20 Kasım 2017 Pazartesi

ORGENERAL MUSTAFA MUĞLALI OLAYI 33 KURŞUN BÖLÜM 3


ORGENERAL MUSTAFA MUĞLALI OLAYI 33 KURŞUN BÖLÜM 3

B. OTUZ ÜÇ KURŞUN

Ahmed Arif’in şiirinin Kürt toplumunda büyük etkiler yarattığını … Bu gençlerin “Ocakta küllenmiş köz”leri, “karnında sakladığı söz”leri nedir? “Kaç bin yıllık hasret” ne içindir? 
Türkiye‘de yazarlar, 1919-1922 yılları arasında Mustafa Kemal’in ve öteki Osmanlı paşalarının, geleneksel çevreleri, din adamlarını savaşa katabilmek için dinci ideolojiyi kullandıklarını söylerler. Bu doğrudur. Fakat tek başına bu değildir, Kürdistan’da yürütülen eylemlerde Kürt ulus ideolojisi bilinçli olarak kullanılmıştır. 

Artık, Kürtlerden, Kürtlüklerini reddetmeleri istenmektedir. “Türküm, mutluyum” diye haykırmadıkları sürece, mutlu olamayacakları söylenmektedir. Kürdistan’da Kürtçe konuşma yasaklanmaktadır. Kürtçe konuşanlara zulüm yapılmakta, zindana atılmaktadır. Para cezalarına mahkum edilmekte, idari müeyyideler uygulanmaktadır. Kürt ulusunun temel demokratik ve ulusal hakları için, kendi kaderini tayin için giriştiği bütün eylemleri yukarıda sözü edilen emperyalist ve sömürgeci devletlerin müşterek askeri eylemleriyle kanla boğulmaktadır. Kürt ulusu kitleler halinde katliamlara maruz bırakılmakta, sürgünle gönderilmektedir. Kürdistan için farklı yasalar çıkarılmakta, öteki yasalar farklı bir şekilde 
uygulanmaktadır. Kürt ulusunun bütün ulusal ve demokratik hakları gasp edilmiştir. Köleleştirilmeye çalışılmakladır. Kürt ve Kürdistan adları dillerden ve tarihlerden silinmek üzere yok edilmeye çalışılmaktadır. Kısaca, Kürt ulusu aldatılmıştır. İhanete uğramıştır. Bu ihanet, bu aldatılma, sadece Osmanlı paşalarından, Kuvayı milliyecilerden – Kemalistlerden gelmiyor. Daha 1921 yıllarında, Kürdistan Ermenistan olmasın diye, Kürtleri Ermenilere ve karşı örgütleyen Kürt Ali Saip (Ursavaş) daha sonra Şeyh Sait ve arkadaşlarını, yani Kürt yurtseverlerini aşan mahkemenin bir üyesi, bir ara da başkanı olmuştur. 
Ali Saip, kendi ulusuna, Kürt ulusuna karşı giriştiği bu ihanetlerine karşı Kemalistler tarafından Çukurova’da geniş bir çiftlik ve Kozan (Adana) mebusluğu ile ödüllendirilmiştir. Ayrıca Şeyh Sait ve arkadaşlarını yargılarken, 60.000 altın rüşvet almasına Kemalistler göz yummuştur. Daha doğrusu Şark İstiklal Mahkemelerinde, Kürt yurtseverlerinin kelleleri açık artırmaya çıkarıldığından, rüşvetler binlerce altınla ifade ediliyordu. Alan da “Kürt” veren de Kürt idi. Irkçı, ilhakçı ve sömürgeci eylemlerle dopdolu olan Kemalistler için, bundan daha iyi, “böl ve yönet” politikası uygulanamazdı. 

II. 1943 YILLARINDA TÜRKİYEDEKİ İÇ POLİTİKA GELİŞMELERİ VE TÜRKİYENİN DIŞ İLİŞKİLERİ

Saraçoğlu’nun nutkunun son cümlelerinden birini bütün dünyaya duyurulması lazım gelen 4 hakikatten biri olarak şu cümle teşkil ediyordu: 
“Türk’üz, Türkçüyüz ve her gün biraz daha Türkçü olacağız. … Meşrutiyet yıllarının bin bir ırkı temsil eden bindir kulüp ve cemiyetleri karşısında Türklüğünü gururla ilan edememenin acılığını yakından duymuş olanlar artık geniş bir nefes alabilirler.” 

Bütün bu haberlerden “Otuz üç Kurşun” olayının, Güney Kürdistan’da, emperyalist ve sömürgeci güçlere karşı gelişen Kürt ulusal hareketi ile çok büyük bir ilişkisi olduğu ortaya çıkmaktadır. Öte yandan yine aynı yıllarda, İran’da, Azerbaycan’da ve Kürdistan’da, yoğun bir ulusal hareket gelişmektedir. Bu 
gelişmelerin, Türk hükümetlerini endişeye sevk etmesi doğaldır. Çünkü Kürdistan’ın öteki bölgelerinde gelişen ulusal hareketlerin, Türk sömürgeciliğinin ve ırkçılığının boyunduruğu altındaki bölgelerdeki Kürtleri de etkileyeceği şüphesizdir. Bu bakımdan sınırlarda olağanüstü emniyet tedbirleri alınmaktadır. 
Kaçakçılıkla, haydutlukla, eşkıyalıkla, mücadele ediyoruz gerekçesiyle Kürt ulusuna karşı yoğun bir sindirme hareketi sürdürülmektedir. Bütün bunların yanında, Almanya’da gelişen Nazi ırkçılığı, Türkiye’yi etkilemekte hiç gecikmemiştir. 

Nazi ırkçılığına paralel olarak gelişen Türk ırkçılığı, Kürt ulusuna karşı böyle bir cinayetin işlenmesine neden olmuştur. Dikkat edilirse Barzanilerin hapishaneden kaçarak, Kürdistan’a geçişi ve Kürt ulusal direnişinin yeniden başlaması 1943 yılı Temmuz ayına rastlamaktadır; Otuz üç Kurşun olayı ise, 31 Temmuz 1943 günü cereyan etmişti. 

Gerek Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal’in, gerek Milli Şef İsmet İnönü’nün çok yakın bir adamı olan Asım Us, 1930-1950 Hatıra Notları isimli kitabında bu durumu şöyle özetliyor: 

“21 Aralık 1945, Kürt meselesinin Türkiye için tehlike teşkil eden şekli şudur: Ruslar, İran Azerbaycan’ında uyandırdıkları mesele gibi bir de İran hudutları içinde Kürt meselesi yaratmak istiyorlar. Bu da küçük bir Kürt hükümeti teşkil ederek o vasıta ile bizim hudutlarımız içinde tahrikat yapmaya ve büyük bir 
Kürdistan vücuda getirmeye çalışmak, Rus siyasetinin ana hattıdır. Buna mani olabilmek için yegane çare Türkiye’nin İran hududu üzerinde Türk nüfusu teksif etmesidir. Şarktaki hududumuz boyunca bir nüfus yerleştirme bölgesi yapmalıyız.” 

IV. TBMM TAHKİKAT KOMİSYONUNUN RAPORU

Olayın Nedenleri 

Meydana gelmesi kuşkusuz olan bu olayın nedenleri komisyonumuzca, şöylece saptanmış bulunmaktadır:

1943 senesi öncelerinde, Türk-İran hududunda, ilk kışkırtmanın, hangi taraf uyruğundan geldiği açık olarak saptanamayan, talan ve yağma niteliğinde bazı hudut olayları cereyan etmektedir. Türk mahalli idare makamları, İranlılar tarafından hudutlarımıza karşı girişilen bu olayları önleme iddiasıyla ve 
mümkün oldukça misilleme yapmak amacıyla, silahları jandarma teşkilatı tarafından verilmiş bir çete kurarak bu olaylara müdahalede bir sakınca görmemişlerdir. Van valiliğinin ve o sırada İçişleri Bakanı olan Recep Peker’in de onayı ile böyle bir çete kurularak fiilen adı geçen harekat alanına sokulmuş 
bulunmaktadır. İçişleri Bakanlığı ciddi devlet anlayışına uygun olmayan bu görüşünü, daha sonra, sorumluluğu olmayan kişilerden meydana gelen çetelerle hudut emniyetini sağlamanın mümkün olamayacağına kanaat getirerek değiştirmiş ve çetelerin dağıtılmasını Van valiliğine emretmiştir. … İşte 
İranlı bir aşiret reisi olan Mehmedi Mısto’nun Türk hudutları içerisinde önemli bir talanı gerçekleştirmesinin asıl nedeni, bu emre rağmen dağıtılmayan çetenin mevcudiyetidir. Şöyle ki: 
Anlaşıldığına göre İranlı çapulculara misilleme yapmak için sorumluluğu olmayan çeteler kurmak fikri şu üç kişinin kafasından çıkmış bulunmaktadır: Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel, Özalp Jandarma Kumandanı Yüzbaşı Vasfi Bayraktar ve Hudut Tabur Kumandanı Binbaşı Şükrü Tüter. 

Bu üç resmi memur söz ve fiil birliği halinde çeteyi kullanmakta ve İran hudutları içerisine sokarak hayvan talan ettirmektedirler. Talan edilen hayvanların bir kısmı çeteyi meydana getiren köylülere dağıtılıyorsa da diğer bir kısmının küçük çıkar hesaplarıyla bu üç çete idarecisinin tasarrufuna bağlı tutulduğu araştırmayla saptanmış bulunmaktadır. Bu üç kişiden askeri kuvvetlere kumanda eylemekte olan Şükrü Tüter’in çetenin bir numaralı idarecisi olduğunu gösterir pek çok belirtiler mevcuttur. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere İçişleri Bakanlığının çetelerin dağıtılmasına dair olan emrinin dinlenilmemiş olmasının nedeni küçük çıkar hesaplarıdır. Özalp’te böyle kanunsuz bir durumun 
varolduğundan, Van’da Vali olan Hamit Onat’ın habersiz bulunması mümkün değilse de, kendisi bunu inkarda ısrar etmiştir. 

İşte bu çete bir gün İran hududu içlerinde 6 km. sarkarak orada bir aşiret reisi olan Mehmedi Mısto adındaki şahsın, bir rivayete göre 400-500, başka bir rivayete göre de 1500-2000 hayvanını Türkiye’ye getiriyor. Mehmedi Mısto’nun dedeleri Türk dostu olarak tanınmış kimselerdir. Hatta bu aşiret Birinci 
Dünya Savaşında, o mıntıka Rus işgaline düştüğü günlerde bile kuvvetli işgal makamlarına değil, ısrarla Türkiye’ye hizmet etmiş olmakla tanınmıştır. Mısto’nun 1943 yılında dahi Türk istihbaratına hizmet eylediği sabittir. Hayvanlarının Türk çeteleri tarafından talan edilmesinden üzüntü duyan Mehmedi Mısto özel haberci göndererek ve mektup yazarak Özalp Kaymakamının şahsında Türkiye’ye başvuruyor. Diyor ki: “Gasp edilen hayvanlarını bana iyilikle geri veriniz. Ben sizin dostunuzum. Ricamı kabul etmezseniz, ben hayvanlarımı aynı usulle geri alabilirim. Fakat bu takdirde Türk hükümetinin haysiyeti rencide olur, buna sebebiyet vermeyiniz.” Mehmedi Mısto’nun bu başvurusu, olumlu karşılık görmek şöyle dursun, bizim 
idareciler kendisiyle alay edip “Gelip karını da koynundan alacağız” diye mektup yazıyorlar. Bunun üzerine Mısto, 6 Temmuz 1943 tarihinde İran içindeki diğer bazı aşiretlerin de yardımını temin ederek Türk hudutlarını aşıyor ve Özalp ilçe merkezinin 1.5 km. yakınındaki otlakta otlamakta olan Özalp halkına ait 406 baş hayvanı sürüp İran’a kaçırıyor. Olay Özalp’teki resmi makam sahiplerini 
telaşlandırıyor. Bunlar Mehmedi Mısto’nun Türkiye’de böyle cüretkarane bir talan yapabilmesinden Türk vatandaşlarından da yardımcılar bulduğu kanaati ile harekete geçiyorlar. Gerek Hilmi Tuncel’in, gerekse Şükrü Tüter’in o anda çok kötü şeyler tasarlamış olmalarının delili olarak olayı fazlasıyla mübalağalandır   dıklarını görüyoruz. Hilmi Tuncel, Van Valiliğine, “Özalp yakınlarına kadar Rus askerleri gelmiştir.” diye hakikate aykırı şifre verirken, diğer taraftan aynı yalan rapor, Şükrü Tüter tarafından yüksek askeri makamlara ulaştırılıyor. Bu iki şahsın yüksek askeri makamları telaşlandırmak amacını güttükleri açıktır. Bu arada, Özalp’te arzuhalci Rıfat isminde bir şahsın kaymakama müracaatla 
kendisinin bazı arazi ihtilafları sebebiyle geçinemediği Milanengiz köylerinden 40 kişiyi, Mehmedi Mısto’nun yatakları olarak ihbar eylediğini ve bir liste verdiğini görüyoruz. Kaymakam bu listeyi Vali Hamit Onat’a bildirerek 40 kişinin tutuklanması için izin istiyor. Valinin de onayı ile 40 kişi Polis Vazife ve 
Salahiyetleri Kanunu’nun ilgili hükmüne göre gözaltına alınıyorlar. Bu 40 kişi tutuklama istemi ile Özalp 

Sulh Mahkemesine sevk ediliyorlarsa da mahkeme, 21.7.1943 tarihinde içlerinden yalnız beş kişiyi tutuklayarak Van Cumhuriyet Savcılığına gönderiyor. Geri kalan 35 kişi, haklarında tutuklamaya dahi yeter delil bulunmadığından, serbest bırakılıyorlar. 

Mahallinde durum bu merkezdeyken, Van’da hudut emniyeti kalmadığı ve Rus askerlerinin hudutlarımıza tecavüz eylediği teraneleriyle telaşa verilen yüksek makamlar da olay ile pek doğal olarak ilgileniyorlar. Valilik İçişleri Bakanlığını ve Şükrü Tüter’in amiri olan Rasum Saltuk’la Erzurum’daki Üçüncü Ordu Müfettişliğini tahrik ediyorlar. Bunun üzerine Genel Kurmay vaziyeti incelemesi için Ordu Müfettişi Mustafa Muğlalı’ya talimat verirken İçişleri Bakanlığı da Birinci Genel Müfettiş ile Jandarma Genel Kumandanını aynı iş için Van’a gönderiyor. 

Mustafa Muğlalı 24 Temmuz 1943 günü Van’a ulaşıyor. 24 Temmuz’u 25 Temmuz’a bağlayan gece Van Valisi Hamit Onat’ın evinde, Mustafa Muğlalı, Hamit Onat, Tümgeneral Cevat Yalım, ve Tuğgeneral Rasim Saltuk’un da katılmalarıyla bir toplantı yapılıyor. Bu toplantıda Mustafa Muğlalı, Hamit Onat ve Rasim Saltuk’un mahkeme tarafından serbest bırakılmış olan, Mehmedi Mısto’nun uzak veya yakından akrabaları bulunan 35 kişinin öldürülmelerinde birleştikleri, tümgeneral Cevat Yalım’ın Muğlalı’ya “Paşam kanun yollarından yürümek daha uygun olur, elinizi ateşe sokmayınız” diye nasihat yollu ikazda 
bulunmuş olmasından anlaşılmaktadır. 

Nitekim bu toplantıdan bir gün sonra, 25 Temmuz 1943 günü Vali Hamit Onat’ın Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel’e telefon ederek Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nun serbest bırakılan 35 kişiye tekrar uygulanması ile, bunların yeniden tutuklanmaların, emretmiş olması ve “Yarın orgeneral Muğlalı ile birlikte Özalp’e geleceğiz, hazırlıklı olun” demiş bulunması bu korkunç kararı belirten bir belgedir. Valinin telefon emri üzerine Kaymakam Hilmi Tuncel adı geçen 35 kişiyi tutuklaması için Jandarma bölük kumandanı Vasfi Bayraktar’a emir veriyor. Köyler derhal taranmaya başlanıyor. Bu tarama sonunda köylerinde bulunamayan, iki kişiden başka biri kadın, biri 11 yaşında çocuk, biri kıtasından izinli gelmiş muvazzaf çavuş ve biri de hava değişimli er olmak üzere 33 kişi yakalanıp Özalp merkezine getirilerek emniyet komiserliğindeki nezarethaneye konuluyorlar. 

Bu olaylar cereyan etmekte iken içişleri Bakanı’nın araştırmaya memur ettiği Avni Doğan, Jandarma Genel Komutanı Rıfat Nataracı ile birlikte Van’a geliyorlar. Avni Doğan, Milli Emniyetten de Özalp olayları hakkında bilgi almış durumdadır. Haklı ve doğru olan kanaati, Özalp talanının emre rağmen dağıtılmayan çetelerin başında bulunan Kaymakam Hilmi Tuncel, Jandarma Kumandanı Vasfi 
Bayraktar ve hudut tabur kumandanı Şükrü Tüter adlı kişilerin kötü tutumları sonucu doğduğu merkezindedir. Büyük bir olasılıkla bu üç kişiden naklen, daha 40 kişinin tutuklanmaları anından itibaren, o muhitte tutukluların öldürülecekleri söylentileri dolaşmaktadır. Öldürülecekleri söylenen kişiler ve onların yakınları karşılaştıkları her vazifeliden yardım istemektedirler. 

Avni Doğan sorunu Muğlalı ile görüşmek istiyorsa da, Muğlalı müfettişi hafife alıp görüşmeyi bir gün sonraya bırakıyor. Gerek Van’da ve gerekse Özalp’e geldikten sonra Muğlalı ile Avni Doğan ziyafet sofralarında karşılaşıp bu işi görüşüyorlarsa da müfettişin generali kanun yoluna getirmesi kolay olmuyor. Hatta Muğlalı’nın “Memleketin çıkarı için babamı bile aşarım, Avni Doğan bu işe karışmasın, onu 
kırbaçlarım” vesair şekillerde acayip beyanlarda bulunduğu sabittir. 

Özalp’te yanındakileri dairede bırakıp tutukluları görmeye giden Avni Doğan’dan bu kişiler, “Paşam bizi kurtar” diye yardım istiyorlar. Avni Doğan’ın tutuklularla görüşmeye başladığını haber alan Vali, Kaymakam ve Hudut Tabur Kumandanı arkasından gelerek karakol önünde, kendisiyle görüşüyorlar. Müfettişin karakoldaki polis memuruna tutukluları göstererek, “bu nedir diye sorduğu sorusuna aldığı cevap şudur: “Efendim bunlar polisçe tutuklanmışlardı. Mahkeme tarafından serbest bırakılınca tekrar tutukladık. Muğlalı Paşa bunları gördü ve askeri makamlara teslim ediniz dedi. 

Bu nedenle tutuyoruz.” Bu cevap üzerine, mahkemenin serbest bıraktığı kişileri tutmanın kanuni olmadığını hatırlatan Avni Doğan’a Şükrü Tüter, “Efendim, bunlar casusturlar, ordunun konuşunu düşmana bildiriyorlar, Harp Divanına verileceklerdir” diye müdahale ediyor. Bu cevap karşısında müfettiş Tüter’e “O halde derhal teslim alınız” deyip oradan ayrılıyor. 

Buraya kadar verilen açıklamalardan anlaşılacağı üzere Avni Doğan’ın bu kişilerin serbest bırakılmaları yolunda Muğlalı nezdinde yaptığı girişimler de başarılı olamamış ve bizce açıklanması zor nedenlerden dolayı askeri makamlarına teslimlerine izin vermiş bulunmaktadır. Kendisi, Muğlalı’nın “bunları asacağım, 
keseceğim” yollu, öfkeli ve duygusal beyanlarda bulunduğunu ve fakat böylesine korkunç bir uygulamaya, yine de olanak vermediğini. Van Valisi Hamit Onat’ın ise, askeri kumandanın kararlarından kendisine bahsetmediğini komisyonumuz huzurunda savunmuş bulunmaktadır. 

26 Temmuz 1943 günü böylece geçtikten sonra gerek Muğlalı ve gerekse Avni Doğan Özalp’ten ayrılıyorlar. Aynı gün olayın can alacak noktası olan şu emir Orgeneral Mustafa Muğlalı tarafından Yedinci Kolordu ve Van Mıntıka Komutanlıklarına gönderiliyor. 

Yazılış tarzından da anlaşılacağı gibi bu emir evvelce verilmiş topyekün öldürme karar ve sözlü emirlerinin, o zamanın alışılmış usulleri dairesinde, bir doğrulanmasından ve sağlamlaştırılmasından başka bir şey değildir. Nitekim Genel Kurmay Başkanlığı Askeri Mahkemesinin, 2 Mart 1950 tarih ve 
950/13 karar ve 12 Nisan 1952 tarih ve 952/4 karar sayılı ilamlarında ayrıntılarıyla belirtildiği ve bizim dinlediğimiz tanıkların oybirliğiyle beyan eyledikleri üzere bu emir katl, bir öldürme emridir. 

Raporun katliam olayının nasıl cereyan ettiği konusu ile ilgili kısmını vermeden önce birkaç nokta üzerinde daha durmanın yararı vardır. Birincisi, sömürgeci devletin sınır boylarında, kaymakam, jandarma kumandanı gibi memurlar aracılığı ile “eşkıyalık” sürecini bizzat başlatması ve sürdürmesidir. 
Bu talan ve yağmalarda araç olarak kullanılanlar yoksul Kürt emekçileridir. Ve yağma ve talanlara konu olan mallar Kürt emekçilerinin ürettikleri mallardır.Yoksul Kürt emekçilerinin ürettikleri malların, ürünlerin yine, devlet gücü ve emri sayesinde, yine yoksul Kürt emekçilerine yağmalattırılması, “böl-
yönet” politikasının bir gereğidir. Talan edilen ve yağmalanan ürünlerin ve malların, tamamen, sömürgeci devletin bürokrasisi arasında paylaşılması yine üzerinde durulması gereken bir konudur. Böylece sömürgeci devletin üzerinde çok fazla durduğu, “asayiş”, “düzen”, “intizam” da sağlanmış olmaktadır. Önemli bir nokta da Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın jenosit emrini ‘ bizzat yazılı bir biçimde vermiş olmasıdır. Bu olay, Kürdistan’daki Türk sömürgeciliğinin cüretini göstermesi bakımından önemlidir. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder