27 Kasım 2018 Salı

Küreselleşmeci Neoliberalizme Karşı Nasıl Bir Yol İzlenebilir? BÖLÜM 2

Küreselleşmeci Neoliberalizme Karşı Nasıl Bir Yol İzlenebilir? BÖLÜM 2



B) Avrupa Birliği 

Avrupa Birliği (AB) emperyalist bir oluşumdur. Ne var ki âdeta tapılıyor ona. Bu ölçüsüzlüğü bırakıp kendimize gelelim. Devletimizin ulusallık niteliğini aşındırmanın etkili bir aracı haline gelen AB'yi, artısıyla eksisiyle adam gibi değerlendirelim. Hükumetleri mız bu kuruluşa çok tehlikeli ödünler 
vermiştir, vermeye de devam etmektedir. Avrupa Birliği (AB) uyduluğu na karşı kesin tavır alınmalıdır. Zaten halkımızın büyük çoğunluğu AB'- ye karşıdır. Hem bilimsel gerçeklere hem de halkımızın eğilimine paralel olarak, AB karşıtı bir politika oluşturulmalıdır. 

Batı'ya, AB'ye haklarımızın bilincinde olduğumuz ve onları çiğnetmemeye kararlı olduğumuz açıkça gösterilmelidir. Ulusalcı cephe bu bilinci canlandırmalı ve güçlendirmelidir, Milleti de o şekilde davranmaya yönlendirmelidir. Halkın AB dayatmaları ve ABD tehditleri karşısında, yeteri kadar tepki göstermesi sağlanmalıdır. Uğradığımız kayıplar, katlandığımız haksızlıklar, AB putperestliği nin sakıncaları Türk halkına anlatılmalıdır. 
Bu ülkeden olup da AB himayesi isteyen, yabancıların propagandasını yapan, onların dâvâsı için çalışan kişi ve kurumlar deşifre edilmeli; ne oldukları, hangi 
hâince tertipler içinde bulundukları halka açıklanmalıdır. 

<  Eğer Osmanlı'nın uğradığı âkibete uğramak istemiyorsak, ^^ Avrupa Birliği ile kurulu, bu; Yalnız Milli haysiyetle değil, Aynı zamanda akıl ve bilimle de bağdaşmayan asimetrik İlişkilere Derhal son vermelidir. AB ile üyelik görüşmeleri derhal kesilmelidir.^^ >

C) Borçlanma 

Türkiye Cumhuriyeti Devleti yeniden Batı'nın borçlandırma tuzağına düşürülmüştür. Bu yüzden yalnız malî değil, aynı zamanda ekonomik, siyasal ve sosyal kayıplara uğramaktadır. Bir devlet borçlanma batağına bir kere batırıldı mı, artık ondan kurtulması çok zordur. Kurtuluş büyük çabalar, olağanüstü değişiklikler gerektirir. 

1) Yapılabilecek olanları aşağıda sıralıyorum: 

Türkiye'de bir borç ertelemesi artık kaçınılmazdır. Ancak bu erteleme bir vergi reformu ve sermaye kontrolü önlemleriyle birlikte yapılmalıdır. 
Eğer Osmanlı'nın uğradığı âkibete uğramak istemiyorsak, Avrupa Birliği ile kurulu, bu; yalnız milli haysiyetle değil, aynı zamanda akıl ve bilimle de bağdaşmayan asimetrik ilişkilere derhal son vermelidir. AB ile üyelik görüşmeleri derhal kesilmelidir. 

-Türkiye'de vergi yükünün dağılımı son derecede adaletsizdir. Vergi reformu şarttır. Harcamalar yönünden ise şeffaf bir bütçe harcama sistemi 
kurulmalıdır. Yapılacak reformun amaçları .unlar olmalıdır: 
Daha âdil bir gelir bölüşümü, yeniden üreten bir Türkiye, borçların ödenmesi. 

Reform başlıca şu araçları kapsayabilir: 

Gelir ve servetin yığılmış bulunduğu yüksek gelir gruplarına dönemsel bir vergi getirilir. “ Devlet iç borçlanma senetleri”nin (DYBOS) faiz gelirleri etkin şekilde vergilendirilir. DYBOS'lar üzerinden bir defalık bir “servet vergisi” alınır. Hâsılat iç borç itfasında kullanılır. Hazinenin iç ve dış borç ödemelerinde kullanılmak üzere bankalardaki mevduat hesaplarının belli bir minimum miktarı üzerindeki bölümünden bir defalık maktu bir vergi alınarak, bir “âcil durum fonu” yaratılabilir. Vergiden kaçan, vergi kaçıran kesimlerin üstüne kararlılıkla gidilir. 

-İkinci bir önlem olarak, sermaye mutlaka kontrol altına alınmalıdır. Ülkenin ve ekonominin yazgısı üç be. spekülatöre terk edilmemeli, bunların 
ülkeyi soymaları engellenmelidir. Bu nedenle 1989 tarihli 32 sayyly Kararname gözden geçirilmeli, süregelen “finansal israf ” önlenmelidir. Türkiye, 
sermaye hareketleri serbest oldukça kalkınamaz. Bu nedenle sıcak paranın ülkeye girişine, kalışına ve ülkeden çıkışına kurallar getirilmelidir. Sermaye 
hareketleri mutlaka denetim altına alınmalıdır. 

Emperyalist merkezlerin spekülatif para operasyonlarına hizmet eden, mevcut kambiyo politikası değiştirilmelidir. 
İç borç stokunun mali sisteme ve reel ekonomiye olan yükünü azaltmak için, Hazine, Merkez Bankası ve bankacılık kesimi şu iki amaçla bir düzenleme 
yapmalıdır: -Borcun vadesi uzun döneme yayılmalıdır. -Borcun reel faiz yükü düşürülmelidir. 


(Hazine Müste.arly.y 31 Mart 2008) 
TÜRKİYE'NİN BORÇLARI (MİLYAR DOLAR) 

“Yastık altı dövizleri” ekonomiye kazandırılmalıdır. Türkiye'nin, kamu borçlarını ödemesi olanaksızdır. Tutulacak en iyi yol, diğer önlemler eşliğinde büyük çaplı bir ertelemeye gitmektir. Türkiye de yabancı bankalarla, kreditörlerle bir araya gelip birebir anapara ödemelerini belli bir takvimde askıya alabilmenin koşulları için pazarlık yapabilir. Hatta faiz ödemeleri de askıya alınabilir. 

2) Politika değişikliğine gidilirken Atatürk'ün dış borçlanma ilkeleri göz önünde tutulmalıdır: Mali bağımsızlık, tam bağımsızlığın en önemli ögesidir. 
Malî bağımsızlığın korunması için ilk koşul, bütçenin denk, ekonomik yapı ile uyumlu olmasıdır. Dolayısıyla devleti yaşatmak için, ülke; yabancılara başvurma  dan, kendi öz gelir kaynaklarıyla yönetilmelidir. Hükumetler her uygar devlet gibi dış borçlanma yapabilir. Ancak şu iki koşula uymak kaydıyla: Borç yükü malî bağımsızlığı tehlikeye düşürmemelidir. Borçlanma, “verimli” olmalıdır. Hem ülkenin sermaye birikimini artırmalı, hem de kendi kendini amorti edebilmelidir. 


(Hazine Müste.arly.y 31 Mart 2008) 
SICAK PARA 80,9 MYLYAR DOLAR 

D) Yabancı Sermaye 

1) Yabancı sermaye, Türkiye'nin bugün içinde bulunduğu koşullarda bir tehlikedir. Çünkü çok daha canlı, güçlü ve sürekli bir ulusal yatırım eğilimi 
olmadıkça, yabancı sermaye bir “ekonomik işgal” etkisi yaratır. Zaten yabancı sermayenin zararları sağlayabileceği faydalardan çok daha fazladır. İşgal 
yoğunlaştıkça, zararlar öldürücü bir nitelik kazanacaktır. 

Türkiye'de yabancı sermayenin “ Şirket sayısı”, “yabancı sermaye payı” ve “yabancı ortak payı” olarak gittikçe güçlenmesi şu sonuçları doğurmaktadır: 
Daha fazla kârın daha fazla yurt dışına transferi, Şirketlerin önemli bir kısmının yabancı hâkimiyeti ve yönetimine geçmesi, ekonomik kararlarda yabancıların etkisinin artması ve baskı grubu olarak güçlenmeleri. 


Geçici Veriler, Kaynak: T.C. Merkez Bankası 
ÜLKELERE GÖRE YABANCI SERMAYE 

Türkiye neden yabancı sermaye muhtaç bir ülke görüntüsü veriyor? Bunun başlıca sebebi tüketimdeki yabancılaşmadır. Dışa bağımlılık, sömürgeleşme 
Tüketimde yabancılaşmayı getiriyor. Şu şekildeki neoliberal politikalar yüzünden Avrupa malları birçok yerli malından daha düşük fiyatlarla Türkiye pazarlarına girebiliyor. Bunlardan çoğu tüketicinin tercihlerini kendi lehine çeviren “yeni mal” niteli.indedir. Tüketimdeki yabancılaşmayı da ondan daha tehlikeli bir olgu takip ediyor: “Kültürde ve sanatta yabancılaşma.” Oysa ekonomik gelişme ulusal tasarruflarla başlar, ulusal tasarruflarla sürdürülür. İç tasarrufa dayalı mekanizmanın işlemesi Türkiye gibi ülkelerde Yeni Emperyalizm'in tahrik ettiği aşırı ve gittikçe çeşitlenen tüketim yoluyla engellenmektedir. 

Çünkü bu yoldan yurt içi tasarrufun artması kasıtlı olarak engellenmiş oluyor. Sonuç yabancı sermayenin vazgeçilmezliği yalanı ve propagandası olmaktadır. Böylece yapay bir dış tasarruf ihtiyacı yaratılıyor. Ülke yabancı sermayeye sınırsızca açılınca, ulusal ekonomi son derecede tahrip edici etkilere de açık bir hale gelmiş oluyor. Türkiye'nin 1980' ler den bu yana, başına gelen budur. 

Bu neden böyledir? 

Çünkü kapitalist sistemi sürdürmek ve daha da güçlendirmek için, burjuva sınıfının yaşam biçimleri ve donanımları; hepimizi tüketmeye, giderek daha 
fazla tüketmeye özendiren modeller olarak sunulmaktadır. İnsanların kafaları şu dogmalarla dolduruluyor: Satın al, durmadan satın al! Tüket! 
Satın almak, tüketmek toplumsal bir görevdir. Dünya kaynaklarını tüketmek ekonomi için iyidir. Liberalizmden başka yol yoktur. Neticede Türkiye'nin sömürgeleştirilmesi koşulları kolaylaştırılmış oluyor. Burada şu denenmiş gerçeğin, bir kanıtını daha elde etmiş bulunuyoruz: Aynı şartlar bir araya gelirse, sonuç da aynı olur. Bu kural mekân da olduğu kadar, zaman boyutunda da, yani Tarih'in akışı içinde de geçerlidir. Geçmişte de yaşadık bu olayı. Osmanlı örneğinde mevcut yapı ve koşullarda, Batı üreten toplum oldukça, biz tüketen toplum olmaya başlamışız. 

Atatürk bu ilişkinin farkındaydı, şu söz ona aittir: “ Biz yalnızca tüketen değil, aynı zamanda üreten bir toplum olmak istiyoruz.” Türkiye Cumhuriyeti de, ne yazık ki bugün Atatürk'ün gösterdiği hedefin tam tersine giden bir yol üzerinde yürümektedir. Yöneticilerimiz ya tarih okumamakta, ya da tarihten ders almayı bilmemektedir. Bir olasılık da milletimize açıkça ihanet edilmesidir. 

<  İç tasarrufa dayalı mekanizmanın işlemesi Türkiye gibi ülkelerde Yeni Emperyalizm'in tahrik ettiği aşırı ve gittikçe çeşitlenen tüketim yoluyla 
engellenmektedir. >

2) Çözüm ise öncelikle siyasi bir uyanış ve eylem gerektiriyor. 

Ekonomi politikası alanında yapılacak olan şudur: Tüketim düzeyi kontrol altına alınarak, diğer olanaklar da zorlanarak iç tasarruf oranı yükseltilmeli; 
yabancı sermayeye olan sahte “aşırı-gereksinme” ortadan kaldırılmalıdır. Eğer bu yapısal değişim sağlanırsa, yabancı sermaye girişi makul bir düzeye çekilerek, olumsuz etkilerinin yıkıcı boyutlara ulaşması da engellenmiş olacaktır. 

Unutmayalım, bir ekonomide yabancıların yaptığının kat kat üzerinde ulusal yatırımlar yapılmazsa; bugün bu işletme, yarın öbür işletme, o ekonomi 
yavaş yavaş yabancıların eline geçer. 

Bundan başka stratejik tesisler belirlenmeli, bunların yabancıların eline geçmesi engellenmelidir, geçenler geri alınmalıdır. Bankacılık sektörü çok önemlidir. 
Bir insan vücudunda kan dolaşımı ne ise, bir ekonomide de bankacılık odur. Bu sektörün makro ekonomik politikaları etkileyecek derecede yabancıların eline 
geçmesine göz yumulması, Türkiye Cumhuriyeti'ne yapılabilecek en büyük kötülüklerden biridir. Vatan sınırlarını korumak neyse, ulusal bankacılığımızın 
sınırlarını korumak da odur. 

Bankacılık sektörünün yabancılaşmasının ekonomi üzerinde pek çok olumsuz etkisi vardır. Bunlardan bazıları asla mazur görülmeyecek derecede önemli ve hayatî dir. Dolayısıyla banka satışlarına derhal son verilmesi gerekir. 

Zararın neresinden dönülse kârdır. Bankacılıkta sınırsız-kontrolsüz-denetimsiz bir yabancılaşma sürecine kesinlikle hayır! Yabancı payına mutlaka bir sınır çizilmeli dir. Kanımca Türkiye bir ölçüt olarak AB ortalamasını alabilir ki bu oran yüzde 20'dir. Bunun üzerinde yabancı sermayeye izin vermemelidir. Rusya'da sınır yüzde 25'dir. Yabancı bankaların ülkemize girişi kesinlikle kontrol altına alınmalıdır. Kredilerin büyük kısmının yurt dışına kaydırılması kesinlikle önlenmelidir. 

Halk tutumlu olmaya çağrılmalı, yabancı sermayenin olumsuz etkileri hakkında aydınlatılmalıdır. 

Yabancı bankaların ülkemize girişi kesinlikle kontrol altına alınmalıdır. Kredilerin büyük kısmının yurt dışına kaydırılması kesinlikle önlenmelidir. Prof. Dr. Cihan Dura >



E) Yabancıya Toprak Satışı ve Misyonerlik 

1) Yabancılara gayrimenkul satışı sınırsız ve koşulsuz olamaz. Dileyen her yabancı, Türkiye'nin her yerinde gözüne kestirdiği her arsayı, her tarlayı, 
her binayı parasını bastırıp alamamalı dır. İlke olarak, bu satışlar son derecede istisnaî durumlarda yapılabilmelidir. 

-Karşılıklılık ilkesi Liberalizmin hukuk alanına uygulanmasından başka bir şey değildir. İdeolojiktir, kuvvetlinin ve zengin olanın lehine çalışır. 
Karşılıklılık (Mütekabiliyet) ilkesi ancak eşit güçte olan ülkeler arasında bir anlam ifade eder. Oysa Türkiye bu bakımdan ABD ve Avrupa ülkeleri karşısında 
dezavantajlı bir durumdadır. Dolayısıyla diğer ülkelerdeki satışları örnek olarak göstermek yanıltıcıdır. Bu husus Türkiye'nin jeopolitiği ve potansiyeli bakımdan da doğrudur. 
- Çağımızda ülke savunması öylesine karmaşıklaşmıştır ki, sadece silahlı savunmaya indirgenemez. Ordu yurt savunmasını her alanda takip eder: 
Ekonomide, yabancı sermayede, özelleştirmede, dış borçlanmada, azınlık konularında, tabiî yabancıya toprak satışında da… Ülke savunması 
bütün bu noktalardan başlar. Eğer bunlar ihmal edilirse, koşullar zamanla öyle bir duruma gelir ki silahlı savunmadan hiçbir sonuç alınamaz. 
- Yabancıya toprak satışının uluslararası boyutları ile gelecekte doğuracağı sorunlar titizlikle araştırılmalı ve ortaya konmalıdır. AKP hükumetinin böyle bir 
çalışmayı yapmadığı görülüyor. 
-Yabancılara toprak satışında yüzdelik sınırın il boyutunda belirlenmesi yanlıştır. Bu oran en küçük “idarî birim” boyutunda belirlenmelidir. ilçelerde, daha küçük birimlerde yüzdelik sınırı bu birimlerin kendi alanlarına uygulanmalıdır. 

Yabancıların arazi ve emlâk edinmesi salt bir mülkiyet sorunu olarak değerlendirilemez.

-Yabancılara toprak satışını durduran Anayasa Mahkemesi'nin gerekçesi şudur: “Yabancıların arazi ve emlâk edinmesi salt bir mülkiyet sorunu olarak değerlendirilemez. Toprak, Devletin vazgeçilmesi olanaksız temel unsuru, Egemenlik ve bağımsızlığının simgesidir. Yabancılara satılan toprakların geri alınması zordur ve yabancılar kendi devletlerinin koruması altındadır. >

” Bu gerekçe üzerinde, başta vatan topraklarından birinci derecede sorumlu olan TSK mensupları olmak üzere her vatandaş uzun uzun düşünmeli ve her türlü çareye başvurarak toprak satışına karşı çıkmalı; ne yapıp yapıp bu satışların - son derece istisnaî durumlar dışında - ebediyen durdurulmasını sağlamalıdır.''

- Yabancıya Toprak satışları konusunda halk Bilinçsizdir; Aydınlatılmalı, Uyarılmalıdır. 

2) Yabancıya toprak satışları, misyonerlik faaliyetleri ile birlikte düşünülmeli, satışlar bu açıdan ayrıca değerlendirilmelidir. AB baskısıyla serbest bırakılan misyonerlik Türkiye için büyük bir tehlikedir. Misyonerliğin serbest bırakılmasının özgürlükle, insan haklarıyla, demokrasiyle hiçbir ilgisi yoktur. 
O Batı Emperyalizmi' nin en başta gelen araçlarından bir diğeridir. Kesinlikle engellenmelidir. Yurtsever aydınlarımız özellikle Rum Ortodoks Kilisesi Papazı Bartholemeus' un faaliyetlerini sıkı bir şekilde takip ederek ne yapmak istediğini, hangi planın aracı olduğunu belirlemeli, milletimizi ve ilgili makamları yaptıklarından haberdar etmelidir. 

F) Tarım ve Sanayileşme 

1) Türkiye daha 25 yıl öncesine kadar tarımda kendine yeterli 7 ülkeden biriydi. Bugünse bunun tam tersi bir durum söz konusu: 
Türkiye kendi kendini doyuramıyor. Pazarlarına ithal ürünler hâkim. Birçok tarım ürününü dışarıdan satın alıyor. 

<  Toprak, devletin vazgeçilmesi olanaksız temel unsuru, egemenlik ve bağımsızlığının simgesidir. Yabancılara satılan toprakların geri alınması zordur ve yabancılar kendi devletlerinin koruması altındadır. 
Prof. Dr. Cihan Dura >

a) Tarım politikamız bütünüyle -dünyada sadece Amerikan çykarlarının, Derin Merkez'in çıkarlarının bekçili.ini yapan IMF ile Avrupa Birli.i'nin kontrolü altyna girmiştir. 
Emperyal güçler Türk tarımını yok etme planlarını, “borç para dilencisi” yöneticilerimize kabul ettirmeyi bilmişlerdir. Atatürk Türkiye'sinin, kendi koşullarımızın, kendi ihtiyaçlarımızın eseri olan 80 yıllık tarım politikamızı çöpe attırdılar. Kendi yapımıza uygun tarımsal teşkilatlanmayı dağıttırdılar. 
Koruma önlemlerinden eser bırakmadılar. Dünya fiyatları yalanıyla Türkiye tarımını ithalata, yabancı ekonomilere bağımlı hale getirdiler. 
Çünkü Türkiye'nin tarımda “kendine yeterli ülke” olmasını istemiyorlardı. Oysa ABD de, AB de kendi tarımını yıllarca korumuş, tarımda kendi kendine yeterli hale gelmişlerdir. İtalya, İspanya, Yunanistan gibi ülkelerde tarıma inanılmaz destekler veriliyor. 

b) Evet, vurgulamakta, ayrıntılarına dikkat çekmekte yarar var, Türk tarımında son çeyrek yüzyılda korkunç şeyler oldu: Asırlık tarım politikalarımız, destekleme mekanizmalarımız, kurumlarımız tasfiye edildi. 
Tarım kooperatiflerimiz dağıtıldı, işlevsizleştirildi. “Dünya fiyatları referans sistemi” dayatmasına boyun eğildi. Oysa bu sistem, Çirkin Batı'nın çıkarlarına göre oluşturuluyordu. 

Tarım politikamız bütünüyle -dünyada sadece Amerikan çıkarlarının, Derin Merkez'in çıkarlarının bekçiliğini yapan IMF ile Avrupa Birliği'nin kontrolü altına girmiştir. >

6 Mart 1995 Gümrük Birliği Anlaşması ile, ithalatın önündeki kısıtlamalar iyice azaltıldı. Türk çiftçisi bir geçiş aşaması bile öngörülmeden serbest piyasa ekonomisinin acımasızlığına terk edildi. Böyle olunca da, bir yandan tarımsal üretimimiz ağır darbeler yerken, bir yandan da Türkiye tarımda da Merkez ülkelere bağımlı hale gelmeye başladı; birçok tarım ürününde net ithalatçı ülke konumuna düştü. 
Her alanda özelleştirme, tasfiye ve işlevsizleştirme mekanizmaları bütün şiddetiyle çalıştırıldı. Kendimize özgü bütün destekleme ve koruma mekanizmaları toptan tasfiye edilirken, sisteme tek bir destek, Çirkin Batı'nın yapılarına göre geliştirilmiş., üretimden soyutlanmış “doğrudan gelir desteği” (DOGED) dâhil edildi. Türk çiftçisi bu desteğe mahkûm duruma getirildi. Böylece tarım sektörüne “üretim kültürü” yerine “muhtaçlık kültürü” aşılanıp yerleştirildi. 

Sonuçta Türkiye, bütün potansiyeline rağmen, tarımsal ürünlerde “kendine yeterli” olmak avantajından yoksun bırakıldı. 

2) Bu şartlar altında Türkiye, üretimini her alanda artırmak zorundadır. 

Özellikle et ve süt, makarnalık buğday, yağlık tohumlar, endüstriye uygun meyve ve sebze, pirinç gibi ürünlerde yetersizlik söz konusudur. Avrupa 
Birliği'nde olduğu gibi, birçok tarımsal ürün bakımından “kendimize yeterli” duruma gelmek zorundayız. Bundan dolayı da, bizim tarımı destekleme 
politikamızın, AB ile ABD'nin destekleme politikalarından farklı olması gerekir. 

Öte yandan Tarım politikasını Avrupa Birliği'nden kayıtsız şartsız aynen almamız son derecede yanlıştır. Çünkü ülkelerin yapıları farklıdır. Bizim cahil 
yöneticilerimiz “yapı” nedir, “yapısal farklılık” nedir, “bu farklılık neden önemlidir”, bilmiyorlar; ya da “bilmiyor” görünüyorlar. Eğer bileni varsa, 
gere.ini yapmıyor; bu da ancak “kötü niyetliliğe” bağlanabilir. Türkiye'nin, bugün oldu.undan çok daha fazla tarıma destek vermesi şarttır. 

3) Tarım politikasının çok önemli bir boyutu daha vardır ki o da şudur: Türkiye'de kimi aydınlar “Tarımda çalışanların toplam istihdam payı çok yüksek, düşürülmeli” diyor. 
Hükumetlerin tercihi de bu yönde. 
Bu görüş bir dayatmayla uygulamaya da konuldu. Görüşün kaynağı AB'ye ve IMF'ye uyum amacıyla yapılan düzenlemelerdir. 

Oysa bu görüş sığ bilgi ürünüdür ve gelişme ekonomisi açısından son derecede yanlıştır. Kanıtlarla göstereyim: Birincisi, ekonomik gelişme teorisinin 
bir yasası gereği tarımsal aktif nüfus zaman içinde azalacaktır; ancak ülkenin ekonomik bakımdan gelişmesi, sanayileşmesi koşuluyla! IMF'- nin, AB'nin keyfi olacak diye de.il. İkincisi Türkiye ile Batı ülkeleri arasında aktif nüfus dağılımı karşılaştırması yapanlar, bu ülkeler arasındaki yapısal farklılıkları hesaba katmıyorlar. Bundan başka, söz konusu ülkeler kendi çiftçisini muazzam boyutlarda destekliyor. Üçüncüsü gelişme düzeyi farklılığı ve bunu görmezden gelen çıkarcı anlayıştır. Başta İngiltere, Fransa, Almanya ve ABD olmak üzere Batı ülkeleri; Türkiye'nin bugünkü gelişme düzeyinde iken, tarım sektörlerini yabancı rekabete kesinlikle açmamışlardır. 

Öyleyse “AB'ye gireceğiz, IMF sayesinde üç-beş dolar alacağız” diye böylesine akıl dışı politikalar uygulamak en hafif deyişiyle cehalet ürünü olabilir. Dördüncüsü, iktisat tarihinin verileridir. Tarihsel istatistikler Türkiye'de geçerli uygulamanın tam tersini göstermekte, hükumetlerimizin tarım stratejisinin do.al bir yol olmadığını ortaya koymaktadır. Bir genelleme yaparsak, üç sanayileşmiş ülkede(Fransa, Almanya ve ABD'de) tarımın aktif nüfus oranının 30 puan düşmesi için, ortalama 75 yıl gerekmiştir. 
Bizim sözde iktisatçılarımız ise, bu büyük değişimi Türkiye'de 5-10 yıl içinde  gerçekleştirmeyi düşünebiliyorlar. Sonra, o ülkeler tarımın aktif nüfus payı azalırken, aynı zamanda sanayileşmekte idi. Türkiye bu zayıf sanayi sektörü 
ile, kentleri dolduracak 10 milyon köylüye nasıl iş bulacaktır? 

<  Tarım politikasını Avrupa Birliği'nden kayıtsız Şartsız aynen almamız son derecede yanlıştır. Çünkü ülkelerin yapıları farklıdır. 
Prof. Dr. Cihan Dura >

Demek ki bugünün ileri ekonomilerinde tarımın istihdam oranının az olması, doğal bir sürecin, sanayileşme sürecinin ürünüdür. Öyle bizim sivri akıllıların yapmaya kalkıştığı gibi tarımı ve köylüyü batırarak değil, sanayileşmeyi sağlayarak, bunun bir yan etkisi olarak gerçekleştirildi. 
Türkiye'nin de yapması gereken budur: sanayileşmek, mutlaka sanayileşmek!... 

4) Teknikte ileri bir toplum, teknikte geri olan toplum karşısında büyük bir avantaj yakalar. 

Sömürgecilik, yaşam gücünü bu avantajda bulmuştur. Bir tarım toplumu, bir sanayi toplumu karşısında teknik bakımdan geridir, dolayısıyla çok ciddî dezavantajlar karşısında dır. Öyleyse alınacak ders ve yapılması gereken şudur: Varlığını sürdürmek, kaynaklarını kaptırmamak, onuruyla yaşamak isteyen bir millet mutlaka sanayileşme lidir. Bu Türkiye için de geçerlidir. 

< Bugünün ileri ekonomilerinde tarımın istihdam oranının az olması, doğal bir sürecin, sanayileşme sürecinin ürünüdür. >

Ancak bu hedef elbette tarımın ihmal ya da terk edilmesi anlamına gelmez. Ne yazık ki Türkiye çapsız politikacıların eliyle bu hatayı işlemiştir. 

Dünyada -Türkiye gibi sanayileşme bakımından geride olan bir ülke, kendinden daha gelişimi. ülkelerle liberal ekonomik ili.kiler kurarsa, sonuç; 
o ülkenin, ilerleme kaydetmesi bir tarafa, mevcut sanayilerini de yitirmesi olacaktır. Türkiye gibi ülkelerin sanayileşmesi ancak sosyal değişim hızını 
- Derin Merkez'den bağımsız olarak- bu ülkelerin bizzat kendilerinin ayarlamasıyla mümkün olabilir. Bu da derin Derin Merkez'in “merit” tuzağına düşmemeyi gerektirir. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder