Siyasi Tarihi Yazılırken etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Siyasi Tarihi Yazılırken etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Nisan 2017 Salı

Yeni Çağın Siyasi Tarihi Yazılırken, BÖLÜM 3

Yeni Çağın Siyasi Tarihi Yazılırken, BÖLÜM 3



Menfaat Odaklı Yaklaşım 

İnsanların, tarihin başlangıcından bu yana yeryüzünün kendilerinin yaşadıkları kısımlarından farklı bölgelerini de tanımak istedikleri görülmektedir. Bu arayışın primitif bir merak duygusunun ötesinde farklı bölgelerdeki olası gıda, araç gibi kaynakları keşfetme isteğine, yeni takas ve ticaret imkânlarına dayandığı savunulabilir. Antik zamandan beri göçmenler, tacirler, gezginler, askerler, yöneticiler, diplomatlar, misyonerler, hacılar ve diğer gezginler, kendi toplumlarının ötesine geçip uzak diyarları keşfetmek suretiyle kendi ülkelerine birçok yeni bilgilerle dönmüşlerdir. 

Yeryüzünün ‘diğer’ bölgeleri hakkında bir bilgi üretildiğinde zımni de olsa hep bir menfaatin gözetildiği savunulabilir. Modern öncesi seyahat formlarında, erken dönem modern etnografik çalışmalarda ya da güncel alan çalışmalarında daha geniş bir dünyaya ilişkin bilgiye erişimin menfaat temelli olması kimilerince eleştiri konusu yapılmıştır. Bu unsurlar zamana ve mekana yönelik olarak 
değişse de genel olarak devlet yönetimlerinin, iş çevrelerinin ya da misyoner grupların çıkarları, yeryüzünün geniş bir bölümü hakkında bilgi üretilmesinde önemli bir motivasyon kaynağı olagelmiştir. 

Benzer bir yaklaşım, yabancı topraklar hakkındaki bilgilerin toplanması, düzenlenmesi ve sunulması yolundaki çabaların genelde emperyalistlerin ihtiyaçlarını gözettiğini, onların bahse konu bölgelerdeki güvenliklerini ve kendine tabi olan insanları yönetmelerine yaradıklarını öngörmektedir. Bu durumun ticari faaliyetlerin ilerlemesine ve dolayısıyla kaynakların, fırsatların sömürülerinin gerçekleşmesine vesile olduğu sonucuna varılabilir. Tarih içerisinde değişik ülkelerde bazı resmi görevlilerin kendilerinin dışındaki dünyaları anlamaları için yabancı topraklar ve oralarda yaşayan 
insanlar hakkında bilgi topladıkları, gerçekleştirilen seyahatlerde yabancı ülkelere dair notların tutulduğu bugüne ulaşmış kayıtlardan anlaşılmaktadır. 

Avrupalıların ve 1800’lü yıllardan itibaren Avro-Amerikalıların; hizmetlerine sunulan siyasi tarihçiliği, Asyalı ve Afrikalı toplumlar hakkında üretilen bilgileri kendi siyasi emelleri için kullandıkları yönünde eleştiriler mevcuttur. Ne var ki bilginin üretimi konusunda menfaat odaklı yaklaşımın Batı merkezci olmadığını, Batı dışında farklı bölgelerdeki devletler tarafından da araçsallaştırıldığını savunmak mümkündür. Menfaat için bilgi üretimini yalnızca yalnızca Avrupalı ve Avro-Amerikalıların meselesi haline getirmek diğer unsurları gözden kaçırmaya sebebiyet verecektir. Siyasi tarih ya da güncel toplumsal çalışmalarda menfaat odaklı yaklaşım konusunda modern zamandan önceleri de benzer durumların yaşandığı görülmektedir. 

Çin imparatoru General Meng Tian’ın M.Ö 3. yüzyılda göçmen Hunlara yönelik politika üretiminde bu toplum hakkında ihtiyaç duyduğu bilgilerin Çinli tarihçiler tarafından sağlandığı görülmektedir. M.Ö. 1. Yüzyılda yaşamış, Çin histoğrafyasının öncüsü kabul edilen tarihçi Sima Qian’ın, tarihi ve etnografik çalışmaları Hunlar hakkında çok çeşitli perspektifleri yansıtan bilgiler içermektedir. Bu bilgilerin imparatorluğun üst yönetiminin hizmetine sunulduğunu görülmektedir. Böylece çalışmaların sunduğu veriler sayesinde Hun toplumunun kontrolünün Çin yönetimi açısından kolaylaşması hedeflenmiştir (Di Cosmo, 2002). 7. ve 10. yüzyıllar arasında Çin’de hüküm sürmüş olan Tand hanedanlığı döneminde ise Çin’in menfaatlerinin güneydoğu ve Merkez Asya’ya yayılmayı gerektirdiği ve ilgili çalışmaların da bu yönde yapıldığı görülmektedir (Schafer, 1985). 18. yüzyıl boyunca Mançu İmparatorluğu bünyesinde çalışan akademisyenler, dikkatlerini Çin’in güneybatısındaki topluluklara yöneltmişlerdir. Avrupalı sömürgecilerin erken modern genişlemelerine hizmet eden haritacılık ve etnoğrafya metotları, bu kez Çinliler tarafından kendi menfaatleri için araçsallaştırılmıştır (Hostetler, 2001). 19. yüzyılda ve 20. yüzyıllarda ise Konfiçyüs, Hristiyan ve Komünist grupların misyonerlik faaliyetleri, Çinlileri etnik azınlıklar konusunda çalışmaya yöneltmiştir (Harrell, 1995). 

Emperyal menfaatlerden etkilenen bilginin kesin olarak yozlaşmış, geçersiz ve yanıltıcı olduğu düşünülmemelidir. Dezenformasyon ve yanlış anlaşılmalar süzgeçten geçirildiğinde Çin imparatorluğunun resmi tarihçisi olarak kabul edilebilecek Sima Qian’ın çalışmaları, göçmen Hun toplumuna ilişkin gayet açıklayıcı bilgiler içermektedir. Sima Qian’ın çalışmalarının arkasındaki 
motivasyonun Çin’in Merkez Asya’ya yayılmasına katkı sağlamak olması, onun çalışmalarını geçersiz ya da değersiz kılmamakla beraber bu çalışmalar ancak etik açıdan tartışma konusu haline getirilebilir. Benzer şekilde M.Ö. 5. yüzyılda yaşamış olan Yunan tarihçi Heredot’un, yabancı toplumlara ilişkin, zamanın çok ötesinde sayılabilecek, özgün çalışmalar ürettiği görülmektedir. Çinli 
tarihçilerin örneğine paralel olarak bu çalışmaların masumane, sade bir merak eğilimiyle dünyayı anlama gayretlerinin tezahürü olmaktan ziyade Yunan siyasi ve ticari çıkarlarına hizmet ettiği anlaşılmaktadır. Akdeniz’de Yunan yayılmacılığına karşı güvenlik tehdidi oluşturan Pers İmparatorluğu bu çalışmaların gerçekleştirilmesine zemin hazırlayan önemli bir faktördür. 

Yabancı bölgelere, farklı toplumlara ilişkin yapılan siyasi tarih çalışmaları devletlerin emperyal amaçlarına yönelik olabileceği gibi devletten bağımsız özel teşebbüslere, ticari girişimlere yönelik de uygulanabilir nitelikte olabilir. Antik çağdan itibaren farklı çıkar odaklarının ticari menfaatlerine yönelik hususi bazı bölgeler üzerine araştırmalar yapıldığı görülmektedir. Bunlardan başlıcası 
modern öncesi dönemde Müslüman tacirlerin ve coğrafyacıların farklı bölgelere ilişkin yaptıkları çalışmalardır. Ticari menfaatler doğrultusunda Güney Asya ve Sahara Altı Afrikasında yaşayan toplumların özellikleri, bu toplumların ihtiyaç duyabilecekleri ürünler ve bu toplumlardan fiyat avantajıyla alınabilecek potansiyel ürünler üzerine kayıtlar tutulmuştur. Müslüman tacirlerin ve 
coğrafyacıların bu kayıtları klasik dönem sonrasının anlaşılması için önem arz etmektedir (Tibbetts, 1957). 

Tacirler ve iş dünyasının aktörleri devlet yönetimlerinin aksine fethetme ya da insanları fiilen yönetme amaçları gütmeseler de sürekli olarak bilgiye ilgi göstermişlerdir. Bu ilgi, bugün siyasi tarih çalışmaları olarak telakki edilen, o dönem için güncel iktisadi/toplumsal araştırmalar sayılabilecek olan çalışmalar vesilesiyle, dönemin farklı bölgelerdeki doğal kaynaklarını, ürün ve servislerin 
potansiyel alanlarını, ticaretin kendine has dilini, finans ve güç odaklarını yakından takip edebilmelerini sağlamıştır. Buna mukabil yapılan araştırmalardaki genel teamül, toplumların geleneklerine, özel yaşamlarına, ananelerine, ailevi değerlerine göreli olarak daha az önem verme yönünde olmuştur. Çalışmalarda bu tür konulara ancak çıkar gruplarının kar amaçlarıyla örtüştüğünde önem verildiği görülmektedir. Bu sebeple emperyal etki altında üretilen bilgiyle benzer şekilde ticari menfaat odaklı çalışmaların da siyasi tarih açısından önem arz ettiği fakat bölgeler ve insanlar hakkında ancak kısmi bir perspektifi yansıttığı düşünülmelidir. Bugün için noksanlığı daha fazla farkedilen bu noktaların küresel siyasi tarih yazımıyla doldurulması beklenmelidir. 

Siyasi tarih çalışmalarının gerçekleştirilebilmesi için iki tür menfaatin oluşmasının önem arz ettiği görülmektedir. Bunlar belirtildiği üzere devlet yöneticilerinin ve iş dünyasının menfaatleri olarak sıralanabilir. Ne var ki bu menfaatler çeşitli zamanlarda iç içe geçmiş, karmaşık bir hal almıştır. Devlet yöneticilerinin ve ticari odakların menfaatleri zaman içinde bütünleşmiş ve müşterek adımlar 
atılabilmiştir. Erken modern döneme kadar ticari menfaatlerin emperyal menfaatlere hizmet ettiği düşünülebilir. Özellikle 16. yüzyılda ticari ve emperyal menfaatler karmaşık ve birbiri içine geçmiş bir yapı halini almıştır. Avrupalılar tarafından desteklenen ve yürütülen araştırmalar, Avrupa kıtasının ötesindeki ülkeler hakkında geniş bir literatürün oluşmasına vesile olmuştur. Bu çalışmaların, iç politikaya yönelik siyasi bir propaganda üretmek adına yapılmadığı veya yurtiçinde kitleleri mobilize etmeye yönelik gerçekleştirilmediği görülmektedir. Bundan dolayı bahse konu çalışmaların farklı dünyalarla ilgili gerçek ve kapsamlı bilgiler sunma iddiasında oldukları düşünülmelidir. Netice itibariyle ortada iç siyasete ilişkin yönlendirilmesi ya da mobilize edilmesi gereken kitlelerden ziyade tamamen gerçeklere dayalı yürütülmesi gereken faaliyetler, belki de savaşlar mevzubahisdir. 

Örnekse 

Amerika kıtasındaki yerlilerin kültürleri, nüfusları, kapasiteleri, gelenekleri konusunda dezenformasyona ve tezvirata dayalı çalışmaların menfaat gruplarına herhangi bir faydası dokunmayacağı gibi kendileri açısından ölümcül sonuçları beraberinde getirmesi beklenebilirdi. 

Tarihsel süreç içinde emperyalistler ve tacirler dışında üçüncü bir grup olarak addedilebilecek olan misyonerlerin de kendilerinin dışındaki dünyaları anlama eğiliminde oldukları görülmektedir. Mürit sayısını artırmak, yeni taraftarların kazanılması, etki alanlarının genişletilmesi, bu grubun menfaat kavramları arasında sayılabilir. Farklı toplumlar hakkında doğruya en yakın bilginin kazanımı, iletişim stratejilerinin edinilen bu bilgilerin çerçevesinde yürütülmesi açısından önem arz etmektedir. Modern öncesi dönemlerden itibaren misyoner faaliyetlerin belirli bölgeler ve toplumlar üzerine çalışmalara zemin hazırladıkları görülmektedir. Budist misyonerlerin Çin’in toplumsal yapısı konusundaki çalışmaları bu çerçevede değerlendirilebilir. Bu çalışmalar da evvelce belirtilenler gibi tesadüfi bir meraktan ziyade Budizm prensiplerinin Çinlilerin diline ve kültürüne uyarlanabilmeleri adına gerçekleştirilmişlerdir. Sufilerin, Müslüman öğretileri farklı toplum ve kültürlere yayma faaliyetleri de benzer yönde farklı bir örnek olarak gösterilebilir. Haçlı seferlerinin gerçekleştirildiği ve Moğol İmparatorluğu’nun hüküm sürdüğü dönemde ise Hristiyanlık dinine mensup Avrupalı misyonerlerin Müslüman toplumlarını dikkatle inceledikleri görülmektedir. Avrupalı misyonerlerin İspanya ve Filistin topraklarında yaşayan göçmen toplumları, Orta Asya’da Hindistan, Çin ve yakın bölgelerdeki Hindu, Budist toplumlarına dair gözlemler yaptıkları, konuyla ilgili çalışmalardan bilinmektedir. Bu çalışmaların arkasında, dinen devşirmeler gerçekleştirmek adına en uygun iletişim yöntemlerinin uygulanması ve gerekli mesajların optimum şekilde iletilmesi motivasyonu olduğu görülmektedir (Bentley, 1993). Misyoner faaliyetler bünyesinde yüzyıllar boyunca farklı toplumlar 
için çalışmalar gerçekleştirilmiş olsa da, 16. yüzyıldan evvel Müslüman coğrafyacıların yaptığı ölçüde geniş ölçekli sistematik bir çalışmanın olmadığı görülmektedir. 16. yüzyıldan sonra ise Avrupalı keşifler ve genişlemeler, küresel anlamda bilginin üretilmesine vesile olmuşlardır. Oluşan literatür, aynı zamanda misyoner amaçlar için de faydalı olmuştur. Misyoner projelerinin ruhani ve spiritüel motivasyonlarla yürütüldüğüne yönelik görüşler olsa da bu çalışmaların daha çok dünyevi menfaatler uğruna gerçekleştirildiği savunulabilir. 

Devlet yöneticilerinin ve iş dünyasının menfaatlerinin kesişebildiği vakalar daha önce belirtilmişti. Benzer şekilde misyoner faaliyetlerin de farklı menfaatlerle bir araya geldiği örnekler görülmektedir. 

Devlet bünyesinde faaliyet gösteren Hristiyan Avrupalı misyonerlerin, 16. yüzyıldan itibaren mensubu oldukları imparatorlukların ve bünyesindeki iş çevrelerinin menfaatlerini gözetmeleri adeta rutine dönüşmüştür. Devlet yöneticilerinin ve iş dünyasının menfaatlerine cevap veren çalışmalar gibi, misyoner faaliyetlerin yönlendirdiği çalışmalar da farklı kültürleri tanımak açısından önem arz etmektedir. 1529 yılında İspanyol Franciscan Bernardino de Sahagun, bölgedeki yerellere Hristiyanlık dinini yaymak adına Meksika’ya gitmiştir. Meksika’da bölgenin yerel dilini öğrenmeye gayret etmiş ve Aztek İmparatorluğu’nun kültürü hakkında önemli bilgiler toplamıştır. Sahagun’un faaliyetleri müddetince Meksikalılara sempati gösterdiği ve onlarla iyi ilişkiler tesis ettiği bilinmektedir. Sahagun’un o dönemki çalışmaları bugün halen Aztek toplumunun önemli yazılı eserleri arasında sayılmaktadır (León Portilla, 2002). Siyasi tarih açısından olumlu sayılabilecek bu çalışmaların gerçekleştirilmesine vesile olan unsurun, yazarın mensubu olduğu devletin menfaatleri olduğu gerçeği göz ardı edilmemelidir (Alves, 2011). 

Günümüzde küresel siyasi tarih yazımı konusunda alan çalışmaları öne çıkmaktadır. Toptan bir yaklaşımla tüm toplumları anlamaya yönelik çalışmalar yerine toplumların özelinde, müstakil olarak kültürel değerlerine odaklanan çalışmaların sayısındaki artış bu yöndeki ihtiyacın da göstergesidir. Üniversite bünyelerinde alan çalışmaları kürsülerinde faaliyet gösteren akademisyenlerin kendilerini mensubu oldukları toplumların ya da yaşadıkları ülkelerin yönetimlerinin menfaatlerine bilinçli olarak hizmet edip etmedikleri konusundan bağımsız olarak, siyasi tarih alanında yapılan çalışmaların teamüle uygun olarak önümüzdeki dönemde de benzer grupların menfaatlerine yönelik gerçekleştirileceği düşünülebilir. Bu durum, yapılan çalışmaların bilimselliğine dair bir çekince oluşturmasından ziyade etik açıdan tartışmaları beraberinde getirebilir. Diğer yandan bulguları ve araştırmaları pragmatik bir anlayışla belirli bir alanda uygulanamayacak olan kürsülerin ya da akademik faaliyetlerin devlet ya da özel sektör tarafından fonlanmasının sürdürülebilir olacağını düşünmek zor görünmektedir. Önümüzdeki dönemde yapılacak olan çalışmaların; bilginin organize edilmesi, üretilmesi ve metodolojisi açısından erken dönem emperyalistlerden, işadamlarından, misyonerlerin geniş dünyayı anlama çabalarından farklılıklar arz edecek olmasına rağmen çeşitli çıkar gruplarına dolaylı ya da dolaysız olarak hizmet etmeye devam etmeleri beklenmelidir. 

“Orta Doğu” kavramının literatürde ilk kez yer aldığı akademik makale olan ‘Basra Körfezi ve Uluslararası İlişkiler’ 1902 yılında yazılmıştır. Amerikan donanmasında görevli bir amiral ve aynı zamanda tarihçi olan makalenin yazarı, coğrafyayı göz önünde bulundurarak Amerikan menfaatlerinin gözetilmesine yönelik tavsiyelerini sıralamıştır (Mahan, 1902). Benzer şekilde Britanyalı Albay Mark Sykes, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasına giden süreçte Osmanlı bünyesindeki Kürt aşiretleri hakkında saha araştırmaları gerçekleştirmiştir. 1908 yılında yayınladığı makalesinde Anadolu, Irak ve İran’da yaşayan Kürt aşiretlerinin detaylı bir listesini çıkarmış, bulgularını haritalarla desteklemiştir (Sykes, 1908). Sykes’ın çalışmalarının 1. Dünya Savaşı sonrasında 
Büyük Britanya’nın Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılma sürecindeki ve sonrasındaki politikalarının oluşturulmasında kullanıldığı düşünülebilir. 1916 yılında henüz savaş sürerken Büyük Britanya, Fransa ve Rusya arasında Osmanlı İmparatorluğu’nun topraklarının paylaşılmasına yönelik gerçekleştirilen anlaşmada Britanya’yı belirtilen çalışmaları gerçekleştirmiş olan Albay Mark Sykes temsil etmiştir. Bahse konu anlaşma, tarihe, Britanyalı temsilci Mark Sykes ve Fransız temsilci François Georges Picot’un isimlerinin birleşiminden meydana gelen Sykes-Picot Antlaşması olarak geçmiştir (Anonymous, 2015). 

Devleti yönetenlerin menfaatlerine yönelik gerçekleştirilmiş toplumsal çalışmalara insanlık tarihinin başından itibaren sayısız örnekler gösterilebilir. Bu teamülün önümüzdeki dönemde de devam etmesi beklenmelidir. Küresel siyasi tarih üretiminde bulunan araştırmacıları barındıran ya da barındırmaya namzet olan fakülteler, kendilerine genel olarak hükümetlerin ya da uluslararası şirketlerin değil üniversitelerin bünyesinde yer bulmuşlardır. Bu durum, üniversitelerin ve ilgili kürsülerin belirli gruplar tarafından finanse edildiği gerçeğini değiştirmemektedir. 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemde devletlerin ve özel sektörün uluslararası ilişkiler ve siyaset bilimi disiplinlerinde çalışmaların yapıldığı araştırma merkezlerine sağladığı kaynaklardaki artış, bu alanların profesyonel birer akademik alana dönüşmelerinde önemli bir rol oynamaktadır. Buna göre, siyasi tarih çalışmaları ve toplumsal araştırmalar, günümüzde farklı bölgelerdeki toprakları kontrol etmek, yabancı kaynakları sömürmek, farklı coğrafi bölgelerdeki insanlarla ticaret yapmak ya da onların dinlerini değiştirmek için misyonerlik faaliyetlerinde bulunmak için değil bilimin gelişmesi ve insanlığa katkı sunmak için yapılmaktaydı. Bu yaklaşıma kuşkuyla yaklaşmak gerekmektedir. Bu açıdan uygulamada fayda sağlamayacak herhangi bir üniversite kürsüsünün günümüz dünyasında finansal olarak yüksek meblağlarla sürekli olarak desteklenmesinin gerçekçiliği tartışmalı görünmek tedir. Diğer bir deyişle küresel bir anlayışla yapılan alan çalışmalarını destekleyen finansal ve siyasal organizasyonların bu çalışmalardan menfaatlerinin olması beklenmelidir. Öte yandan 2. Dünya Savaşı’nın sonra ermesinden itibaren başlayan sürecin dünyadaki tüm toplumlarla ilgili bilgi sahibi olma gerekliliğini ortaya çıkardığı savunulabilir. 

Alan çalışmalarının gösterdiği hızlı gelişimde bu ihtiyacın payı olduğu düşünülebilir. Farklı dillerin konuşulmasında uzmanlaşma, farklı toplumlar hakkında derinlikli çalışmalar yapılması yine bu kapsamda değerlendirilebilir. 2. Dünya Savaşı’nın bitimiyle başlayan ve adına küreselleşme denilen sürecin 1991’de SSCB’nin dağılmasıyla hız kazandığı savunulabilir. Bu sürecin kendini iyiden iyiye hissettirdiği ve yeryüzündeki toplumların, devletlerin birbiriyle evvelce olmadığı nispette etkileşime girmeleri geniş dünyayı algılama ve anlama yönündeki ihtiyacın dramatik bir şekilde artışına vesile olduğu düşünülebilir. 

Siyasi tarih alanındaki çalışmaların insanlığın başından itibaren menfaatler ekseninde icra edildiği belirtilmişti. Küreselleşme süreciyle siyasi, askeri, iktisadi, ticari ve kültürel menfaatler boyut kazanmıştır ve birbirinin içine daha önce olmadığı kadar geçmiştir. Bu durumun, karar vericileri kendi toplumlarının ötesini anlamaya çalışma yönünde motive edeceği ve ilgili çalışmaların üzerinde 
etkisi olacağı öngörülebilir. 

Sonuçlar 

Dünyanın zaman içinde gelişimini daha çok anlama gayreti, günümüzde dar bir çerçevede yazılmış dünya tarihinden ziyade küresel tarihin yazılması gerekliliğini öne çıkarmaktadır. Dünya tarihi ve küresel tarih arasındaki farkın belirgin bir şekilde iki kavramın kullanımlarında saklı olduğu görülmektedir. Dünya kavramı daha dar bir anlamda ulus devletleri, ulusal toplulukları ya da en geniş anlamıyla Avrupa gibi belirli bir bölgeyi işaret ederken, yerküre kavramıyla ifade edilen küresel yaklaşım gezegenin tamamını ele alır niteliktedir. Dünya tarihi, tüm dünyayı ele almaktan ziyade insanlığın siyasi ve sosyal gelişimini belirli bir bölge ve ulus üzerinden okumaktadır. Küresel tarihin ise, insanlığın gelişimini tek bir ulusa odaklanmaksızın toplumlar arası etkileşime ve yerel kültürlere yer vermek suretiyle çok boyutlu bir şekilde ele alması beklenmelidir. Soğuk Savaş’ın sona ermesinin ardından tek kutuplu bir uluslararası düzende bireylerin, toplumların, şirketlerin ve devletlerin arasındaki entegrasyonun artışı, aynı gezegende yaşandığına dair ortak bir bilincin gelişmesine vesile olmuştur. Bu farkındalık, genel olarak yalnızca belirli ulusların tarihinden ziyade tüm gezegenin 
tarihi konusunda öğrenme isteğine ve gerekliliğine yol açmıştır. 

Sonuç 

Bu makalede dünya tarihinin dört karakteristik özelliği ele alınmıştır. Bunlar Batı merkezci yaklaşım, ulus devlet odaklı yaklaşım, modernleşme teorisi eksenli yaklaşım ve menfaat odaklı yaklaşımlardır. 

Makalede bu dört ayrı başlıkta incelenen maddelerden menfaat odaklılık dışındaki yaklaşımların küresel tarih yazımı sürecinde belirli nispetlerde dönüşüm geçirmelerinin kaçınılmaz olduğu argümanı savunulmuştur. Batı merkezci yaklaşım, yeryüzünde insanlığın gelişiminin Batı’dan diğer bölgelere doğru yayıldığını öngörmektedir. Zımnen ideolojik unsurlar içeren bu yaklaşım, Avrupayı gelişimin merkezine oturtmakta, geri kalan Asya, Afrika, Doğu Asya gibi bölgeleri miskinliğin ve durgunluğun sembolü olarak telakki etmektedir. Tarımın, bilimin önemli unsurlarının ve temel anlamda uygarlığın Batılıların; Ortadoğu, Levant, Yakındoğu gibi isimlerle niteledikleri bölgeden türediği gibi gerçekler bu yaklaşımda kendine çok sınırlı olarak yer bulabilmektedir. Küresel tarih yaklaşımının Batı merkezci ya da herhangi bir bölgeyi merkeze almaktan imtina etmesi beklenmelidir. Buna göre siyasi tarih bölgeler arasında herhangi bir hiyerarşi oluşturulmadan gerçeklere riayet etmek suretiyle yazılmalıdır. Ulus devlet odaklı yaklaşım, 19. yüzyıldan itibaren ulus devletlerin kendi toplumlarının mobilizasyonlarına ilişkin bir araç olarak kullanılmıştır. Merkezi bir sistem üzerinden oluşturulan tarih müfredatlarının çoğunlukla icat edilmiş bir ortak geçmiş içerdikleri ve devletlerin, sınırları içinde yaşayan toplumları bu içerik üzerinden konsolide etme çabalarına giriştikleri görülmektedir. Ulus devlet odaklı yaklaşımın gezegenin ortak tarihini tüm hatlarıyla ele almak yerine daha çok tekil bir ulus üzerinden, o ulusun yaptığı savaşlar ve yakın çevresi üzerinde durduğu görülmektedir. Küresel tarih ise toplumların etkileşimlerini ve gezegendeki diğer toplumların farklı toplumlarla ilişkilerini çok boyutlu bir perspektiften propaganda unsuru içermeksizin sunma iddiası taşımaktadır. Bu anlayışa göre tek bir ulus devlete odaklanıp tüm siyasi tarihi o ulus üzerinden okuyan yaklaşımın aşılması beklenmelidir. Modernleşme teorisinin Batı merkezci yaklaşımla bağlantılı olduğu düşünülebilir. Bu yaklaşıma göre Batı medeniyeti, modernleşmenin timsali olarak yeryüzünde geri kalan tüm ülkelerin ve toplumların önüne ulaşılması gereken bir hedef olarak konumlandırılmıştır. Buna göre yeryüzünde ‘geri’ kalmış tüm ülkeler, doğrusal bir çizgi izleyerek adeta bir maraton koşusundaymışçasına yarışacaklar ve bitiş noktasında modernleşmiş, demokratik ideallere ulaşmış toplumlar haline geleceklerdir. Belirtilen önermenin gezegendeki tüm ülkeleri ve toplumsal farklılıkları göz ardı ettiği görülmektedir. Küresel tarih yazımında ise her toplumun kültür ve inanç sisteminin müstakil bir biçimde anlaşılması gerekliliği, Dünya Değerler Araştırması ve türevi çalışmaların öne çıktığı görülmektedir. Dünya tarihinin bu makalede ele alınan son karakteristik özelliği olan menfaat odaklı yaklaşım konusunda ise bir sürekliliğin beklenmesi gerekmektedir. 2. Dünya Savaşı’ndan itibaren dünyanın daha büyük bir bölümü hakkında gerçekleştirilen siyasi ve toplumsal alanlardaki yoğun bilgi üretiminin akademinin alanına girmesi, akademinin çalışmalarının belirli grupların menfaatlerini yansıttığı yönünde eleştirileri beraberinde getirmiştir. Retrospektif olarak bakıldığında toplumsal alandaki çalışmaların esas itibariyle üç ana odağın menfaatleri ekseninde ifa edildiği görülmektedir. Bunlar devlet yönetimleri, iş çevreleri ve misyoner gruplarıdır. 

Bu üç grubun menfaatlerinin zaman zaman iç içe geçtiği ve çalışmalarını ortak bir zeminde gerçekleştirdikleri görülmektedir. Söz konusu çalışmalardan ticari, siyasi ya da askeri menfaat beklentisi olduğundan çalışmaların ölümcül sonuçlara varma ihtimaline binaen dezenformasyon ve propaganda içeriğinin kendiliğinden minimize olması beklenmelidir. Bu durum çalışmaların bilimsel 
niteliği konusunda bir kazanım olarak yorumlanabilecek iken bu çalışmaları etik açıdan tartışmalı hale getirecektir. Diğer yandan üniversitelerin ve kendi başına ticari bir değer üretmeyen çalışmaların belirli gruplar tarafından finansal anlamda desteklenmesi, bu çalışmaların siyasi, askeri, toplumsal bir veçheden pratik olarak uygulanabilir olma gerekliliğini önemli kılmaktadır. Bu nedenle önümüzdeki dönemde küresel tarih yazım sürecinde menfaat odaklı yaklaşımın sürmesi beklenebilir. 

Kaynakça 

Adas, M. (1989). Machines as the Measure of Men : Science, Technology, and Ideologies of Western Dominance. Ithaca: Cornell University Press. 
Alves, A. (2011). The Animals of Spain : An Introduction to Imperial Perceptions and Human Interaction with Other Animals, 1492-1826 (Vol. 1). Leiden: Brill Publishers. 
Amin, S. (1997). Capitalism in the Age of Globalization : the Management of Contemporary Society. London: Zed Books. 
Anderson, B. (2006). Imagined Communities : Reflections on the Origin and Spread of Nationalism (Rev. ed. ed.). London: Verso. 
Anonymous. (2015). The Sykes-Picot Agreement. Historian(128), 23. 
Bayly, C. A. (2002). Archaic and Modern Globalization in the Eurasian and African Arena. In A. G. 
Hopkins (Ed.), Globalization in Worlds History (pp. 44-70). New York: W.W. Norton & Company. 
Bennison, A. K. (2009). The Umma in the City. In B. S. Amyn (Ed.), A Companion to the Muslim World (pp. 209-217). London: Tauria. 
Bentley, J. H. (1993). Old World Encounters: Cross-cultural Contacts and Exchanges in Pre-modern Times. New York: Oxford University Press. 
Chakrabarty, D. (2000). Rethinking Working-class History: Bengal, 1890 to 1940. Princeton: Princeton University Press. 
Chakrabarty, D. (2008). Provincializing Europe : Postcolonial Thought and Historical Difference (New ed. ed.). Princeton: Princeton University Press. 
Conrad, S. (2016). What Is Global History? Princeton: Princeton University Press. 
Di Cosmo, N. (2002). Ancient China and Its Enemies : The Rise of Nomadic Power in East Asian History. Cambridge: Cambridge University Press. 
Diamond, J. M. (2005). Guns, Germs, and Steel : The Fates of Human Societies. New York: W.W. Norton. 
Dirlik, A. (1999). Is There History after Eurocentrism?: Globalism, Postcolonialism, and the Disavowal of History. Cultural Critique(42), 1-34. doi:10.2307/1354590 
Duara, P. (1995). Rescuing History from the Nation : Questioning Narratives of Modern China. Chicago: University of Chicago Press. 
Erhan, Ç. (2001). ABD'nin Ulusal Güvenlik Anlayışı. Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, 56(4), 1. doi:10.1501/SBFder_0000001871 
Ferguson, N. (2001). Welcome the New Imperialism. (02613077). Retrieved 10.05.2016 
https://www.theguardian.com/world/2001/oct/31/afghanistan.terrorism7 
Frank, A. G. (1970). Latin America: Underdevelopment or Revolution; Essays on the Development of Underdevelopment and the Immediate Enemy. New York: Monthly Review Press. 
Fukuyama, F. (2006). The End of History and the Last Man. New York: Free Press. 
Gills, B. K., & Thompson, W. R. (2006). Globalizations, Global Histories, and Historical Globalizations. In B. K. Gills & W. R. Thompson (Eds.), 
Globalization and Global History. London ; New York: Routledge. 
Glancy, J. (2014). Yes, History's Death Was Exaggerated. (0956-1382). Retrieved 06.07.2016 
http://www.thesundaytimes.co.uk/sto/newsreview/features/article1464230.ece 
Harrell, S. (1995). Cultural Encounters on China's Ethnic Frontiers. Seattle: University of Washington Press. 
Hegel, G. W. F. (1956). The Philosophy of History. New York: Dover Publications. 
Held, D. (1999). Global Transformations : Politics, Economics and Culture. Stanford: Stanford University Press. 
Hopkins, A. G. (1999). Back to the Future: From National History to Imperial History. Past & Present(164), 198. 
Hopkins, A. G. (2002). Globalization in World History. New York: Norton. 
Hostetler, L. (2001). Qing Colonial Enterprise : Ethnography and Cartography in Early Modern China. 
Chicago: University of Chicago Press. 
Hunt, L. (2014). Writing History in the Global Era (First edition. ed.). New York: W.W. Norton & Company. 
Inglehart, R., & Welzel, C. (2005). Modernization, Cultural Change, and Democracy : The Human Development Sequence. New York: Cambridge University Press. 
León Portilla, M. (2002). Bernardino de Sahagun, First Anthropologist. Norman: University of Oklahoma Press. 
Lovett, A. W. (1983). Braudel: Total History for Beginners. The Historical Journal, 26(3), 747-753. doi:10.1017/S0018246X00021166 
Lyotard, J. F. (1984). The Postmodern Condition : a Report on Knowledge. Minneapolis: University of Minnesota Press. 
Mahan, A. (1902). The Persian Gulf and International Relations. National Review, 40, 27. 
Mignolo, W. (2000). Local Histories / Global Designs: Coloniality, Subaltern Knowledges, and Border Thinking. Princeton: Princeton University Press. 
Novick, P. (1988). That Noble Dream : the "Objectivity Question" and the American Historical Profession. New York: Cambridge University Press. 
O'gorman, E. (1972). The Invention of America an Inquiry Into the Historical Nature of the New World and the Meaning of its History. 
Ranke, L. V. (2011). The Theory and Practice of History. London ; New York: Routledge. 
Risse-Kappen, T. (2011). Introduction and Overview. In T. Risse-Kappen (Ed.), Governance Without a State? : Policies and Politics in Areas of Limited Statehood 
(pp. 3-18). New York: Columbia University Press. 
Said, E. W. (2003). Orientalism. London: Penguin. 
Schafer, E. H. (1985). The Golden Peaches of Samarkand: A Study of T‘ang Exotics. Berkeley: University of California Press. 
Sykes, M. (1908). The Kurdish Tribes of the Ottoman Empire. The Journal of the Royal Anthropological Institute of Great Britain and Ireland, 38, 451-486. doi:10.2307/2843309 
TDK. (2011). Türkçe Sözlük. Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. 
Tibbetts, G. R. (1957). Early Muslim Traders in South-East Asia. Journal of the Malayan Branch of the Royal Asiatic Society, 30(1 (177)), 1-45. 
Tomlinson, B. R. (2003). What Was the Third World? Journal of Contemporary History, 38(2), 307-321. 
Van De Ven, H. (2004). Globalizing Chinese History. History Compass, 2(1). 
Wallerstein, I. M. (2004). World-systems Analysis : An Introduction. Durham: Duke University Press. 
Waltz, K. (2000). Globalization and American Power. The National Interest, Spring(59), 46-56. 
Waters, M. (1995). Globalization. London ; New York: Routledge. 
Weber, M. (1978). Economy and Society : An Outline of Interpretative Sociology. Berkeley ; Los Angeles ; London: University of California Press. 



***

Yeni Çağın Siyasi Tarihi Yazılırken, BÖLÜM 2


  Yeni Çağın Siyasi Tarihi Yazılırken, BÖLÜM 2


Batı merkezcilik, kaçınılması gereken bir sorun olarak kabul edildiğinde bu yaklaşımdan nasıl kaçınılması gerektiği konusu ortaya çıkmaktadır. Konuyla ilgili çalışan akademisyenler bu soruna kendi zaviyelerinden çeşitli çözüm önerilerinde bulunmuşlardır. Batı merkezci yaklaşımla mücadelede üzerinde durulması gereken yöntemlerden biri toptancı bir yaklaşımdan ziyade tekil 
olarak yerel unsurlara odaklanmak ve müstakil olarak analiz edilen toplumların birbirleriyle olan etkileşimlerini ele almaktır. Post-modern çağın başat özelliklerinden birinin tarihin metalaşması olduğunu öne süren yaklaşım, anlamlı olan yegâne hikâyenin yerel hikâye olduğu görüşünü savunmaktadır (Lyotard, 1984). Örnek olarak Chakrabarty, Bangladeşlilerin toplumsal yaşamlarının 
Batı merkezci kategorilerle anlaşılamayacağını ve yerel kültüre odaklanılması gerektiğini savunmuştur. Buna göre Batı orjinli kategoriler modernitenin yalnızca bir veçhesini açıklayabilirdi. 

Farklı sosyal dokular, değişik aile pratikleri göz önünde bulundurulduğunda ise tek bir yaklaşım tüm bu karmaşık ve çok boyutlu yapıyı açıklamada yetersiz kalacaktı. (Chakrabarty, 2000). 

Ulus, kültür, kabile, çağdaşlaşma, medeniyet ve benzeri kategorilerin domine ettiği Marksist ve Weberyan sosyal teorilerin de Avrupa modernitesi orjinli oldukları ve Avrupa tarihinin referans alındığı ‘küresel’ geçmişler ürettiği savunulabilir. Bu yaklaşımların yeryüzündeki değişik toplumsal süreçleri açıklamakta yetersiz kaldığı noktada toplumlar arasındaki farklılıkları görmezden geldiği ve toplumları bir nevi homojenleştirmeye tabi tuttuğu görülmektedir. Bu noktada yapılagelen eleştirilerden en önemlisi ise bir ideoloji uğruna siyasi tarihin araçsallaştırılmasıdır. O ideolojinin açılımı ise Batı’nın, gelişimin ve ilerlemenin merkezi olarak konumlandırılıp geri kalan bölgelerde miskinliğin ve durgunluğun hüküm sürdüğü argumanının zımnen ya da alenen işlenmesidir. Bu 
noktada siyasi tarihin gerçekçi bir biçimde küreselleşmesi ve insanlığın zaman içindeki hikayesini anlayabilmek için yerküredeki tüm farklılıkların herhangi bir ideolojiden mahfuz tutularak analiz edilmesi gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Yerele, çeşitliliğe, farklılıklara ve heterojenleşmeye önem vermek bu anlamda önem arz etmektedir fakat bir toplumun içerisindeki farklılıklara vurgu yapmak 
kadar elzem diğer bir husus, toplumlar arasındaki bağların ve ilişkilerin anlaşılmasıdır. Küresel siyasi tarih yazımında metalaşmış tarih yazımlarının ötesine geçebilmek ve siyasi tarihi tüm çeşitlilikleriyle ele almak gerekliliği hissedilmektedir. Günümüzde toplumların birbirleriyle olan etkileşimlerindeki artış, iletişim teknolojilerinin gelişimi, yeryüzündeki nüfusun artışı bu gerekliliği öne çıkarmaktadır. 

Bu yaklaşım yeryüzünün hiç bir zaman birbirinden kopuk toplumlardan oluşmadığını, etkileşimin ve toplumlar arası ilişkilerin insanlık tarihinin başından beri mevcut olduğunu ön görmektedir. Bu açıdan bakıldığında küresel siyasi tarih yazımı, evvelce ‘dönüşümcüler’ olarak belirtilen kesimin görüşlerine paralel bir şekilde küreselleşmeyi tamamen yeni bir olgu olarak görmemektedir. Buna 
göre küreselleşme bugünün, Soğuk Savaş sonrası dönemin ya da son yüzyılın bir ürünü değildir. İnsanlık tarihinin başından beri toplumların kendi toplumlarının ötesi ile etkileşime girdikleri görülmektedir. Coğrafi bir keşifi takiben girişilen ticari faaliyetler, coğrafi olarak çok uzak bir kıtadan taşınabilen virüsler sebebiyle ölümlerin yaşanması, çeşitli nitelik ve orjindeki dinlerin coğrafi olarak göreli uzak bölgelerde benimsenebilmesi küreselleşme kapsamında ele alınabilir. O halde küresel siyasi tarih; sosyal ve kültürel geleneği, toplumların birbiriyle ilişkilerini, birbirlerini domine etme ve sömürme gayretlerini, dinin toplumlardaki rolü gibi unsurları içermelidir. 

Herşeye rağmen küreselleşmenin tarihselleştirilmesinin mucizevi bir ilaç olduğu da düşünülmemelidir. Burada esas olan daha geniş bir dünyayı anlamak için gösterilen bir yaklaşımdan ibarettir. Bu yaklaşımla siyasi tarihe uzun erimli perspektiflerden bakılabilir ve makalenin başında sorulmuş olan soruda görüldüğü üzere tarihte yaşanan ‘tesadüflere’ açıklık getirilebilir. Küresel siyasi 
tarih yazımının kültürel perspektifleri yansıtması, Avrupa modernitesinin sıfır noktası olarak ön kabulünü reddetmesi ve bu yaklaşımı benimseyenlerin, klasik tarihçiliğin öncüsü kabul edilen Leopold von Ranke’den beri ele alınan konulardan fazlasını ele alması beklenmelidir. Bunlar da temel olarak kültürel ayrımların, yerel bilginin, tekil olarak toplumların deneyimlerini anlamak ve onların küresel düzen içerisindeki etkileşimlerini incelemek olarak özetlenebilir. Önümüzdeki dönemde, küresel tarih yazımı olarak özetlenebilecek süreçte, Batı merkezci siyasi tarih anlayışına alternatif olarak bu yönde bir perspektifin akademyada konsolide olması beklenebilir. 

Ulus Devlet Odaklı Yaklaşım 

Yaşadığımız çağ, bugüne dek siyasi tarihçiliğin cevap veremediği bazı kronik sorunların aşılması noktasında adımlar atılması gerekliliğini ortaya çıkmıştır. Yaşanan güncel hadiseler, bilginin, dinin, kültürlerin, ekonominin, krizlerin, ticaretin ve hatta terörün yükselen bir ivmeyle küresel bir boyut 
kazanması, siyasi tarihçiliği küresel yönde bir dönüşüme teşvik etmektedir. 

Kökleri Vestfalya anlaşmasına dayandırılsa da 19. Yüzyılda ivme kazanan milliyetçilik kavramının günümüzde eskisinden daha fazla yaygın olup olmadığı konusu tartışmalıdır. Siyasi tarihçilerin milliyetçilik kavramı ile başetme gereklilikleri ya da böyle bir gerekliliğin olup olmadığı da tartışılmaya devam edilmektedir. Siyasi tarihçiliğin kasıtlı olarak en çok gösterdiği zaaflarından belki 
de başında gelen milliyetçilik kavramının diğer bir deyişle tek bir ulusa odaklanma alışkanlığının yeni çağın siyasi tarih yazımında tamamen elimine olacağı önermesine kuşkuyla yaklaşmak gerekir. 

Başka bir deyişle siyasi tarihin önümüzdeki dönemde de ulus inşasına devam etmesi ve devletlerin kimlik oluşturma politikalarına hizmet etmeyi sürdürmesi beklenmelidir. Ulus devletlerin yaşamlarını idame edebilmeleri için gereken çerçeveyi siyasi tarih yardımıyla oluşturmalarının, tek bir merkezden, eğitim bakanlıkları aracılığıyla yazılan siyasi tarih ders kitaplarının, hazırlanan müfredatlarının belirli nispetlerde eski sistemle süreceği ön görülebilir. 

Buna rağmen yeni çağın siyasi tarih anlayışının, ulus devleti merkeze alan anlayıştan milim sapma göstermeyeceğine yönelik bir tablo çizmek için de eldeki bir çok veriyi dikkate almamak gerekmektedir. Yeni çağın siyasi tarihinin, ulusların ve toplumların nezdinde eşanlı olarak yazılmasında önemli motivasyonlar bulunmaktadır. Facebook, Twitter, Instagram, Periscope gibi 
sosyal medya araçları kanalıyla, elektronik ticaret, medya iletişim sistemleri, turizm, uluslararası finans gibi unsurlar vesilesiyle insanlığın iletişiminin eskiye nispetle çok daha yaygın hale gelmesi, insanlığın ortak bir geçmişinin yazımına ihtiyaç duyulmasına yol açmaktadır. Bu anlayışla, motivasyonu ortak bir gezegen olan siyasi tarihçilerin öne çıkmaları ve bu ihtiyaca cevap vermeleri 
beklenmelidir. 

Günümüzde siyasi tarihin halen Batılı anlamdaki modern ve göreli güçlü devletler ekseninde yazıldığı görülmektedir. Siyasi tarihte kavramsallaştırılan devlet, belirli sınırları olan ve bu sınırlar içerisinde egemenliğini tam manasıyla egzersiz edebilen bir aygıttır. Bu tanım, sınırları içinde zorlayıcı güç unsurlarını tekeline almayı başarmış, yani meşru şiddet unsurlarını devlet aygıtından 
başka kullananın olmadığı bir tanımdır (Weber, 1978). 

Ne var ki küreselleşme denilen süreç, devletlerin egemenliklerinden ödün verme eğiliminde olduklarını göstermektedir. Günümüzde Weberyan bir tanımla ifade edilen devletlerin egemenliklerinden ödün verme ve zaman zaman vazgeçme pahasına yaşamlarını idame ettirdikleri görülmektedir. Bugün ulus devlet olarak nitelendirilen entititelerin büyük bir kısmının kendi sınırları içerisindeki tüm bölgelerde zorlayıcı gücünü eksersiz edemediklerini, yönetimlerin merkezde ürettiği politikaları ve kanunları, o sınırların içindeki tüm bölgelere uygulama kabiliyetine sahip olmadıkları görülmektedir. 

Brezilya’nın Amazon bölgesindeki kontrol zaafiyeti, Kenya’nın kuzeydoğusundaki ve Güney İtalya’da belirli bölgeler, Nijerya ve Kamerun’da Boko Haram örgütünün kontrolünde olan bölgeler örnek olarak gösterilebilir. Ulus devletlerin sınırları içerisindeki bölgelerde tam olarak kontrol sağlayamamaları yeni bir kavramın ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Devletin zaafiyet gösterdiği 
alanları tanımlamak için ‘devletin sınırlı olduğu bölgeler’ (areas of limited of statehood) kavramı, ihtiyaca cevap vermek üzere kullanılmaya başlanmıştır (Risse-Kappen, 2011). Dünya geneline bakıldığında devletlerin kahir ekseriyetinin, merkezi politikalarını sınırları içerisindeki bölgelerin tamamında uygulayamadıkları, zorlayıcı güç araçlarını tekellerine alma kapasitesine sahip olmadıkları görülmektedir. Ulus devletlerin yetersiz kaldıkları ölçüde ortaya çıkan boşlukları; Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği gibi uluslararası örgütlerin, DAEŞ ve Boko Haram gibi terör örgütlerinin doldurdukları görülmektedir. 

Uluslararası ilişkiler teorileri perspektifinden bakıldığında ise ulus devletleri uluslararası sistemin tek hakimi olarak görme eğiliminde olan realist teorisyenlerin görüşlerinin ekonomik etkileşim ve karşılıklı bağımlılık teorilerini öne çıkaran neorealist akademisyenler tarafından belli ölçüde kadük hale getirildikleri savunulabilir (Waltz, 2000). Buna mukabil ulus devletlerin güçlerinin ve devletlerin menfaatlerinin küresel düzeni belirli ölçülerde şekillendirmeye devam etmeleri de beklenmelidir. 

Küreselleşme tartışmalarının zaman zaman tarihsel bir bakıştan yoksun olarak sanki sadece bugünün bir kavramı olduğu varsayımıyla yapıldığı görülmektedir. Bu noktada küreselleşmeye derinlik kazandırma ve gezegenin ortak tarihini bir bütün olarak ele alma noktasında siyasi tarihçilere önemli görevler düşmektedir. Tüm bu tartışmalardan elde edilecek olan kazanımlar, ulusal devlet ekseninde 
ilerleyegelen siyasi tarih diskurunu tamamen lağvetmese de dönüşüme zorlayabilir. Böylece Ranke’nin yüz elli yıldır değiştirilmeden alıp uygulanan yöntemlerinin ötesine geçilebilir (Hopkins, 1999). 

Siyasi tarih disiplininde ulus devlet eksenli tarih yazımının ötesine geçebilen çalışmaların, toplumların sosyal ve kültürel yapılarını da tarihselleştirme gayreti içinde oldukları görülmektedir. Bu yaklaşımda siyasi kurumların, sosyal yapıların, kültürel geleneklerin, dini inançların, teknolojik yeniliklerin ve hatta insan duygularının dahi tarihselleştirildiği görülmüştür. Önümüzdeki dönemde küresel siyasi tarih çalışmalarında benzer şekilde bu kazanımların uygulanmalarının devamı, çalışmaların yalnızca siyasi ve sosyal elitleri değil; kadınları, işçileri, köylüleri, köleleri ve diğer bastırılmış grupları da kapsamaları beklenmelidir. 

Küreselleşmenin insanlık tarihinin başından beri varolduğunu reddeden, bu kavramın Soğuk Savaş ertesinde ortaya çıkan yeni bir fenomen olduğunu iddia edenler dahi bu kavramın köklerinin çok eskilerde olduğunu yadsımamaktadırlar. 

Bu noktada tarihçilerin siyasi tarihi küreselleştirmek için neden bu kadar bekledikleri sorusu da önem arz etmektedir. Bunun başlıca sebebinin, siyasitarih disiplininin şiddetli bir milliyetçiliğin yaşandığı ve Avrupa’daki ulus devlet inşası sürecinde ortaya çıkmış olduğu savunulabilir. Bu çerçevede profesyonel siyasi tarihçilerin hususi olarak ulus devletlerin tarihini yazmaları şaşırtıcı değildir. Siyasi tarih disiplini dönemin ruhuna uygun bir biçimde yalnızca tek bir ulus devletin kurulumuna, kurumlarına, anayasalarına, kültürel geleneklerine, toplu deneyimlerine, komşu devletlerle ilişkilerine, düşüşlerine ve yükselme süreçlerine odaklanmıştır. Siyasi tarihçiler tüm dikkatlerini ulus devletlere yöneltmişler ve inşa sürecindeki ulus devlet tahayyüllerine uygun olarak toplumları bunun üzerinden izaha kalkmışlardır. Benedict Anderson, Eric Hobsbawm, Ernest Gellner gibi milliyetçilik teorisyenleri ulus devletin suni bir entite olduğu ve yaratılmış bir kavram olduğu konusunda uzlaşmış görünmektedirler. Çalışmalarında ulus devleti odak noktası olarak konumlandırmalarına rağmen, ulus devletlerin aslında spiritüel maddeler olduklarını itiraf eden klasik siyasi tarihçiler de mevcuttur (Ranke, 2011). 

Diğer yandan sosyal, kültürel, dini, etnik, ırksal grupların ise ulus devletler gibi suni değil fakat doğal bir sürecin ürünü oldukları savunulabilir. Ne var ki bu kavramlar siyasi tarihçilikte kendine ya yer bulamamışlardır ya da ulus devlete nispetle son derece sınırlı bir yer bulabilmişlerdir. Bu gibi sebeplerden ötürü ulus devlete bu denli ağırlık veren perspektifin bir çeşit devlet tapınmacılığı 
olduğunu savunanlar mevcuttur (Novick, 1988). Erken siyasi tarihçiler ulusal topluluklara kendi oluşumlarını meşrulaştıran jenealojiler sunmuşlardır (Duara, 1995). Karşılığında ise ulus devletler bu profesyonel tarihçileri ödüllendir mişlerdir. Ödül müessesesi; üniversitelerin finansal olarak desteklenmeleri, tarih bölümünde kürsülerin açılmaları, ulusal toplumları dikkate alan çalışmaların 
yapılmaları için arşiv kaynaklarının sağlanmaları, tarihi dökümanların basılması için gerekli fonların yaratılmaları ve bu kaynakların okulların müfredatlarına geçirilmesi şeklinde teşekkül etmiştir. Bu açıdan bakıldığında siyasi tarihçiliğin ulus devletin kurulum ve hayatını idame ettirmesi gibi süreçlerinin suni bir aracı olduğu savunulabilir. 

Günümüzde küresel tarih popülerlik kazanırken klasik perspektifle ele alınan dünya tarihinin yazım yöntemlerinin yeni ihtiyaçların oluşmasına binaen miadını doldurduğuna dair sinyaller kendilerini hissettirmektedirler. Küresel tarih yaklaşımı, disiplindeki çalışmalarda yeni bir alan olarak görülmektedir. Bu alanda medeniyetler ve kültürler arasındaki bağlantılara yapılan vurguların artması ve belirtildiği üzere tek yönlü ulus devlet bakış açısının kırılmasına yönelik bir eğilim görülmektedir. 

Modernleşme Teorisi Eksenli Yaklaşım 

Bir önceki bölümde belirtildiği gibi siyasi tarih disiplinin teşekkül etmesinde ulus devlet inşasına katkı sunmaya yönelik yapılmış çalışmalar dikkat çekmektedirler. Bunun dışında makalenin başında belirtildiği üzere, siyasi tarihçilerin insanlığın gelişimine ilişkin sorular sormaları, disiplinin gelişmesi açısından önem arz etmektedir. Ne var ki siyasi tarihçilik alanında klasik modernleşme teorilerinin, 
disiplinin gelişiminin tek yönlü ilerlemesine vesile oldukları savunulabilir. Karl Marks ve W. W. Rostow gibi isimlerin insanlık tarihini modern endüstriyel kapitalizmle noktalanan bir maraton koşusu olarak görmeleri bu açıdan dikkat çekicidir. Bu yaklaşımı benimseyenler belirtilen maraton koşusunda kimin kazanıp kimin kaybettiği şeklinde listeler çıkarmaktalar ve listeyi bugün geçerliliğini belli ölçülerde yitirmiş olan ulus devletler arasından yapmaktadırlar (Hunt, 2014). Diğer yandan tüm toplumların nihayet demokrasiyle ‘taçlanacak’ olan bir gelişme sürecinde oldukları yanılgısı da disipline ilişkin bir başka zaafiyet olarak öne çıkmaktadır. 

1990’ların sonundan itibaren modernist perspektiften sapmaların meydana geldiği görülmektedir. Modernist yaklaşım her sorunun tek bir cevabı ve tek bir doğrusunun olduğunu savunmaktaydı. Post-modern dünyada ise bir soruya birden çok açıdan yaklaşmak mümkündü ve tek bir doğru cevabın olduğunu öngören yaklaşım aşılmaktaydı. 

Bu çalışmada, küresel siyasi tarih yazımında beklenen dönüşüm ve süreklilikler alt başlıklar halinde müstakil olarak ele alınmışsa da bu kavramların aralarında kuvvetli ilintilerin bulunduklarını belirtmek önem arz etmektedir. Modernist yorumu, Batı merkezci bir bakıştan muaf olarak düşünmek gerçekçi olmayacaktır. Bu yaklaşım, zımnen Avrupalıların yeryüzündeki diğer tüm toplumlardan daha evvel ilerleme kaydettiklerini ve bu ilerlemeleri sayesinde elde ettiği ‘kazanımları’ sömürgeler yoluyla dünyaya yayma çabasında olduklarını savunmaktadır. Post-modernist yorumun ise her konuya olduğu gibi siyasi tarih konusuna da yeni bakış açıları kazandırması kaçınılmaz olmuştur. Böylece Batı merkezci tarih anlayışından ve geçmişin modernist perspektifinden farklı yaklaşımlar öne çıkmaya başlamıştır. Bu yaklaşımda dünya tarihini bildik ezberlerle ve modernist teori gibi tek bir veçheden ele almaktan ziyade, tüm kültürleri ve ülkeleri ayrı ayrı ele alan ve kültürler arası ilişkileri yansıtan bir küresel tarih yazımı öne çıkmıştır. Bu durumun, üniversitelerde ilgili birimlerin isimlerine de yansıdığı, dünya tarihinden ziyade küresel bir vurgu yapıldığı görülmektedir. 

Örnekse 

ABD’nin Georgetown Üniversitesi’nde Tarih Bölümü bünyesinde ‘Küresel Tarih Enstitüsü’nün kuruluş tarihi 2013 olarak görünmektedir. Princeton Üniversitesi bünyesindeki ‘Küresel Tarih Laboratuvarı’, Harvard Üniversitesi’nde bulunan ‘Weatherhead Katkılarıyla kurulan Küresel Tarih Girişimi’, Berkeley Üniversitesi ’nde düzenlenen ‘Küresel Tarih Serisi’, Michigan Üniversitesi’nde bulunan ‘Küresel Tarih Yandal Programı’ aynı anlayışın farklı tezahürleri olarak telakki edilebilirler. 

Bu bakış açısıyla birçok üniversitede ‘dünya tarihi’ olarak okutulan derslerin isimlerinin de ‘küresel tarih’ olarak değiştirildikleri gözlenmiştir. Bu durum yalnızca zarfta değil mazrufta da bir değişikliğe işaret etmektedir. Siyasi tarihin gerekliliklerinin değişime uğradıkları ölçüde üniversitelerdeki müfredatların da bundan etkilenmeleri kaçınılmaz olmuştur. Bu anlayışla çeşitli küresel tarih kitapları basılmaya başlanmıştır. 

Siyasi tarih disiplini bir önceki bölümde belirtildiği üzere 19. Yüzyıldan itibaren milliyetçilik ile beraber şekillenmiştir (Anderson, 2006). Milliyetçilik teorisyenlerine göre tarih, gerçeklere riayet edecek şekilde yazılmamış fakat suni bir şekilde fabrike edilmiştir. Siyasi tarih yazımının 20. yüzyılda ise uluslararası dengeler, Rusya ve ABD arasında yaşanan Soğuk Savaş süreci gözetilerek gerçekleştirildiği görülmektedir. Bu süreçte demokrasi ve liberal değerler, nihai olarak tüm toplumların ulaşması gereken hedefler olarak belirlenmişlerdir. Siyasi tarih yazımının da bu hedefler doğrultusunda hizalanmasına yönelik adımlar atılmıştır. “Tarihin Sonu” argümanında ABD’li bir akademisyen, dünyada liberal değerlerin ve demokrasinin artık hakim değerler haline geldiğini savunmuştur. Buna göre tarihin sonu gelmiş, bundan böyle tarihin şekillenmesinde farklı bir gelişme beklenmemesi gerektiği belirtilmiştir (Fukuyama, 2006). Böylece dünyada değerler ve siyasi gidişat açısından artık başkaca bir değişiklik olmayacak, gezegenimizdeki tüm ülkeler demokrasi yönünde doğrusal bir patikada adımlar atacaklardı. Ne var ki aynı akademisyen, sonrasında ön görülerinin tutmadığını ve yanıldığını itiraf etmiştir (Glancy, 2014). Benzer bir görüş, demokrasi ile ekonomik gelişmişlik arasında bir korelasyon olduğuna ilişkindir. Buna göre bir ülkede demokrasinin 
olgunlaştıkça ekonomik ilerlemenin olacağı görüşü tedavüle sokulmuştur. Tümdengelim yöntemiyle savunulan bu görüşlerin sağlam temellere sahip olduğu düşünülmüştür. Son dönemlere kadar kahir ekseriyetle Batılı ülkelerin ekonomik açıdan daha ileride olması bu argümanları güçlendirmiştir. Batılı ülkelerde demokratik değerler ön plana çıktığından refah artışı yaşandığı savunulmuştur. Böylece diğer ülkeler de ekonomik refahını artırmak için demokrasi yönünde adımlar atmalıydılar. Ne var ki zaman, Çin, Rusya gibi ülkelerin Batı tipi demokratik ideallerden çok uzak olsalar da ekonomilerini 
belirli ölçüde geliştirebildiklerini göstermiştir. Küresel tarih yazımında modernleşme teorisi gibi tek bir yaklaşımla yeryüzündeki tüm insanlığın tarihini anlamaya kalkışmanın zaman içinde tevessül edilmeyen arkaik bir yaklaşım olması beklenebilir. Bu yaklaşımın aşılması noktasında tek bir kalıba uydurulmaya kalkışılan toplumların değerlerini ve kültürlerini ayrı ayrı incelemek önem arz etmektedir. Bu yaklaşıma örnek olarak Ronald Inglehart ve Christian Welzel’in araştırmalarına değinmek yararlı olacaktır. 1981’de Avrupa Değerler Araştırması, 1990’dan itibaren ise Dünya Değerler Araştırması ismiyle gerçekleştirilmekte, yeryüzündeki yaklaşık yüz ülkenin toplumlarının değer ve inanç sistemlerini kantitatif araştırma yöntemleriyle analiz etmektedir. Bu araştırmaların neticesinde bir dünya değerler haritası tasarlanmıştır (Inglehart & Welzel, 2005). Önümüzdeki dönemde küresel siyasi tarih yazımında yeryüzündeki tüm toplumların kültürlerini ayrı ayrı ele alan, toptancı yaklaşımlardan ziyade toplumlar arasındaki farklılıkları, benzerlikleri ve etkileşimleri kapsayan çalışmaların artması beklenmelidir. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

Yeni Çağın Siyasi Tarihi Yazılırken, BÖLÜM 1


  Yeni Çağın Siyasi Tarihi Yazılırken, 
BÖLÜM 1



Yeni Çağın Siyasi Tarihi Yazılırken; Küresel Tarih Yazımında Dönüşüm ve Süreklilikler 

Efe Sıvış 
İstanbul Kemerburgaz Üniversitesi 

Özet 

Soğuk Savaş sürecinin sona erişinden günümüze, siyasi tarih araştırmalarında küreselleşme kavramına yapılan vurgunun arttığı görülmektedir. Bu çalışmada; insanların, ürünlerin, hizmetlerin ve bilginin ülkelerarası dolaşımının serbestleştiği bir süreç olarak kavramsallaştırılan küreselleşmenin siyasi tarih yazımı üzerinde beklenen olası etkileri ele alınmaktadır. Toplumlar arası etkileşimin artması, yaşanılan ortak gezegenin tarihinin yazılması ihtiyacını doğurmaktadır. Bu ihtiyaca cevap vermesi beklenen yaklaşım olarak küresel tarih yazımı öne çıkmaktadır. 

Çalışmada küresel tarihin önceli olan dünya tarihi yazımının dört karakteristik özelliği ele alınmıştır. Bunlar Batı merkezci yaklaşım, ulus devlet odaklı yaklaşım, modernleşme teorisi eksenli yaklaşım ve menfaat odaklı yaklaşımlardır. Makalenin ana sorusu, küresel tarih yazımında bu özelliklerin dönüşüm ya da süreklilik arz edip etmeyecekleridir. Çalışmada, belirtilen yaklaşımların küresel tarih perspektifiyle çelişmesi/uyum göstermesi beklenen yönleri üzerinde durulmuştur. Buna göre Batı merkezci, ulus devlet odaklı ve modernleşme teorisi eksenli yaklaşımların küresel tarih yazımında belirli nispetlerde dönüşüm geçirmesi beklenmelidir. Çalışmada, süreklilik arz edecek olan özelliğin ise menfaat odaklı yaklaşım olduğu savunulmaktadır. Bu yaklaşım, siyasal-toplumsal çalışmaların ana motivasyonunu tarihsel olarak devlet yönetimleri, iş dünyası ve misyonerler gibi belirli grupların menfaatlerinin oluşturduğunu öngörmektedir. Buna göre önümüzdeki dönemde küresel bir 
yaklaşımla gerçekleştirilecek olan siyasi tarih çalışmalarının belirtilen menfaat odaklı özelliği mahfuz tutacağı savunulmaktadır. 

Anahtar Kelimeler: küresel tarih, dünya tarihi, batı merkezci, ulus devlet, küreselleşme 

Problem Durumu Siyasi Tarih Yazımında Irk Odaklı Yaklaşım 

Siyasi tarih disiplininde yapılagelen akademik çalışmalar birçok alt ve yan sorular barındırmış olsa da özünde basit bir soruya odaklanmıştır; 1500’lü yıllardan itibaren dünyanın geri kalanını silah, ticaret, teknoloji ve diplomasi yoluyla fethedenler niçin Avrupalılar olmuştu da mesela Çinliler ya da Afrikalılar olmamıştı? 

Kimi görüşlere göre tarihin farklı bölgelerde farklı patikalar izlemesinin sebebi insanların ve toplumların doğalarının birbirinden farklı olmasıydı. Bir başka deyişle, bu yaklaşıma göre Avrupalı insanların doğaları, dünyanın geri kalanını fethetmeye Çinlilerden ya da Afrikalılardan daha müsaitti (Diamond, 2005). 

Bu perspektifin siyasi tarihin tüm dinamiklerini göz ardı ederek konuyu sadece insanın doğasına bağlaması ırk odaklı bir yaklaşım olarak görülebilir. Almanya’nın Şansölyesi Adolf Hitler’in 1933’te öncülüğünü yaptığı siyasi bir hareket olan ırkçılık 2. Dünya Savaşı’nın 1945’te sona ermesiyle miadını önemli ölçüde doldurmasına rağmen siyasi tarih yazımında ırk odaklı olarak değerlen dirilebilecek bir anlayışla yapılan çalışmaların akademik literatürü belirli bir süre domine etmeyi sürdüğü gözlenebilir. Irk odaklı unsurlar içermeyen çalışmaların ise ancak 1960’lı yıllardan itibaren ortaya çıktığı görülmektedir. Bu süreçte siyasi tarihçiliğin iktisat, sosyoloji, antropoloji gibi bilim dallarından ödünç alarak yeni bakış açıları kazandığını vurgulamak gerekir. 

Bu kazanımlar yukarıda belirtilen ırk odaklı ya da ‘insan doğası’ kaynaklı yaklaşımın aşılması yönünde yapılan çalışmaların artışına neden olmuştur. Irk odaklı yaklaşımların ortaya çıkışında Batılı akademisyenlerin siyasi tarihi ve doğal olarak sömürgeleşmenin tarihini ‘aklama’ girişimlerinin rolü olduğu ve bu yaklaşımların Batı merkezci siyasi tarih yazımının bir tezahürü oldukları düşünülebilir. 
Ayrıca sömürgeleşme sonrası yaşanılmış insani dramlara dair pişmanlığın siyasi tarihçiliği ırk odaklı bir yaklaşıma gark ettiği savunulabilir. Bu yaklaşıma göre tüm yaşananlara sebep olan yalnızca Avrupalıların doğasıydı ve tarihin bu şekilde tecelli etmesi kaçınılmazdı, dolayısıyla ortada herhangi bir suçlunun aranması beyhude bir çabadan ibaret olacaktı. 

Küreselleşme olarak addedilen süreç, 1991’de Sovyetler Birliği’nin dağılması ile ilga olan siyasi tarih paradigmalarının yerine farklı bir siyasi tarih yazımını ön gören surette gelişmiştir. Gelinen noktada siyasi tarih yazımında evvelce yenilikçi unsurlar içeren Annales okulunun, Marksist yaklaşımların siyasi tarihçiliğe katkılarının belirli nispetlerde yetersiz kalmaya başladıkları ve yeni gerekliliklerin ortaya çıktığı görülmektedir. Bu makalede siyasi tarih yazımını çağın yeni gereklilikleri yönünde teşmil edilen yöntem ‘küresel tarih yazımı’ olarak kavramsallaştırılmıştır. 

Küresel Tarihin Siyasi Tarihçiliğin Önceki Kazanımlarıyla İlintisi 

Öncelikle küresel tarih yazımında kültürel teorilerden faydalanma eğiliminin yeni siyasi tarih yazımında önemini yitirmediği görülmektedir (Hunt, 2014). Küreselleşme teorisyenleri tarafından bu noktada yapılan vurgu, eski perspektiflerin kullanıma devam edilmesi, bunların tarihçilikte önemli araçlar olduğu ve bu kazanımların küreselleşmenin ideolojik uygulamalarını gözden kaçırmamak açısından önemli oldukları yönündedir. Annales okulunun önemli bir temsilcisi, siyasi tarihin; ekonomik, toplumsal, siyasi ve kültürel açıdan bir bütün olarak ele alınması gerektiğini belirtmiştir (Lovett, 1983). Benzer şekilde Batı medeniyetine kuşkucu bir şekilde yaklaşan, bugün gelişmişlik düzeyi bakımından göreli olarak geride olan/bırakılan ülkelerin içinde bulundukları durumu Batı’nın 
1500’lü yıllardan itibaren söz konusu ülkeleri ekonomik açıdan sömürmesiyle açıklayan çalışmaların siyasi tarihçilik açısından önemli bir kazanım olduğu düşünülebilir (Wallerstein, 2004). Benzer şekilde Andre Gunder Frank’in Batı merkezci bir tarihçiliği reddetmesi, çalışmalarında ağırlık merkezi olarak Latin Amerika’ya ve Asya’ya yer vermesi siyasi tarihçiliğin kalıplaşmış, tek yönlü bakışına karşı bir adım olarak değerlendirilebilir (Frank, 1970). Siyasi tarihçilik teki müesses nizama karşı bir duruş sergileyen bu gibi yaklaşımların küreselleş me paradigması ile entegre olması, siyasi tarihçilik açısından önem arz etmektedir (Hunt, 2014). 

Küreselleşme Sürecine İki Farklı Yaklaşım; Yenilikçiler & Dönüşümcüler 

Dünyanın Soğuk Savaş sonra yaşanan süreçte sistemik bir dönüşümün içinden geçtiği düşünülebilir. Küreselleşme kavramı üzerindeki tartışmalar, bu büyük dönüşümün atmosferini yansıtmaktadır. Bu fenomenin tam olarak nasıl kavramsallaştırılacağına dair genel bir uzlaşı bulunmamaktadır. Küreselleşme, daha önceki düzenden radikal bir sapış mıdır? Yoksa zaten var olan eğilimlerin farklı bir retorikteki tezahürü müdür? Küreselleşme teorisyenleri bu sorulara çok farklı cevaplar verebilmektedirler. Örnekse ‘dönüşümcüler’ olarak adlandırılan grup, dünya düzeninde tarihsel bir kayma yaşandığını iddia etmekte fakat yenilikçilerden farklı olarak yaşananların biricik ve ahistorik bir fenomen olduğu görüşüne katılmamaktadırlar. Buna göre küreselleşme süreci modern çağların 
başından beri gelişmektedir. Çeşitli toplumların ve ekonomilerin 1500’lü yıllardan itibaren kademeli olarak birbirleri ile entegrasyonuna benzer şekilde bugün de teknolojilerin, internetin ve diğer unsurların tüm toplumları birbirine bağladığı görüşü öne çıkmaktadır. Bu görüşe göre küreselleşme, büsbütün yeni bir kavram olmaktan ziyade uzun erimli bir tarihsel sürece işaret etmektedir. Bu 
nedenle tamamen farklı bir süreçten ziyade bir süreklilikten ve dönüşümden bahsetmek gerekmektedir. Küreselleşmenin sürekliliğine atıf yapan bu kesimler dünyanın onyıllardır kademeli olarak bölgesel ticari bloklara ayrıldığı ekonomik ve siyasi bir sürece dikkat çekmektedirler. Bugün yaşanan dönüşüm ise yalnızca tarihin konjonktürel faktörlerle şekillenmesinden ibarettir. 

Yenilikçiler olarak addedilebilecek karşıt kesim ise küreselleşmenin yüzyıllardır belirli nispetlerde var olan bir süreç olduğu ve fakat bu sürecin Soğuk Savaş’ın ardından daha da derinleştiği, yalnızca bir dönüşümün yaşandığı konusunda ikna olmamış görünmektedirler. Bu görüşe göre küreselleşme olarak telakki edilebile cek yeni bir süreç yaşanmaktadır. Ne var ki iki tarafın da üzerindeuzlaştığı nokta günümüzde küreselleşme denilen bir olgunun mevcudiyetidir (Held, 1999). 

Amaç 

Postmodernizmin 1980’lerin dünyasını açıklamada anahtar kavram olmasından hareketle, küreselleşmenin de insanlığın üçüncü milenyumdaki dönüşümünü anlamak için önemli bir araç olacağı savunulabilir (Waters, 1995). Küreselleşme, yaşanan süreçte insana dair hemen her alanda ağırlığını hissettirdiği gibi siyasi tarih yazımında da ön plana çıkmakta ve siyasi tarih yazımını şekillendirici bir rol oynamaktadır. Küreselleşme paradigmasının, Soğuk Savaşın sona ermesini müteakip şekillenen ideolojik atmosferde tüm ülkelerin birbirleriyle olan kaçınılmaz etkileşimi ve küresel sistem içindeki aktörlerin birbirleri ile olan ilişkilerinin derinleşmesi siyasi tarih yazımını da etkilemiştir. 

Küreselleşme kavramının esasen Soğuk Savaşın sona ermesini müteakip son yirmi yıldır yaygın olarak kullanıldığı görülmektedir. Kavram, yaygın olarak ekonomik bir fenomeni tasvir etmektedir. 
Küreselleşme denilen süreçte uluslararası şirketler ve finansal sistemler, siyasi bariyerlerden belirli nispetlerde kurtulmuşlardır. Hızlı tüketim ve kültür metalarının ülkelerin sınırlarını aşması ve dünyanın küresel bir köy olarak konumlandırılması bir hedef olarak öne çıkmaktadır. Ayrıca bu hedeflerin gerçekleşmesini, kültürel ve hızlı tüketimin artışını temin edebilmek için gerekli alt yapıyı hazırlayan telekomünikasyon ve internet çağına vurgu yapılmaktadır. 

20. Yüzyılın ortalarından itibaren ulaşımda ve iletişim teknolojilerinde yaşanan gelişmelerin uluslararası düzeni etkilediği görülmektedir. Günümüzde insanların, hizmetlerin, bilginin, metaların dünyanın bir bölgesinden diğer bir bölgesine kolaylıkla taşınabildiği bir süreç yaşanmaktadır. Tüm finansal işlemlerin günün herhangi bir saatinde, bir bilgisayar ekranından gezegenin herhangi bir 
yerinden yönetilebildiği bu sistem, insanlar arasındaki mesafenin dramatik bir şekilde ‘azalması’, mekan ve zaman hakkında yeni tahayyüllerin oluşmasınavesile olmuştur. Böylece başkaca bir dünyanın ‘bizim’ dünyamızdan pek de kopuk olmadığı fikri oluşmaya başlamıştır. Nihayetinde tüm insanlık aynı araçta yolculuk eden ve benzer deneyimleri yaşayan bir topluluktan olduğuna yönelik bir algının oluştuğu görülmektedir. Bu nedenle siyasi tarihin de tüm insanlığın tarihini ele alabilecek şekilde küresel bir perspektiften yazılması ihtiyacı tartışılmaya başlamıştır. Bu çalışmanın amacı bahse konu ihtiyaca yönelik tartışmaların sentezlenmesi suretiyle dünya tarihi yazımından küresel tarih yazımına geçişte yaşanması beklenen dönüşüm ve sürekliliklere işaret etmektir. 

Küreselleşmenin Getireceği Potansiyel Sorunlar 

Küresel tarih yazımı ve siyasi tarihçiliğin küresel bir bakış açısıyla yazılması iki ana potansiyel sorunu beraberinde getirmektedir. Birincisi küreselleşme, odak noktasını dünya genelindeki makroekonomik göstergelere dolayısıyla Batı lehine bir tutum yönünde sabitleme noktasında eğilim gösterebilecektir. İkincisi ise küresel tarih yazımının ekonomik faktörlerin diğer tüm dinamikleri belirlediği gibi bir ön kabulle yola çıkma ihtimalidir. Bu sebeplerden küreselleşme kavramının siyasi tarihçilikte bugüne dek yöneltilen eleştirilere yeni bir açılım getirmeme ihtimalinin olduğu savunulabilir. Daha önemli bir diğer çekince ise, küreselleşme paradigmasının yeni bir açılım getirmek şöyle dursun siyasi tarihçilikte yukarıda bahsedilen yenilikçi yaklaşımların on yıllardır elde ettiği kazanımları dahi 
tamamen boşa çıkarması ihtimalidir (Hunt, 2014). Küreselleşmenin yalnızca ekonomik bir fenomen olduğu yönündeki algının siyasi tarih çalışmalarına sirayet etmemesi titiz bir çalışmayı ve hususi bir özeni gerektirmektedir. Bu sebeple küreselleşme kavramının yaygın kullanımı revize edilmeli ve ekonominin önemi göz önünde bulundurulmakla beraber ekonomik unsurların başı çektiği ve tüm 
diğer dinamikleri belirlediğini varsayan anlayışa şüpheyle yaklaşılmalıdır. 

Bu tartışmalar genel olarak akademide küreselleşme kavramının diskurunu oluşturmaktadır. Fakat diskurun içindeki odak noktası birincil olarak küreselleşmenin varoluşunu araştırmak ve hedefinin anlaşılmasıdır. Tartışmalardan beklenen ise siyasi tarihçiliğin küreselleşme sürecinden istifade etmesinin sağlanmasıdır. Yukarıda belirtildiği üzere küreselleşme kavramının siyasi tarihin önceki kazanımları olarak belirtilen sosyal ve kültürel teorilerle entegre edilmesi daha kapsayıcı bir sonuca varılmasına vesile olabilir. Bunu yaparken küreselleşmenin yeni dinamiklerinin ve iktisadi gerçekliklerin de göz ardı edilmemesi gerekmektedir. 

Siyasi Tarihin ‘Cazibesi’ 

Siyasi tarih, insanlara bugünü yorumlama konusunda çeşitli olanaklar sağlamaktadır. Makalenin başındaki soruda belirtildiği gibi günümüz dünyasında kıtalar, bölgeler, ülkeler arasında oluşmuş muazzam farkların sebeplerinin açıklanmasına katkıda bulunmasının, siyasi tarihin bugün halen cazibesini korumasındaki önemli unsurlardan biri olduğu savunulabilir. Bu farkın insanlar tarafından hissedilmesi ve toplumların kendi yaşam standartlarının farklı toplumların yaşam standartlarına kıyasla daha yukarıda ya da aşağıda olduğu yönündeki farkındalıklarının, siyasi tarihe yönelik teveccühü hem toplumlar hem de akademisyenler nezdinde artırdığı söylenebilir. Ne var ki siyasi tarihçilerin hangi konuları araştırması ve hangi yöntemle araştırması gerektiği konusunda halen genel bir uzlaşıya varılmış değildir. Post-modernist perspektif, siyasi tarihçilik anlayışında geçmişte yaşananlara tarafgir ve tek yönlü bir bakış açısıyla yaklaşılmaması gerekliliği yönünde bir nosyon oluşmasına katkı sunmuş görünmektedir. Diğer yandan iletişim teknolojileri sayesinde coğrafi olarak birbirine hayli uzak olan ülkeler arasında dahi erişimin mümkün olması siyasi tarihçilere önemli olanaklar sunmuştur. Küresel tarih yazımında geniş anlamda toplumların, dar anlamda ise farklı etnisiteler, dini gruplar ve azınlıklar gibi unsurların göz önünde bulundurulması gerekliliği görülmektedir. Oysa klasik dünya tarihi yazımında lider ve devlet odaklı ‘yukarıdan’ bakış açısı öne çıkmıştır. Son zamanlarda popülerlik kazanan çevre, iklim ve küresel dünya ekonomisi gibi konular da evvelce ayrı ayrı devletleri ve devletlerin ordularının birbirleriyle yaptıkları muharebeleri merkeze alan siyasi tarih yazımını kuşkusuz etkilemektedir. 

Küreselleşme ve Batı İlişkisine Yöneltilen Eleştiriler 

Küresel tarih yazımının da öncelleri gibi zımni olarak çeşitli siyasi emeller yönünde araçsallaştırılabileceği yönünde eleştiriler mevcuttur. Bu görüşteki akademisyenler küresel tarihin de bir ideoloji barındırdığını ve Batı bloğunun küreselleşme kavramını dünyayı kültürel ve ekonomik olarak domine etmek için bir araç olarak kullanıldığını savunmaktadırlar (Conrad, 2016). Bu çerçevede ABD’nin 1997, 1998, 1999 tarihli Ulusal Stratejik belgelerinde küreselleşme kavramına özel bir önem atfedildiği görülmektedir. Bill Clinton’ın ABD başkanlığı döneminde açıklanan 1999 Ulusal Strateji Belgesinde uluslararası ilişkiler alanındaki politikalar küreselleşme kavramı çerçevesinde ele alınmıştır. ABD’nin Stratejik Belgesine göre küreselleşme; ekonomik, kültürel, teknolojik ve siyasi 
bütünleşmeyi hızlandıran, değişik coğrafyalarda yaşayan insanları birbirine yaklaştıran, yeryüzünün her yerinde demokrasi, hukukun üstünlüğü gibi kavramları olumlayan bir süreçti (Erhan, 2001). 

Küreselleşme kavramının Batı ile ilişkisine kuşkuyla yaklaşan görüşler, küreselleşme denilen sürecin siyasi tarih yazımında belirli noktaları bilinçli olarak gölgede bırakma, toplumları ve bireyleri odak noktasından kaçırma, esas görülmesi gerekenleri göstermeme eğiliminde olabileceği ihtimalleri üzerinde durmaktadırlar. 

Küreselleşme süreci aynı zamanda ‘az gelişmiş’ olarak kümelenen ülkelerin, ekonomik ve kültürel emperyalizm sistemi içinde sömürülmeleri suçlamalarına maruz kalmaktadır. Adam Smith, Max Weber, Karl Marx ve Friedric Engels gibi düşünürlerin, çalışmalarında, siyasi tarihi, küreselleşme kavramı üzerinden olmasa da ekonomik açıdan ele aldıkları görülmektedir. Küresel sistemin tarihsel gelişimi olarak addedilebilecek süreç ise siyasi tarihi uzun erimli bir perspektiften ele alan Fernand Braudel ve Immanuel Wallerstein gibi akademisyenler tarafından eleştirel bir üslupla yazılmıştır. 
Küreselleşme kavramına akademyadaki tartışmalarda yöneltilen eleştirilerin sürdürdüğü görülmektedir. Buna göre Batı Bloğu, gezegeni bir kez Avrupalılar bir kez de Kuzey Amerikalılar olmak suretiyle hali hazırda iki kez fethetmiş bulunmaktadır, şu an yaşanan süreç ise üçüncü fetihle Batı dominasyonunun pekişmesine vesile olmaktadır (Amin, 1997). Dünyanın dönüşümüne ilişkin bu 
tip bir kuşkuculuğun yalnızca kronik sol görüşe mal edilmemesi gerekir. Sağ görüşten de küreselleşme sürecine eleştirel çıkmaktadır, ABD’nin küresel hegemonyasını dünyaya yayması için araçsallaştırıldığını belirten muhafazakar tarihçiler görüş bildirmektedir. Buna göre siyasi küreselleşme, bu işlemin ifa edilebilmesi için kullanılan bir maskeden ibarettir (Ferguson, 2001). 

İletişim teknolojilerinin gelişmesi, bilginin dolaşımını eskiye nispetle çok daha kolay hale getirmiştir. Bu imkanların siyasi tarih yazımında etkileri olması beklenmelidir fakat belirtildiği üzere bahse konu imkanların ve teknolojilerin, orjinleri itibariyle açıktan olmasa da zımni olarak bir Amerikan ya da Batı egemenliğini dayatma fonksiyonu üstlenme ihtimali de yöneltilebilir bir eleştiridir. 

Yöntem 

Bu çalışma, küresel tarih yazımında dikkate alınması gereken noktalar üzerine yoğunlaşmıştır. Çalışmada küresel tarih yazımının öncelleriyle kıyaslandığında yaşanması beklenen dönüşüm ve süreklilikler dört ana başlıkta toplanmıştır. Bunlardan ilki Batı merkezci siyasi tarihçilik anlayışıdır. İkincisi küresel sistemi analiz eden çalışmalarda analiz düzeyi olarak yalnızca ulus devleti odak 
noktasına koyma eğilimidir. Bu bölümde 1648 yılında imzalanan Vestfalya anlaşmasından sonraki süreçte şekillenen ve 1789 Fransız Devrimi ile oluşumları hız kazanan ulus devletlerin günümüzde ne derecede geçerli oldukları tartışılacaktır. Üçüncüsü modernleşme teorisi yönündeki yaklaşımdır. Bu bölümde serbest pazar ekonomisine sahip ve Batılı demokratik değerleri benimseyen ülkelerin diğer tüm ülkeler için bir çıpa olarak konumlandırıldığı tarih anlayışı ele alınacaktır. Dünyadaki tüm ülkelerin doğrusal olarak belirli aşamalardan geçip nihayet liberal demokrasi sisteminin içselleştirildiği ülkelere dönüşmesi olarak özetlenebilecek önerme tartışılacaktır. Dördüncü unsur ise siyasi tarihin geçmişte olduğu gibi belirli grupların menfaatleri doğrultusunda yazılmaya devam edip edilmeyeceği konusudur. Bu bölümde siyasi tarihçiliğin geçmişten bugüne hangi odakların menfaatlerine yönelik yapıldığı ve çalışmaların idame ettirilebilmesi için gerekli olan finansal kaynakların sağlanmasının bağlı olduğu dinamikler değerlendirilecektir. 

Çalışmada küreselleşme sürecinin siyasi tarih yazımına etkileri çerçevesinde, makalede ele alınan dört maddenin ilk üçünde belirli nispetlerde dönüşümün, dördüncü maddede ise sürekliliğin beklendiği argümanı savunulacaktır. Dört maddeden evvel ise küresel tarih yazımı ve dünya tarihi yazımı arasındaki yaklaşım farkının, dünya ve yerküre kavramlarının diplomasi tarihindeki ve günlük kullanım teamüllerindeki nüansları üzerinden analizi gerçekleştirilecektir. 

Dünya ve Yerküre Kavramlarından Dünya Tarihi ve Küresel Tarihe 
Dünya tarihi ve küresel tarihin arasındaki farkları anlamak açısından dünya ve yerküre terimlerinin kullanım teamülleri önemli ipuçları içermektedir. Yüzyıllardır süregelen yaygın kullanım incelendiğinde ‘dünya’ kavramının gezegenimizin tümünü işaret etmekten ziyade insanların yalnızca kendi erişimlerinin bulunduğu alanları belirtmek için kullanıldığı görülmektedir. Avrupalıların tarihsel süreç içinde kendi yaşadıkları ortamı ‘dünya’ kavramıyla özdeşleştirdikleri görülmekte dir. Buradaki dünya, astrolojide ya da uzay fiziğinde yer aldığı şekliyle ‘dünya’ değildir. 1492 yılında Portekizli bir denizci Amerika kıtasını keşfettiğinde Avrupalılar, keşfedilen yerin aynı gezegende olduklarını bilmelerine rağmen yeni bir ‘dünya’ bulduklarını ileri sürmüşler ve Amerika kıtasına ‘Yeni Dünya’ ismini takmışlardır (O'gorman, 1972). 

Bir başka deyişle her toplumun kendi dünyası vardır, gezegenin tamamını belirtmek için ise başına ‘tüm’ ya da ‘bütün’ sıfatları getirilmesine ihtiyaç duyulur. İronik görünse de kullanım teamülleri açısından dünya kavramı tek başına tüm dünyayı işaret etmemekte, hatta insanların dahi tekil olarak 
kendi dünyalarına sahip olduğu düşünülmektedir. 

Bu yaklaşım siyasi tarih yazımına bakıldığında da geçerli görülmektedir. Dünya terimi, insanların yalnızca kendi erişimlerinin bulundukları alanlara işaret ettiği gibi dünya tarihi de benzer şekilde belirli bir toplumu ya da bölgeyi merkeze alan bir siyasi tarih anlayışına işaret etmektedir. 

Dünya kavramından farklı olarak gezegenin tamamına işaret etmek için ise iki eşanlamlı terim öne çıkmaktadır. Bunlar yeryüzü, ya da küresel tarihin isim kaynağı olan yerküre kavramlarıdır. Kullanım teamülleri açısından dünya ile yerküre aynı anlama gelmemektedir. Yukarıda belirtildiği gibi dünya kavramı, daha dar bir anlama sahipken, yeryüzü ya da yerküre kavramları gezegenin tamamına işaret etmektedir. 

Örnekse Avrupalıların zamanında Amerika kıtasını tanımlamak için kullandıkları ‘Yeni Dünya’ terimi yerine ‘Yeni Yerküre’ terimi kullanılamaz. Benzer şekilde 2. Dünya Savaşı’nın 1945 yılında sona ermesinden Sovyetler Birliği’nin 1991 yılındaki çöküşüne kadar yaşanmış Soğuk Savaş döneminde aralarında Mısır, İran, Venezuela’nın da bulunduğu belirli ülkeler ne ABD’nin ne de Rusya’nın 
tarafında yer almışlardır. ‘Bağlantısızlar’ adı verilen bu harekete mensup olan ülkeleri tanımlamak için ‘3. Dünya Ülkeleri’ kavramı kullanılmıştır (Tomlinson, 2003). Bu kavramın yerine ‘3. Yerküreleri‘ terimi kullanıldığında yine aynı anlamı vermeyecektir. 

Yerküre, uzay boşluğunu işaret etmektedir ve sanki gezegenimizin dışında uzayda durup gezegenimize bakılarak yapılmış bir tanımdır. Buradan siyasi tarihçiliğe geçmek gerekirse, bir uzay bilimcisinin yerküre kavramını kullandığı gibi siyasi tarihçinin de ülkelerin ‘küçük’ ve ‘subjektif’ dünyalarının değil tüm yerkürenin tarihini yazması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Bu açıdan dünya 
tarihi ile küresel tarih arasındaki farkın anlaşılmasında dünya ve yerküre terimlerinin sözlük anlamları ve diplomasi tarihindeki kullanım teamülleri önem arz etmektedir. 

‘Dünya’ sözcüğünün birincil anlamı, ‘Üzerinde yaşadığımız toprak ve denizler, yeryüzü’ olarak verilse de, günlük kullanımda daha çok ikincil, üçüncül, dördüncül, beşincil ve altıncıl anlamlarının öne çıktığı görülmektedir. Bunlar sırasıyla şöyle sıralanmıştır; (i) Dış çevre, ortam, (ii) İnançları bir olan ülke ve insan topluluğu, (iii) Meslek veya işbirliği içinde bulunan kimseler, camia, (iv) Herkes, (v) Duygu, düşünce ve hayal alemi. Diğer yandan yerküre teriminin tek bir anlamı vardır ve sarihtir; ‘Üstünde yaşadığımız gök cismi, yer, yer yuvarı, yer yuvarlağı’ (TDK, 2011). 

Batı Merkezci Yaklaşım 

Siyasi tarih disiplini Avrupa ve Avro-Amerikalıların dünyanın geri kalanındaki bölgelerin kahir ekseriyetini ve bu bölgelerde yaşayan insanları domine ettiği dönemlerde ortaya çıkmıştır. Evvelce belirtildiği üzere akademyadaki bazı görüşlere göre bu dominasyon süreci halen devam etmektedir. 19. yüzyıldan itibaren hız kazanan ulus devletlerin inşa süreciyle beraber endüstriyelleşme ve 
emperyalizm kavramlarının da profesyonel tarihçiliğin ortaya çıkmasında payı olduğu savunulabilir. 19. Yüzyılda Birleşik Krallık’ta başlayan endüstri devrimi Avrupa’nın yalnızca iktisadi sistemini dönüştürmekle kalmamış, aynı zamanda Avrupalıların ve Avro-Amerikalıların orantısız, asimetrik bir biçimde askeri ve ekonomik güce sahip olmasına vesile olmuştur. Bu güç sayesinde Batı’nın, 
kendisinden coğrafi açıdan göreli uzak olan toprakları fethetme kabiliyetine eriştiği görülmektedir. Bu türden bir kabiliyet, Batı’nın diğer ülkelerin kaynaklarını ekonomik olarak sömürebilmesine ve bu bölgelerin insanlarını kendi sömürge yönetimlerine tabi kılabilmesine yol açmıştır. Profesyonel tarihçilik mesleğinin oluşumunun bu dönemlere rastlamasının tesadüfi olduğu düşünülmemelidir. Hem endüstri devriminin hem de kendi mensup oldukları devletlerin önemini vurgulama eğilimindeki siyasi tarihçiler, bu dönemde Avrupanın ‘dâhiyane’ ve ‘mucizevi’ tarihsel gelişimini izaha kalkışmışlardır. 

19. yüzyılda yaşamış olan Karl Marx, Friedrich Hegel ve Leopold von Ranke’nin görüşleri birçok alanda farklılık gösterseler de Avrupa’yı Akdeniz merkez olmak suretiyle dünya tarihinin çekirdeği sayma noktasında uzlaşmış görünmektedirler. Bu çalışmalarda Afrika, Kolomb öncesi Amerika ve Asya toprakları ise tarihsel gelişimin uğramadığı durgunluk ve miskinlik merkezleri olarak görülmektedir (Gills & Thompson, 2006). Hegel’in eserlerinde; Akdeniz bölgesi, açıkça “dünya tarihinin merkezi” olarak telakki edilmiş, Doğu Asya’nın ise genel tarihsel gelişimden muaf olduğu ve tarihsel gelişime herhangi bir katkı sunmadığı görüşleri savunulmuştur (Hegel, 1956). 

Bu yöndeki görüşlerin, dönemin Avrupalı emperyalistlerinin görüşleriyle uyum içinde oldukları görülmektedir (Adas, 1989). Benzer görüşler ayrıca akademyada halen süren bir görüş ayrılığına da sebebiyet vermişlerdir. Bu anlayışa göre Avrupa toprakları ve Amerika’nın yakın zamanda Avrupalılaştırılan toprakları diğer tüm toplumlara emsal teşkil edecek bir tarihsel gelişimin öznesi olmuşlar dır. Asya, Güney Sahara Afrikası, Kolomb öncesi Amerika, Okyanusya ve Tropik Dünya gibi bölgelerin toplumları ise genel itibariyle ancak antropoloji disiplininin öne çıktığı siyasi tarih çalışmalarında kendine yer bulabilmiştir. 

Buna mukabil Batı merkezci bakışı kırabilmiş akademik çalışmalar da bulunmaktadır. Bu çalışmalardan bazıları küresel çapta üne kavuşmuş ve siyasi tarih derslerinde, siyasi tarihe farklı bir yaklaşımın görülebilmesi açısından, Batı merkezci tarih klasikleriyle bir arada okutulmaktadır (Said, 2003). Batı merkezci yaklaşımı reddeden bir bakış açısıyla yazılmış olan ‘Şarkiyatçılık’ isimli eserin, 
kendisi gibi farklı bakış açılarının yer aldığı eserlerin yazılmasının önünü açtığı savunulabilir. Bunun yanında yerel kültürlere odaklanan yaklaşımların da Batı medeniyetinin hegemonyasını reddetme iddiası taşıdığı düşünülebilir. Buna göre çeşitlilik ve farklılıklar, Batı merkezci yaklaşıma önemli bir alternatiftir ve insan haklarını temin edecek olan anlayış da budur (Mignolo, 2000). 

Küreselleşme, kimi teorisyenlerce toplumsal süreçler açısından yerel ve bölgesel düzeyden dünya düzeyine ilerlemeci bir artış olarak tanımlanmaktadır (Bayly, 2002). Küreselleşmenin evvelce belirtildiği üzere kimi görüşlere göre bizatihi Batı Bloğunun domine ettiği bir kavram olması hasebiyle bu perspektiften yapılacak olan çalışmaların Batı merkezci bir bakış ihtiva etmesinin kaçınılmaz 
olduğu da yapılan eleştiriler arasındadır (Hunt, 2014). Öte yandan küreselleş menin yalnızca Batılı bir fenomen olduğu görüşünün hayli tartışmalı olduğu yönünde verilerin mevcut olduğu, küreselleşmenin Batılı olduğu kadar Doğulu yanlarının da bulunduğu görülmektedir. Bu nedenle bahse konu sürecin tamamının çok boyutlu bir şekilde analiz edilmesi gerekmektedir (Hopkins, 2002). 
Örnekse ‘ümmet’ kavramının ideallerini evrensel Müslüman değerler açısından incelemek gerekmektedir (Bennison, 2009). Benzer şekilde küreselleşme sürecinin Batının haricinde de geliştiğini gösteren çalışmalar mevcuttur (Van De Ven, 2004). 

Siyasi tarih alanındaki çalışmalara bakıldığında makalenin başında değinilen ırk odaklı yaklaşım, günümüzde önemli ölçüde reddedilmiş görünse de küresel tarih yazımında Batı merkezciliğin tuzağına düşmemek kolay görünmemektedir. 
Öte yandan Batı merkezciliğin çalışmalara her zaman bilinçli olarak yansıdığı da düşünülmemelidir. 

Belki bilinçli olarak Batı merkezci bir siyasi tarih yazımına tevessül eden akademisyenlerden daha fazla üzerinde durulması gereken bu yaklaşımın, çalışmalara gayri ihtiyari olarak sirayet etmesidir. 

Küresel kapitalizmin politik ekonomik temellerinde Batı merkezci yaklaşımın olduğunu savunan görüş, Batı merkezci yaklaşımdan bağımsız bir siyasi tarih yazımının zor olduğunu öngörmektedir (Dirlik, 1999). Ayrıca bu makalede küresel tarih yazımı sürecinde dönüşüm geçirmesi gerekliliğine işaret edilen bir diğer önemli unsur olarak analiz edilen ‘ulus devlet odaklı yaklaşım’ ile Avrupa modernitesi arasındaki göreli yüksek korelasyondan ötürü siyasi tarih yazımının bizzat Batı merkezci özelliği olduğunu düşünen ve bu özelliğin disiplinin 
ruhuna işlemiş bir kavram olduğunu söyleyen kötümser yaklaşımlar da mevcuttur (Chakrabarty, 2008). 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,




***