlemiş olduğu mallar Osmanlının her köşesine girmiş oldu. Dolayısıyla batılı yatırımlar sanayi mallarını kolayca iç pazarda satabileceğinden sanayi alanına yatırım yapmakla ilgilenmemişlerdir. Gerçekleşen yabancı sermaye yatırımları ise demiryolu, elektrik, havagazı gibi hizmet sektörlerine yönelmiştir.Batılı endüstrileşmiş ülkeler Anadolu’yu kendilerine böylece açık pazar haline getirmiş oldular.


19.yy başlarından 20.yy başlarına kadar Osmanlı da ki yabancı yatırımların özellikleri, sömürgelerdeki yabancı sermaye hareketleri özdeşlik gösterir.Bu dönemde yabancı sermayenin ilgisizliğinin sebebi Osmanlının İngiltere ve Avrupa ülkeleri ile yapmış oldukları ticaret sözleşmeleriyle ilişkilidir. Bu kapitülasyonlarla içte gerekli tedbirler alınmadığından yerli endüstri bir çok ayrıcalıklardan yararlanan ve serbestçe ithal edilen yabancı mallarla rekabet edemez duruma gelmiştir.

Türkiye’ ye ilk yabancı sermaye, 1851 Kırım savaşından sonra sağlanan borçları izleyerek gelmiştir. (2) 1854 yılında Kırım savaşının gerektirdiği yeni harcamaları karşılamak amacıyla Dent Palmer And Co. İsimli bir aracı firmanın yardımıyla batıdan 3 milyon İngiliz sterlini borçlanmaya gidilmiştir. Bu borcu Fransa’ dan alınan borçlar izlemiştir. 1850 ler den sonra Osmanlı Devleti’nin aldığı dış borçları ödeyemeyecek hale gelmesi, 1881 yılında çıkarılan Muharrem Kararnamesi ile Duyun- u Umumiye idaresinin kurulmasına neden olmuş, Böylece ödenmeyen borçlara karşılık ülkenin doğal kaynaklarının gelirlerine el uzatılmış ve kaynakları işletecek bir çıkar şirketi yaratılmıştır.(3) 
_____


(1) Osmanlı döneminde doğrudan yatırım söz konusu olmadığı için tüm yabancı yatırımlardan yabancı sermaye diye söz edeceğiz.
(2) Erol Zeytinoğlu, Az gelişmiş memleketlerin kalkınmasında yabancı özel sermaye yatırımları ve Türkiye, İstanbul : Aşkın Basımevi, 1966, s.114.
(3) Karluk, Türkiye’ de Yabancı Sermaye Yatırımları, s.42. 


Duyun-u Umumiye’ den önceki dönemde yabancı sermayenin doğrudan ilişkili olduğu konular sınırlı idi. Türkiye’ de Duyun-u Umumiye ile birlikte yabancılar bugünkü anlamda işletmeciliğe başlamışlardır. Tuz işletmesi, Osmanlı bankası, tütün tekel işletmesi Avusturya ve Almanya tarafından ortaklaşa kurulan “Reji İdaresi” isimli mültezime verilmiştir. İngiliz ve Fransız sermayeli Osmanlı Bankası zamanla Ereğli kömür madenlerinin işletilmesini, Şam-Hama, İzmit-Kasaba, Selanik-İstanbul demiryolları ile İstanbul Elektrik,su, tramvay işletmesine de hakim olmuştur. Almanya 1888 yılında Deutsche Bank aracılığıyla Bağdat Demiryolu projesine girerek 1889’ da “Anadolu Osmanlı Şimendifer Kumpanyası” isimli şirketi kurmuştur. Birinci dünya savaşından sonra Osmanlı Devletinin toprakları üzerinde 16 bağımsız devlet kurulmuştur. Bu nedenle Osmanlı Devletinin batıdan almış olduğu borçların ancak belirli bir kısmının Türkiye Cumhuriyeti tarafından ödeneceği bildirilmiştir. Osmanlı borçlarının kesin tasfiyesi ancak 1954 yılında sona ermiştir. 

Yabancı sermaye için Osmanlı Hükümetleri özel bir mevzuat hazırlamamışlardır. Yalnızca tescil usul ve şartlarını belirleyen birkaç kanun vardır. Bunlar Ecnebi Anonim Şirketleriyle Sigorta Kumpanyaları Hakkında ki 1885 yılında yayınlanan kanun, 1904 yılında yayımlanan Nizamname ve 1917 yılında yürürlüğe giren Ecnebi Anonim ve Sermaye Eshama Munkasem şirketlerle Ecnebi Sigorta Şirketleri Hakkındaki kanundur. 

Sonuç olarak denilebilir ki, kapitülasyonların verdiği ayrıcalıklar ve Osmanlının ekonomik ve siyasal güçsüzlüğü ile yabancı şirketler açık Pazar olarak gördükleri Osmanlıya ihracatta bulunmuşlar bu olanak bulunmadığı zamanda en karlı yatırım alanlarını seçerek getirdikleri sermayeyi kısa zamanda geri almanın yollarını aramışlardır. Yabancı şirketlerin devletin güvenliği ile yakından ilgili bulunan demiryolu, denizyolu, liman gibi, Kamu hizmetleri alanındaki faaliyetleri ancak Lozan anlaşmasından ve yeni Türk Devletinin kurulmasından sonra son bulmuştur. 

II – Cumhuriyet Döneminde Yabancı Sermaye : 


Yabancı sermayenin cumhuriyet döneminde ki tarihi gelişimi iki alt döneme ayrılarak incelenmelidir. Bu ayrımda ki ölçüt, Türkiye’ de yabancı sermaye konusunda ki bilinçli gelişmelerin 1950 ‘ li yıllarda gerçekleşmiş olmasıdır. 

a) 1950 ‘ den önce Yabancı Sermaye : 1923 yılında toplanan İzmir İktisat Kongresinde ülkenin ekonomik kalkınmasına katkıda bulunmak ve siyasal otoritesinin zedelenmemesi koşuluyla, yabancı yatırımları uyaran bir politikanın izlenmesi gerekliliği belirtilmiştir.

Cumhuriyet’ in ilanından sonra Türkiye’ nin Osmanlı borçlarından kendi payına düşeni ödeyip ödemeyeceği konusundaki belirsizlik, Türkiye’ ye yeni yabancı sermaye gelmesini olumsuz yönde etkilemiştir. Buna rağmen 1930 yılına kadar, yabancı sermaye girişleri artan bir tempoyla gerçekleşmiştir. (4) Bu artış 1927 Teşvik-i Sanayi Kanundan sonra daha da belirginleşmiştir.(5) Ancak Türkiye’ nin 1923-50 dönemine ilişkin ödemeler dengesi hakkında güvenilir rakamlar olmadığından bu dönemde ki yabancı sermaye girişi ve uluslar arası sermaye hareketleri konusunda bir değerlendirme yapmak güçtür. 

Cumhuriyet’in ilk yıllarında millileştirmeler nedeniyle çok düşük miktarlarda yabancı sermaye hareketi görülmektedir. 1929-30 Dünya Bunalımı yabancı sermaye yatırımlarını olumsuz yönde etkilemiştir. Bu yıllardan sonra Türkiye’ den sermaye çıkışı olmuş, Osmanlı borçlarının ödenmesi ve yabancı sermaye yatırımlarının millileştirilmesi sonucu ödenen bedeller yurt dışına transfer olmuştur. 

__________________________________________________ ________________________________
(4) Nef’i Kovacı, Türkiye’de Dış Ticaret ve Yabancı Sermaye Politikaları, İstanbul: İ.T.O. Yayınları,1982, s.62.
(5) Söz konusu kanunu getirdiği olanaklardan yabancı sermayeli şirketlerde yararlanmıştır. Yahya S.Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisat Tarihi (1923-1950), Ankara : Yurt Yayınları 



1928 yılından itibaren Türk Hükümeti 24 yabancı sermayeli şirketi millileştirmiştir. Bu millileştirmelerin yirmi biri 1933 - 45 döneminde gerçekleştirilmiştir. Bu millileştirmelerle devletçilik politikaları uygulamalarının aynı döneme rast gelmesi dolayısıyla devletçiliğin, genel bir politika olarak yabancı şirketlere karşı tutum oluşturduğu sonucu çıkarılmıştır. Oysa örneğin demiryollarında ki millileştirmenin amacı bu hatların yabancı şirketlerin elinde olmasının neden olduğu stratejik sakıncalardır.

Çöküş sırasında ki imparatorluğun, aynı zamanda bağımsız bir dış ticaret politikası izleyebilme imkanından yoksun bir açık pazar konumunda kalmış olması Cumhuriyetin ilk yıllarında uygulanan sanayileşme politikalarını büyük ölçüde etkilemişti. “Atatürk dönemi olarak adlandırılan 1923-1938 dönemi, kurumları henüz yeterince oluşmamış, hemen hemen tümüyle tarıma dayalı, geniş ölçüde dışa bağımlı ve geri bir ekonomiyi sanayileşmiş, dışa karşı bağımsız, teşkilatlanmasını geliştirmiş, ileri bir ekonomiye dönüştürme çabalarının başlatıldığı yıllar olmuştur.”(6) Bu politika da ülkenin temel ihtiyaç maddelerinin üretimi ve altyapı yatırımlarında kendine yeterlik ilkesi esas alınmıştır. Böyle bir politikanın uygulanabilmesinin ön şartı olarak bağımsız bir dış ticaret politikası öngörülmüştü. Cumhuriyetin ilk yıllarında yabancı sermayeye karşı katı, olumsuz, bir tavır söz konusu olmamıştır. Erzurum kongresinde kongre kararlarının yedinci maddesinde ‘ herhangi bir devletin fenni, sınai, iktisadi yardımını memnuniyetle karşılarız’ hükmü yer almıştır. “Atatürk’ün genel ekonomik politikası, 17 Şubat 1923 tarihinde İzmir’ de toplanan Türkiye İktisat Kongresi açış konuşmasında en özlü ifadesini bulmuştur. İzmir iktisat kongresinin açılış konuşmasında Atatürk ‘ ekonomi alanında düşünür ve konuşurken zannolunmasın ki yabancı sermayeye karşıyız. Bizim memleketimiz geniştir. Çok emek ve sermayeye ihtiyacımız var. Yabancı sermaye bizim emeğimize katkıda bulunsun ve bizimle onlar için yararlı sonuçlar versin’ diyerek tutumunu sergilemiştir.”(7) Atatürk Bunun dışında nutuk’ da mevcut söylevlerinde de yabancı sermayenin öneminin altını çizmektedir.(8) Atatürk döneminin iktisat bakanı Mahmut Esat Bozkurt da kanunlara saygılı olan yabancı sermayeye Türkiye’ nin diğer ülkelerden daha fazla ayrıcalık tanıyacağını söylemiştir.

Cumhuriyet döneminde yabancı şirketlerin Türkiye’ de geniş yatırımlara girişmemelerinin sebebi bu dönemdeki siyasi kadronun yabancı sermayeye karşı isteksiz olmasından değil, fakat büyük şirketlerin artık Türkiye’ de kapitülasyonlar döneminde elde ettikleri sınırsız ayrıcalıkları bulamamalarından ileri gelmekteydi. Gerçekte yabancı sermayenin yerli sermaye karşısında bir imtiyaz haline gelmesinden endişe duyulurken, aynı endişenin bizzat yerli sermaye tarafından duyulduğu şüphelidir. Çünkü zamanın büyük sermaye sınıfları ve sanayicisi, yabancı şirketlerin, ithalatçı niteliğinde ki temsilcisi durumundaydı.

Türkiye’ de yabancı sermaye ile ilgili ilk mevzuat 1925 yılında yürürlüğe giren 1447 sayılı Menkul Kıymetler ve Kambiyo Borsaları Kanunudur. Bu kanun döviz kontrolünü düzenlemiştir. Bu yasayla borsalarda serbest işlem gören yabancı hisse senetleri alışverişleri denetim altına alınmıştır. Bunu 1930 yılında Türk Parasının Kıymetini Koruma Kanunu izlemiştir. Bu kanunun amacı ise döviz ve yabancı sermaye hareketlerini düzenlemek ve denetlemektir. Bu kanun 1947 yılına kadar, Türkiye’ de yabancı sermayeyi engelleme politikasının bir aracı olarak kullanılmıştır. Bu dönem, yabancı sermayenin engellenmesi dönemi, bu kanuna ilişkin olarak çıkarılan Bakanlar Kurulu Kararı ile (22 Mayıs 1947 tarihli ve 13 sayılı karar.) son bulmuştur. Bu kararla yabancı sermayenin geliş şekli, transferi, amacı hakkında ek düzenlemeler yapılmıştır.


(6) Gürkan Çebecican; Atatürk döneminde para-kredi siyaseti ve kurumlaşma hareketleri Ankara s.1
(7) Fer, Muslih’ in Konuşması; Atatürk dönemi ekonomi politikası Ankara,sh.1
(8) Söylev.shf: 228-229, 227, 231.



DEVAM EDECEK;


.


JANDARMA GÜVENLİĞİN GÜVENCESİDİR

JANDARMA GÜVENLİĞİN GÜVENCESİDİR


           Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

           Türkiye, çok hızlı bir süreç içerisinde bölgesel savaşa doğru sürüklenirken, güvenlik güçlerini kendi varlığını muhafaza edebilme doğrultusunda daha da kuvvetlendirmesi gerekirken, bunun tamamen tersi bir çizgide hareket ederek güvenlik güçlerini sınırlandırmaya doğru gitmekte ve bu doğrultuda batılı müttefikleri tarafından da ileri demokrasi adına yönlendirilmektedir. Soğuk savaş döneminden kalma bir statü içerisinde batı blokunun güvenlik sistemine dahil olan Türkiye Cumhuriyeti, batı emperyalizminin dünyanın merkezi bölgesine doğru düzenlediği bir saldırı ve işgal girişimleri aşamasında batı bloku ile bölge ülkeleri arasında sıkışıp kalmakta ve bir bölge ülkesi olarak da komşularına yöneltilen her türlü saldırı ve işgal girişiminden fazlasıyla zararlı çıkmaktadır. Çok yönlü jeopolitik konumunun getirmiş olduğu çelişkili statü yüzünden Türkiye giderek zorlanmakta ve bir Avrupa ülkesi olarak demokrasi ile yargılanırken, bir Orta Doğu ülkesi olarak da savaş ile burun buruna gelmektedir. Yüzünü batıya dönmüş olan Türkiye Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinin gelmiş olduğu demokratik gelişim düzeyi ile yargılanırken, aynı Türkiye arkasına bakıp Orta Doğu gerçeği ile karşı karşıya kaldığı bir aşamada, savaş koşulları ile boğuşmaya doğru yönlendirildiğini görmektedir. Hiçbir biçimde tek yanlı olarak ele alınamayacak bir konuma sahip olan Türkiye gerçeğini ele alıp değerlendirirken, olumlu ve olumsuz koşulların birlikte dikkate alınması gerekmektedir.

        
Üç kıta ortasında yer alan Türk devleti sahip olduğu toprakları ile dünyanın merkezi ülkesi konumundadır. Türkiye bu konumundan yararlanarak sahip olduğu etkinlik alanlarında daha etkili bir politika uygulaması gerekirken, halen yer küre üzerinde var olan büyük devletlerin ve emperyal güçlerin çekişme alanına yönelik hegemonya girişimleri yüzünden, birçok yönden fazlasıyla tehditler ile karşı karşıya bulunmaktadır. Küresel hegemonya kavgası her geçen gün daha da tırmandırılırken, Orta Doğu coğrafyası her bölgesi ile savaş alanına dönüşmekte, İsrail’in kurulmasıyla birlikte başlayan savaş süreci sonsuza doğru sürüp giderken, bölge devletleri çökertilmeye ve dağıtılmaya çalışılmakta ve bu coğrafyanın merkezinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti de bu olumsuz gelişmeden payına düşeni almaktadır. Merkezi alanda yedi asır imparatorluk yöneten Osmanlılar’ın her aşamada fazlasıyla savaşmasından ders çıkaran Türk devleti, cumhuriyet rejimini ilan ettikten sonra bölgede barış ve güvenliğin koruyucusu konumuna girmiş ve ikinci dünya savaşına girmeyerek Orta Doğu alanının yeniden savaşa sürüklenmesini önlemeye çalışmıştır. Böylesine bir süreç içerisinde. Türk Devleti Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında güçlü bir ordu kurarak, hem Sovyetler Birliğinin sıcak denizlere inmesini önleyecek biçimde bir tampon devlet misyonunu üstlenmiş, hem de merkezi bir devlet olarak üç kıta arasındaki geçiş alanlarında güvenliğin istikrarlı bir biçimde temin edilmesini sağlamıştır. Böylesine tehlike ve sorunlar ile dolu bulunan bu coğrafya da, Türkiye Cumhuriyeti güçlü bir silahlı kuvvetler kurarak var olabilmiş ve varlığını geleceğe yönelik bir biçimde güvenlik altına alabilmiştir. Kritik bölgelerde devlet olabilmenin esasının güçlü bir orduya sahip olmaktan geçtiğini iyi bilen Türkler, bu nedenle silahlı kuvvetlerine önem vermişler ve Türk milletinin büyük desteği ile her zaman güçlü bir askeri yapıyı ellerinde tutmuşlardır. Türk silahlı kuvvetleri, ulusal kurtuluş savaşından gelen önemli deneyim ve Türk tarihinde yer alan eski imparatorluklardan gelen askeri birikim ile Türkiye Cumhuriyeti yoluna devam ederken dünyanın en büyük on ordusu içinde haklı bir konuma ve prestije sahip olmuştur. Dünyanın sayılı orduları içinde yer alabilen böylesine büyük bir askeri güç merkezi coğrafyanın geleceğinde her zaman için bir denge unsuru olmuştur.

         Bütün ülkelerde olduğu gibi Türk silahlı kuvvetleri kara, deniz ve hava ordularından oluşan bir üçlü yapıda örgütlenmiş ama bir dördüncü güç olarak da jandarma ordusunu ihmal etmemiştir. Bütün Akdeniz ülkeleri ve önemli devletler de var olan jandarma örgütlenmesi, Türk silahlı kuvvetlerinin kırsal alan ve dağlık bölgelerde yetkili kolu olarak her dönemde başarılı işler yapmış ve kentsel alanlar dışında kalan bu bölgelerde devlet ve kamu güvenliğinin gerçekleştirilmesinde önde gelen bir yere sahip olmuştur. Yurt içinde genel güvenliği ve kamu düzenini korumakla görevli, yasaların ve devletin aldığı kararlar ile hükümetin verdiği emirlerin uygulanmasını sağlayan silahlı bir askeri güç olan jandarma Türk Silahlı Kuvvetlerinin dördüncü ana ordusu olarak, şimdiye kadar yurt savunmasında önemli görevleri yerine getirmiştir. Batının önde gelen ülkeleri ile birlikte Akdeniz kıyısında yer alan çeşitli ülkelerde etkin bir biçimde güvenlik görevleri yapan jandarma yapılanması Türkiye’de ilk kez Tanzimat döneminde gündeme getirilmiş ve Tanzimat Fermanında yer aldığı biçimi ile Umumi Zaptiye Teşkilatı o dönemin koşullarında kurulmuştur. Islahat döneminde ise Asakiri Zaptiye Nizamnamesi ile hukuksal bir yapı kazandırılan Zaptiye örgütlenmesi, daha sonra Jandarma Dairesine dönüştürülerek Osmanlı toprakları üzerinde daha etkili bir güvenlik yapılanmasına yönelinmiştir. İkinci Meşrutiyet döneminde Selanik’te bir Jandarma Subay Okulu açılarak Osmanlı ordusunun etkinliği artırılmak istenmiştir. Okuldan yetişen subaylardan yararlanılarak daha sonraki aşamada Harbiye Nezaretine bağlı olarak ayrı bir Jandarma Komutanlığı kurulmuştur. Birinci Dünya savaşı öncesinde Balkanlar’da, ulusal kurtuluş savaşı sırasında da Anadolu topraklarında meydana gelen isyanlara karşı, Osmanlı Harbiyesine bağlı jandarma genel komutanlığı vatan savunmasında çok önemli görevleri yerine getirmiştir.

         Osmanlı İmparatorluğundan Türkiye Cumhuriyetine geçilirken jandarma kuvvetleri ulusal kurtuluş savaşının kazanılmasında çok büyük katkılar sağlamıştır. Sevr Antlaşmasına dayanarak ülkenin her bölgesini işgal eden batılı emperyal ülkelerin askeri birliklerine karşı jandarma kuvvetleri büyük bir direnişi örgütlemiş ve ülkenin dağlık bölgelerinde işgalcilerin önünü kesen savaş hatları oluşturmuş ve ülkenin çeşitli bölgelerinde çıkan ayrılıkçı isyanların bastırılmasında da çok etkili olmuştur. Çökmüş bir imparatorluğun kalıntılarından çağdaş bir ulus devlet ve cumhuriyet rejiminin kurulmasını sağlayan ulusal kurtuluş savaşının zafer ile sonuçlanmasında, jandarma gücünün önde gelen bir payı olmuştur. Ülke savunmasında genelkurmaya bağlı olarak Türk Silahlı Kuvvetleri ile önemli askeri görevleri yerine getiren jandarma örgütü aynı zamanda içişleri bakanlığı ile de ilişkilendirilerek devletin diğer emniyet ve asayiş işlerinin yürütülmesinde cumhuriyet rejimine önemli ölçüde katkılar sağlamıştır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin ayrılmaz bir parçası olan Jandarma Genel Komutanlığı savaş dönemlerinde olduğu kadar barış dönemlerinde de ülkede var olan kamu düzeninin hem korunmasında, hem de istikrarlı bir biçimde sürdürülmesinde her zaman için önemli katkılar sağlamıştır. Kentsel yaşamın sürdürüldüğü şehirlerdeki polisin görev alanı dışında kalan yerlerde, il ve ilçe belediyelerinin sınırları dışında kalan kırsal ve dağlık bölgelerde jandarma devlet güvenliğinin sağlayıcısı olarak kamusal alanda olması gereken güvenlik düzeninin bir anlamda teminatı haline gelmiştir. Türkiye’deki jandarma örgütünün yasal statüsü ve devlet düzeni içerisindeki görevleri ayrı bir görev ve yetki kanunu ile belirlenerek, dört çeşit görevle yükümlü kılınmıştır. Askeri, mülki, adli ve diğer olmak üzere dört ana alanda Türk hukuku açısından görevli kılınan jandarma genel komutanlığı hem Türk Silahlı Kuvvetlerinin diğer orduları ile hem de bütün kamu kurumları ile işbirliği içerisinde Türkiye Cumhuriyetinin bugünlere kadar gelmesine yardımcı olmuştur. Türkiye’nin ulusal güvenlik sistemi içinde bu yüzden jandarma örgütünün hatırı sayılır bir yeri bulunmakta, Türk insanının en yalnız kaldığı kırsal ya da dağlık alanda jandarma örgütü Hızır servis gibi imdada yetişmektedir. Bu yüzden dağda bayırda jandarma güvenliğin güvencesi olmuştur.

         Soğuk savaşın gergin yıllarında, batılı emperyal devletler tarafından örgütlenen bütün anarşi ve terör olaylarının önlenmesinde jandarma örgütü çok etkili bir vatan savunması yaparak anarşi ve teröre Türk devletinin teslim olmasını önlemiştir. İki kutuplu dünyada, batı hegemonyasının tüm merkezi alana yayılmak istenmesine karşı sosyalist blokun tepkisi gündeme gelince, terör olayları kendiliğinden artarak tırmanışa geçmiş ama Jandarma Genel Komutanlığının Türk Genel Kurmayı ile birlikte yürüttüğü mücadeleler sonucunda terör önlenerek, Türk devletinin bugünlere gelmesi sağlanmıştır. Ne var ki, küreselleşme dönemine geçilirken yeni bir tür terör süreci batının önde gelen emperyal devletlerinin gizli servisleri aracılığı ile dünya ülkelerine yayılmaya çalışılmış ve kapitalist sistemin küresel hegemonya oluşturabilmesi için, etnik ve dinsel çatışmalar çeşitli ülkelerde yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Bu doğrultuda, Sovyetler Birliği daha dağılmadan etnik bölücü terör Orta Doğu ülkelerinde tırmandırılırken, Türkiye Cumhuriyeti de çeyrek yüzyılı aşkın bir zaman dilimi içerisinde otuz binden fazla insanını yitirmiştir. Ülkenin doğu ve güneydoğu vilayetlerinde başka etnik devletler oluşturmak isteyen isyan hareketlerini, Türk devleti kendisine bağlı jandarma birlikleri ile bastırmış ve bu gibi kalkışmaların büyük terör rüzgârları estirerek kentleri yaşanmaz bir duruma çevirmesini gene Türkiye’nin jandarma güçleri önlemiştir. Yirminci yüzyıldan yirmi birinci yüzyıla geçerken, etnik bölücü terör üzerinden ulus devletler tasfiye edilmek istenmiş ve bu gibi tehditlere maruz kalan diğer ülkelerde olduğu gibi, Türkiye’de de jandarma örgütü devreye girerek bu gibi bölücü etnik terör olaylarının önünü kesmiştir. Ordular savaş halinde savaşırken, jandarma örgütleri hem etnik çatışmaları hem de iç savaş senaryoları ile ulus devletleri dağıtma operasyonlarını önleyerek, devletlerin kamu güvenliğinin başlıca teminatı olmuştur.

         Batının gelişmiş ülkelerinde ilk kez Fransa’da ortaya çıkan jandarma örgütü, Fransız devrimine giden yolda toplumsal isyanların ve karışıklıkların önlenmesi doğrultusunda gündeme gelmiştir. Fransız devriminin yansımaları Avrupa ülkelerinde yaygınlık kazandıkça, Fransa’dan sonra diğer Avrupa devletlerinde de benzeri güvenlik örgütlenmeleri, kırsal alanın düzene kavuşturulması doğrultusunda ortaya çıkmıştır. Askeri statülü bir kolluk kuvveti olarak jandarma son derece aktif ve hareket yeteneği yüksek düzeylerde örgütlenerek. ülkelerin acil düzen gereksinimlerinin oluşturulmasında fazlasıyla yararlı olmuştur. Her türlü silah ve askeri malzemeye sahip olabilen jandarma örgütleri büyük ya küçük her türlü toplumsal olayın önlenmesinde diğer askeri kuvvetlere oranla daha aktif ve etkin sonuçlar alabilmiştir. Kamu düzenini ve ülke güvenliğini tehdit eden her türlü tehlikenin önlenmesinde, ya da sona erdirilmesinde jandarma diğer askeri güçlere oranla yüksek hareket yeteneği ile her zaman için başarılı sonuçlar alabilmiştir. Avrupa’nın ilk jandarma örgütlenmesi Fransa’da görülmesine rağmen en güçlü jandarma örgütü İtalya’da kurulmuştur. Bu ülkenin kendine özgü koşulları ve Akdeniz yöresinin özellikleri bir araya gelince, İtalyan birliğinin kurulmasında önemli zorluklar gündeme gelmiş ama bunların aşılmasında İtalyanların Karabinieri adını verdikleri jandarma örgütü, her zaman için kamu düzeninin hem korunmasında hem de yeniden tesisinden kendisinden beklenenin üstünde başarılı sonuçlar alabilmiştir. İtalyan Silahlı Kuvvetlerinin bir parçası olan Karabinieri örgütü askeri yönü ağır basan bir yapılanma içinde olduğu için, birliğini sağlamakta zorluklar içinde bocalayan İtalyan devletinin kamu düzeni açısından güvencesi olmuştur. Dünyanın merkezi denizi olan Akdeniz’in doğudan batıya uzanan alanı içinde, her türlü kaçakçılık olgusu en üst düzeyde gerçekleştirilirken, diğer Akdeniz ülkelerindeki jandarma örgütleriyle birlikte İtalyanların Karabinieri örgütü de, kaçakçılıkla geçinen mafya ve çete örgütlenmelerine karşı kamu düzeninin her zaman için güvencesi olabilmiştir. Askeri savunma örgütleri olarak jandarma örgütleri kendi ülkelerinde olduğu kadar, bölgesel ya da küresel güvenliğin gerçekleştirilmesinde de önemli ölçülerde katkı sağlayarak dünya barışına hizmet etmektedirler. Benzeri bir biçimde İspanyol birliğinin sağlanmasında da Guardia Civil adı altındaki, jandarma benzeri sivil gardiyanlar örgütü etkili sonuçlar sağlamıştır. Ülke arazisinin merkezi güç ve başkentin yönetimi altında bir araya getirilmesinde jandarmalar sivil gardiyanlar olarak devlet birliğinin gerçekleştiricisi olmuşlardır. İspanya’da terör ya da ayrılıkçı hareketler ile devlet adına jandarma örgütü mücadele ederek ülke birliğinin bugüne kadar korunmasını başarmışlardır.

         Askeri birlikler savaş zamanında devreye girerken, polis kuvvetleri hem barışta hem de savaşta kentsel alanların güvenliğinin sağlanması doğrultusunda, üzerlerine düşen görevleri yerine getirmektedirler. Asker ve polis güçlerinin görev alanları sınırlı iken, jandarma örgütlerinin görev alanları ülke ve devlet güvenliğinin gerekli kıldığı her alana ya da konuya dönük olarak değişkenlik göstermekte ve bu doğrultuda en karışık ya da içinden çıkılmaz işlerin kamu düzeni açısından çözümü jandarma örgütünün insiyatifine bırakılmaktadır. Diğer kolluk ve güvenlik örgütlerinin işleri ve misyonları ile karşılaştırıldığında, jandarmaya her zaman için daha zor ve kirli işlerin devlet düzeni adına çözümü misyonunun düştüğü anlaşılmaktadır. Çok büyük toplumsal olayların, isyanların ve kalkışmaların önlenmesinde jandarma birliklerinin en önde giderek mücadele ettikleri ve böylece yeniden devlet düzeninin tesisinde önde gelen bir rol oynadıkları görülmektedir. Uluslararası insan hakları hukuku doğrultusunda genel olarak kabul edilen orantısız güç kullanma yasağı nedeniyle, silahlı kuvvetlerin ya da askeri birliklerin toplumsal olaylara doğrudan müdahale etmeleri hukuk dışı bir eylem olarak kabul edildiğinden, gene bu tür işlerin çözümünde jandarma seçeneği ilk akla gelen yol olmaktadır. Uluslararası düzeyde silah, uyuşturucu, insan ve diğer kaçakçılık suçlarının önlenmesi ya da çözüme kavuşturulmasında, jandarma birlikleri önde gelen girişimler ile başarılı sonuçlar alabilmektedirler. Son dönemlerde dünya düzeyinde ortaya çıkan yeni gelişmelerin kitlesel göç olaylarına yol açması gibi oluşumlarda, jandarma birlikleri ülke düzeninin koruyucusu olarak önleyici bir etki yaratarak, hukuk dışı durumların ortaya çıkmasını önleyebilmektedirler. Ülke güvenliği kadar sınır güvenliğinin sağlanmasında da, jandarmalar diğer kolluk kuvvetlerinden daha başarılı çalışmalar yapabilmektedir.

         Uluslararası alanda diğer devletler ile rekabet eden ve çağdaş uygarlık düzeyinin içinde önde gelen bir yere sahip bulunan bütün ülkelerde jandarma örgütünün önde gelen bir yere sahip bulunduğu görülmektedir. Özellikle büyük devletlerde askeri yönü ağır basan ve silahlı kuvvetler ile uyum içinde çalışmalar yapan jandarma örgütlerinin ülke güvenliğinin elde edilmesinde ağırlıklı bir yere sahip bulunduğu göze çarpmaktadır. Küresel emperyalizmin ulus devletleri dağıtma doğrultusunda geliştirdiği kültürel haklar söylemi, alt grupları ve etnik toplulukları ayaklanmaya doğru kışkırtırken güvenlik paradigmaları değişmekte, ulus devletler çok ciddi boyutlarda dağılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Özellikle yılların devletleri olarak Avrupa haritasında yer alan ulus devletler böylesine bir tehdit ile karşılaştıkları aşamada, gene jandarma birliklerine önemli görevler düşmektedir. Uluslar arası alanda estirilen ayrılık rüzgarları, küresel sermayenin denetimindeki medya organları tarafından desteklendiği noktada, var olan devlet yapıları açısından önemli güvenlik sorunları yaratarak dağılma senaryolarının önünü açmaktadır. Avrupa devletlerindeki askeri yapılı jandarma örgütleri ülke ve devlet güvenliğinin sağlanması doğrultusunda etkin çalışmalar yaparlarken, isyan ve ayaklanma gibi toplumsal karışıklık yaratan gelişmelerin önünü keserek, sosyal barışın gerçekleştirilmesinde etkili olabilmektedirler. Paradigma değişikliği peşinde koşan emperyal güçler etnik toplulukları ya da kültürel grupları kendi devletlerine karşı harekete geçirirken, var olan dünya düzeninde ve barış ortamında yeni bir kaos ortamının yaratılmasına neden olabilmektedirler. Bu gibi durumlarda jandarma birliklerinin ülke ve devlet güvenliği açısından acilen devreye girerek kaotik gidişin önüne geçebildiği örnekler çok olmuştur. Küresel sermayenin dayatmalarına rağmen, Avrupa kıtasındaki ulus devletlerin halen bölünmeden ya da dağılmadan varlıklarını sürdürebilmelerinin ana güvencesi her zaman için jandarma kuvvetleri olmuştur. Siyasal kriz ya da toplumsal kaos gibi, acil müdahale isteyen sosyal sorunların aşılmasında, jandarma birliklerinin anayasal devlet düzeni doğrultusunda devreye girmesiyle, bir çok siyasal sorun ya da kaos getiren sosyal patlamalar aşılabilmiştir.

         Osmanlı döneminden bu yana Türk jandarması Türk silahlı kuvvetleri ile birlikte çalıştığı için, genelkurmayın birleştirici merkez konumundaki güvenlik plan ve programlarında jandarma örgütü her zaman için genel güvenlik düzeninin bir parçası ve de tamamlayıcısı olmuştur. Jandarma örgütü hiçbir zaman diğer güvenlik ya da kolluk güçlerinin rakibi ya da karşıtı bir konumda olmamış, aksine ülke ve devlet güvenliğinin gerçekleştirilmesinde her zaman için genel güvenliğin tamamlayıcısı bir konumda bulunmuştur. Güvenlik kavramının taşıdığı bütünlük çerçevesinde, jandarma örgütü genel güvenlik düzeninin bozan ya da geride bırakan bir yapıda değil, aksine tamamlayan ve destekleyen bir yapılanma içinde olmuştur. Barış ortamında ülke topraklarının korunmasında jandarma diğer güvenlik güçleriyle birlikte bir işbölümü düzeni içinde hareket eder ama savaş ya da ayaklanma gibi kamu düzenini bozucu gelişmeler karşısında, bu doğrultuda ortaya çıkan tehditlerin tehlike yaratmasının önlenmesinde, jandarma öncelikli özel görevler üstlenerek kısa zamanda sonuç almaya yönelebilir. Böylesine bir görevin gerektirdiği esnekliğin sağlanabilmesi için, askeri misyonu önde gelen bir jandarma modeli ile hareket edilmesi gerekmektedir. Siyaset sahnesinde ortaya çıkan boşlukların sorun yarattığı durumlarda, nereye gideceği önceden belli olmayan belirsiz olaylar ülke gündemini işgal edebilir ya da beklenmedik gelişmelere yol açabilir. Bu gibi önceden kestirilemeyen durumların önlenmesinde ya da giderilmesinde gene jandarma güçlerine güvenlik sorununun çözümü doğrultusunda önde gelen bir misyon düşmektedir. Bu yüzden jandarma güçlerine, genel olarak güvenliğin güvencesi adı verilmektedir.

         Küreselleşme adına gündeme getirilen tüm değişimler ulus devletler ile birlikte bu devletlere dayalı olarak oluşturulmuş bulunan kamu düzenlerini de alt üst ettiği için, yirmi birinci yüzyılın koşullarında jandarma örgütlerine olan gereksinme daha da artacak gibi görülmektedir. Küresel rüzgârların yaratmış olduğu dinamik ortam gerçeği karşısında, toplumsal güçler daha da hareketlenerek kendi çıkarları doğrultusunda daha gelişmiş yapılanmalara doğru yöneldikleri aşamada, ülkede var olan kamu düzenlerinin tehlike altına girdiği söylenebilmektedir. Ülke bütünlüğünün parçalanmasına yönelik tehditlerin içte ve dışta artan yoğunlukta güç kazanması karşısında, güvenlik algılamaları değişmekte ve gelecek yüzyılda düzenli savaşların yerini asimetrik suç ve tehditlerin alması ya da internet gibi elektronik şebekeler üzerinden geliştirilebilen siber terör olayları da, jandarma birliklerinin görevlerini artırarak askeri birlik kimliği ile yeni dönemde jandarma örgütlerinin yeni bir vatan savunması mücadelesi içine gireceği görülebilmektedir. Esnek yapılanmaları ile her türlü duruma ayak uydurabilecek jandarma örgütlerinin, önümüzdeki dönemde ortaya çıkabilecek tehdit ve tehlikelere karşı koyabilecek en yeterli örgüt alternatifi olduğu söylenebilir. Sıradan kolluk kuvvetlerinin esnek olmayan yapıları yüzünden, anında harekete geçerek müdahale edemeyeceği durumlarda, gene beklenen katkıların jandarma birliklerinden geleceği vurgulanabilir. Toplum barışının korunmasında askeri statülü kolluk kuvveti olarak jandarma örgütüne önemli derecede roller düşmekte ve böylece jandarma güçleri ülke güvenliğinin doğal bekçileri olarak öne çıkmaktadırlar. Barışı sağlama doğrultusunda atılan adımlarda jandarmaların adımları her zaman için önde gelen bir etkiye sahip olmaktadır. Devlet gücünün ülkenin her bir köşesine ulaşmasında jandarma örgütü böylesine bir seferberliğin gerçekleştiricisi olabilmektedir.

          Jandarma hiçbir zaman diğer kolluk kuvvetlerinin rakibi ya da karşıtı bir konuma sahip olmamış, aksine yürütülen kamu güvenliği hizmetlerinin hepsinde bütün kolluk kuruluşları tam bir işbirliği içinde hareket edebilmişlerdir. Bu açıdan jandarma hizmetlerini diğer kolluk görevlerinin bir düplikasyonu ya da tekrarı olarak görmemek gerekmektedir. Jandarma örgütü bir devletin anayasal düzeni içerisinde yer alan bütün güvenlik kuruluşlarıyla birlikte ülke güvenliğinin vazgeçilmez bir parçası ve tamamlayıcısıdır. Jandarma örgütü sahip olduğu kendine özgü statü ile askeri ile polis arasında kalan orta bir yerde önemli bir misyona sahip bulunmaktadır. Askeri statüsü ile silahlı kuvvetlere ama bunun dışında üstlendiği kamu hizmetleri ile de emniyet kuruluşlarına yakın bir konuma sahip bulunmakta ve bu durumu ile de asker ve polis kuruluşları arasında bir köprü görevini yerine getirmektedir. Asker belirli alanlarda yürüttüğü kritik devlet görevleri sırasında yalnız kalmamakta ve her aşamada jandarma örgütünü yanında görebilmektedir. Benzeri bir misyonu jandarma ve emniyet kuvvetleri arasındaki ilişkilerde görebilmek mümkündür. Emniyet örgütü de anayasa ve yasalarla kendisine verilen kamu görevlerini yerine getirirken her aşamada jandarma birimleriyle işbirliği içinde hareket ederek, ülke güvenliğinin bir bütünlük içinde gerçekleştirilmesine yardımcı olmaktadır. Barış halinde jandarma ile polis örgütü arasındaki görev bölümü devam etmekte, kentsel alandan kırsal alana doğru yönelen güvenlik sorunları, ya da kamu hizmetlerinde jandarma ile polis mülki idare amirinin ortak merkezi yönetimi altında birlikte görev yapmaktadırlar.

         Savaş koşullarında ise jandarma örgütünün görevi hem öncü hem de artçı olmak üzere ikili bir yapılanma biçiminde öne çıkmaktadır. Savaş halinin geçerli olduğu bölgelerde jandarma birimleri kırsal ve dağlık alanlarda tam anlamıyla örgütlenerek, her türlü iç ve dış saldırı ya da tehditlere karşı hem önleyici hem de durdurucu görevleri yapabilmektedir. Türkiye’nin doğu bölgelerinde yeni devlet projelerinin emperyal baskılarla gündeme getirilerek ülke birliğinin tehdit altına sürüklendiği son yıllarda, Türkiye böylesine öncü bir misyonun vatan savunması doğrultusunda başarıyla uygulama alanına aktarılabildiğini, Türk jandarmasının cansiperane mücadelesiyle görebilmiştir. Bu gibi öncü vatan savunması girişiminin tamamen tamamlayıcı bir çizgide artçı mücadeleler ile desteklenmesi gibi savunma girişimlerinin de en başarılı örnekleri, ulusal kurtuluş savaşı döneminde gene Türk jandarmasının özverili çabalarıyla emperyalizme karşı bağımsızlık savaşı yürütülürken, Türkiye’nin her cephesinde gene jandarma örgütü tarafından başarıyla uygulama alanına getirilebilmiştir. Türk ordusu, vatan savunmasını sıcak çatışmalarla çeşitli cephelerde yürütürken, ulusal kurtuluş savaşının başarıyla sonuçlandırılmasında, cephe gerisi hizmetlerde gene jandarmanın gözle görülmeyen ama her zaman için devrede olan artçı hizmetlerinin büyük katkıları olmuştur. Arkasının jandarma birlikleri ile güvence altına alındığını bilen Türk silahlı kuvvetleri, ulusal kurtuluş savaşı sırasında ülke topraklarına saldıran emperyal ordulara karşı başarılı bir vatan savunması yaparken, cephe gerisindeki jandarma güçlerinin varlığı ile daha güçlü bir biçimde zafere giden yolda ilerleyebiliyordu. Misakı milli sınırları içerisinde kalan vatan topraklarının her türlü dış saldırı ve işgal girişimine maruz kalmasına karşı, ülkede var olan bütün güvenlik kuruluşları elbirliği ile mücadele ederken, asker ve polis kuruluşları arasındaki işbirliği ve eşgüdümün gerçekleştirilmesinde gene jandarma örgütü bir köprü misyonu görerek etkin oluyordu. Vatan savunmasının her aşamasında, kamu hizmetlerinin tüm kamu kurumları arasında gelişmiş bir işbirliği içinde gerçekleştirilmesinde, jandarma örgütü askeri statüsü ile başarılı bir örnek sergileyerek dünya jandarmalarına örnek oluyordu. Askeri değerlere bağlı kalarak çalışmalarını daha etkili bir doğrultuda sürdürebilen jandarma örgütü, bu yönü ile Türk silahlı kuvvetlerinin bir parçası olabilmiş ve diğer kuvvet komutanlıklarıyla ortak bir savunma cephesinde Türkiye’nin bağımsızlığına giden yolun açılmasında başarılı bir etki sağlamıştır. İç ve dış savaşların önlenmesinde böylesine işbirliği ülke güvenliğini garanti altına almıştır.

          İki yönlü bu güvenlik örgütü olarak jandarma örgütü ağır basan askeri yönü ile Türk silahlı kuvvetleriyle her aşamada tam bir uyum içinde çalışırken, normal koşullarda polis örgütü ile beraber üstlendiği kamu hizmetlerinin yerine getirilmesinde, İçişleri bakanlığı ile eşgüdüm içerisinde hareket etmektedir. Devlet görevlerinin yerine getirilmesinde ve bu doğrultuda kamu hizmetlerinin yürütülmesinde anayasa ve yasa kurallarının gereği olan sivil çalışmaları da jandarma birimleri İçişleri bakanlığının eşgüdümünde diğer kolluk görevleri birlikte yürütebilmektedir. Jandarma örgütünün kuruluşundan bu yana devam edip gelen bu ikili yapı, günümüze kadar etkin bir biçimde işlemiş ve ülkenin güvenlik hizmetlerinde aksama olmamıştır. Ne var ki, bugün gelinen yeni aşamada jandarmanın askeri yapılanmadan çıkartılarak, tümüyle bürokratik bir statüye dönüştürülmek istenmesi karşısında yeniden bir durum değerlendirilmesi yapılması gerekmiştir. Şimdiye kadar başarılı bir biçimde işleyen bir kamu mekanizmasının ortadan hiçbir doğru dürüst bir gerekçe yokken değiştirilmek istenmesinin arkasında yatan nedenlerin, Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından açıkça ortaya konularak tartışılması gerekmektedir. Merkezi coğrafyada bin yıllık Türk devleti geleneğinin son temsilcisi olan Türkiye Cumhuriyeti şimdiye kadar kendi ulusal gereksinmelerinin karşılanması doğrultusunda birçok idari reform girişimini başarıyla sonuçlandırmıştır. Mehtap ve Kaya projeleri gibi idari reform çalışmaları, bu doğrultuda en önemli örnekler olarak, Türk Devletinin ve ordusunun yeniden yapılandırılmasında etkili olduğu için ulusal çıkarlar doğrultusunda bu tür bir bir milli yapılanma gündeme getirilebilecekken, küresel rüzgârların etkisiyle Türkiye’de güvenlik düzeninin değiştirilmek istenmesi, kamu hizmetleri ve toplumsal barış açısından bazı çelişkilere ve çıkmazlara yol açacak gibi görülmektedir. Devlet düzeninin ve kamu hizmetlerinin işleyişinde bir aksama olmadığı sürece gelenekselleşmiş görev yapılanmasının sürdürülmesi gerekirken, birden ikili yapılanmadan tekli yapılanmaya doğru yönlendirilmek istenen jandarma örgütü ile ilgili olarak, konjonktürel bir yaklaşımın öne geçtiği görülmektedir. Güvenlik devrimi başlığı altında birçok yasada değişiklik gündeme getirilirken, jandarma örgütünün askeri statüsünün kaldırılmak istenmesi, Türk silahlı kuvvetlerinin küreselleşme süreci içinde önce küçültülmesi ve daha sonra da tasfiyesi ile ilgili bir adım olarak görünmektedir. Türkiye, Orta Doğu ülkelerinde istikrarlı bir barış ortamı gerçekleştirilmediği sürece, iç barışın korunması açısından güvenlik güçlerinde azaltmaya gidemez. Aksi durumda jandarmanın geri çekileceği kırsal ve dağlık alanlarda, Orta doğu ülkelerinden bütün bölge devletlerine yönelen terör ve sıcak çatışma girişimlerinin ülkenin her yanında olaylara yol açacağı açıktır. Avrupa Birliği’ne girmedikçe ve bu birliğin güvenlik şemsiyesi altına girmedikçe, Türkiye orta Doğu’daki sıcak çatışmaların hepsinde hedef ülke konumuna gelmiştir. Böylesine bir sıcak süreçte Türkiye açısından tehditler artarken, jandarma örgütü gibi bir büyük güvenlik örgütünün sahadan çıkartılarak bürolara hapsedilmesi, Türk devleti ve ülkesi açısından çok büyük bir güvenlik açığı yaratacaktır. Güneydoğu bölgesinde, Orta Doğu üzerinden getirilen sıcak tehditlere ek olarak, yüz yıllık parantezi kapatacağız diye, ülkenin doğu bölgesinin de tartışma alanına getirilmesi için dış baskılar artarken, asker ile polis arasında güvenli bir köprü olma misyonunu başarıyla sürdüren jandarma örgütünün tek yanlı bir yapılanmaya itilerek, tümüyle bürokratik bir mekanizma içinde siyasal iktidarın yönlendirmesine bırakılması, son yıllarda emniyet örgütü içinde yaşanan olumsuz gelişmelerin benzerlerinin bu kez jandarma örgütü içinde ortaya çıkabileceği gibi, bir olumsuz görünümü kamuoyunun önüne getirmektedir. Bu nedenle de, jandarma örgütünün askeri yönünün kaldırılmasıyla beraber, geçmişten bugüne gelen Türkiye’nin güvenlik düzenlerinin bozulacağı gibi olumsuz bir durum ile cumhuriyet rejimi karşı karşıya kalmaktadır. Jandarma örgütü ikili yönü ile Türk devletinin güvenlik dengelerinin bugüne kadar korunmasında fazlasıyla etkili olmuştur.

         Küreselleşme sürecinin çeyrek asır sonra başarısızlıkla sonuçlanması, Avrupa Birliği gibi bir büyük yapılanmanın iflas etmesi gerçekleri karşısında, batının önde gelen emperyalist devletlerinin ve Siyonist güçlerinin merkezi alana saldırıya geçmesi gibi olumsuz durumları Türkiye kendi ulusal yapılanması açısından yeniden değerlendirerek kendi varlığını ve ulusal çıkarlarını koruyacak yeni bir strateji geliştirmesi gerekirken, sanki Avrupa Birliğine girmiş gibi batı üzerinden Türkiye’ye empoze edilen bazı değişikliklere karşı daha kuşkulu bakmak ve içinde bulunduğu merkezi bölgenin karşı karşıya kaldığı siyasal gelişmeleri de dikkate alarak hareket etmek durumundadır. Türkiye Cumhuriyeti halen Birleşmiş Milletlere ve diğer uluslararası kuruluşlara üye olan bir hukuk devleti olarak, kendi geleceğini ve bağımsızlığını hiçbir yere bağlı kalmadan bağımsız bir biçimde yapabilmek durumundadır. Diğer bütün devletlerin kendi ulusal çıkarları açısından yaptıkları tehdit analizlerini Türk devleti de yaparak, hem bölgesinin hem de kendisinin güvenliğini değişen koşullar altında yeniden değerlendirmek zorundadır. Türkiye böylesine bir değerlendirmeyi yaparak yoluna devam edebilirse, Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar kalabilecektir, yapamazsa emperyal güçlerin küresel ve bölgesel planları doğrultusunda diğer ulus devletler gibi dağılmak tehlikesi ile karşı karşıyadır. Batının gelişmiş ülkelerinin standartları ile, Orta Doğu bölgesinin gerçeklerinin birbiriyle bağdaşmadığını Türk ulusu görmek zorundadır. O zaman tehditlerin arttığı bir dönemde güvenlik güçlerini küçültmek ya da alandan çekmek gibi çelişkilere sürüklenmek gibi bir çıkmazdan,  Türkiye kurtulabilecektir. Türk Silahlı Kuvvetleri sayesinde merkezi alanda bağımsız bir devlete sahip olabilen Türk ulusu, tehditlerin yükseldiği bir konjonktürde kendi güvenliği açısından, güvenlik güçlerini azaltmamalı ya da alandan çekerek bürokratik düzene hapsetmemelidir.

         Batının önde gelen bütün büyük devletlerinde var olan, Akdeniz ülkelerinde bölgenin özellikleri yüzünden fazlasıyla işlevsel olarak görev yapmak zorunda kalan jandarma örgütüne, Türkiye Cumhuriyeti de bir batılı Akdeniz ülkesi olarak geleneksel yapısı ile sahip olmaya devam etmelidir. Milli Güvenlik Kurulunun etkisinin azaltılması, Türk Silahlı Kuvvetlerinin küçültülmesi gibi yollardan güvenlik alanında özelleştirmelerin açılması, özel güvenlik kuruluşlarının emperyalizmin planları doğrultusunda devreye girerek güvensizlik yaratması, Blackwater olayı ile dünya kamuoyunda hala tartışılmaktadır. Güvenlik devletlerin ve milletlerin gelecekleri açısından tartışılamayacak kadar yaşamsal önem taşıyan öncelikli bir konudur. Her ülke ya da devlet kendi güvenliğine öncelik verirken, Türkiye’de gelişmeleri dikkate alarak hareket etmek ve sıcak bir konjonktür döneminde güvenlik birimlerinin gücünü artırmak durumundadır. Sıcak gelişmelerin iç ve dış maceralara Türkiye’yi sürüklememesi için, bir öncü güvenlik gücü olarak jandarmanın görevine eskisi gibi ikili bir yapı içinde devam etmesi, asker ve sivil güçler arasında köprü vazifesini sürdürerek, güvenlik hizmetlerinin ulusal bir eşgüdüm içinde aksamadan yürütülmesi gerekmektedir. Hak ve özgürlüklerin korunabilmesi, en büyük hak olan yaşam hakkının güvence altına alınabilmesi ve bu doğrultuda diğer hak ve özgürlüklerin güvenceye kavuşturulabilmesi için, güvenlik kuvvetlerinin zayıflatılması değil aksine güçlendirilmesi düşünülmelidir. Güvenlik alanında açıklığın meydana gelmemesi için, bütün güvenlik birimlerinin üzerlerine düşen görevleri hakkıyla yerine getirmesinin gerekli olduğu konusunda, artık kamuoyunun büyük çoğunluğu bir fikir birlikteliğine gelmiştir. Şanlı geçmişi ile Türk jandarma örgütü, ulusal güvenliğin güvencesi olarak korunmalı, geleceğin koşullarında görevlerini daha güçlü ve yeterli bir düzeyde yerine getirebilmesi için, zayıflatılmamalı ama kuvvetlendirilmelidir. Devletin kurucusu Atatürk’ün söylediği gibi, Türk jandarması ulusal savunma yapılanmasının temel direklerinden birisidir. Yeni yapılacak güvenlik reformlarında jandarma örgütünün ikili yapısı korunarak ülke güvenliği etkin bir biçimde korunmalıdır.