Küreselleşmeci Neoliberalizme Karşı Nasıl Bir Yol İzlenebilir? BÖLÜM 3
G) Tarih Bilinci
Bir topluma tarih bilinci kadar yararlı bir haslet az bulunur. Bu sebeple başta aydınlarımız olmak üzere herkeste oluşturulup canlı tutulmasına büyük özen gösterilmelidir.
1) Tarih bilinci önemlidir, çünkü kanıtlanmıştır ki tarihini unutan, tarihten ders almayan milletler dağılmış, parçalanmış, hattâ yok olmuştur. Çünkü tarihin kalıpları vardır ve bunlar zamanı gelince tekrarlanmaktadır. Bu dönüşleri fark etmeyen uluslar büyük kayıplara uğrar. Tıpkı bizler gibi, Türk ulusu gibi. Gerçekten apaçık tarihî gerçeklere, bütün uyarılara rağmen Batı'nın tuzaklarına yeniden düşüyoruz. Geçmişte Osmanlı düşürülmüştü, Avrupa'nın tuzaklarına,
Ne acıdır ki aynı tuzaklarda şimdi de biz debeleniyoruz.
Batı'nın iki yüzü vardır: Biri Melek, öbürü Şeytan! Batı'nın bizim iyiliğimizi istediğine ancak saflar, bir de hainler inanır. Avrupalıların, dilleriyle söyledikleri
gerçek niyetleri de.ildir. Söylediklerini deşmek, derinlere, tarihî köklerine inmek gerekir. Kirli plânları ve gerçek niyetleri ancak o zaman fark edilebilir.
Dedim ki tarihin kalıpları tekrarlanıyor, yeter ki şartları oluşsun. Çünkü aynı etkenler bir araya gelince, elbette sonuç hep aynı olacaktır. Bu bilimsel
yasa yalnız mekân değil, zaman boyutunda da geçerlidir.
Bunun daha özel bir sebebi de güçlü ulusların büyük plân ve emelleri olması, bunların gerçekleştirilmesinin de bazen yüz yılları almasıdır. Toplumsal zaman bireysel zamandan farklıdır. Bu nedenledir ki ABD, İngiltere, Almanya, Fransa gibi sömürgeci-emperyalist devletler kapatamadıkları hesaplarını, zamanı gelince, şartların oluştuğunu görüp yeniden açabiliyor. Bu gerçekleri bilmeyen, gerekli önlemleri zamanında almayıp sürekli aynı hataları işleyen uluslar bundan büyük zararlar görüyor, hattâ korkunç felâketlere uğrayabiliyor. Tıpkı bizim gibi, Türk ulusu gibi.
2) Öyleyse bir ulus olarak Tarih bilincine sahip olmaya büyük önem vermeliyiz. Özellikle genç kuşaklarda tarih bilinci oluşturulmasını ve güçlendirilmesini
bir millî hedef haline getirmeliyiz. Somut bir öneri olarak ekonomik yönlere ağırlık veren “karşılaştırmalı tarih etütleri” yapılmasını zikredebilirim,
özellikle 1800 sonrası Osmanlı-Avrupa ekonomik ilişkileri üzerine…
Tarihimizin akışındaki değişmez kalıplar ortaya çıkarılarak hem halkımız aydınlatılmalı, hem politikacılarımızın, bizi yönetenlerin gözleri açılarak
bu kör gidiş önlenmelidir.
H) Bilim
Batı bilimde çok ileridir, onun bu birikiminden yararlanmak gerekir. Ancak bir de Çirkin Batı var, bilimi istismar eden, çıkarları için kullanan…
Dolayısıyla Batı'nın bilimsel ve teknik ürünleri karşısında kuşkulu olmalı, eleştirel bir tutum benimsemeliyiz.
< Tarihin kalıpları vardır ve bunlar zamanı gelince tekrarlanmaktadır. Bu dönşleri fark etmeyen uluslar büyük kayıplara uğrar.
Prof. Dr. Cihan Dura >
1) Atatürk “hayatta en haki kî yol gösterici bilimdir” der. Çok doğrudur, ancak bir taraftan da pek çok şekillerde Batı'ya karşı uyarır bizi; örneğin
“bizi aşağılanmaya mahkûm bir toplum olarak tanımakla yetinmemiş olan Batı, çöküntü müzü kolaylaştırmak için elinden geleni yapmıştır”
der; çünkü bir “Çirkin Batı” vardır ki çıkarları için bilimi bir silah olarak kullanabilmektedir. Atatürk ayrıca “Bilim çeviriyle değil, incelemeyle
olur”, “Dikkatle ve özenle seçeceğimiz belgelere dayanmalıyız. Bu belgeler üzerinde yapacağımız incelemede kendi inisiyatifimizi ve süzgeç imizi kullanmalıyız” der.
Batı'nın bilim istismarının bir şekli bilimsel kılıklı gayri millî ekonomi politikaları geliştirerek bunları Türkiye gibi ülkelerde, hem de kendi “aydın”larına uygulatmaktır. Söz konusu bilimsel kılıklı teori ve politikaların nasıl belirlenip yaygınlaştırıldığını ekonomist Adam Schaff (1913-2006), bir yapıtında şöyle anlatıyor : “Perde arkasında ulus ötesi şirketler vardır. Önce, bu şirketler kendi çıkarlarına uygun düşen ekonomi politikalarını tespit ederler. Sonra o doğrultuda konu.an, yazıp çizen, tezler ileri süren, teoriler üreten, politikalar oluşturan ekonomist ler bulurlar. İçlerinden bir ikisine de Nobel ödülü verdirirler. Ardından, ellerinde olduğu için, medyayı devreye sokarlar; o kişileri bütün dünyaya tanıtır, meşhur ederler.
Bir örnek vermek gerekirse, Von Hayek'le birlikte Neoliberalizm'in kurucusu sayılan Milton Friedman'y küresel güçler meşhur etmiştir. Serbest piyasa bir hayal olmasına rağmen, ulus ötesi şirketler için yalan söylemiş, karşılığında da Nobel ödülünü almıştır.”
a) Demek ki Derin Merkez; bilimi, örneğin iktisat bilimini emperyalist amaçları için kullanabiliyor. Sömürgeciliği, Neoliberalizm'i, küreselleşmeyi, serbest ticareti, özelleştirmeyi, yabancı sermayeyi, toprak satışını, hattâ askerî işgali haklı gösteren sözde bilimsel teoriler üretiyor, modeller oluşturuyorlar.
Bu amaçla “bilim” dernekleri, enstitüler, merkezler kurabiliyorlar. Gerçek emel ve hedeflerini, kendi adamlarına uydurttuğu kulağa hoş gelen, makul görünen “bilimsel” görünümlü bir takım kavramlar arkasyna gizlemekte, bunlary di.er ülkelerde birer “Truva Atı” olarak kullanmaktadır.
Başka bir deyişle sömürmeyi düşündüğü ülkenin -yalın haliyle- hoşuna gitmeyip karşı çıkacağı ekonomik niyetlerini, daima ekonomik, hukukî ya da siyasî
görüş ve talepler arkasına saklayarak gerçekleştirmektedir. Bu, Çirkin Batı'nın geliştirdiği bir strateji kuralıdır, günümüzde de uygulamaktadır.
Yalnız ABD'nin değil, AB'nin yaptığı da budur. Az gelişmiş ülke aydınının kendi kendini gönüllü olarak mahkûm ettiği bu sistemler, teoriler, görüşler,
kavramlar; aslında Batı'nın Derin Merkez'inin dünya görüşüdür; onun işine gelir, hep onun lehine işler ve ürün verir. Batı'nın bunları benimseyip savunmasının
da, bilim diye yutturmasının da, Türkiye gibi ülkelere dayatmasının da sebebi budur.
b) Batı bilimleri kendi çıkarları için kullanırken, türlü araçları, araştırma kurumlarını, dernekleri, enstitüleri, düşünce kuruluşlarını kullanır. Burada
üzerinde durulması gereken bir vasıta da en az bilindiğini sandığım “ekonomik tetikçiler”dir. Ekonomik tetikçi Dünya Bankası, IMF, USAID ve diğer “yardım” kuruluşlarından, küresel şirketlerin kasalarına ve dünyanın doğal kaynaklarını kontrol eden birkaç varlıklı ailenin ceplerine para aktaran, dünya üzerindeki ülkeleri trilyonlarca dolar dolandıran, ulus ötesi şirketlerin emrinde çalışan, yüksek ücretli profesyonellerdir.
J. Perkins'e göre ekonomik tetikçilerin i.ini önemli ölçüde kolaylaştıran bir araç, Batı'nın, kendi çıkarlarına göre oluşturduğu “ekonomi bilimi”, bu bilimin de özellikle, “neredeyse Tanrı kelamı haline getirilmiş” olan bir kavramıdır:
Ekonomik büyüme!... Daha doğrusu, “ekonomik büyüme”nin herkes için, bütün milletler için yararlı olduğu dogmasıdır; büyüme ne kadar fazla ise, büyüme hızı ne kadar yüksekse, sağlayacağı faydaların da o kadar fazla olacağına inanılır. Az gelişmiş ülke iktisatçısı, bu mavala teslim olur ve ne yazık ki kendi ülkesinin soyulmasına -bilerek ya da bilmeyerek- aracılık eder.
Ekonomik tetikçi işte burada devreye girer; ekonomik kalkynma masaly çerçevesinde, kurban ülkenin gözünü, bilimsel kılıklı ekonomik modellerle
boyar. O ülkeyi milyarlarca dolar yatırım yapmaya sürükler; tabii Derin Merkez'in ulus ötesi şirketlerine borçlandırarak ve bu şirketleri kazandırarak…
c) Bilimsel ve teknolojik ilerlemeye kim karşı çıkabilir? Ancak unutmayalım ki “gülün dikeni vardır” sözü de bir gerçektir. Yukarıda bilimin istismarı üzerinde
durduk. Ondan türetilen teknoloji de mutlak olarak sakıncasız değildir.
Örneğin Teknik ilerleme emperyalisti azdırıyor, sömürgeciliği kolaylaştırıyor.
Teknoloji, şirketleri büyütüp canavarlaştırıyor. Tarihe bakın, sömürgeci lik ve Emperyalizm teknik ilerlemeyle at başı gitmiş, onunla hız kazanmıştır.
2) Batı işte bilimi araç yaparak böyle tezgâhlar kurabiliyor. Peki, bu oyunlar karşısında biz Türkler ne yapıyoruz? Şimdi buna bakalım.
< Bugün Türkiye Cumhuriyeti' nin bütün üniversitelerinde Baty'nın çıkarlarına dayanan görüşler, ekonomi bilimi olarak okutulabilmektedir. Hemen bütün üniversitelerimizde, hemen bütün iktisat öğretim üyeleri, kapitalizmi, onun pazar ekonomisini, vahşî rekabet ilkesini bilim diye okutmakta ve savunmasını yapmaktadırlar. Prof. Dr. Cihan Dura >
Bu, geçmişte de böyle oldu. Batı'nın Osmanlı ülkesine sızma çabalarının bir aracı da, kendine hayran ve muti, kendisi sayesinde beslenip gelişen bir
aydın sınıfıydı. Bu amaçla Osmanlı aydınlarının yetiştiği kurumlarda, Avrupa dünya görüşünün, ekonomi felsefesinin, yani kapitalizmin, piyasa ekonomisinin
-bilim kılıfı altında- propagandasını yaptırmak gerekiyordu. Bunda da başarılı olmuştur. Tabiî aynı koşulları günümüzde de sağladılar.
Batı hangi kavramı, hangi teoriyi veya görüşü ileri sürerse Türkiye'de-başta üniversite hocalarımız gözü kapalı savunucuları ortaya çıkmakta gecikmemiştir;
bu görüşleri bilim sanarak, itirazsız kabul etmişlerdir, örneğin küreselleşme görüşü… Türkiye'de politikacılar, İş adamları, bilim adamları arasında “küreselleşen dünyada…”diyerek söze başlamak artık gelenek haline gelmiştir. Bu “uyumlu” aydınlar küreselleşme olgusunu kaçınılmaz, doğal, iyi bir şeymiş gibi halka sunuyorlar.
Oysa çoğu ne dediğini bilmiyor, çünkü olguların özüne inmiyorlar. Zihin tembeli ve taklitçi aydınlardır bunlar. Bir örnek de Neoliberalizm'in tarım politikasıdır. Türkiye gibi bir ülkede “düşük fiyattan tarım ürünü ithalatı” yapılması kesinlikle “ekonomi” biliminin gereği değildir.
Böyle bir davranış Batı'nın kendi çıkarlarına göre oluşturduğu, gerektiğinde de yine kendi çıkarlarına göre değiştirdiği -bizim saf ve tembel “aydın”larımızın
da kolayca kabullendiği asla evrensel olmayan, bizim koşullarımıza asla uymayan “kapitalist ekonomi doktrini”nin bir gereğidir.
Oysa Türkiye başkadır, Türkiye farklıdır, kültürüyle, tarihiyle, coğrafyasyyla… Türkiye'nin koşullarında farklı sistemler devreye girer. Bakın Atatürk,
bu konuda ne demiş: Bir millet için mutluluk olan bir şey, diğeri için felâket olabilir. Aynı sebep ve koşullar birini mutlu ettiği halde, diğerini bedbaht edebilir. Bugün Latin Amerika'da Hugo Chavez de bu esasa dayandırıyor ülkesinin kalkınma politikasını; elinin tersiyle itiyor Batı'nın dayattığı çerçeveleri, yerle bir ediyor teslimiyet duvarlarını!...
3) Emperyalizm'in bu bilimi istismar politikası karşısında bilim adamı ve
iktisatçı olarak bizler ne yapabiliriz? Bazı önlemleri aşağıda sıralıyorum.
< Batı'nın Osmanlı ülkesine sızma çabalarının bir aracı da, kendine hayran ve muti, kendisi sayesinde beslenip gelişen bir aydın sınıfıydı. >
- Batı'nın bir de çirkin yüzü olduğunu akıldan çıkarmayarak, onun bilimsel ve teknik ürünleri karşısında mutlaka kuşkucu bir tutum takınmalıyız.
- Eğitim ocaklarımızı, gericiliğin, emperyalizmin, bezirgân politikacıların tasallutundan kurtarmalı; bu kurumlarda Atatürkçü eğitimi, çağdaş, laik
ve bilimsel eğitimi egemen kılmalıyız. Eğitim yatırımlarını en öncelikli yatırımlar düzeyine yükseltmeliyiz.
- Ekonomik gerçekler, ekonomi politikası ve kalkınma sorunlarımızı Batı'nın etkisinden kendimizi sıyırarak da düşünebilmeli, bu konularda bağımsız araştırmalar yapabilmeliyiz.
-Genelleme hatasından kaçınmalıyız. Bu hatadan kaynaklanan analizler, halkı, politikacıları, idarecileri yanlış düşünce ve davranışlara, zararlı politikalara
sürüklemektedir(Genelleme hatası: Bir ülke için doğru olanın, başka bir ülke için de tartışmadan doğru olarak alınması).
< - Mutluluğun yalnızca Batı (Avrupa ya da Amerikan) tarzı bir hayatla sağlanacağı dogması tartışılmalıdır. >
Bu dogma sadece Merkez ülkelerin ve onun beynindeki Derin Merkez'in i.ine yaramaktadır. Oysa önemli olan, “bütünsel olarak” mutlu olmaktır. Bu yönde bir çaba çevre ülke aydınlarını, tabii Türk aydınlarını da beklemektedir.
-Unutmayalım, Harvard gibi en ünlü üniversitelerde bile bir “ekonomik tetikçi” Makro Ekonomi dersleri verebilmektedir! Saf iyi niyetli genç iktisatçılarımızın yanı sıra, aktarmacı profesörlerimiz dikkat! Batı iktisat literatürünü Türkiye'ye taşırken, istemeden tetikçilerin uydurma teori ve analizlerini “ekonomi biliminde son gelişmeler” diye taşımış olabilirsiniz. Farkında olmadan manipüle edilebilir, kendi ülkeniz aleyhine bir araç olarak kullanılabilir siniz.
İ ) Devletçilik
1) Dünyanın zengin ve sanayileşmiş ülkeleri, bulundukları yere, bugünün yoksul ve az gelişmiş ülkelerine dayattıkları politikalarla gelmemiştir.
Çoğu etkin bir biçimde “yavru sanayi koruması” ve ihracat teşvikleri gibi politikalar, kısacası devletçi ekonomi politikaları uygulamışlardır. Oysa bugünün sanayileşmeye muhtaç yoksul ülkelerinin aynı politikaları uygulamaları; IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü, yani bunların hizmet ettiği İngiltere, Fransa, Almanya ABD, gibi emperyalist devletler tarafından engellenmekte dir.
< Mutluluğun yalnızca Batı (Avrupa ya da Amerikan) tarzı bir hayatla sağlanacağı dogması tartışılmalıdır. Prof. Dr. Cihan Dura >
Nitekim bu ülkelerden İngiltere XIII-XIV. yüzyılların feodalizm-sonrası dönemine geri kalmış bir ekonomi olarak girmişti. Öyle ki kıta Avrupasından teknoloji ithal etmek zorundaydı. Bu gerilik 1600 öncesine kadar devam etti. İhracatı büyük oranda ham yünden ibaretti; bir miktar da, o sırada daha gelişmiş bir ülke olan Hollanda'ya düşük katma değerli yünlü giysi ihracatı yapabiliyordu. Kısacası, İngiltere'nin durumu çok geri ve ilkeldi. Ancak duruma bizzat devlet el koydu. İngiltere böylece devlet eliyle sanayileşme sürecine sokuldu. Bu süreçte kral ve kraliçeler, hükumetler, başka bir deyişle devlet öncü bir rol üstlendi. Ulusal sanayii koruyucu politikalar, imalâtı teşvik edici önlemler, ticareti kontrol, gümrük vergileri, ithalat vergilerinin artırılması, yüksek ve uzun süren tarife engelleri, ithal ikamesi, mamul ithalatının yasaklanması, kamu yatırım programları İngiltere'nin sanayileşirken başvurduğu politikalar oldu. Bu politikaların günümüzde İngiltere'nin ve ABD'nin savunduğu ve dünyaya dayattığı liberalizmle zerre kadar bir ilgisi var mıdır? Bunlar devletçi politikaların, kamu müdahalecili.inin ta kendisi de.il midir? Eğer o zamanlar dünyada bir süper güç olsaydı ve bugün Türkiye'ye yapıldığı gibi- İngiltere'ye liberalizmi, serbest piyasayı, küreselleşmeyi, özelleştirmeyi dayatsaydı, İngiltere sanayileşebilir miydi?
< Türkiye gibi sanayileşmesi engellenmiş olan ülkelere dayatılan politikalar -bilindiği gibi- “piyasa temelli görüşler”in, kısaca Neoliberalizm'in ürünüdür. >
Bugün Derin Merkez tarafından Türkiye gibi sanayileşmesi engellenmiş olan ülkelere dayatılan politikalar -bilindiği gibi- “piyasa temelli görüşler”in, kısaca
Neoliberalizm'in ürünüdür. Piyasa temelli görüşler 1980'ler den başlayarak IMF, Dünya Bankası ve ABD Hazinesi tarafından savunulan “kalkınma stratejisi”n de kendini gösterir ve “Washington Konsensüsü” olarak da adlandırılır. Hedefi, devletin rolünü en aza indirmektir. Araçları devlete ait girişimleri özelleştirmek, ekonomideki gözetim, denetim ve müdahale işlevlerini ortadan kaldırmaktır.
2) Evet, yadsınmaz bir gerçek var ortada: ABD ve AB Türkiye'ye liberalizmi dayatıyor; birçok yoksul ülkeye yaptıkları gibi… “Merdiven”i itiyor ve Türkiye kullanmasın diye saklıyorlar; ancak bu eylemlerinde yalnız de.iller: Aramızdaki “bedhahlar”la işbirliği yapıyorlar. Türkiye işte bu sebeple sanayileşemiyor, bu sebeple kalkınamıyor. Bu teslimiyetçilik sürdükçe de, hiçbir zaman sanayileşemeyecek, hiçbir zaman kalkınamayacak. Oysa dünya değişiyor: Devletçilik canlanıyor, devletçilik dünyanın her tarafında sanki bir fırtınaya dönüşüyor. Tarihin kaçınılmaz seyri bastırıyor kendini: Gezegenimiz yeniden Müdahaleci iktisat politikasının, Devletçi ekonominin etkisi altına giriyor. Bu büyük de.i.im kuşkusuz Türkiye 'yi de etkisi altına almakta gecikmeyecektir.
-Büyük de.i.imin en çarpıcı örneği Güney Amerika'dan…
Bu kıta da başlamış bulunan büyük dönüşümler ortak bir hedef içeriyor: Emperyalizme başkaldırarak ulusal kurtuluşu gerçekleştirmek… Bu çerçevede örneğin Venezuela Devlet Başkanı Chavez küreselleşmenin ve onun araçlarından özelleştirmenin kendi ülkesine zarar verdiğini görerek, IMF ve Dünya Bankası ile ilişkilerine son vermiştir. Petrol sektöründeki şirketleri yabancılardan satın alarak devletleştirmiştir. Böylece yabancı petrol şirketlerinin elde ettiği devâsâ kârlar devlete [halka] geçmiştir. Demek ki IMF ve Dünya Bankası olmadan da bir dünya kurulabilmektedir.
- Çin ise Mao'dan sonra önemli reformlar yaptı ama devletçiliği terk etmedi, sadece devletçiliği zamanın koşullarına uyarladı. Sosyalist ve kapitalist
ekonomilerin sakıncalarını törpüleyerek yeni bir sistem kurdu, bir senteze gitti: Sosyalist pazar ekonomisi! Bu, Atatürk'ün karma ekonomisi benzeri bir sistem olmalıdır. Biz bunu uyguluyorduk. Ne yazık ki değerini bilemedik. 1980 askerî darbesinden sonra terk ederek, Rusya'nın düştüğü hataya biz de düşmüş olduk.
3) Ünlü iktisatçı Joseph Stiglitz'in 1990'ların yükseliş ve düşüşünden çıkardığı temel ders şu oldu: Ekonomilerde devletin rolü ile piyasaların rolü arasında bir denge gereklidir. Ancak bu dengeyi doğru kurabilen ülkeler sağlam şekilde büyümeyi başardı. Dengeyi sağlamakta başarısızlığa düşen ülkeler ise felâketler le karşılaştı: 1997'de Doğu Asya'da yaşanan ekonomik krizlerin sebebi, devlet müdahalelerinin çok yetersiz olmasıydı. ABD'de 1989 tasarruf ve kredi felâketine yol açan da, aynı yetersiz devlet müdahalesiydi.
Güney Amerika'da Venezuela Devlet Başkanı Chavez'in de ekonomik ilkelerinden biri “piyasa ile toplum” arasında denge kurmak, “pazarın eli” ile “devletin eli”ni bir araya getirmektir. Atatürk ise bu çözümü -arkadaşlarıyla- bundan 75 yıl önce bulmuş ve uygulatmıştı: Karma ekonomi sistemi!...
Hal böyle olunca bugün Çevre ülkelerinde küresel kapitalizme yönelik tepkilerin giderek yaygınlaşmasına, piyasa modeline karşı devletçi-korumacı politikalara umut bağlama eğilimlerinin artmasına şaşmamak gerekir.
< Ekonomilerde devletin rolü ile piyasaların rolü arasında bir denge gereklidir. Ancak bu dengeyi doğru kurabilen ülkeler sağlam şekilde büyümeyi başardı. Prof. Dr. Cihan Dura >
a) Öyleyse yapılacak olan, ABD'nin, IMF'nin dayattığı neo liberal politikaları elinin tersiyle iterek, onun yerine halkçı-ulusalcı ekonomi politikalarını ikame etmektir. İnsanlarımızın beynine çeyrek yüzyıldır kazınan neo liberal dogmalar reddedilmeli, Sosyal Demokrasi masallarından kurtulmalıdır.
Türkiye Avrupa Birliği'nin, ABD'nin bugün ne dediğine değil, geçmişte ne yaptığına bakmalıdır.
Türkiye bütün ekonomi politikalarını, misyonu emperyalist ülkelerin çıkarlarını korumak olan Korkunç Üçüzler'in (IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü'nün) talimatlarına göre değil, kendi yapısına kendi çıkarlarına göre belirlemelidir.
Bugün Latin Amerika'da, Rusya'da, Çin'de neler olup bitiyor, dikkatle izlemelidir. Böyle bir politika değişikliğini ise, ancak Atatürkçü ve Ulusalcı hükumetler
gerçekleştirebilir.
Şu gerçeği unutmayalım: Küreselleşmeci Neoliberalizm dayatması sürdükçe Türkiye sanayileşemeyecek, kalkınamayacaktır. Hükumetlerimiz ABD'nin, Avrupa Birliği'nin(IMF, DB ve DTÖ'nün) neoliberal politikalarynı uyguladıkça, milletçe emperyalizm tarafından sömürülmeye devam edeceğiz.
Peki, kurtuluş nerede? Kurtuluş çaresi çok yakındır bize; o Türkiye'nin kendisindedir, kendi birikiminde dir: Atatürk'e dönmek, onun halkçı-ulusalcı politikalarına geri dönmek, tabii günümüzün koşullarını da asla gözden kaçırmayarak. Bu noktada Türkiye bir kısım Çevre ülkelerindeki, örneğin Latin Amerika'daki Büyük Dönüşüm'le hiç yabancılık çekmeden- kolayca buluşacak ve kaynaşacaktır. Küresel bir i.birli.ine gitmesi zor olmayacaktır.
b) Ve Atatürk'ün uyarısı! Dinleyin:
Ey Milletim,
Eğer yurdunu yabancıya, hele hele Avrupalı'ya açıyorsan, ekonomini savunabilecek, pazarlarını ve kaynaklarını başkalarına kaptırmayacak
güç ve yetenekte olmalısın. İki nokta çok önemli: Örgütlenme ve bireysel değer! Bu ikisi bakımından onlarla eşit durumda olmalysın.
Değilsen, kesinlikle sokma yabancıyı içeri!
Senden çok daha avantajlı konumda olan Avrupalı'nın, ulusal ekonominde ayrıcalıklı duruma geçmesine, ekonomik sektörlere egemen olmasına izin verme. Sen daha yeni yeni uluslaşma yolundasın.
Batı'nın (ABD ve AB'nin lokomotif ülkelerinin) adaleleri demir gibi, seninki ise henüz yumuşak… Hiç bir tüy sıklet, bir ağır siklet ile dövüşebilir mi?
Bu şartlarda serbest rekabet bir yalandır, bir tuzaktır. Öyleyse bu “kahredici” rekabete girmemelisin. Sokmamalısın yabancıyı ölçüsüzce ülkene. Yoksa ezilir, “nakavt” olur, sömürgeleşir, her şeyini yitirir, tutsak olursun.
Ey Milletim, sen korkunç bir hata işliyorsun: Gerekli koşulların hiçbirini yerine getirmeden, aç kurtlar gibi saldıran, dolu silahlarla gelen, paraya doymaz kapitalistlere ülkeni açıyorsun.
Oysa kural çok basit: Önce güçlen, sonra rekabete gir! Tarihe bak, dünyanın bütün gelişmiş ülkeleri İngiltere, Amerika, Fransa, Almanya, Japonya, … böyle yaptı.
3) Genel strateji bir kez kabul edilince, ilk başvurulacak somut politika tedbirleri şunlar olabilir:
< -Özelleştirmelere derhal son verilmeli, Özelleştirme İdaresi hiç vakit geçirmeden, bir an önce kapatılmalı ve dağıtılmalıdır.
Prof. Dr. Cihan Dura >
-Devlet ulusal kaynaklarımıza sahip çıkmalıdır.
Bunları işleten yabancı şirketlerle yeniden pazarlık masasına oturulmalıdır.
- Telekomünikasyon ve diğer bazı temel hizmet alanlarında yabancı şirketlerin etki alanları sınırlandırılmalıdır. Kamulaştırmalara gidilmelidir.
- Yabancı sermayeli şirketlerde yabancı payı sınırlandırılmalıdır. Denetim hisselerinin yerli ortakta olması sağlanmalıdır.
- Uluslararası sermaye hareketlerinin serbestliğine sınırlama getirilmelidir.
- Merkez Bankası' nın özerkliği kaldırılmalıdır.
- Dış ticarette devletin denetimi artırılmalıdır.
- Kalkınma için kamu yatırımları artırılmalıdır.
4) Eğer Türkiye Atatürkçü ideolojinin karma ekonomi sistemini yeniden canlandırabilirse, ekonomik sektörlerde aşağıdaki başarıları sağlayabilir:
- Doğal kaynaklarla ilgili politikalar emperyalizmin müdahalesinden bağımsızlaşacak tır. Krom, bor, petrol gibi kaynaklarımızın işletilmesi ve kullanılmasından sağlanacak gelirler ülke içinde kalacak, bunlarla yeni üretim ve iş alanları açılabilecektir.
- Tarımdaki çöküş eğilimi durdurulacak, tarımsal kalkınma için örgütlenmeye gidilecek, kooperatifler kurulacaktır. Toprak reformu yapılacaktır.
Yabancılar değil, kendi insanımız, kendi köylümüz toprak sahibi olacaktır.
- Vergiden kaçış alışkanlığı Türkiye'de çok yaygındır. Bu engelin giderilmesi için, Venezuela'nın “müfettişlik” uygulaması Türkiye'ye uyarlanabilir ve iyi sonuçlar alınabilir..
-Türkiye “Avrupa merkezcilik”ten vazgeçecektir. Bu kopuş elbette Avrupa uygarlığının iyi ve insanî değerlerini göz ardı etme anlamına gelmemektedir.
Bu kopuş sadece Çirkin Avrupa' yı Güzel Avrupa'dan ayırt etmek demektir. Kendi öz de.erlerinden, kendi ulusal kültüründen yararlanmak
demektir. Bu yöndeki kültürel faaliyetler desteklenecek, Avrupa Merkezci olmayan kuruluşlar teşvik edilecektir.
-Ülkenin kalkyımasında kooperatifçilik önemli bir araç olarak kullanılacaktır.
“KARA LİSTE”
(TCMB-3 NİSAN 2008)
J) Demokrasi
Derin Merkez'in bir dayatması da “demokrasi” rejimidir. Çevre ülkelerine
“Liberal Demokrasi” adı altında, bir tür sahte demokrasi düzenini zorla
kabul ettirmeyi bir strateji olarak benimsemiştir. Bu, ilk bakışta bir iyilik gibi
görülür. Oysa gerçek göründüğü gibi de.ildir. Söz konusu rejim aslında bir
Truva Atı işlevi görmekte, Türkiye'nin yapılarını, ihtiyaçlarını ve çıkarlarını
hesaba katmamaktadır. Ülkede çoklukla bilgisiz, hamiyetsiz ve işbirlikçi
kadrolara iktidar yolunu açarak, başta ABD olmak üzere, Emperyalizm'in
ve onun yerli ortaklarının çıkarlarını güden bir düzen oluşturmuştur.
1) Oysa hakikî demokratik rejim, ithal yoluyla de.il, ancak eğitim ve sanayileşme ile birlikte, onlarla yan yana gerçekleşir. Ne var ki Türkiye'de bu
birliktelik görülemedi; demokrasinin yerleşmesi için elverişli ortam, gerekli nesnel koşullar oluşturulamadı. Halk yığınlarının çağdaş eğitimden yoksun
bırakılması, halka bilgi ve gönencin götürülmemesi; demokrasi uygulamasının biçimsel, içi boş olması sonucunu doğurdu. Bilgisizliğin kol gezdiği bir
ortamda, gerek halk egemenliği, gerekse halk lehine politikalar kolayca engellendi. Özetle “liberal demokrasi” denilen rejim, her yerde ve Türkiye'de
de Derin-Merkez'in çıkarlarını korumaktan başka bir işe yaramıyor. Devletimiz, ulusal varlığımız yok olup gidiyor. O zaman bu rejime demokrasi denebilir mi? Elbette hayır! Böyle bir rejimde halk iradesi rahatlıkla saptırılabiliyor.
Halkın temsilcileri halk aleyhine kararlar alabiliyor.
Oysa gerçek demokrasi halkın lehine işler. Bir şahsiyetin haklı olarak dediği gibi, halkın iradesini saptıran demokrasi, demokrasi değildir. Bizim demokrasimiz, gerçek bir demokrasi değil, demokrasi örtüsü altında bir tür oligarşi rejimidir. Birtakım menfaat gruplarının kendi çıkarlarını sürdürme ve azamîleştirme aracından ibarettir. Halk sandık başında vardır, ancak sofra başında yoktur. Gerçek demokrasi, Atatürk'ün Halkçılık ilkesine dayanan demokrasi rejimidir.
Türkiye'de öyle yasalar yapılıyor ki halkın çıkarları ile hiçbir ilgisi yok. Oysa bunları yasalaştıranlar halkın temsilcileri... Bu yasalar halkın zararına
olan, yabancıları ve onların işbirlikçilerini ihya eden yasalar... Nasıl oluyor da Türkiye'de halkın çıkarlarına böylesine aykırı yasalar çıkartılabiliyor? Çünkü
yasaları yapanlar gerçekte halkın de.il, liderlerinin emrinde, liderse güçlü ve zengin bir azınlığın emrinde...
< Halkın iradesini saptıran demokrasi, demokrasi değildir. Bizim demokrasimiz, gerçek bir demokrasi değil, demokrasi örtüsü altında bir tür oligarşi rejimidir. Prof. Dr. Cihan Dura >
Türkiye'de halk; vekillerini kendisi, yalnızca kendisi seçmedikçe, demokrasiye lider müdahalesine son verilmedikçe, milletvekillerine fonksiyonlarını
serbestçe yerine getirecekleri bir statü kazandırılmadıkça Türkiye'de demokrasiden söz edilemez. Demokrasiye askerin müdahalesi tartışma
konusu oluyor da, “lider müdahalesi” neden olmuyor? “Demokrasiye lider müdahalesi”ni en az “demokrasiye asker müdahalesi” kadar eleştirilmeye,
karşı çıkılmaya değer buluyorum. Do.al olarak Türkiye'de yapılan seçimler de demokratik de.ildir, çünkü oligarşik bir yönetim oluşturulmasına yarıyor. Seçimden maksat, bu oligar.iye, üç dört şahsın keyfî yönetimine meşruiyet kazandırmaktan ibaret.
2) Türkiye'ye İnönü döneminde apar topar getirilen, sözde demokrasi rejimi; ülkemizi, Atatürkçülükten uzaklaştırarak en sonunda bir uçurumun kenaryna kadar sürüklemiş bulunuyor.
Onunla birlikte Türkiye'ye gelen; sömürgeleşmekten, aşağılanmaktan başka bir şey olmamıştır, bu gidişle de olmayacaktır.
Bugün Atatürk Türkiye sinin kimlerin eline kaldığına bir bakın:
Devlet yönetimiyle ilgisi olmamış, bu alanda başarısı görülmemiş, denenmemiş, gelişigüzel kimselerin elinde Türkiye...Bir göstermelik “demokrasi”
uğruna Devletimizin ve Milletimizin aziz varlığı böyle insanların eline mi bırakılmalıydı?
Bu Türkiye'ye reva görülen şey, “Demokrasicilik oynayacağız” diye Türkiye Cumhuriyeti' ni bozuk para gibi harcamak değil midir?
Kime yarıyor bu ölçüsüz “Demokrasi” putperestliği? Yalnızca Amerika'ya ve onun yerli ortaklarına yarıyor, kendilerini AB kisvesi altına gizleyen emperyalist devletlere yarıyor. Bu rejimin oluşturduğu heyetler, Türk ulusunun çıkarlarını koruyamıyor. Tekrarlıyorum: Türkiye'de gerçek demokrasi yok! Çünkü bir ülkede belirli çıkar grupları halk yığınlarının iradesini saptırıyorsa, o rejim demokrasi değildir. Hep işbirlikçiler, hep “dâhilî bedhahlar” iktidarda… İşbirlikçiler dediğim bir kısım Büyük Sermayedir, Siyasal İslamcılar ve Bölücülerdir.
Bakın, Latin Amerika'daki büyük uyanışa, Halk'a dönüşe! Demokrasi işte budur.
Hakikî demokrasi Atatürk'ün halkçılık ilkesine dayanan rejimdir.
< Türkiye'de halk; vekillerini kendisi, yalnızca kendisi seçmedikçe, demokrasiye lider müdahalesine son verilmedikçe, milletvekillerine fonksiyonlarını serbestçe yerine getirecekleri bir statü kazandırılmadıkça Türkiye'de demokrasiden söz edilemez. >
Venezuela'da Hugo Chavez'in yapmakta olduğu gibi!
Atatürk Devrimi' nin halkçılık ilkesi; aydınları halkla kaynaşmaya, halk için çalışmaya çağırır. Sosyal devlet anlayışını içerir. Ne var ki durum, bu açıdan
çok umutsuzluk vericidir. Çoğu aydınımız ve yöneticimiz; demokrasi, liberalizm, küreselleşme gibi kavramları yanlış anlayıp yanlış uyguladılar. Sonuç
-Neoliberalizm uğruna Atatürkçülüğün bir ilkesinden daha, halkçılık ilkesinden de uzaklaşmak oldu. Bu kopuş Türkiye'ye vaat edildiği gibi ekonomik gönenç getirmedi; tam tersine büyük bir düş kırıklığı, ıstırap ve yoksulluk getirdi. Dolayısıyla gerçek demokrasi rejimi kurulamadı yurdumuzda.
3) Peki, ne yapmalı Türkiye'de gerçek demokrasi için?
Temel ilke milletin, Vatan'ın ve Devlet'in korunması olmalıdır. Önce Vatan, sonra demokrasi! Atatürk'ün dediği gibi “Söz konusu olan Vatansa, Gerisi teferruattır.”
Demokrasi olacak Türkiye'de, ancak sanayileşme ile birlikte, şehirleşme ile, üniversiteleşme ile, uluslaşma ile birlikte… Fakat nasıl bir demokrasi rejimi?
Elbette sadece Emperyalizm'in ve onun içimizdeki uzantılarının işine yarayan burjuva demokrasisi değil! Tam tersine halkın yararına işleyen gerçek demokrasi rejimi! Kısacası “Halkçı demokratik rejim”!...
Demokratik rejimi, çağdaş eğitim ve sanayileşmeyi gerçekleştirerek, bunların ilerleme hızına paralel olarak yeniden kurup geliştirmeliyiz.
Nasıl canlı bir organizma, bütün hücreleriyle, hep birlikte gelişirse, bir toplum da bütün sınıfları ve katmanlarıyla hep birlikte gelişip gönenç bulabilir.
Bir devlet halk için değilse, sürdüremez varlığını. Küreselleşme ve onun dayattığı siyasal rejim bugünkü haliyle yalnızca Batı emperyalizmine ve onların yerli
işbirlikçilerine yaramaktadır.
Yeniden ve derhal, Atatürk'ün halkçılık ilkesine dönmeliyiz. Devlet de, aydınlar da önce halk için çalışmalıdır. Ulusal benlik bilinci, toplumun dokularına
işlemelidir. Bu amaçla Halka ulaşmalı, halk kazanılmalıdır. Atatürk'ün dediği gibi en büyük güç kaynağı halktır. Başarı, ancak halkla kol kola sağlanabilir.
Nitekim, Atatürk İstiklal Savaşı' mızda, orduyu ve sivil yönetimi birleşmeye çağırmış; Ancak asıl kuvvet kaynağını halkın kendisinde, halkla bütünleşmekte aramıştır.
< Halkımızın büyük kısmı, Eğitimsizlikten ve aşırı yoksulluktan- bireysel boyutta yaşıyor, toplumsal boyuttan çok uzak. Dünyaya “Basit zorunlu ihtiyaçları” nın tatmini açısından bakıyor, Hayata. Kısa vadeli rahatı, o rahatın bozulmaması ona yetiyor. Oysa biz hem bir ferdiz, hem bir toplumun üyesiyiz. Prof. Dr. Cihan Dura >
Kararlarımızda bu iki boyutu da hesaba katmak zorundayız. Milyonlarca
yurttaşımız böyle yapmıyor. Çünkü aç; çünkü okumuyor, öğrenmiyor, kafa
yormuyor. Buna rağmen ona toplusal gerçekleri anlatmak, o gerçekler
hakkında bilinçlendirmek zorundayız. O, büyüyen tehlikelerden haberdar
etmek, bugünkü gelişmelerin gelecekte hangi tehlikelere yol açaca.yny anlatmak yoluyla, davamıza ortak edilmelidir. Ne kadar zor olursa olsun, bunun,
yol ve tekniklerini onu daha iyi tanıyarak bulmak zorundayız.
K) Yönetim
Neden yönetimde de yapmamız gereken şeyler var? Çünkü Atatürk'ün dediği gibi “toplumsal gelişmenin de, çürümenin de temelinde yöneticilerin
tavırları yatar.''
A) Batı'nın zenginlik kaynağı yalnızca bilim ve teknoloji değildir. Batı ahlâkî olmayan yollardan da zenginleşti, zenginleşiyor. Bu sonuncu faktörün
payı en az ilki kadar büyük: Çevre ülkelerin yöneticilerini elde edip onları kullanıyorlar, o ülkeleri bile bile borç batağına sokuyor, iflasa sürüklüyorlar.
Bilimi, uydurma ekonomik modelleri araç olarak kullanıyorlar.
Unutmayalım ki “Balık baştan avlanır.” Çünkü baş nereye giderse, ayaklar da oraya gider. Derin Merkez bu gerçekten hareketle öncelikle Çevre ülkelerin liderlerini, yöneticilerini elde etmeye çalışıyor. Onları ABD'nin ekonomik çıkarlarını gözeten küresel bir ağın parçası haline getiriyorlar. Ağa düşürülmüş olanlar, Amerika'ya sadakatlerini ispat edecek şekilde ülkelerini borç batağına sürüklüyorlar. Ulusal ekonomi böylece borca batırıldıktan sonradır ki o ülkenin liderleri Derin-Merkez tarafından, Amerika'nın politik, ekonomik ya da askerî amaçları için rahatça kullanılabiliyor, hem de sürekli olarak. Ancak bu oyun açıkça değil, perde arkasında oynanmakta. Her şey ayarlanıyor. Çünkü “kullanılma” karşılığında, o liderler de koltuklarını güvenceye almış oluyorlar; kendi halklarına da “parlak bir gelecek”, “nurlu ufuklar” vaat ediyorlar; sanayi kuruluşları, elektrik santralleri, hava alanları, limanlar, duble yollar, tüneller vaat ediyor, bunları gerçekleştiriyorlar da.
Ancak ne pahasına! Çünkü o ülke soyulurken, Derin Merkez de kendi hedefine ulaşıyor: Amerikan şirketleri inanılmaz ölçülerde zenginleşmiş oluyor. Ve bu oyun devamlı tekrarlanıyor.
B) Türkiye'nin yönetimi Tanzimat kafalıların eline geçmiştir. Bu zihniyet Batı'nın arayıp da bulamadığı şeydir. İşler artık öyle bir noktaya gelmiştir ki şu söz yetiyor, istediklerini alabilmek için: Önce reform, sonra para! Görülüyor ki hükumetlerimizi “para” ile terbiye ediyorlar.
Demek ki Derin-Merkez'in Türkiye üzerindeki emellerini gerçekleştirme araçlarının başında para geliyor, borçlandırma geliyor. Göz kestirilen insanlar, kuruluşlar para ile satın alınıyor.
Onlar da batının istediğini yapıyorlar: Küreselleşme ideolojisinin sahte dünya cenneti vaadi karşısında kendilerinden geçmiş, boyunlarında “Korkunç
Üçüzler”in geçirdiği zincirler, aldatıcı bir “yapısal uyum süreci” maskesi altında ekonomik sınırlarımızı birer birer yıkıyor, mal ve sermaye hareketlerini
başıboş bırakıyor, Türkiye'yi bir açık pazar haline getiriyorlar.
C) Baty'nın karşısına “Atatürk duruşu”yla dikilen kadrolar iktidara gelmedikçe
bu istiskal (aşağılanma) böyle sürüp gidecek, Türkiye Batı'nın tam bir sömürgesi olup çıkacaktır.
Peki yapılacak olan nedir, bu alanda? Uygulanacak ilkeleri Atatürk'ün öğütlerinde bulabiliriz. En önemlilerini aşağıya alıyorum:
-Önce sosyal ahlâk… Eğitim sistemimiz gençliğimize bu ahlâkı aşılanmalıdır. Ulusa efendilik yoktur; ona hizmet etmek vardır. En iyi insan kendinden çok üyesi olduğu toplumu düşünen, kendini halkının varlığına ve saadetine adayan kişidir. Kendimiz için değil, ulusumuz için çalışalım. Çalışmaların en büyüğü budur.
< Türkiye'nin yönetimi Tanzimat kafalıların eline geçmiştir. Bu zihniyet Batı'nın arayıp da bulamadığı şeydir. >
-Tüm hayatımızı gerçek amaçlara yönlendirmeliyiz. Halkımıza bir gün eliyle tutabileceği reel ve somut eserler sunmalıyız.
-İnceleme ve araştırmalarımıza konu olarak kendi ülkemizi, kendi tarihimizi, kendi özelliklerimizi ve ihtiyaçlarımızı almalıyız. Aydınlarımız belki bütün dünya yı, bütün öteki ulusları tanır, ama kendimizi bilmez. Dünyanın her türlü biliminden, buluşlarından, ilerlemelerinden yararlanalım; ama asıl temeli kendi içimizden çıkarmalıyız.
- Halka yaklaşmak, halkla kaynaşmak daha çok aydınlara düşen bir görevdir.
- Ülke işlerinde, ulus işlerinde duyguya, hatıra, dostluğa bakılmaz. Sıradan politikacılıkla ulusu parçalamak hıyanettir.
- Sorumluluk yükü her şeyden, ölümden de ağırdır. Ayrıca şu esaslar belirleyici olmalıdır:
- Devlet yönetimi liyakate dayandırılmalı ve uygulanan politikalarda süreklilik olmalıdır.
- Tanzimat kafalılara karşı mücadele edilmelidir. Tanzimatçı zihniyetin mahiyet ve zararlarını milletimize anlatmanın yolları araştırılmalıdır.
-Her ne şekilde olursa olsun, yabancılardan para alınması yasaklanmalı ya da en azından çok sıkı denetim altına alınmalıdır.
-Dış borçlanma olabildiğince azaltılmalıdır.
L) Birlik
Bugün Türkiye Cumhuriyeti içten Batı güdümlü Siyasal İslam'ın, dıştan Batı emperyalizminin pençesindedir. Bunlar Atatürk Cumhuriyetini çökertme
hedefinde işbirliği içindedir. Türkiye'nin karşı karşıya bulunduğu en büyük iki tehlike, Batı emperyalizmi ve onun güdümündeki Siyasal İslam'dır.
Bu iki tehlikeye karşı bütün varlığımızla direnmeli, hattâ saldırıya geçerek onlarla var gücümüzle mücadele etmeliyiz.
Ancak önce şu gerçeği kabul etmeliyiz: Türkiye Cumhuriyeti, Mustafa Kemal Atatürk'le Türkiye olmuştur. Yine onunla var olmaya devam edebilir.
O dengedir, o ölçüdür, biricik sentezimiz dir. O toplayıcıdır, “bir araya getirici” olandır. Bütünlüğümüzü ve gelişmemizi sağlayacak tek değer odur.
Ona sarılmadık ça ve ona dönmedikçe eziliriz, parçalanırız, yok oluruz. Ona sarılmak ve dönmek demek; tam bağımsızlık, bilimsel zihniyet ve sosyal ahlâk
demektir. Bu temellerden kopup gelen ilkeler demektir. Varlığımızı ve gelişmemizi bu ilkelere dayandırmak zorundayız.
< En iyi insan kendinden çok üyesi olduğu toplumu düşünen, kendini halkının varlığına ve saadetine adayan kişidir. Kendimiz için değil, ulusumuz için çalışalım. >
1) “ Parola Vatan, İşareti Namustur. ''
Cumhuriyet'in bekçileri fikir ayrılıklarını bir yana bırakarak birleşmelidir. Kan, ateş ve akılla kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletimiz devşirme, sahte bir burjuva demokrasisi uğruna feda edilemez.
Tek çıkar yol Millet'in kendisindedir, Millet kendini savunmak üzere örgütlenmelidir. Mutlaka bir hükumet yolu aranmalıdır. İkinci bir Müdafaa-i Hukuk zamanıdır.
Artık tek güç Millî Kuvvetlerdir, kurulacak bir millî meclisidir.
Bu amaçla Türk Milleti'nin ulusalcı güçleri tek bir merkezde toplanıp örgütlenmelidir. Bir “ulusal kurul” (milli heyet) oluşturulmadıkça, bu
kurul en etkili şekilde çalışmadıkça bütün çabalar boşa gider.
2) Çevre ülkeleri, tabiî Türkiye de, Derin Merkez'in istedi.i biçimde bir küreselle.meye ve yeni ekonomi sürecine karşı direnmeli, âdil bir küreselleşme
ve yeni ekonomi için mücadele etmelidir. Bu da içerideki işbirlikçilerin sindirilmesi ve etkisizleştirilmesi yoluyla sağlanabilir. Ancak bu direniş ve
mücadele, münferit de.il ortak bir hareket şeklinde olmalıdır. Bu da ancak ulus-üstüleşme, bölgeselleşme ve yerelleşme baskıları karşısında, teslimiyetçilikten
uzak, bağımsız-ulusalcı politikalar uygulamakla mümkün olabilir.
H. Chavez Çevre ülkelerinin özgürlüğüne, bağımsızlığına ve refahına giden yolun ilk koşulunu şöyle ifade ediyor:
“Bütün dünya emperyalizme karşı bir dayanışma zemini inşa etmelidir.”
< Cumhuriyet'in bekçileri fikir ayrılıklarını bir yana bırakarak birleşmelidir. Kan, ateş ve akılla kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devletimiz devşirme, sahte bir burjuva demokrasisi uğruna feda edilemez.
Prof. Dr. Cihan Dura >
Böyle ortak ve küresel bir zemin kurulmadıkça başarıya ulaşılamaz, âdil bir dünya düzeni kurulamaz. Bu birlik hem ülke içinde hem de dünya ülkeleri
arasında aşama aşama sağlanmalıdır. Ülkeler Büyük Zorba'ya karşı tek başlarına hiçbir sonuç alamazlar. Türkiye bakımından söyleyecek olursak,
ilkin Atatürkçüler bir araya gelmelidir. Bölgede, Ortadoğu ülkeleri arasında bir dayanışmanın temelleri atılmalıdır. Daha ileri bir aşamada dünyanın diğer
bölgelerindeki, örneğin Latin Amerika'daki dayanışma zeminlerine ulaşmaya, onlarla bütünleşmeye çalışılmalıdır.
Ne var ki Amerikan emperyalizmi bunu bildiği için bugün BOP çerçevesinde ülkeleri parçalayıp ufalamaya, bunların birleşmesi olasılığını ortadan kaldırmaya çalışmaktadır.
Bolivarcı Devrim yalnızca Latin Amerika'da bir ülkenin kurtuluşunu değil, bütün Latin Amerika'nın emperyalizmden kurtuluşunu hedef almaktadır.
Bu noktada Atatürkçüler ABD'nin Genişletilmiş Ortadoğu Projesi'ne (BOP) karşı ABD emperyalizmini zayıflatacak Atatürkçü bir Ortadoğu projesi geliştirebilir ve bunun için bu ülkelerle yakınlaşma ve işbirliği, onları bölge çapında bir araya getirme yolu arayabilirler.
SONUÇ
Türkiye Derin Merkez kaynaklı “küresel, derin bir komplo” ile karşı karşıyadır.
Yine bir çöküşe ve dağılış a doğru gidiyor Türkiye.
Ne yapacağız? Çare nedir?
Çare Atatürk'ün kurtuluş parolasıdır: Ya istiklâl ya ölüm!
Esir yaşamaktansa, ölmek yeğdir.
Asla yılgınlığa meydan vermeden, tam bir cesaretle ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar Derin Merkez'e karşı Batı Emperyalizmi'ne karşı onun aramızdaki
uşaklarına karşı güçlü bir cephe oluşturmak, direnmek, mücadele etmek ve gerektiğinde savaşmak gerekir.
İdeolojimiz çağın koşullarına uyarlanmış. Atatürkçülüktür.
Hedefimiz Ulus devletimizi bütün varlığımızla, kanımızla, canımızla, aklımızla, bilgimizle korumaktır.
Çözüm yolu “Yeni Atatürkçülük”tür. O dokuz ilkeye dayanır:
-Bağımsızlık, Bilimsel Zihniyet, Sosyal Ahlâk,
-Cumhuriyetçilik, Milliyetçilik, Laiklik, Halkçılık, Devrimcilik, Devletçilik.
Ekonomik açıdan bakarsak, bunlar arasında şu sırada en önemli olanı,
devletçiliktir. Türkiye kalkınamamıştır, Merkez ülkelerin dayattığı liberalizmle de asla kalkınamayacaktır. Tarih açıkça göstermektedir ki Türkiye ulus
devlet olarak kalmak zorundadır. Bu sayede toplumsal yapısıyla, ekonomisiyle güçlenecek, rakipleriyle eşit koşullarda rekabet edebilir bir konuma
gelecektir. Bunun tersi bir strateji ancak çöküş getirir. Çünkü sanayileşmesi ve kalkınması ABD tarafından ekonomik ve siyasal silahlar kullanılarak sürekli engellenecektir.
Kısacası Türkiye Ulus Devlet yapısı içinde, “Üçüncü Yol”a dönmelidir ki bu Atatürk'ün çizdiği kalkınma yoludur: Karma ekonomi sistemidir.
Yol Haritamız “Büyük Nutuk”tur. Önerdiğim Yol Haritası'nın altın anahtarı “Büyük Nutuk”tadır. Bence başka bir yol yoktur.
Türkiye'nin Yeniden İşğâline ancak bu yoldan son verilebilir.
Prof. Dr. Cihan Dura
***