ORGENERAL MUSTAFA MUĞLALI OLAYI 33 KURŞUN BÖLÜM 5
Emekçi Dergisi sözü edilen bu yazısında da bütün Kürt direnmelerini gerici olarak nitelendirmektedir.
Kemalistlerin Kürdistan’ı sömürgeleştirmek için giriştikleri eylemleri ise “feodalizmle mücadele” olarak
nitelendirmektedir. Kürt direnmelerinin emperyalist bölüşümü ve sömürgeleştirmeye karşı bir tepki
olabileceği düşünülmemektedir. Bu husus daima gözlerden ve dikkatlerden uzak tutulmaya
çalışılmaktadır.
Komünist Enternasyonal, Kürdistan’ın İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle Kemalistlerin ve Şehinşah Rıza
Şah yönetiminin, müşterek, politik, ideolojik ve askeri eylemleri sonucu bölünmesine karşı hiç ses
çıkarmamıştır. Kürt ulusuna karşı uygulanan “böl-yönet” politikasına karşı hiçbir tepkisi olmamıştır.
Kemalistlerin Kürt ulusuna karşı uyguladıkları ırkçı ve sömürgeci eylemleri daima göz ardı etmeye
çalışmıştır.
“Dünyanın bütün ezilen ülkelerinde milli kurtuluş savaşlarının ya şehir ve köy proletaryalarının (Vietnam)
ya da küçük burjuvazinin en yoksul kolunun (Cezayir) öncülüğünde, verilmekte oluşu bir rastlantı
değildir. Bizim ilk milli kurtuluş savaşımızda bu bakımdan bir istisna almamıştır. Genellikle küçük burjuva
kökenden gelme asker-sivil aydın zümre o günlerde en halkçı, emekçiye en yakın bir şartlanma
içindeydi ve hegemonyası altında kurulan milli güç birliği saflarında Türkiye köylüsünün büyük ağırlığı
vardır. Emeğe övgü niteliğindeki sözler, o günlerde rast gele söylenmiş sözler değildir. Ve sonraki
dönemlerde bu sözlerin pek tekrarlanmaması da rast gele değildir. Cephenin cephane ikmalinin
sağlanmasında büyük rol oynamış alan, Ankara’daki İmalatı Harbiye’nin lştirakiyyun Partisi üyesi
sosyalist işçilerin, eldeki topların namlularına uysun diye, dolu top mermilerini çaptan düşüren ve bu
yüzden sık sık şehitler veren bu proleterlerin Başkumandan Mustafa Kemal ile doğrudan doğruya
temasları vardı. Savaş yıllarında Çankaya’nın kapısı bu sanayi işçilerine her zaman açıktı. İç ve dış
dalgaların belirmesi sonucu sonraki dönemde, küçük burjuva bürokrasisinin emekçi yığınlardan
uzaklaşmış olması olgusu kurtuluş savaşının halk savaşı niteliğini gölgelendirmemelidir.” (Mihri Belli)
Bu sahte sözlerin esas amacı, halkın gelişen toplumsal muhalefetini kırmaktır. Bu toplumsal muhalefeti
kırmak için Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası kapatılmış, sorumluları tutuklanmış, sahte Türkiye Komünist
Fırkası kurdurulmuştur. Çerkez Etem güçleri imha edilmiş, Mustafa Suphi ve arkadaşları katledilmiştir..
Hemen arkasından da, Merkez Ordusu Kumandanı Nurettin Paşa (Sakallı Nurettin Paşa) komutasındaki
birlikler Kürt ulusuna karşı, Koçgiri’de katliama girişmişlerdir. Bu tarihlerde Kuvayı Milliyeciler İngiliz
emperyalizmi ile yoğun ilişki kurmaya başlamışlardır. Komünistlere karşı girişilen eylemler, İngiliz
emperyalizmi ile geliştirilen ilişkilerin gereği olarak ortaya çıkmaktadır. 1920 sonlarında ve 1921 yılı
başlarında meydana gelen bu olayları görmeden, Mustafa Kemal Paşa’nın proleterlerle devrimci
ilişkiler kurduğundan söz edilmesi sağlıksız bir tutumdur.
Mihri Belli yazısına, Türkiye’nin, dünyada ilk ulusal kurtuluş savaşını veren ülke olduğunu vurgulayarak
devam etmektedir. Bu bakımdan, ezilen bütün halkların derin bağlılık duymalarına neden olduğu da
vurgulanmaktadır. Fakat İngiliz ve Fransız emperyalizmi ile birlikte Kürdistan’ı bölüp parçalayanların, Kürt
ulusuna karşı böl-yönet politikası uygulayanların, Kürt ulusunu köleleştirmeye çalışanların, nasıl olup da,
ezilen bütün halkların sevgisini ve bağlılığını kazandığı sorulmamaktadır.
B. Kürt Sorunu Karşısında Milli Demokratik Devrim – Sosyalist Devrim Tartışmasının Anlamı
1971’den önce, Türk “sosyalist” hareketinin, en önemli tartışma konusu, Milli Demokratik Devrim -
Sosyalist Devrim ikilemi etrafında idi. Bu tezlerin ikisinin de Kürt ulus sorununu dikkate alan tarafları yoktu.
Şöyle ki: Milli Demokratik Devrim, “Türk millisi” esasına dayanıyordu. Ve feodalizme karşı olduğunu
bildiriyordu. Milli Demokratik Devrim anlayışının varlığını savunduğu feodal ilişkiler ise, özellikle Doğuda,
yani Kürtlerin yaşadığı bölgelerde, Kürdistan’da idi. Feodal ilişkilerin çözülmesi ise, ulusal hareketin
boyutlanmasını sağlıyordu. Kürt toplumu üzerinde, Kemalizm’in en yakın işbirlikçileri ve ajanları olan
şeyhlerin ve ağalarının etkinliği kalktıkça ulusal hareket güç kazanıyordu. Kitle haberleşme araçlarının
gelişmesi, Kürtlerin, dünyada, Orta-doğu’da ve Türkiye’de kendi politik ve toplumsal statüleri hakkında
günden güne bilinçlenmelerine neden oluyordu. “Türk millisi” esasını kabul eden Milli Demokratik
Devrim anlayışı ise, Kürt ulusal hareketine, bu hareketin yoğunluk kazanmasına karşı idi. Çünkü Milli
Demokratik Devrim resmi ideoloji çerçevesinde, “Türk millisi’ esasına göre geliştiriliyordu. Bu, Milli
Demokratik Devrim ile (yani Türkiye’de savunulan şekli ile) Kürt ulus hareketi arasında uzlaşmaz bir
çelişmenin varlığını ortaya koyar.
Sosyalist Devrim görüşünü savunanlara göre ise, Türkiye’de, 1923’ten itibaren, demokratik devrim
yapılmış ve bu süreç tamamlanmıştır. Önümüzdeki aşama, sosyalist devrim aşamasıdır. Bu anlayışın da
Kürt ulus olgusu ile en ufak bir bağı yoktu. Zira, l923’ten itibaren Kürt ulusu Kemalistler tarafından (TİP
Kemalistlerin demokratik devrimi gerçekleştirdiklerini söylüyor) boyunduruk altına alındığı halde, her
türlü ulusal ve demokratik hakları gasp edildiği halde, Demokratik Devrimin gerçekleştiğini kabul
ediyordu. Kürt ulusuna vurulan böylesine bir sömürgeci boyunduruğu görmeden, bu olguyu hiçe
sayarak, “Bağımsızlık Demokrasi, Sosyalizm” mücadelesi yapıyordu.
Bu bakımlardan, iki tez de Kürt ulus olgusunu dikkate almamıştır. göz ardı etmiştir. Resmi ideolojiye
uygun olarak yok saymıştır.
Lenin, “Bir yenilgiye veya yanlışa rahatça gözleri kapayıp susmak yenilgiye uğramaktan ve yanlış
yapmaktan çok daha vahimdir” demektedir. Çünkü bir yanlıştan söz etmemek, yanlışın temellerini
araştırmamak bilimsel çözümlemesini yapmamak, yanlışın sürüp gitmesini sağlamak demektir. Yanlış
sürüp gittiği zaman, ondan sağlanan politik yararlar da, burjuvazi karşısındaki meşruiyet sürüp
gidecektir. Bu bakımdan tarihsel büyük yanlışın sürüp gitmesi, bir unutkanlık, ihmalkarlık, veya dalgınlık
eseri değildir.
Türk “solu” ve Türk “sosyalist” hareketi, “dünyada emperyalizme karşı, ilk ulusal kurtuluş savaşını biz
verdik, bütün mazlum uluslara örnek olduk diye her zaman övünmüştür. Şimdi de övünmektedir. Fakat
yaşanmış hayatı fiili durumu değerlendirmekten bilinçli olarak kaçınmaktadır. Çünkü fiili durumda, İngiliz
ve Fransız emperyalizminin işbirlikçiliği, Kürdistan’ın ve Kürt ulusunun bölünüp yönetilmesi, köleleştirilmesi
ve sömürgeleştirilmesi vardır.
Bu anlatılanlardan şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Türk “solu” ve Türk “sosyalist” hareketi, Türkiye’nin öz
sorunları, özel olarak Kürt ulus sorunu konusunda bilimsel bir tahlil getirmemiştir. Kendi burjuvazisinin, sivil-
asker bürokratlarının görüşlerinin, yani resmi ideolojinin etki alanı içinde kalmıştır. … Kürt ulusal
direnmelerini daima gericilik olarak değerlendirmiştir. … Darağaçlarında, sürgünlerde, özel siyasal
mahkemelerde, zindanlarda, mücadele veren Kürtleri daima küçümsemiş, “Kürt gericiliği” demiş, bu
eylemlerin sahipleri Kemalistleri “devrimci, ilerici” diye alkışlamıştır.
C. Mehmet Ali Aybar ve “Kapattırılan TİP”
1. Türkiye İşçi Partisi, Ekim 1970’de toplanan Dördüncü Büyük Kongresinde, ulusal sorun ile ilgili bazı kararlar aldı. Bu kararlarda kısaca, Kürt halkının varlığı
kabul ediliyor, doğunun geri kalması ile orada yaşayan nüfusun etnik özellikleri arasında ilişkiler kuruluyordu.
2. Bu kararlardan dolayı Anayasa Mahkemesince, Türkiye İşçi Partisi hakkında soruşturma açıldı. Ve Parti 1971’de Sıkıyönetim döneminde kapatıldı.
3. Fakat, TİP yöneticileri, Dördüncü Büyük Kongrede aldıkları kararı, Anayasa Mahkemesinde savunmadı. Aldığı kararlardan pişmanlık duydu, geriye dönüş yaptı.
Tamamen resmi ideoloji çerçevesi içinde bir savunma yaptı. TİP Yöneticileri şöyle diyorlardı:
“Gerçekten de Türkiye işçi Partisi, hiçbir zaman Kürt asıllı vatandaşlarımız için azınlık hakkı veya statüsü
istememiş, yalnızca bu yurttaşlarımıza uygulanan Anayasa dışı baskıların kaldırılmasını talep etmiştir.
Kaldı ki, kongre karar tasarısı komisyonu üyeleri, Hüseyin Ergün ve Necati Erel Yazıcıoğlu’nun,
Başsavcılıkta verdikleri ifadede Kürtlerin azınlık haklarına sahip olmaları gerektiği yolundaki bir
düşünceyi ileri sürmedikleri, süremeyecekleri açıktır. Her iki karar tasarısı komisyonu üyesi de tabii
asimilasyona taraftar olduklarını beyan etmişler, partilerinin ve kendilerinin değil ayrılma hakkına, azınlık
statüsüne dahi karşı olduklarını belirtmişlerdir.”
TİP, 1970, Dördüncü Büyük Kongre kararlarından, tamamen geriye döndükleri, tamamıyla resmi ideoloji
çerçevesi içinde savunma yaptıkları halde, Parti kapatılmıştır. Liderleri de Ankara Sıkıyönetim
Mahkemesinde, resmi ideoloji karşısında sürdürdükleri bütün yaranmalara rağmen yargılanmış ve ağır
cezalara çarptırılmıştır.
4. Türkiye İşçi Partisi, Behice Boran’ın liderliğinde, Nisan 1975’te yeniden kuruldu. Genel Başkanlığa, yine
Behice Boran getirildi. Fakat … Kürt ulus meselesini, resmi ideoloji ile iyice bütünleşerek görmez oldu,
konuşmaz oldu. Fakat geriye dönüşü ile ilgili olarak da tek bir satır özeleştiri yapmadı.
5. TİP, Dördüncü Büyük Kongrede Milli Mesele konusunda aldığı kararından, tam anlamıyla dönüş
yaptığından dolayı eleştirilmedi. Bu Kürt ulus sorunu konusunda, Türk “solu”nun ve Türk “sosyalist”
hareketinin aşağı yukarı aynı düşünceye sahip olduğunu gösterir. Gerçekten, Türk “solu”nun ve Türk
“sosyalist” hareketinin çeşitli fraksiyonları arasındaki en önemli ortak noktanın, Kürt ulus sorununa karşı,
resmi ideoloji çerçevesinde hareket etmek olduğu söylenebilir.
6. Bu arada, Türkiye Sosyalist Partisi (daha sonra adı Sosyalist Devrim Partisi olarak
değiştirildi) Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın, TİP’e karşı çok daha farklı bir eleştiri
yönelttiğini görüyoruz. Türkiye Sosyalist Devrim Partisi Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’a göre, TİP
kapatılmış değil, “kapattırılmış”tır. … Mehmet Ali Aybar şöyle demektedir:
“ …4. Büyük Kongrede asıl, TİP’in kapattırılması sonucunu doğuran bir başka karar alınmıştır. Yeni
yöneticiler bu kararla, TİP’i göz göre göre mayın tarlasına itmişlerdir. Gerçekten Siyasal Partiler Yasasının
89. maddesi. ‘Siyasal Partiler, Türkiye Cumhuriyeti üzerinde milli veya kültür farklılıklarına, yahut dil
farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler...’ der. Aynı yasanın 112. maddesi, 89.
maddedeki yasaklara uymayan partilerin, Anayasa Mahkemesince kapatılacağını yazar... Oysa
Dördüncü Büyük Kongreye böyle bir karar aldırtılmış ve TİP’in kapatılmasına olanak verilmiştir. Ve 9 yılda
iğneyle kuyu kazarcasına, emekçilerin dişlerinden tırnaklarından artırdıkları küçük küçük katkılarla
yoktan var edilen TİP, muhalefet grubunun bir yıllık yönetiminde, maddi manevi varlığını yitirerek tarih
sahnesinden silinmiştir.”
Sosyalist Yarın Dergisi, Türkiye İşçi Partisi’ni, Anayasa Mahkemesi kararına dayanarak, yani o karardaki
görüşleri benimseyerek, kararı delil sayarak suçlamaktadır. Güya, “Anayasa Mahkemesi ilerici-devrimci
bir kurum olduğu için burjuva Kürt milliyetçiliğine müsaade etmez, burjuva Kürt milliyetçiliği gerici imiş.
Bir kere Anayasa Mahkemesinin ve Sosyalist Yarın Dergisinin anladığı gibi, burjuva Kürt milliyetçiliği diye
bir akım yoktur. Çünkü sömürgeci boyunduruk altındaki Kürdistan’da özel olarak da Türkiye’deki
kesiminde “Kürt burjuvazisi” yoktur. Burjuvazisi olan ulus siyasal bakımdan bağımsız bir ulustur. Türk
burjuvazisi, Arap burjuvazisi, Yunan burjuvazisi, İspanyol burjuvazisi vs. bağımsız devletleri olduğu için
burjuvazidirler. Kuşkusuz sömürgeci boyunduruk altındaki ülkelerde de ticaret yapanlar, sömürgeci
burjuvazinin ürettiği malların aracılığını, komisyonculuğunu yapanlar vardır. Veya, tarımda kapitalist
ilişkileri geliştirerek burjuvalaşanlar vardır. Bunlar ancak, ezen ulusa karşı, ulusal, siyasal talepler ileri
sürdüğü, yani kendi adına karar verme sürecine girdiği zaman ezilen ulus burjuvazisi olabilir. Türkiye’de
ise, henüz Kürtler adına bütün ekonomik, toplumsal ve kültürel kararlar Türk burjuvazisi tarafından
verilmektedir. Objektif bakımdan Kürt oldukları halde, Kürtlüğünü reddederek, inkar ederek,
ajanlaşarak, Türk devletinin çeşitli olanaklarından yararlanan kişileri veya sınıfları, artık “Kürt egemen
sınıfları” değil, “Türk egemen sınıfları” içinde mütalaa etmek gerekir.
Parti Kürt ulus sorununu, Türk Siyasal Partiler sistemine getirdiği için kapatılmıştır.
Bir kere daha belirtelim: Türk Devletinin Kürdistan’la ilgili dört temel politikası vardır. Bunları şu şekilde
sıralamak mümkündür
1. Kürdistan sorununu, Türk siyasal partiler sistemine bulaştırmamak,
2. Kürdistan sorununun araştırılmasını, incelenmesini, üniversitelerden mümkün olduğu kadar tecrit etmek,
3. Yargılamaları mümkün olduğu kadar gizli yapmak, ne iddialar, ne savunmalar hakkında kitle haberleşme araçlarına bilgi sızdırmamak,
4. Sorunun ne olduğu, eni-boyu hakkında yapılacak tartışmalara kati surette izin vermemek, fakat, bunu halk yığınlarına, daima, bir “öcü” olarak, bir “bilinmezlik” içinde sunmaya gayret etmek.
Örneğin, “Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü” sözü sık sık kullanıldığı halde, devlet, ülke, millet, bütünlük, birlik... (birlik nasıl meydana gelmiş?) gibi kavramların açıklığa kavuşturulmasına engel olmak.
Görüldüğü’ gibi, TİP, “Kürt-burjuva” milliyetçiliği yaptığı için değil, sömürgeci devletin, Kürdistan’la ilgili olarak saptadığı ve uyguladığı temel politikanın birincisine aykırı bir eylemde bulunduğu için, Kürt ulus sorununu programlaştırma ihtiyacını duyduğu ve bunu, yüksek sesle ifade ettiği için kapatılmıştır.
Bu tahlilden çıkarılacak sonuç, “O halde bu sorunla hiç ilgilenmeyelim, ilgilendiğimiz zaman partimiz gene kapatılır” değildir. Bu sorunu programlaştırıp üzerine üzerine gitmektir, Anayasa Mahkemesinin ırkçı, sömürgeci ve ilhakçı niteliğini deşifre etmektir. Zira ülkede sömürgeci boyunduruk altında yaşayan bir ulus varsa, bu olguyu görmeden, bunu hiçe sayarak “demokrasi, bağımsızlık ve sosyalizm” mücadelesi yapmak bir aldatmacadır. Türk burjuvazisinin, Kürt ulusuna karşı sürdürdüğü sömürgeci boyunduruk karşısında sessiz sedasız kalarak, bunu hiç görmeyerek, (yani burjuvazinin istediği biçimde davranarak)
yürütülen sosyalizm mücadelesi, ancak, onun yani burjuvazinin izin verdiği kadar olur. Öte yandan işçi sınıfının ezilen halkların anti-sömürgeci mücadelesi bakımından da görevleri olduğu unutulmamalıdır.
“Gerçeğe”, doğru bilgilere ihtiyacı olan kitlelerdir. Emekçi yığınlardır. Yanlış bilgilere, suskunluğa, karanlığa ise, egemen sınıfların, gerici güçlerin ihtiyacı vardır. O halde sosyalist kişilerin, veya kuruluşların, Kürt ulus sorununu ele almaları, programlaştırmaları, büyük bir görev olarak karşıya çıkmaktadır. Fakat
Türk “solu” ve Türk “sosyalist” hareketi kendi burjuvazisi ile yaptığı bu sözlü ittifakı bozup tam anlamıyla sosyalizmi benimsemediği sürece bu konuda sağlam yaklaşımlarda bulunamaz. Sömürgeci sol olma niteliklerinden arınmadıkça, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde başarılı olamaz.
“CHP’nin Yeni Programının Eleştirileri” Üzerine
Dünyanın hiçbir yerinde, herhangi bir ulusun temel kişilik ve haysiyet hakları, onuru, o ulus yok farz edilerek, varlığı kabul edilmeyerek. inkar edilerek, “ezen ulusun bir parçası” kabul edilerek gasp edilmemiştir. … Ve dünyada hiçbir lider, ırkçı, sömürgeci ve ilhakçı niteliğini, “Özgürlükçü demokrasi” sahtelikleriyle Bülent Ecevit kadar maskeleyememiş tir.
Louis Althusser şöyle diyor:
“Eğer gerçeğin itisiyle, yanlış ile karşı karşıya kalan bir parti, bu yanlışı ‘düzeltmek’ için, ondan hiç söz etmeyerek, yalnızca onu kabullenmekle yetiniyorsa, yani söz konusu yanlışa, derinleştirilmiş ve gerçek Marksist bir yöntem uygulamıyorsa, yanlışı en kaba biçimi ile el altından sürdürecektir, demektir. Yanlıştan hiç söz etmemek, çoğu kez suskunluğun kanatları altına sığınmış yanlış üzerine üstelemedir. Tarihinden ve çözümlemesinden hiç söz etmek istemediğimiz, bilmek için araştırmayı reddettiğimiz, bir yanlışın neresi düzeltilebilir ki? Gerçekten bilinmeyen bir yanlışın düzeltildiği ciddi olarak düzeltildiği ileri sürülemez. Yüzeysel yanını düzeltme, nabza göre şerbet. Suskunluk kadar hiçbir şeye ihtiyacı olmayan egemen sınıfları rahatsız etmemek. Bir yanlıştan söz edilmiyorsa, yanlışın sürdüğündendir. Yanlışın sessiz
sedasız sürmesine yetecek kadar düzeltme yapılıyormuş gibi.”
VII. CHP VE ÇALDIRAN ÖZALP 1930 ÇALDIRAN 1943 ÇALDIRAN 1945, ÇALDIRAN 1976
Bu olgulardan birisi, 1930 yılına aittir. Bu, 1930 yılı Eylül ayında, İran’a Büyükelçi olarak tayin edilen ve 1930-1934 yılları arasında bu görevi sürdüren, Rıdvanbeyoğlu Hüsrev Gerede’nin Hatıratı’na ilişkindir. …
Büyükelçi, Kürtleri, hem İran’ın hem Türkiye’nin, hem İngiltere’nin hem Fransa’nın müşterek düşmanı olarak ilan ediyor ve bu müşterek düşmanı ezmek için, Şehinşah Rıza Pehlevi’den müşterek askeri, politik ve ideolojik eylemlere geniş olanaklarla katılmasını istiyordu. Kürt ulusu tümüyle düşman kabul
edilmekle beraber, bu “düşmanlığın” daha çok hudut boylarındaki, bu arada, Özalp’ın Çaldıran nahiyesindeki Kürtleri de etkileyeceği şüphesizdir.
Bu arada Hüsrev Gerede’nin, ta 1919 yılından itibaren, Mustafa Kemal’in karargah elemanlarından olup O’nun siyasi işlerini yürüttüğünü, ona en yakın adamlarından biri olduğunu da belirtelim. Yine Hüsrev Gerede’nin, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Hitler Rejimini hararetle desteklediğini belirtmekte yarar vardır. Hüsrev Gerede Berlin Büyükelçisiyken, 5 Ağustos 1941’de Alman Dışişleri Bakanlığına giderek, Rusya’daki Türklerin ve Çerkezlerin Sovyetler Birliği’ne karşı yapılacak propagandada kullanılmasını önermiştir. Rusya’da Nazi yayılmasını kolaylaştırmak için kendisinin görev alabileceğini bildirmiştir. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi)
Demokrat bir kişinin, bir aydının görevi, özgürlüğün iyi bir şey olduğunu, buna karşı çıkılmaması gerektiğini anlatmaktır. Özgürlük taleplerini teşvik etmektir. Gerçekten demokrat olan, aydın olan bir kişi, sadece kendi ulusunun özgürlüğü için mücadele etmekle yetinemez. Köleleştirilmeye çalışılan, ırkçı, sömürgeci, emperyalist baskılar karşısında bırakılan, dili, kültürü, kişiliği, onuru, namusu gasp edilmiş bir ulusun özgürlük mücadelesine de yandaş olmak zorundadır. Böyle bir davranış demokrat olmanın özünde vardır. Gerçekten demokrat olan, aydın olan bir kişi, kendi burjuvazisinin, başka uluslar üzerinde yürüttüğü, baskılardan sadece utanç duyar. Bunlarla övünmek, bu tür baskıları teşvik etmek, baskı sahiplerinin işidir. Bu düşünce ve eylemleri, “özgürlük”, “eşitlik”, “özgürlükçü demokrasi”, “demokratik sol”, “sosyalist enternasyonal” gibi kavramlarla maskelemeye çalışmak, çirkin, ayıp bir davranıştır.
Görüldüğü gibi tam anlamıyla bir jenosit provası yapılmaktadır. Nasıl katledileceklerini göstermek için Kürt halkı da zor yoluyla, “tatbikat” alanına getirilmiş ve jenosit provaları seyrettirilmiştir. Tatbikatta Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun, Hakkari Valisi Altay Utkan ve öteki yetkililer hazır bulunmuşlardır. Düşman kuvvetleri olarak çadır hayatı yaşayan, ulusal giysileri içinde, çoluk-çocuk, kadın-erkek, genç-ihtiyar bütün Kürt halkıdır. Katliamlar karşısında halkın çıkardığı “imdat” sesleri de Kürtçe olarak söylettirilmiştir. Tatbikatta gerçek mermilerin yanında napalm bombaları da kullanılmıştır.
Eleştiriler karşısında, 18 Eylül 1978 tarihinde bir açıklama yapan İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı, bu ırkçı ve sömürgeci eylemi “milli bir tatbikat” olarak değerlendirmiştir. Bu tür tatbikatların sürdürüleceğini belirtmiştir.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, 29 Ekim 1978 tarihinde, Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla yayınladığı mesajda “Kanatlı Jandarma 78 Tatbikatı hakkındaki eleştirilerin maksatlı olduğunu, “kahraman Türk ordusunu bu tür tatbikatları yapmaktan hiç kimsenin veya kurumun alıkoyamayacağını” bildirmiştir.
CHP Gençlik Kollarının Milli İstihbarat Teşkilatı ile ne kadar yoğun ilişkiler içinde olduğu bilinen bir gerçektir.
Bir İsveçli gazetecinin, Kürtlere baskı yapıldığı yolunda sorusu üzerine Ecevit, Kürt sorununun son dönemlerde özellikle dışarıdan kışkırtıldığını söylemiş, ‘Hükümetimiz tüm güçlüklere rağmen. Güneydoğu Anadolu’ya büyük yatırımlar yapmaktadır’ demiştir. Gazetecinin, elinde Kürtçe kitaplarla geldiği basın toplantısında, ‘Neden Kürtlerin kendi dillerini öğrenmelerine engel oluyorsunuz? Kimmiş, Kürtleri kışkırttığını söylediğiniz ülkeler?’ yolundaki sorusunu Ecevit: ‘Size ısrarla bu soruları sorduranlar’ diye yanıtlamıştır. (Milliyet, 20.12.1978)
Bülent Ecevit, Türk milletinin birliğinden bütünlüğünden söz etmektedir. Halbuki “Halklara özgürlük”
sloganı, Türk milletinin, Türk halkının bölünmesini amaçlamıyor. Türk devleti tarafından ırkçı ve sömürgeci
bir baskı ve boyunduruk altında tutulan Kürt ulusunun kurtuluşunu amaçlıyor.
Kürdistan’ın somut koşulları karşısında, Kürt dilinin ve Kürt tarihinin öğrenilmesi önemli değil midir? Dilin
öğrenilmesinin, öğretilmesinin, konuşulmasının teşvik edilmesi gerekli değimlidir? … Bu kadarcık bir
milliyetçiliğe sahip olmayan, yani öz dilini öğrenmek, konuşmak, yazmak ve tarihini öğrenmek için
gerekli girişimlerde bulunmayan hiç kimsenin iyi bir devrimci olamayacağı da kuşkusuzdur. … Kürt
devrimcilerinin, demokrat ve yurtsever unsurlarının, ezen ulus solundan gelebilecek bu suçlamaları
aşması gerekir. Bilakis, ezen ulus solunun çok büyük bir kısmının milliyetçi bir çizgiden de öte, ırkçı ve
sömürgeci bir çizgide geliştiğini ve bunlardan henüz arındıramadığını ortaya koymak gerekir.
Burada, dilin, sadece haberleşme aracı olarak ele alınmaması gerekir. Siyasal bir fonksiyon, siyasal bir
odak noktası olarak düşünülmesi gerekir. Yani Kürt ulusunun ulusallığının temel öğesi olarak görülmesi
gerekir.
Türk burjuvazisi, Türk egemen sınıfları ile, “Kürt burjuvazisi”, “Kürt egemen sınıfları” devleti birlikte
yönetiyorlar önermesi doğru bir önerme değildir. Yanlıştır. Olgular tarafından doğrulanmamaktadır.
İkinciler, ancak köleleştikleri, ajanlaştıkları, Türkleştikleri ölçüde kapitalistleşiyorlar. Ve devletin
Kürdistan’da sürdürdüğü baskılara katılıyorlar. Milletvekili, senatör, bakan, yüksek dereceli memur vs.
olmak, Türk anayasasının başında yer alan, “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir” (md.4) ilkesini
daha iyi yürütebilmek içindir.
“Bağımsız Türkiye”, Türk milliyetçiliğinden kaynaklanan, milliyetçi bir slogandır. İçeriğinde, Kürdistan
üzerindeki emperyalist bölüşümü onaylama politikası gizlidir. Kürt ulusuna karşı sürdürülen “böl-yönet”
politikasını onaylamaktadır. Resmi olarak, Edirne’den Hakkari’ye kadar olan toprak parçasının adı
‘Türkiye’dir. Halbuki bu toprak parçalarından bir kısmı Kürdistan’ın kuzey taraflarıdır. Ve bu topraklar
Lozan emperyalist ve sömürgeci bölüşümü sırasında bu sınırların içine katılmıştır. İşte, “Bağımsız Türkiye”,
böyle bir emperyalist ve sömürgeci içerikli politikayı gizleyici bir slogandır. Amacı budur. Böylesine
emperyalist ve sömürgeci bir içeriğe sahip olduğu halde, Tür” solu”nun temel şiarlarından biridir. Buna
rağmen “Bağımsız Kürdistan” gibi bir slogan, Türk “solu” tarafından, daima, “milliyetçi” bir slogan olarak
değerlendirilmiştir. “Dış kışkırtmalarla” oluşturulmaya çalışılan “böl-yönet” politikasının bir gereği olarak
değerlendirilmiştir.
Türk “solu” demektedir ki, biz, “Bağımsız Türkiye” derken, “eşit ve gönüllü koşullarda gerçekleştirilen bir
birlikten söz ediyoruz.” Bu, Kürdistan’ın emperyalist ve sömürgeci amaçlarla parçalanmışlığını hiç
dikkate almamaktadır. Bu bakımdan yüzeysel olarak demokratik görünüyorsa da, eşelendiği zaman,
öyle olmadığı anlaşılmaktadır. Türklerin Kürtlerle meydana getireceği birlik, Arapların Kürtlerle meydana
getireceği birlik, Farsların Kürtlerle oluşturacağı birlik, bazı koşulların gerçekleşmesi sonucunda
demokratik olabilir. Fakat bu Kürdistan’ın siyasal kişiliğini yok etmektedir. Türkler, “Doğu Anadolu
Türkiye’nin ayrılmaz bir parçasıdır”; Araplar, “Kuzey Irak, Irak’ın ayrılmaz bir parçasıdır”; “Kuzey Suriye
Suriye’nin ayrılmaz bir parçasıdır”; Acemler ise, “Batı İran, İran’ın ayrılmaz bu parçasıdır” demektedirler.
Böylece, Kürdistan’ın bir kısmı Türk devletinin, bir kısmı Irak devletinin, bir kısmı Suriye devletinin, bir kısmı
İran devletinin “bölünmez bir parçası’ olmaktadır. Bu ise Kürdistan’ın siyasal kişiliğini yok etmektedir. Bu
bakımdan emperyalist ve sömürgeci amaçlarla parçalanmış Kürdistan’ın birleştirilmesi, yine bu
amaçlarla “böl-yönet” politikası gereği bölünen Kürt ulusunun birleştirilmesi talepleri çok daha
demokratik taleplerdir. Temelde duran taleplerdir.
VIII. OTUZÜÇKURŞUN OLAYINDA ADI GEÇEN YETKİLİ KİŞİ HATIRALARINDA NELER YAZDILAR.?
A. Hilmi Uran (İçişleri Bakanı)
“Otuz üç Kurşun” olayı cereyan ettiği sırada İçişleri Bakanı olan Hilmi Uran, 1959’da Hatıralarım adı altında, hatıralarını neşretti. Hatıralarında bu olaydan hiç söz etmemektedir. Yalnız, “Milli Birlik Davamız” başlığı altında şunları yazmaktadır, “…Fakat hakikat odur ki, Türk dili, Türk kültürü ve Türk adet ve ananeleri, bugün dahi yurt ölçüsünde umumi bir dil, umumi bir kültür ve umumi müşterek bir örf ve adet olabilmiş değildir. Olabilmekten de henüz çok uzaktır. Birçok köylerimiz hiç Türkçe bilmez. Bilenler de onu konuşmaz. Birtakım köylerimiz de Türk olmadıklarını açık açık ve pervasızca söylerler, dururlar.”
IX. SONUÇ
Birden fazla ulusun bir arada yaşadığı devletlerde, hele bir ulusun ötekini veya ötekilerini kesinlikle boyunduruk altına aldığı bir devlette, demokrat bir unsur olmak son derece zor bir özelliktir. Bu tür ülkelerde egemen ulus aydınları, demokratları iki standartlı düşünüyorlar. Kendi ulusları için dile getirdikleri, mutluluk, refah, maddi ve manevi kalkınma özlemlerini, ezilen ulus için kesinlikle istemiyorlar.
Onların köle olarak yani kendi uluslarının boyunduruğu altında kalmasını istiyorlar. Savunuyorlar.
Demokrat unsurların en tutarlısı olan sosyalistler için de durum aşağı yukarı böyle.
Anti-sömürgeci ulusal demokratik hareketin en önemli güvencesi önce Türk “sosyalist” hareketidir.
Sonra demokratikleşme hareketidir. Fakat, gerek Türk “sosyalistleri” gerek demokratları, bu görevlerini yerine getirmemek için, anti-sömürgeci ulusal demokratik hareket ile, aralarına büyük uçurumlar koymaya, sömürgeci sol olma niteliklerini korumaya, çelişkiler yaratmaya çalışmaktadırlar. Kuşkusuz bu görevin bilincine varanlar da vardır. Ve bunlar nitelik ve nicelik olarak güçlenmektedirler.
Kürdistan klasik sömürgelerden farklıdır. Kürdistan uluslararası bir sömürgedir. Kürdistan’ın emperyalist bir bölüşüme tabi tutulması, en az dört devletin orduları tarafından kontrol edilmesi, nicelik değil, nitelik ile ilgili bir meseledir. Bu, Kürdistan’ı sömürgeleştirmeye çalışan devletlerin, Kürt ulusunun ulusal benliğini
yok etme, Kürt toplumu olma özelliklerini tamamen yok etme sürecine girmelerine neden olmuştur. …
Kürdistan’ı sömürgeleştiren güçlerle, Kürtlerin dininin aynı olması, bu tahribatı daha da arttırmıştır. Bunun sonunda, klasik sömürgeler, günümüzde siyasal bağımsızlıklarına birer birer kavuştukları halde, Kürdistan hala sömürgedir. Kürdistan’ın herhangi bir yerindeki hareket, en az dört devletin, müşterek, politik, ideolojik ve askeri eylemlerini zorlamaktadır. Bu dört devletin (en az dört devletin) Kürt ulusuna karşı ittifak yapmaları nesnel bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır.
***