İSMAİL BEŞİKÇİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İSMAİL BEŞİKÇİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

20 Kasım 2017 Pazartesi

ORGENERAL MUSTAFA MUĞLALI OLAYI 33 KURŞUN BÖLÜM 5

ORGENERAL MUSTAFA MUĞLALI OLAYI 33 KURŞUN BÖLÜM 5



Emekçi Dergisi sözü edilen bu yazısında da bütün Kürt direnmelerini gerici olarak nitelendirmektedir. 
Kemalistlerin Kürdistan’ı sömürgeleştirmek için giriştikleri eylemleri ise “feodalizmle mücadele” olarak 
nitelendirmektedir. Kürt direnmelerinin emperyalist bölüşümü ve sömürgeleştirmeye karşı bir tepki 
olabileceği düşünülmemektedir. Bu husus daima gözlerden ve dikkatlerden uzak tutulmaya 
çalışılmaktadır. 

Komünist Enternasyonal, Kürdistan’ın İngiliz ve Fransız emperyalistleriyle Kemalistlerin ve Şehinşah Rıza 
Şah yönetiminin, müşterek, politik, ideolojik ve askeri eylemleri sonucu bölünmesine karşı hiç ses 
çıkarmamıştır. Kürt ulusuna karşı uygulanan “böl-yönet” politikasına karşı hiçbir tepkisi olmamıştır. 
Kemalistlerin Kürt ulusuna karşı uyguladıkları ırkçı ve sömürgeci eylemleri daima göz ardı etmeye 
çalışmıştır. 

“Dünyanın bütün ezilen ülkelerinde milli kurtuluş savaşlarının ya şehir ve köy proletaryalarının (Vietnam) 
ya da küçük burjuvazinin en yoksul kolunun (Cezayir) öncülüğünde, verilmekte oluşu bir rastlantı 
değildir. Bizim ilk milli kurtuluş savaşımızda bu bakımdan bir istisna almamıştır. Genellikle küçük burjuva 
kökenden gelme asker-sivil aydın zümre o günlerde en halkçı, emekçiye en yakın bir şartlanma 
içindeydi ve hegemonyası altında kurulan milli güç birliği saflarında Türkiye köylüsünün büyük ağırlığı 
vardır. Emeğe övgü niteliğindeki sözler, o günlerde rast gele söylenmiş sözler değildir. Ve sonraki 
dönemlerde bu sözlerin pek tekrarlanmaması da rast gele değildir. Cephenin cephane ikmalinin 
sağlanmasında büyük rol oynamış alan, Ankara’daki İmalatı Harbiye’nin lştirakiyyun Partisi üyesi 
sosyalist işçilerin, eldeki topların namlularına uysun diye, dolu top mermilerini çaptan düşüren ve bu 
yüzden sık sık şehitler veren bu proleterlerin Başkumandan Mustafa Kemal ile doğrudan doğruya 
temasları vardı. Savaş yıllarında Çankaya’nın kapısı bu sanayi işçilerine her zaman açıktı. İç ve dış 
dalgaların belirmesi sonucu sonraki dönemde, küçük burjuva bürokrasisinin emekçi yığınlardan 
uzaklaşmış olması olgusu kurtuluş savaşının halk savaşı niteliğini gölgelendirmemelidir.” (Mihri Belli) 

Bu sahte sözlerin esas amacı, halkın gelişen toplumsal muhalefetini kırmaktır. Bu toplumsal muhalefeti 
kırmak için Türkiye Halk İştirakiyyun Fırkası kapatılmış, sorumluları tutuklanmış, sahte Türkiye Komünist 
Fırkası kurdurulmuştur. Çerkez Etem güçleri imha edilmiş, Mustafa Suphi ve arkadaşları katledilmiştir.. 
Hemen arkasından da, Merkez Ordusu Kumandanı Nurettin Paşa (Sakallı Nurettin Paşa) komutasındaki 
birlikler Kürt ulusuna karşı, Koçgiri’de katliama girişmişlerdir. Bu tarihlerde Kuvayı Milliyeciler İngiliz 
emperyalizmi ile yoğun ilişki kurmaya başlamışlardır. Komünistlere karşı girişilen eylemler, İngiliz 
emperyalizmi ile geliştirilen ilişkilerin gereği olarak ortaya çıkmaktadır. 1920 sonlarında ve 1921 yılı 
başlarında meydana gelen bu olayları görmeden, Mustafa Kemal Paşa’nın proleterlerle devrimci 
ilişkiler kurduğundan söz edilmesi sağlıksız bir tutumdur. 

Mihri Belli yazısına, Türkiye’nin, dünyada ilk ulusal kurtuluş savaşını veren ülke olduğunu vurgulayarak 
devam etmektedir. Bu bakımdan, ezilen bütün halkların derin bağlılık duymalarına neden olduğu da 
vurgulanmaktadır. Fakat İngiliz ve Fransız emperyalizmi ile birlikte Kürdistan’ı bölüp parçalayanların, Kürt 
ulusuna karşı böl-yönet politikası uygulayanların, Kürt ulusunu köleleştirmeye çalışanların, nasıl olup da, 
ezilen bütün halkların sevgisini ve bağlılığını kazandığı sorulmamaktadır. 

B. Kürt Sorunu Karşısında Milli Demokratik Devrim – Sosyalist Devrim Tartışmasının Anlamı 

1971’den önce, Türk “sosyalist” hareketinin, en önemli tartışma konusu, Milli Demokratik Devrim - 
Sosyalist Devrim ikilemi etrafında idi. Bu tezlerin ikisinin de Kürt ulus sorununu dikkate alan tarafları yoktu. 
Şöyle ki: Milli Demokratik Devrim, “Türk millisi” esasına dayanıyordu. Ve feodalizme karşı olduğunu 
bildiriyordu. Milli Demokratik Devrim anlayışının varlığını savunduğu feodal ilişkiler ise, özellikle Doğuda, 
yani Kürtlerin yaşadığı bölgelerde, Kürdistan’da idi. Feodal ilişkilerin çözülmesi ise, ulusal hareketin 
boyutlanmasını sağlıyordu. Kürt toplumu üzerinde, Kemalizm’in en yakın işbirlikçileri ve ajanları olan 
şeyhlerin ve ağalarının etkinliği kalktıkça ulusal hareket güç kazanıyordu. Kitle haberleşme araçlarının 
gelişmesi, Kürtlerin, dünyada, Orta-doğu’da ve Türkiye’de kendi politik ve toplumsal statüleri hakkında 
günden güne bilinçlenmelerine neden oluyordu. “Türk millisi” esasını kabul eden Milli Demokratik 
Devrim anlayışı ise, Kürt ulusal hareketine, bu hareketin yoğunluk kazanmasına karşı idi. Çünkü Milli 
Demokratik Devrim resmi ideoloji çerçevesinde, “Türk millisi’ esasına göre geliştiriliyordu. Bu, Milli 
Demokratik Devrim ile (yani Türkiye’de savunulan şekli ile) Kürt ulus hareketi arasında uzlaşmaz bir 
çelişmenin varlığını ortaya koyar. 

Sosyalist Devrim görüşünü savunanlara göre ise, Türkiye’de, 1923’ten itibaren, demokratik devrim 
yapılmış ve bu süreç tamamlanmıştır. Önümüzdeki aşama, sosyalist devrim aşamasıdır. Bu anlayışın da 
Kürt ulus olgusu ile en ufak bir bağı yoktu. Zira, l923’ten itibaren Kürt ulusu Kemalistler tarafından (TİP 
Kemalistlerin demokratik devrimi gerçekleştirdiklerini söylüyor) boyunduruk altına alındığı halde, her 
türlü ulusal ve demokratik hakları gasp edildiği halde, Demokratik Devrimin gerçekleştiğini kabul 
ediyordu. Kürt ulusuna vurulan böylesine bir sömürgeci boyunduruğu görmeden, bu olguyu hiçe 
sayarak, “Bağımsızlık Demokrasi, Sosyalizm” mücadelesi yapıyordu. 

Bu bakımlardan, iki tez de Kürt ulus olgusunu dikkate almamıştır. göz ardı etmiştir. Resmi ideolojiye 
uygun olarak yok saymıştır. 

Lenin, “Bir yenilgiye veya yanlışa rahatça gözleri kapayıp susmak yenilgiye uğramaktan ve yanlış 
yapmaktan çok daha vahimdir” demektedir. Çünkü bir yanlıştan söz etmemek, yanlışın temellerini 
araştırmamak bilimsel çözümlemesini yapmamak, yanlışın sürüp gitmesini sağlamak demektir. Yanlış 
sürüp gittiği zaman, ondan sağlanan politik yararlar da, burjuvazi karşısındaki meşruiyet sürüp 
gidecektir. Bu bakımdan tarihsel büyük yanlışın sürüp gitmesi, bir unutkanlık, ihmalkarlık, veya dalgınlık 
eseri değildir. 

Türk “solu” ve Türk “sosyalist” hareketi, “dünyada emperyalizme karşı, ilk ulusal kurtuluş savaşını biz 
verdik, bütün mazlum uluslara örnek olduk diye her zaman övünmüştür. Şimdi de övünmektedir. Fakat 
yaşanmış hayatı fiili durumu değerlendirmekten bilinçli olarak kaçınmaktadır. Çünkü fiili durumda, İngiliz 
ve Fransız emperyalizminin işbirlikçiliği, Kürdistan’ın ve Kürt ulusunun bölünüp yönetilmesi, köleleştirilmesi 
ve sömürgeleştirilmesi vardır. 

Bu anlatılanlardan şöyle bir sonuç çıkmaktadır: Türk “solu” ve Türk “sosyalist” hareketi, Türkiye’nin öz 
sorunları, özel olarak Kürt ulus sorunu konusunda bilimsel bir tahlil getirmemiştir. Kendi burjuvazisinin, sivil-
asker bürokratlarının görüşlerinin, yani resmi ideolojinin etki alanı içinde kalmıştır. … Kürt ulusal 
direnmelerini daima gericilik olarak değerlendirmiştir. … Darağaçlarında, sürgünlerde, özel siyasal 
mahkemelerde, zindanlarda, mücadele veren Kürtleri daima küçümsemiş, “Kürt gericiliği” demiş, bu 
eylemlerin sahipleri Kemalistleri “devrimci, ilerici” diye alkışlamıştır. 

C. Mehmet Ali Aybar ve “Kapattırılan TİP” 

1. Türkiye İşçi Partisi, Ekim 1970’de toplanan Dördüncü Büyük Kongresinde, ulusal sorun ile ilgili bazı kararlar aldı. Bu kararlarda kısaca, Kürt halkının varlığı 
kabul ediliyor, doğunun geri kalması ile orada yaşayan nüfusun etnik özellikleri arasında ilişkiler kuruluyordu. 

2. Bu kararlardan dolayı Anayasa Mahkemesince, Türkiye İşçi Partisi hakkında soruşturma açıldı. Ve Parti 1971’de Sıkıyönetim döneminde kapatıldı. 

3. Fakat, TİP yöneticileri, Dördüncü Büyük Kongrede aldıkları kararı, Anayasa Mahkemesinde savunmadı. Aldığı kararlardan pişmanlık duydu, geriye dönüş yaptı. 
Tamamen resmi ideoloji çerçevesi içinde bir savunma yaptı. TİP Yöneticileri şöyle diyorlardı: 
“Gerçekten de Türkiye işçi Partisi, hiçbir zaman Kürt asıllı vatandaşlarımız için azınlık hakkı veya statüsü 
istememiş, yalnızca bu yurttaşlarımıza uygulanan Anayasa dışı baskıların kaldırılmasını talep etmiştir. 
Kaldı ki, kongre karar tasarısı komisyonu üyeleri, Hüseyin Ergün ve Necati Erel Yazıcıoğlu’nun, 
Başsavcılıkta verdikleri ifadede Kürtlerin azınlık haklarına sahip olmaları gerektiği yolundaki bir 
düşünceyi ileri sürmedikleri, süremeyecekleri açıktır. Her iki karar tasarısı komisyonu üyesi de tabii 
asimilasyona taraftar olduklarını beyan etmişler, partilerinin ve kendilerinin değil ayrılma hakkına, azınlık 
statüsüne dahi karşı olduklarını belirtmişlerdir.” 

TİP, 1970, Dördüncü Büyük Kongre kararlarından, tamamen geriye döndükleri, tamamıyla resmi ideoloji 
çerçevesi içinde savunma yaptıkları halde, Parti kapatılmıştır. Liderleri de Ankara Sıkıyönetim 
Mahkemesinde, resmi ideoloji karşısında sürdürdükleri bütün yaranmalara rağmen yargılanmış ve ağır 
cezalara çarptırılmıştır. 

4. Türkiye İşçi Partisi, Behice Boran’ın liderliğinde, Nisan 1975’te yeniden kuruldu. Genel Başkanlığa, yine 
Behice Boran getirildi. Fakat … Kürt ulus meselesini, resmi ideoloji ile iyice bütünleşerek görmez oldu, 
konuşmaz oldu. Fakat geriye dönüşü ile ilgili olarak da tek bir satır özeleştiri yapmadı. 

5. TİP, Dördüncü Büyük Kongrede Milli Mesele konusunda aldığı kararından, tam anlamıyla dönüş 
yaptığından dolayı eleştirilmedi. Bu Kürt ulus sorunu konusunda, Türk “solu”nun ve Türk “sosyalist” 
hareketinin aşağı yukarı aynı düşünceye sahip olduğunu gösterir. Gerçekten, Türk “solu”nun ve Türk 
“sosyalist” hareketinin çeşitli fraksiyonları arasındaki en önemli ortak noktanın, Kürt ulus sorununa karşı, 
resmi ideoloji çerçevesinde hareket etmek olduğu söylenebilir. 

6. Bu arada, Türkiye Sosyalist Partisi (daha sonra adı Sosyalist Devrim Partisi olarak 
değiştirildi) Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın, TİP’e karşı çok daha farklı bir eleştiri 

yönelttiğini görüyoruz. Türkiye Sosyalist Devrim Partisi Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’a göre, TİP 
kapatılmış değil, “kapattırılmış”tır. … Mehmet Ali Aybar şöyle demektedir: 
“ …4. Büyük Kongrede asıl, TİP’in kapattırılması sonucunu doğuran bir başka karar alınmıştır. Yeni 
yöneticiler bu kararla, TİP’i göz göre göre mayın tarlasına itmişlerdir. Gerçekten Siyasal Partiler Yasasının 
89. maddesi. ‘Siyasal Partiler, Türkiye Cumhuriyeti üzerinde milli veya kültür farklılıklarına, yahut dil 
farklılığına dayanan azınlıklar bulunduğunu ileri süremezler...’ der. Aynı yasanın 112. maddesi, 89. 
maddedeki yasaklara uymayan partilerin, Anayasa Mahkemesince kapatılacağını yazar... Oysa 
Dördüncü Büyük Kongreye böyle bir karar aldırtılmış ve TİP’in kapatılmasına olanak verilmiştir. Ve 9 yılda 
iğneyle kuyu kazarcasına, emekçilerin dişlerinden tırnaklarından artırdıkları küçük küçük katkılarla 
yoktan var edilen TİP, muhalefet grubunun bir yıllık yönetiminde, maddi manevi varlığını yitirerek tarih 
sahnesinden silinmiştir.” 

Sosyalist Yarın Dergisi, Türkiye İşçi Partisi’ni, Anayasa Mahkemesi kararına dayanarak, yani o karardaki 
görüşleri benimseyerek, kararı delil sayarak suçlamaktadır. Güya, “Anayasa Mahkemesi ilerici-devrimci 
bir kurum olduğu için burjuva Kürt milliyetçiliğine müsaade etmez, burjuva Kürt milliyetçiliği gerici imiş. 
Bir kere Anayasa Mahkemesinin ve Sosyalist Yarın Dergisinin anladığı gibi, burjuva Kürt milliyetçiliği diye 
bir akım yoktur. Çünkü sömürgeci boyunduruk altındaki Kürdistan’da özel olarak da Türkiye’deki 
kesiminde “Kürt burjuvazisi” yoktur. Burjuvazisi olan ulus siyasal bakımdan bağımsız bir ulustur. Türk 
burjuvazisi, Arap burjuvazisi, Yunan burjuvazisi, İspanyol burjuvazisi vs. bağımsız devletleri olduğu için 
burjuvazidirler. Kuşkusuz sömürgeci boyunduruk altındaki ülkelerde de ticaret yapanlar, sömürgeci 
burjuvazinin ürettiği malların aracılığını, komisyonculuğunu yapanlar vardır. Veya, tarımda kapitalist 
ilişkileri geliştirerek burjuvalaşanlar vardır. Bunlar ancak, ezen ulusa karşı, ulusal, siyasal talepler ileri 
sürdüğü, yani kendi adına karar verme sürecine girdiği zaman ezilen ulus burjuvazisi olabilir. Türkiye’de 
ise, henüz Kürtler adına bütün ekonomik, toplumsal ve kültürel kararlar Türk burjuvazisi tarafından 
verilmektedir. Objektif bakımdan Kürt oldukları halde, Kürtlüğünü reddederek, inkar ederek, 
ajanlaşarak, Türk devletinin çeşitli olanaklarından yararlanan kişileri veya sınıfları, artık “Kürt egemen 
sınıfları” değil, “Türk egemen sınıfları” içinde mütalaa etmek gerekir. 


Parti Kürt ulus sorununu, Türk Siyasal Partiler sistemine getirdiği için kapatılmıştır. 

Bir kere daha belirtelim: Türk Devletinin Kürdistan’la ilgili dört temel politikası vardır. Bunları şu şekilde 
sıralamak mümkündür 

1. Kürdistan sorununu, Türk siyasal partiler sistemine bulaştırmamak, 
2. Kürdistan sorununun araştırılmasını, incelenmesini, üniversitelerden mümkün olduğu kadar tecrit etmek, 
3. Yargılamaları mümkün olduğu kadar gizli yapmak, ne iddialar, ne savunmalar hakkında kitle haberleşme araçlarına bilgi sızdırmamak, 
4. Sorunun ne olduğu, eni-boyu hakkında yapılacak tartışmalara kati surette izin vermemek, fakat, bunu halk yığınlarına, daima, bir “öcü” olarak, bir “bilinmezlik”  içinde sunmaya gayret etmek. 

Örneğin, “Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğü” sözü sık sık kullanıldığı halde, devlet, ülke, millet, bütünlük, birlik... (birlik nasıl meydana gelmiş?) gibi kavramların açıklığa kavuşturulmasına engel olmak. 

Görüldüğü’ gibi, TİP, “Kürt-burjuva” milliyetçiliği yaptığı için değil, sömürgeci devletin, Kürdistan’la ilgili olarak saptadığı ve uyguladığı temel politikanın birincisine aykırı bir eylemde bulunduğu için, Kürt ulus  sorununu programlaştırma ihtiyacını duyduğu ve bunu, yüksek sesle ifade ettiği için kapatılmıştır. 
Bu tahlilden çıkarılacak sonuç, “O halde bu sorunla hiç ilgilenmeyelim, ilgilendiğimiz zaman partimiz gene kapatılır” değildir. Bu sorunu programlaştırıp üzerine üzerine gitmektir, Anayasa Mahkemesinin ırkçı, sömürgeci ve ilhakçı niteliğini deşifre etmektir. Zira ülkede sömürgeci boyunduruk altında yaşayan bir ulus varsa, bu olguyu görmeden, bunu hiçe sayarak “demokrasi, bağımsızlık ve sosyalizm” mücadelesi yapmak bir aldatmacadır. Türk burjuvazisinin, Kürt ulusuna karşı sürdürdüğü sömürgeci boyunduruk karşısında sessiz sedasız kalarak, bunu hiç görmeyerek, (yani burjuvazinin istediği biçimde davranarak) 
yürütülen sosyalizm mücadelesi, ancak, onun yani burjuvazinin izin verdiği kadar olur. Öte yandan işçi sınıfının ezilen halkların anti-sömürgeci mücadelesi bakımından da görevleri olduğu unutulmamalıdır. 

 “Gerçeğe”, doğru bilgilere ihtiyacı olan kitlelerdir. Emekçi yığınlardır. Yanlış bilgilere, suskunluğa, karanlığa ise, egemen sınıfların, gerici güçlerin ihtiyacı vardır. O halde sosyalist kişilerin, veya kuruluşların, Kürt ulus sorununu ele almaları, programlaştırmaları, büyük bir görev olarak karşıya çıkmaktadır. Fakat 
Türk “solu” ve Türk “sosyalist” hareketi kendi burjuvazisi ile yaptığı bu sözlü ittifakı bozup tam anlamıyla sosyalizmi benimsemediği sürece bu konuda sağlam yaklaşımlarda bulunamaz. Sömürgeci sol olma niteliklerinden arınmadıkça, bağımsızlık, demokrasi ve sosyalizm mücadelesinde başarılı olamaz. 

“CHP’nin Yeni Programının Eleştirileri” Üzerine 

Dünyanın hiçbir yerinde, herhangi bir ulusun temel kişilik ve haysiyet hakları, onuru, o ulus yok farz edilerek, varlığı kabul edilmeyerek. inkar edilerek, “ezen ulusun bir parçası” kabul edilerek gasp edilmemiştir. … Ve dünyada hiçbir lider, ırkçı, sömürgeci ve ilhakçı niteliğini, “Özgürlükçü demokrasi” sahtelikleriyle Bülent Ecevit kadar maskeleyememiş tir. 

Louis Althusser şöyle diyor: 

“Eğer gerçeğin itisiyle, yanlış ile karşı karşıya kalan bir parti, bu yanlışı ‘düzeltmek’ için, ondan hiç söz etmeyerek, yalnızca onu kabullenmekle yetiniyorsa, yani söz konusu yanlışa, derinleştirilmiş ve gerçek Marksist bir yöntem uygulamıyorsa, yanlışı en kaba biçimi ile el altından sürdürecektir, demektir. Yanlıştan hiç söz etmemek, çoğu kez suskunluğun kanatları altına sığınmış yanlış üzerine üstelemedir. Tarihinden ve çözümlemesinden hiç söz etmek istemediğimiz, bilmek için araştırmayı reddettiğimiz, bir yanlışın neresi düzeltilebilir ki? Gerçekten bilinmeyen bir yanlışın düzeltildiği ciddi olarak düzeltildiği ileri sürülemez. Yüzeysel yanını düzeltme, nabza göre şerbet. Suskunluk kadar hiçbir şeye ihtiyacı olmayan egemen sınıfları rahatsız etmemek. Bir yanlıştan söz edilmiyorsa, yanlışın sürdüğündendir. Yanlışın sessiz 
sedasız sürmesine yetecek kadar düzeltme yapılıyormuş gibi.” 

VII. CHP VE ÇALDIRAN ÖZALP 1930 ÇALDIRAN 1943 ÇALDIRAN 1945, ÇALDIRAN 1976

Bu olgulardan birisi, 1930 yılına aittir. Bu, 1930 yılı Eylül ayında, İran’a Büyükelçi olarak tayin edilen ve 1930-1934 yılları arasında bu görevi sürdüren, Rıdvanbeyoğlu Hüsrev Gerede’nin Hatıratı’na ilişkindir. … 
Büyükelçi, Kürtleri, hem İran’ın hem Türkiye’nin, hem İngiltere’nin hem Fransa’nın müşterek düşmanı olarak ilan ediyor ve bu müşterek düşmanı ezmek için, Şehinşah Rıza Pehlevi’den müşterek askeri, politik ve ideolojik eylemlere geniş olanaklarla katılmasını istiyordu. Kürt ulusu tümüyle düşman kabul 
edilmekle beraber, bu “düşmanlığın” daha çok hudut boylarındaki, bu arada, Özalp’ın Çaldıran nahiyesindeki Kürtleri de etkileyeceği şüphesizdir. 

Bu arada Hüsrev Gerede’nin, ta 1919 yılından itibaren, Mustafa Kemal’in karargah elemanlarından olup O’nun siyasi işlerini yürüttüğünü, ona en yakın adamlarından biri olduğunu da belirtelim. Yine Hüsrev Gerede’nin, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Hitler Rejimini hararetle desteklediğini belirtmekte yarar vardır. Hüsrev Gerede Berlin Büyükelçisiyken, 5 Ağustos 1941’de Alman Dışişleri Bakanlığına giderek, Rusya’daki Türklerin ve Çerkezlerin Sovyetler Birliği’ne karşı yapılacak propagandada kullanılmasını önermiştir. Rusya’da Nazi yayılmasını kolaylaştırmak için kendisinin görev alabileceğini bildirmiştir. (Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi) 

Demokrat bir kişinin, bir aydının görevi, özgürlüğün iyi bir şey olduğunu, buna karşı çıkılmaması gerektiğini anlatmaktır. Özgürlük taleplerini teşvik etmektir. Gerçekten demokrat olan, aydın olan bir kişi, sadece kendi ulusunun özgürlüğü için mücadele etmekle yetinemez. Köleleştirilmeye çalışılan, ırkçı, sömürgeci, emperyalist baskılar karşısında bırakılan, dili, kültürü, kişiliği, onuru, namusu gasp edilmiş bir ulusun özgürlük mücadelesine de yandaş olmak zorundadır. Böyle bir davranış demokrat olmanın özünde vardır. Gerçekten demokrat olan, aydın olan bir kişi, kendi burjuvazisinin, başka uluslar üzerinde yürüttüğü, baskılardan sadece utanç duyar. Bunlarla övünmek, bu tür baskıları teşvik etmek, baskı sahiplerinin işidir. Bu düşünce ve eylemleri, “özgürlük”, “eşitlik”, “özgürlükçü demokrasi”, “demokratik sol”, “sosyalist enternasyonal” gibi kavramlarla maskelemeye çalışmak, çirkin, ayıp bir davranıştır. 


Görüldüğü gibi tam anlamıyla bir jenosit provası yapılmaktadır. Nasıl katledileceklerini göstermek için Kürt halkı da zor yoluyla, “tatbikat” alanına getirilmiş ve jenosit provaları seyrettirilmiştir. Tatbikatta Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun, Hakkari Valisi Altay Utkan ve öteki yetkililer hazır bulunmuşlardır. Düşman kuvvetleri olarak çadır hayatı yaşayan, ulusal giysileri içinde, çoluk-çocuk, kadın-erkek, genç-ihtiyar bütün Kürt halkıdır. Katliamlar karşısında halkın çıkardığı “imdat” sesleri de Kürtçe olarak söylettirilmiştir. Tatbikatta gerçek mermilerin yanında napalm bombaları da kullanılmıştır. 


Eleştiriler karşısında, 18 Eylül 1978 tarihinde bir açıklama yapan İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı, bu ırkçı ve sömürgeci eylemi “milli bir tatbikat” olarak değerlendirmiştir. Bu tür tatbikatların sürdürüleceğini belirtmiştir. 

Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, 29 Ekim 1978 tarihinde, Cumhuriyet Bayramı dolayısıyla yayınladığı mesajda “Kanatlı Jandarma 78 Tatbikatı hakkındaki eleştirilerin maksatlı olduğunu, “kahraman Türk ordusunu bu tür tatbikatları yapmaktan hiç kimsenin veya kurumun alıkoyamayacağını” bildirmiştir. 

CHP Gençlik Kollarının Milli İstihbarat Teşkilatı ile ne kadar yoğun ilişkiler içinde olduğu bilinen bir gerçektir. 

Bir İsveçli gazetecinin, Kürtlere baskı yapıldığı yolunda sorusu üzerine Ecevit, Kürt sorununun son dönemlerde özellikle dışarıdan kışkırtıldığını söylemiş, ‘Hükümetimiz tüm güçlüklere rağmen. Güneydoğu Anadolu’ya büyük yatırımlar yapmaktadır’ demiştir. Gazetecinin, elinde Kürtçe kitaplarla geldiği basın toplantısında, ‘Neden Kürtlerin kendi dillerini öğrenmelerine engel oluyorsunuz? Kimmiş, Kürtleri kışkırttığını söylediğiniz ülkeler?’ yolundaki sorusunu Ecevit: ‘Size ısrarla bu soruları sorduranlar’ diye yanıtlamıştır. (Milliyet, 20.12.1978) 

Bülent Ecevit, Türk milletinin birliğinden bütünlüğünden söz etmektedir. Halbuki “Halklara özgürlük” 
sloganı, Türk milletinin, Türk halkının bölünmesini amaçlamıyor. Türk devleti tarafından ırkçı ve sömürgeci 
bir baskı ve boyunduruk altında tutulan Kürt ulusunun kurtuluşunu amaçlıyor. 

Kürdistan’ın somut koşulları karşısında, Kürt dilinin ve Kürt tarihinin öğrenilmesi önemli değil midir? Dilin 
öğrenilmesinin, öğretilmesinin, konuşulmasının teşvik edilmesi gerekli değimlidir? … Bu kadarcık bir 
milliyetçiliğe sahip olmayan, yani öz dilini öğrenmek, konuşmak, yazmak ve tarihini öğrenmek için 
gerekli girişimlerde bulunmayan hiç kimsenin iyi bir devrimci olamayacağı da kuşkusuzdur. … Kürt 
devrimcilerinin, demokrat ve yurtsever unsurlarının, ezen ulus solundan gelebilecek bu suçlamaları 
aşması gerekir. Bilakis, ezen ulus solunun çok büyük bir kısmının milliyetçi bir çizgiden de öte, ırkçı ve 
sömürgeci bir çizgide geliştiğini ve bunlardan henüz arındıramadığını ortaya koymak gerekir. 

Burada, dilin, sadece haberleşme aracı olarak ele alınmaması gerekir. Siyasal bir fonksiyon, siyasal bir 
odak noktası olarak düşünülmesi gerekir. Yani Kürt ulusunun ulusallığının temel öğesi olarak görülmesi 
gerekir. 

Türk burjuvazisi, Türk egemen sınıfları ile, “Kürt burjuvazisi”, “Kürt egemen sınıfları” devleti birlikte 
yönetiyorlar önermesi doğru bir önerme değildir. Yanlıştır. Olgular tarafından doğrulanmamaktadır. 
İkinciler, ancak köleleştikleri, ajanlaştıkları, Türkleştikleri ölçüde kapitalistleşiyorlar. Ve devletin 
Kürdistan’da sürdürdüğü baskılara katılıyorlar. Milletvekili, senatör, bakan, yüksek dereceli memur vs. 
olmak, Türk anayasasının başında yer alan, “Egemenlik kayıtsız şartsız Türk milletinindir” (md.4) ilkesini 
daha iyi yürütebilmek içindir. 

“Bağımsız Türkiye”, Türk milliyetçiliğinden kaynaklanan, milliyetçi bir slogandır. İçeriğinde, Kürdistan 
üzerindeki emperyalist bölüşümü onaylama politikası gizlidir. Kürt ulusuna karşı sürdürülen “böl-yönet” 
politikasını onaylamaktadır. Resmi olarak, Edirne’den Hakkari’ye kadar olan toprak parçasının adı 
‘Türkiye’dir. Halbuki bu toprak parçalarından bir kısmı Kürdistan’ın kuzey taraflarıdır. Ve bu topraklar 
Lozan emperyalist ve sömürgeci bölüşümü sırasında bu sınırların içine katılmıştır. İşte, “Bağımsız Türkiye”, 
böyle bir emperyalist ve sömürgeci içerikli politikayı gizleyici bir slogandır. Amacı budur. Böylesine 
emperyalist ve sömürgeci bir içeriğe sahip olduğu halde, Tür” solu”nun temel şiarlarından biridir. Buna 
rağmen “Bağımsız Kürdistan” gibi bir slogan, Türk “solu” tarafından, daima, “milliyetçi” bir slogan olarak 
değerlendirilmiştir. “Dış kışkırtmalarla” oluşturulmaya çalışılan “böl-yönet” politikasının bir gereği olarak 
değerlendirilmiştir. 

Türk “solu” demektedir ki, biz, “Bağımsız Türkiye” derken, “eşit ve gönüllü koşullarda gerçekleştirilen bir 
birlikten söz ediyoruz.” Bu, Kürdistan’ın emperyalist ve sömürgeci amaçlarla parçalanmışlığını hiç 
dikkate almamaktadır. Bu bakımdan yüzeysel olarak demokratik görünüyorsa da, eşelendiği zaman, 
öyle olmadığı anlaşılmaktadır. Türklerin Kürtlerle meydana getireceği birlik, Arapların Kürtlerle meydana 
getireceği birlik, Farsların Kürtlerle oluşturacağı birlik, bazı koşulların gerçekleşmesi sonucunda 
demokratik olabilir. Fakat bu Kürdistan’ın siyasal kişiliğini yok etmektedir. Türkler, “Doğu Anadolu 
Türkiye’nin ayrılmaz bir parçasıdır”; Araplar, “Kuzey Irak, Irak’ın ayrılmaz bir parçasıdır”; “Kuzey Suriye 
Suriye’nin ayrılmaz bir parçasıdır”; Acemler ise, “Batı İran, İran’ın ayrılmaz bu parçasıdır” demektedirler. 
Böylece, Kürdistan’ın bir kısmı Türk devletinin, bir kısmı Irak devletinin, bir kısmı Suriye devletinin, bir kısmı 
İran devletinin “bölünmez bir parçası’ olmaktadır. Bu ise Kürdistan’ın siyasal kişiliğini yok etmektedir. Bu 
bakımdan emperyalist ve sömürgeci amaçlarla parçalanmış Kürdistan’ın birleştirilmesi, yine bu 
amaçlarla “böl-yönet” politikası gereği bölünen Kürt ulusunun birleştirilmesi talepleri çok daha 
demokratik taleplerdir. Temelde duran taleplerdir. 

VIII. OTUZÜÇKURŞUN OLAYINDA ADI GEÇEN YETKİLİ KİŞİ HATIRALARINDA NELER YAZDILAR.?

A. Hilmi Uran (İçişleri Bakanı) 

“Otuz üç Kurşun” olayı cereyan ettiği sırada İçişleri Bakanı olan Hilmi Uran, 1959’da Hatıralarım adı altında, hatıralarını neşretti. Hatıralarında bu olaydan hiç söz etmemektedir. Yalnız, “Milli Birlik Davamız” başlığı altında şunları yazmaktadır, “…Fakat hakikat odur ki, Türk dili, Türk kültürü ve Türk adet ve ananeleri, bugün dahi yurt ölçüsünde umumi bir dil, umumi bir kültür ve umumi müşterek bir örf ve adet olabilmiş değildir. Olabilmekten de henüz çok uzaktır. Birçok köylerimiz hiç Türkçe bilmez. Bilenler de onu konuşmaz. Birtakım köylerimiz de Türk olmadıklarını açık açık ve pervasızca söylerler, dururlar.” 

IX. SONUÇ

Birden fazla ulusun bir arada yaşadığı devletlerde, hele bir ulusun ötekini veya ötekilerini kesinlikle boyunduruk altına aldığı bir devlette, demokrat bir unsur olmak son derece zor bir özelliktir. Bu tür ülkelerde egemen ulus aydınları, demokratları iki standartlı düşünüyorlar. Kendi ulusları için dile getirdikleri, mutluluk, refah, maddi ve manevi kalkınma özlemlerini, ezilen ulus için kesinlikle istemiyorlar. 
Onların köle olarak yani kendi uluslarının boyunduruğu altında kalmasını istiyorlar. Savunuyorlar. 
Demokrat unsurların en tutarlısı olan sosyalistler için de durum aşağı yukarı böyle. 

Anti-sömürgeci ulusal demokratik hareketin en önemli güvencesi önce Türk “sosyalist” hareketidir. 
Sonra demokratikleşme hareketidir. Fakat, gerek Türk “sosyalistleri” gerek demokratları, bu görevlerini yerine getirmemek için, anti-sömürgeci ulusal demokratik hareket ile, aralarına büyük uçurumlar koymaya, sömürgeci sol olma niteliklerini korumaya, çelişkiler yaratmaya çalışmaktadırlar. Kuşkusuz bu  görevin bilincine varanlar da vardır. Ve bunlar nitelik ve nicelik olarak güçlenmektedirler. 

Kürdistan klasik sömürgelerden farklıdır. Kürdistan uluslararası bir sömürgedir. Kürdistan’ın emperyalist bir bölüşüme tabi tutulması, en az dört devletin orduları tarafından kontrol edilmesi, nicelik değil, nitelik ile ilgili bir meseledir. Bu, Kürdistan’ı sömürgeleştirmeye çalışan devletlerin, Kürt ulusunun ulusal benliğini 
yok etme, Kürt toplumu olma özelliklerini tamamen yok etme sürecine girmelerine neden olmuştur. … 
Kürdistan’ı sömürgeleştiren güçlerle, Kürtlerin dininin aynı olması, bu tahribatı daha da arttırmıştır. Bunun sonunda, klasik sömürgeler, günümüzde siyasal bağımsızlıklarına birer birer kavuştukları halde, Kürdistan hala sömürgedir. Kürdistan’ın herhangi bir yerindeki hareket, en az dört devletin, müşterek, politik, ideolojik ve askeri eylemlerini zorlamaktadır. Bu dört devletin (en az dört devletin) Kürt ulusuna karşı ittifak yapmaları nesnel bir zorunluluk olarak ortaya çıkmaktadır. 


***

ORGENERAL MUSTAFA MUĞLALI OLAYI 33 KURŞUN BÖLÜM 3


ORGENERAL MUSTAFA MUĞLALI OLAYI 33 KURŞUN BÖLÜM 3

B. OTUZ ÜÇ KURŞUN

Ahmed Arif’in şiirinin Kürt toplumunda büyük etkiler yarattığını … Bu gençlerin “Ocakta küllenmiş köz”leri, “karnında sakladığı söz”leri nedir? “Kaç bin yıllık hasret” ne içindir? 
Türkiye‘de yazarlar, 1919-1922 yılları arasında Mustafa Kemal’in ve öteki Osmanlı paşalarının, geleneksel çevreleri, din adamlarını savaşa katabilmek için dinci ideolojiyi kullandıklarını söylerler. Bu doğrudur. Fakat tek başına bu değildir, Kürdistan’da yürütülen eylemlerde Kürt ulus ideolojisi bilinçli olarak kullanılmıştır. 

Artık, Kürtlerden, Kürtlüklerini reddetmeleri istenmektedir. “Türküm, mutluyum” diye haykırmadıkları sürece, mutlu olamayacakları söylenmektedir. Kürdistan’da Kürtçe konuşma yasaklanmaktadır. Kürtçe konuşanlara zulüm yapılmakta, zindana atılmaktadır. Para cezalarına mahkum edilmekte, idari müeyyideler uygulanmaktadır. Kürt ulusunun temel demokratik ve ulusal hakları için, kendi kaderini tayin için giriştiği bütün eylemleri yukarıda sözü edilen emperyalist ve sömürgeci devletlerin müşterek askeri eylemleriyle kanla boğulmaktadır. Kürt ulusu kitleler halinde katliamlara maruz bırakılmakta, sürgünle gönderilmektedir. Kürdistan için farklı yasalar çıkarılmakta, öteki yasalar farklı bir şekilde 
uygulanmaktadır. Kürt ulusunun bütün ulusal ve demokratik hakları gasp edilmiştir. Köleleştirilmeye çalışılmakladır. Kürt ve Kürdistan adları dillerden ve tarihlerden silinmek üzere yok edilmeye çalışılmaktadır. Kısaca, Kürt ulusu aldatılmıştır. İhanete uğramıştır. Bu ihanet, bu aldatılma, sadece Osmanlı paşalarından, Kuvayı milliyecilerden – Kemalistlerden gelmiyor. Daha 1921 yıllarında, Kürdistan Ermenistan olmasın diye, Kürtleri Ermenilere ve karşı örgütleyen Kürt Ali Saip (Ursavaş) daha sonra Şeyh Sait ve arkadaşlarını, yani Kürt yurtseverlerini aşan mahkemenin bir üyesi, bir ara da başkanı olmuştur. 
Ali Saip, kendi ulusuna, Kürt ulusuna karşı giriştiği bu ihanetlerine karşı Kemalistler tarafından Çukurova’da geniş bir çiftlik ve Kozan (Adana) mebusluğu ile ödüllendirilmiştir. Ayrıca Şeyh Sait ve arkadaşlarını yargılarken, 60.000 altın rüşvet almasına Kemalistler göz yummuştur. Daha doğrusu Şark İstiklal Mahkemelerinde, Kürt yurtseverlerinin kelleleri açık artırmaya çıkarıldığından, rüşvetler binlerce altınla ifade ediliyordu. Alan da “Kürt” veren de Kürt idi. Irkçı, ilhakçı ve sömürgeci eylemlerle dopdolu olan Kemalistler için, bundan daha iyi, “böl ve yönet” politikası uygulanamazdı. 

II. 1943 YILLARINDA TÜRKİYEDEKİ İÇ POLİTİKA GELİŞMELERİ VE TÜRKİYENİN DIŞ İLİŞKİLERİ

Saraçoğlu’nun nutkunun son cümlelerinden birini bütün dünyaya duyurulması lazım gelen 4 hakikatten biri olarak şu cümle teşkil ediyordu: 
“Türk’üz, Türkçüyüz ve her gün biraz daha Türkçü olacağız. … Meşrutiyet yıllarının bin bir ırkı temsil eden bindir kulüp ve cemiyetleri karşısında Türklüğünü gururla ilan edememenin acılığını yakından duymuş olanlar artık geniş bir nefes alabilirler.” 

Bütün bu haberlerden “Otuz üç Kurşun” olayının, Güney Kürdistan’da, emperyalist ve sömürgeci güçlere karşı gelişen Kürt ulusal hareketi ile çok büyük bir ilişkisi olduğu ortaya çıkmaktadır. Öte yandan yine aynı yıllarda, İran’da, Azerbaycan’da ve Kürdistan’da, yoğun bir ulusal hareket gelişmektedir. Bu 
gelişmelerin, Türk hükümetlerini endişeye sevk etmesi doğaldır. Çünkü Kürdistan’ın öteki bölgelerinde gelişen ulusal hareketlerin, Türk sömürgeciliğinin ve ırkçılığının boyunduruğu altındaki bölgelerdeki Kürtleri de etkileyeceği şüphesizdir. Bu bakımdan sınırlarda olağanüstü emniyet tedbirleri alınmaktadır. 
Kaçakçılıkla, haydutlukla, eşkıyalıkla, mücadele ediyoruz gerekçesiyle Kürt ulusuna karşı yoğun bir sindirme hareketi sürdürülmektedir. Bütün bunların yanında, Almanya’da gelişen Nazi ırkçılığı, Türkiye’yi etkilemekte hiç gecikmemiştir. 

Nazi ırkçılığına paralel olarak gelişen Türk ırkçılığı, Kürt ulusuna karşı böyle bir cinayetin işlenmesine neden olmuştur. Dikkat edilirse Barzanilerin hapishaneden kaçarak, Kürdistan’a geçişi ve Kürt ulusal direnişinin yeniden başlaması 1943 yılı Temmuz ayına rastlamaktadır; Otuz üç Kurşun olayı ise, 31 Temmuz 1943 günü cereyan etmişti. 

Gerek Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal’in, gerek Milli Şef İsmet İnönü’nün çok yakın bir adamı olan Asım Us, 1930-1950 Hatıra Notları isimli kitabında bu durumu şöyle özetliyor: 

“21 Aralık 1945, Kürt meselesinin Türkiye için tehlike teşkil eden şekli şudur: Ruslar, İran Azerbaycan’ında uyandırdıkları mesele gibi bir de İran hudutları içinde Kürt meselesi yaratmak istiyorlar. Bu da küçük bir Kürt hükümeti teşkil ederek o vasıta ile bizim hudutlarımız içinde tahrikat yapmaya ve büyük bir 
Kürdistan vücuda getirmeye çalışmak, Rus siyasetinin ana hattıdır. Buna mani olabilmek için yegane çare Türkiye’nin İran hududu üzerinde Türk nüfusu teksif etmesidir. Şarktaki hududumuz boyunca bir nüfus yerleştirme bölgesi yapmalıyız.” 

IV. TBMM TAHKİKAT KOMİSYONUNUN RAPORU

Olayın Nedenleri 

Meydana gelmesi kuşkusuz olan bu olayın nedenleri komisyonumuzca, şöylece saptanmış bulunmaktadır:

1943 senesi öncelerinde, Türk-İran hududunda, ilk kışkırtmanın, hangi taraf uyruğundan geldiği açık olarak saptanamayan, talan ve yağma niteliğinde bazı hudut olayları cereyan etmektedir. Türk mahalli idare makamları, İranlılar tarafından hudutlarımıza karşı girişilen bu olayları önleme iddiasıyla ve 
mümkün oldukça misilleme yapmak amacıyla, silahları jandarma teşkilatı tarafından verilmiş bir çete kurarak bu olaylara müdahalede bir sakınca görmemişlerdir. Van valiliğinin ve o sırada İçişleri Bakanı olan Recep Peker’in de onayı ile böyle bir çete kurularak fiilen adı geçen harekat alanına sokulmuş 
bulunmaktadır. İçişleri Bakanlığı ciddi devlet anlayışına uygun olmayan bu görüşünü, daha sonra, sorumluluğu olmayan kişilerden meydana gelen çetelerle hudut emniyetini sağlamanın mümkün olamayacağına kanaat getirerek değiştirmiş ve çetelerin dağıtılmasını Van valiliğine emretmiştir. … İşte 
İranlı bir aşiret reisi olan Mehmedi Mısto’nun Türk hudutları içerisinde önemli bir talanı gerçekleştirmesinin asıl nedeni, bu emre rağmen dağıtılmayan çetenin mevcudiyetidir. Şöyle ki: 
Anlaşıldığına göre İranlı çapulculara misilleme yapmak için sorumluluğu olmayan çeteler kurmak fikri şu üç kişinin kafasından çıkmış bulunmaktadır: Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel, Özalp Jandarma Kumandanı Yüzbaşı Vasfi Bayraktar ve Hudut Tabur Kumandanı Binbaşı Şükrü Tüter. 

Bu üç resmi memur söz ve fiil birliği halinde çeteyi kullanmakta ve İran hudutları içerisine sokarak hayvan talan ettirmektedirler. Talan edilen hayvanların bir kısmı çeteyi meydana getiren köylülere dağıtılıyorsa da diğer bir kısmının küçük çıkar hesaplarıyla bu üç çete idarecisinin tasarrufuna bağlı tutulduğu araştırmayla saptanmış bulunmaktadır. Bu üç kişiden askeri kuvvetlere kumanda eylemekte olan Şükrü Tüter’in çetenin bir numaralı idarecisi olduğunu gösterir pek çok belirtiler mevcuttur. Bu açıklamalardan anlaşılacağı üzere İçişleri Bakanlığının çetelerin dağıtılmasına dair olan emrinin dinlenilmemiş olmasının nedeni küçük çıkar hesaplarıdır. Özalp’te böyle kanunsuz bir durumun 
varolduğundan, Van’da Vali olan Hamit Onat’ın habersiz bulunması mümkün değilse de, kendisi bunu inkarda ısrar etmiştir. 

İşte bu çete bir gün İran hududu içlerinde 6 km. sarkarak orada bir aşiret reisi olan Mehmedi Mısto adındaki şahsın, bir rivayete göre 400-500, başka bir rivayete göre de 1500-2000 hayvanını Türkiye’ye getiriyor. Mehmedi Mısto’nun dedeleri Türk dostu olarak tanınmış kimselerdir. Hatta bu aşiret Birinci 
Dünya Savaşında, o mıntıka Rus işgaline düştüğü günlerde bile kuvvetli işgal makamlarına değil, ısrarla Türkiye’ye hizmet etmiş olmakla tanınmıştır. Mısto’nun 1943 yılında dahi Türk istihbaratına hizmet eylediği sabittir. Hayvanlarının Türk çeteleri tarafından talan edilmesinden üzüntü duyan Mehmedi Mısto özel haberci göndererek ve mektup yazarak Özalp Kaymakamının şahsında Türkiye’ye başvuruyor. Diyor ki: “Gasp edilen hayvanlarını bana iyilikle geri veriniz. Ben sizin dostunuzum. Ricamı kabul etmezseniz, ben hayvanlarımı aynı usulle geri alabilirim. Fakat bu takdirde Türk hükümetinin haysiyeti rencide olur, buna sebebiyet vermeyiniz.” Mehmedi Mısto’nun bu başvurusu, olumlu karşılık görmek şöyle dursun, bizim 
idareciler kendisiyle alay edip “Gelip karını da koynundan alacağız” diye mektup yazıyorlar. Bunun üzerine Mısto, 6 Temmuz 1943 tarihinde İran içindeki diğer bazı aşiretlerin de yardımını temin ederek Türk hudutlarını aşıyor ve Özalp ilçe merkezinin 1.5 km. yakınındaki otlakta otlamakta olan Özalp halkına ait 406 baş hayvanı sürüp İran’a kaçırıyor. Olay Özalp’teki resmi makam sahiplerini 
telaşlandırıyor. Bunlar Mehmedi Mısto’nun Türkiye’de böyle cüretkarane bir talan yapabilmesinden Türk vatandaşlarından da yardımcılar bulduğu kanaati ile harekete geçiyorlar. Gerek Hilmi Tuncel’in, gerekse Şükrü Tüter’in o anda çok kötü şeyler tasarlamış olmalarının delili olarak olayı fazlasıyla mübalağalandır   dıklarını görüyoruz. Hilmi Tuncel, Van Valiliğine, “Özalp yakınlarına kadar Rus askerleri gelmiştir.” diye hakikate aykırı şifre verirken, diğer taraftan aynı yalan rapor, Şükrü Tüter tarafından yüksek askeri makamlara ulaştırılıyor. Bu iki şahsın yüksek askeri makamları telaşlandırmak amacını güttükleri açıktır. Bu arada, Özalp’te arzuhalci Rıfat isminde bir şahsın kaymakama müracaatla 
kendisinin bazı arazi ihtilafları sebebiyle geçinemediği Milanengiz köylerinden 40 kişiyi, Mehmedi Mısto’nun yatakları olarak ihbar eylediğini ve bir liste verdiğini görüyoruz. Kaymakam bu listeyi Vali Hamit Onat’a bildirerek 40 kişinin tutuklanması için izin istiyor. Valinin de onayı ile 40 kişi Polis Vazife ve 
Salahiyetleri Kanunu’nun ilgili hükmüne göre gözaltına alınıyorlar. Bu 40 kişi tutuklama istemi ile Özalp 

Sulh Mahkemesine sevk ediliyorlarsa da mahkeme, 21.7.1943 tarihinde içlerinden yalnız beş kişiyi tutuklayarak Van Cumhuriyet Savcılığına gönderiyor. Geri kalan 35 kişi, haklarında tutuklamaya dahi yeter delil bulunmadığından, serbest bırakılıyorlar. 

Mahallinde durum bu merkezdeyken, Van’da hudut emniyeti kalmadığı ve Rus askerlerinin hudutlarımıza tecavüz eylediği teraneleriyle telaşa verilen yüksek makamlar da olay ile pek doğal olarak ilgileniyorlar. Valilik İçişleri Bakanlığını ve Şükrü Tüter’in amiri olan Rasum Saltuk’la Erzurum’daki Üçüncü Ordu Müfettişliğini tahrik ediyorlar. Bunun üzerine Genel Kurmay vaziyeti incelemesi için Ordu Müfettişi Mustafa Muğlalı’ya talimat verirken İçişleri Bakanlığı da Birinci Genel Müfettiş ile Jandarma Genel Kumandanını aynı iş için Van’a gönderiyor. 

Mustafa Muğlalı 24 Temmuz 1943 günü Van’a ulaşıyor. 24 Temmuz’u 25 Temmuz’a bağlayan gece Van Valisi Hamit Onat’ın evinde, Mustafa Muğlalı, Hamit Onat, Tümgeneral Cevat Yalım, ve Tuğgeneral Rasim Saltuk’un da katılmalarıyla bir toplantı yapılıyor. Bu toplantıda Mustafa Muğlalı, Hamit Onat ve Rasim Saltuk’un mahkeme tarafından serbest bırakılmış olan, Mehmedi Mısto’nun uzak veya yakından akrabaları bulunan 35 kişinin öldürülmelerinde birleştikleri, tümgeneral Cevat Yalım’ın Muğlalı’ya “Paşam kanun yollarından yürümek daha uygun olur, elinizi ateşe sokmayınız” diye nasihat yollu ikazda 
bulunmuş olmasından anlaşılmaktadır. 

Nitekim bu toplantıdan bir gün sonra, 25 Temmuz 1943 günü Vali Hamit Onat’ın Özalp Kaymakamı Hilmi Tuncel’e telefon ederek Polis Vazife ve Salahiyetleri Kanunu’nun serbest bırakılan 35 kişiye tekrar uygulanması ile, bunların yeniden tutuklanmaların, emretmiş olması ve “Yarın orgeneral Muğlalı ile birlikte Özalp’e geleceğiz, hazırlıklı olun” demiş bulunması bu korkunç kararı belirten bir belgedir. Valinin telefon emri üzerine Kaymakam Hilmi Tuncel adı geçen 35 kişiyi tutuklaması için Jandarma bölük kumandanı Vasfi Bayraktar’a emir veriyor. Köyler derhal taranmaya başlanıyor. Bu tarama sonunda köylerinde bulunamayan, iki kişiden başka biri kadın, biri 11 yaşında çocuk, biri kıtasından izinli gelmiş muvazzaf çavuş ve biri de hava değişimli er olmak üzere 33 kişi yakalanıp Özalp merkezine getirilerek emniyet komiserliğindeki nezarethaneye konuluyorlar. 

Bu olaylar cereyan etmekte iken içişleri Bakanı’nın araştırmaya memur ettiği Avni Doğan, Jandarma Genel Komutanı Rıfat Nataracı ile birlikte Van’a geliyorlar. Avni Doğan, Milli Emniyetten de Özalp olayları hakkında bilgi almış durumdadır. Haklı ve doğru olan kanaati, Özalp talanının emre rağmen dağıtılmayan çetelerin başında bulunan Kaymakam Hilmi Tuncel, Jandarma Kumandanı Vasfi 
Bayraktar ve hudut tabur kumandanı Şükrü Tüter adlı kişilerin kötü tutumları sonucu doğduğu merkezindedir. Büyük bir olasılıkla bu üç kişiden naklen, daha 40 kişinin tutuklanmaları anından itibaren, o muhitte tutukluların öldürülecekleri söylentileri dolaşmaktadır. Öldürülecekleri söylenen kişiler ve onların yakınları karşılaştıkları her vazifeliden yardım istemektedirler. 

Avni Doğan sorunu Muğlalı ile görüşmek istiyorsa da, Muğlalı müfettişi hafife alıp görüşmeyi bir gün sonraya bırakıyor. Gerek Van’da ve gerekse Özalp’e geldikten sonra Muğlalı ile Avni Doğan ziyafet sofralarında karşılaşıp bu işi görüşüyorlarsa da müfettişin generali kanun yoluna getirmesi kolay olmuyor. Hatta Muğlalı’nın “Memleketin çıkarı için babamı bile aşarım, Avni Doğan bu işe karışmasın, onu 
kırbaçlarım” vesair şekillerde acayip beyanlarda bulunduğu sabittir. 

Özalp’te yanındakileri dairede bırakıp tutukluları görmeye giden Avni Doğan’dan bu kişiler, “Paşam bizi kurtar” diye yardım istiyorlar. Avni Doğan’ın tutuklularla görüşmeye başladığını haber alan Vali, Kaymakam ve Hudut Tabur Kumandanı arkasından gelerek karakol önünde, kendisiyle görüşüyorlar. Müfettişin karakoldaki polis memuruna tutukluları göstererek, “bu nedir diye sorduğu sorusuna aldığı cevap şudur: “Efendim bunlar polisçe tutuklanmışlardı. Mahkeme tarafından serbest bırakılınca tekrar tutukladık. Muğlalı Paşa bunları gördü ve askeri makamlara teslim ediniz dedi. 

Bu nedenle tutuyoruz.” Bu cevap üzerine, mahkemenin serbest bıraktığı kişileri tutmanın kanuni olmadığını hatırlatan Avni Doğan’a Şükrü Tüter, “Efendim, bunlar casusturlar, ordunun konuşunu düşmana bildiriyorlar, Harp Divanına verileceklerdir” diye müdahale ediyor. Bu cevap karşısında müfettiş Tüter’e “O halde derhal teslim alınız” deyip oradan ayrılıyor. 

Buraya kadar verilen açıklamalardan anlaşılacağı üzere Avni Doğan’ın bu kişilerin serbest bırakılmaları yolunda Muğlalı nezdinde yaptığı girişimler de başarılı olamamış ve bizce açıklanması zor nedenlerden dolayı askeri makamlarına teslimlerine izin vermiş bulunmaktadır. Kendisi, Muğlalı’nın “bunları asacağım, 
keseceğim” yollu, öfkeli ve duygusal beyanlarda bulunduğunu ve fakat böylesine korkunç bir uygulamaya, yine de olanak vermediğini. Van Valisi Hamit Onat’ın ise, askeri kumandanın kararlarından kendisine bahsetmediğini komisyonumuz huzurunda savunmuş bulunmaktadır. 

26 Temmuz 1943 günü böylece geçtikten sonra gerek Muğlalı ve gerekse Avni Doğan Özalp’ten ayrılıyorlar. Aynı gün olayın can alacak noktası olan şu emir Orgeneral Mustafa Muğlalı tarafından Yedinci Kolordu ve Van Mıntıka Komutanlıklarına gönderiliyor. 

Yazılış tarzından da anlaşılacağı gibi bu emir evvelce verilmiş topyekün öldürme karar ve sözlü emirlerinin, o zamanın alışılmış usulleri dairesinde, bir doğrulanmasından ve sağlamlaştırılmasından başka bir şey değildir. Nitekim Genel Kurmay Başkanlığı Askeri Mahkemesinin, 2 Mart 1950 tarih ve 
950/13 karar ve 12 Nisan 1952 tarih ve 952/4 karar sayılı ilamlarında ayrıntılarıyla belirtildiği ve bizim dinlediğimiz tanıkların oybirliğiyle beyan eyledikleri üzere bu emir katl, bir öldürme emridir. 

Raporun katliam olayının nasıl cereyan ettiği konusu ile ilgili kısmını vermeden önce birkaç nokta üzerinde daha durmanın yararı vardır. Birincisi, sömürgeci devletin sınır boylarında, kaymakam, jandarma kumandanı gibi memurlar aracılığı ile “eşkıyalık” sürecini bizzat başlatması ve sürdürmesidir. 
Bu talan ve yağmalarda araç olarak kullanılanlar yoksul Kürt emekçileridir. Ve yağma ve talanlara konu olan mallar Kürt emekçilerinin ürettikleri mallardır.Yoksul Kürt emekçilerinin ürettikleri malların, ürünlerin yine, devlet gücü ve emri sayesinde, yine yoksul Kürt emekçilerine yağmalattırılması, “böl-
yönet” politikasının bir gereğidir. Talan edilen ve yağmalanan ürünlerin ve malların, tamamen, sömürgeci devletin bürokrasisi arasında paylaşılması yine üzerinde durulması gereken bir konudur. Böylece sömürgeci devletin üzerinde çok fazla durduğu, “asayiş”, “düzen”, “intizam” da sağlanmış olmaktadır. Önemli bir nokta da Orgeneral Mustafa Muğlalı’nın jenosit emrini ‘ bizzat yazılı bir biçimde vermiş olmasıdır. Bu olay, Kürdistan’daki Türk sömürgeciliğinin cüretini göstermesi bakımından önemlidir. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

ORGENERAL MUSTAFA MUĞLALI OLAYI 33 KURŞUN BÖLÜM 2

ORGENERAL MUSTAFA MUĞLALI OLAYI 33 KURŞUN BÖLÜM 2


1. OLAYIN TANIKLARI NE DİYOR ? 

a) Yüzbaşı Dr. Reşit Ersezer 

Yüzbaşı, Dr. Reşit Ersezer, olaylar sırasında Özalp’te askeri doktordur. 

1943’teki Özalp, Van’a 84 km. ve hududa da 10 km. mesafede bulunan bir kaza merkezi idi. Sonradan yeri değiştirildi. Ve Van’a yaklaştırıldı. Özalp mıntıkasında birkaç aşirete mensup halk toplulukları yaşamaktadır. Özalp’in doğusunda Arapşorik köyü tam hudut üzerindedir. Güneyinde Milanengiz Köyü vardır. Bu köylerde Milan aşireti mensupları yaşarlar. Milan Aşiretinin bir kısmi da İran arazisi içindedir. 
İran arazisi içindeki Milan aşiretinin, güneyindeki bölgede Memikan aşireti bulunur. Milan aşiretinin reisi Mehmet Mısto (Mustafa) Memikan aşiretinin reisi Mehmed Hudi’dir. Mehmet Mısto Türk dostu ve milli emniyetimizin ajanıdır. Rus kuvvetlerinin miktarı, silahları, konuşları, hareketleri hakkında sık sık bize haber 
gönderirdi. Memikan aşireti ise dost değildir. Türk-İran hududu, kuzeyden güneye uzanan engebeli bir arazidir ve her tarafından geçit vermez. En büyük geçit yeri Kotor deresi ve Kotor vadisidir. Bu vadi, Özalp’e 23 km. uzaklıktadır. Bu vadiye hakim tepelerde bizim Heretil karakolumuz vardır. Huduttaki 
karakollarımız arasında umumiyetle 23-25 km. mesafe bulunurdu. Her karakolda da kuvvet bulunurdu. 

Her karakoldan devriye postaları çıkartılır ve hudut üzerinde devriye gezdirilirdi. Bu suretle geçitler kontrol altında bulundurulurdu. 

1943 yıllarında Doğu bölgelerinde bazı maddelerin yokluğu kaçakçılık olaylarına sebebiyet veriyordu. 
Bizim tarafımızda gaz ve çay bulunmuyordu. İran’da da şeker ve ilaç sıkıntısı vardır. Doğu halkı çay tiryakisidir. Aydınlatma vasıtası olarak da gazyağına muhtaçtı. Bu maddeler huduttaki köyler halkı tarafından takas suretiyle kaçak olarak temin edilirlerdi. Görevliler de buna göz yummak mecburiyetinde idiler. Çünkü gazyağı gelmezse, resmi daireler dahil bütün halk ışıksız kalmağa 
mahkumdu. İran’da et pahalı idi. Bu bakımdan koyun kaçakçılığı da oluyordu. Ender olarak, talan suretiyle, sürülerin kaçırıldığı olayı vaki oluyor idi ise de, ekseriya, anlaşmalı olarak sürüler geçerdi. Hatta, sürüler geçirilirken, hudutta koyun başına bir lira rüşvet alındığı bile halk arasında söylenirdi. Sürüsünü 
satan sürü sahibi ertesi gün telaş içinde kaza merkezine gelir ve sürüsünün çapulcular tarafından kaçırıldığını anlatarak şikayette bulunurdu. Bunun üzerine resmi tutanaklar yapılır ve üst makamlara sunulurdu. Bu tutanaklar, üst makamlar kanalı ile, Muğlalı’ya kadar ulaştırılırdı. Tedbir olarak İçişleri 
Bakanlığından bir emir gelmişti. Bu emre göre sürüler hududa 10 km. mesafeye kadar otlatmak maksadıyla sokulmayacaktı. İran tarafındaki sürüler de hududa yaklaştırılmazlardı. Ancak, Mehmet Mısto’nun sürüleri hududa kadar yaklaşır ve orada otlarlardı. Zira en iyi otlaklar hudut civarında idiler. 
Mehmet Mısto, Türk dostu ve Türk ajanı olduğuna güvenir ve bizden bir fenalık geleceğine ihtimal vermezdi. Fakat her nedense Kaymakam Mehmet Mısto’dan hoşlanmazdı. Özalp’te bir tabur piyade bir bölük jandarma ve bir bölük de süvari birliği vardır. Bir gün, Mehmet Mısto’nun sürüsünü kaçırmak için plan hazırlanır. Plan muvaffak olmuştur ve sığır ve koyundan mürekkep Mehmet Mısto’nun sürüsü kaçırılmıştır. Sürünün bir kısmı sivil halk arasında pay ediliyor. Bir kısmı da asker kazanına giriyor. Mehmet Mısto bir mektup yazarak kendisinin Türk hükümetinin adamı olduğunu ve şimdiye kadar Türklere hiçbir fenalığının dokunmadığını, buna rağmen niye sürüsünün kaçırıldığını soruyor ve sürüsünün kendisine iade edilmesini rica ediyordu. 

Tutuklular kaymakam tarafından bırakıldıktan sonra, içlerinden asker olanları Şube reisi, binbaşı Sıtkı Tutanak, askerlik şubesine çağırıyor. Ve sizler askersiniz, diyor. Ben durumu beğenmiyorum, başınıza büyük işler açılabilir, derhal kıtalarınıza dönünüz. 

İkisi kıtalarına dönüyorlar. Diğer hasta olan üçü dönecek vaziyette değillerdir. Bunlar köylerinde kalıyorlar. Bu defa toplatılan 33 kişidir. Üçü hasta erdir. Tabur kumandanı tümenden aldığı emir üzerine 7. bölük kumandanı yüzbaşı Vahdi'yi çağırıyor, ve tutukluların hududa götürülerek öldürülmelerini emrediyor. Fakat Vahdi Yüzbaşı tecrübeli bir askerdir ve Askeri Ceza kanununda suç olan emirler 
yapılmaz; diye bir madde vardır. Binbaşıdan yazılı emir istiyor. Binbaşı da tecrübelidir. Yazılı emir vermesine imkan yoktur. Fakat bu emri yapabilecek iki kişi vardır. Süvari bölüğünde Yedek Asteğmen 

Bilal Bal ve Yedek Asteğmen Durmuş Özbek. Bunlar, henüz, kanuna nizama vakıf değillerdir. Emrin de Muğlalı’dan geldiğini biliyorlar. İtirazsız emir yerine getiriliyor. Hepsini öldü diye bırakıyorlar. Ama içlerinden biri ölmemiştir. Ve yoklama yapanları aldatmıştır. Sürünerek hududa geçiyor ve Mehmet 
Mısto’ya iltica ediyor. İşte bundan sonra olay herkes tarafından anlaşılmış ve gerek Mehmet Mısto’dan ve gerekse Van’da tutuklu bulunan yaralının kardeşi tarafından dilekçelerle Cumhurbaşkanına, başbakana, Meclis Reisine, dilekçeler vererek olayı duyuruyorlar. Ve müsebbiplerin cezalandırılmasını istiyorlar. Fakat, maalesef hiçbiri cevap alamıyorlar. Ancak, Demokrat Parti mebusları Meclise girdikten sonra, bu olayı kurcalıyorlar. Ve müsebbibinin mahkemeye sevkini temin ediyorlar. Muğlalı’nın Van’da Avni Doğan’a sarf ettiği, “Ben emri yüksek yerden aldım”, sözleri 1951 yılında Meclis araştırmasına yol açmıştır. 

b. Yedek Teğmen Durmuş Özbek 

Biz, arkadaşım, Yedek Subay İlyas Yalçın ile birlikte, kurşuna dizme olayının cereyan eniği yerin yakınındaki Takorengiz Askeri Sınır Karakolunda görevliydik. Bize gelen emir, kurşuna dizme görevi verilen süvari bölüğünden, Necdet ve Bilal adlı yedek subay arkadaşlarım ile, komutalarındaki birliği gözetleme ve herhangi bir saldırıya karşı koruma idi. Bu arada önümüze imzalamamız için, önceden düzenlenmiş bir de zabıt konmuştu. Zabıtta olay, bir kurşuna dizme değil de sanıkların sınır dışından vuku bulan tecavüz sebebiyle meydana gelen silahlı çatışmada iki ateş arasında kalarak kaza kurşunlarıyla öldükleri şeklinde ifade ediliyordu. O günün olağanüstü şartları içinde esasen içyüzünü pek 
bilmediğimiz bu olaylı zaptı imzaladık. … Dışarıdan herhangi bir saldırı yoktu. Teğmenlerin havaya ateş ederek verdikleri işaret üzerine mangalar ateş açtı. Ve 33 vatandaş böylece kurşuna dizildi. 

Ancak benim bu olayda dikkatimi çeken, kurşuna dizme görevini yerine getiren birliklerin, karargahlarına, milli bir görevi yerine getiren insanların ruh haleti içinde, “Dağ Başını Duman Almış” marşını söyleyerek dönmeleriydi. Anladığım kadarıyla vatan hainliği etmiş kimseleri kurşunladıkları kanaati içinde idiler. 

c. Yedek Teğmen Seyit Bali (49) 

Üçüncü Ordu Komutanının dönüşünden pek az zaman sonra Diyarbakır’daki Birinci Genel Müfettiş, Avni Doğan, Özalp’e gelip, Kaymakamdan ve Tb.K. dan bilgi istedi. Ve tutuklularla da konuşarak “Suçsuz olduğunuz anlaşılmıştır, serbest bırakılacaksınız” dedi. Ertesi gün serbest bırakılan bu şahıslar 3. 
Ordudan gelen yeni bir emirle tekrar tutuklanarak aynı yere kondular. 

Bölüğümüzün mevcudu 80 kadardı. Çavuş ve onbaşıların hepsi Hasankaleli idi. Eratın bir kısmı Hasankaleli, bir kısmı Çankırı ve Düzceli, diğer bir kısmı ise, atlarıyla gelen zatililerden oluşmuştu. Bize verilen yazılı emirde, “Bu tutuklu şahıslar Yüzbaşı Vahdet Yüzgeç tarafından kaymakamlıktan teslim alınacak ve Hasankaleli çavuş ve erlerden kurulu iki manga refakatinde Çilli mevkiine götürülüp gizli çıkış ve giriş yerlerinin tespiti istenecek, şayet kaçmağa teşebbüs ederlerse üzerlerine ateş edilecektir” mealinde idi. İlçelerinde Araproşik köyünün ağası olup katilden İran’a kaçan Mehmedi Mısto’nun kızı da vardı. Bu kadın Özalp’te bir yed-i emine bırakılmıştı. Yoksa hepsi 33 kişi idi. 

Emir gereğince 30 Temmuz 1943 günü sabahı bu şahıslar … Tb. K. tarafından verilen emir üzerine ben ve Teğ. Necdet Bilget’ce kaymakamlıktan teslim alınarak, Takorengiz Konuşu’nun emniyet tertibatı almış bulunduğu Çilli mevkiine götürüldüler. 11 ve 12 kişilik iki kafile halinde İran hudut taşı üzerinde 
Bölük K. Vekili Necdet Bilget’in Konuş komutanı Teğ. Ekrem’in yanında hakim bir tepeden kılıçla verdiği emri üzerine iki manga tarafından açılan ateş ile öldürüldüler. 

KEMAL YÖRÜKOĞLU (devamla)— Şimdi görülüyor ki, muhterem arkadaşlar, ilk tahriki yapan benim, Van Cumhuriyet Savcılığıdır. … Bunun üzerine Adalet Vekaleti harekete geçiyor ve Askeri mahkemede muhakeme edilmesine karar veriyor. Nitekim Muğlalı Askeri Mahkemede muhakeme edildi ve hatta 
vazifesizlik itirazı yapıldı. Vazifesizlik itirazı red edildi. Suçun tamamen askeri olduğu kabul edildi. Binaenaleyh askeri bir suç hakkında müddeiumumiliğin yapacağı bir şey de yoktur. 

33 vatandaşı öldüren bir kumandan hakkında takibat yapmayan idare, müteaddit iş’arlara rağmen alakasız kalan ve devlet reisi sıfatını haiz iken bir katili koluna takıp Van’a getirmenin manasını yüksek takdirlerinize arz ediyorum. Bunu yapan zat zamanın devlet reisidir. Bu vaziyet çok manidar ve çok şayanı dikkattir. … Kanaatim arkadaşlar; bu hadiseden zamanın devlet reisinin haberdar olduğudur. 

Arkadaşlar, bu vakıa münferit değildir. Bu, 32 de değil, 42 de değil daha çoktur. Ve yine şunu da ilave edeyim ki, bir harekatı askeriye veya bir tedip harekatı esnasında telef olan insanları da mevzubahis etmek istemem. Fakat bilhassa işaret etmek istediğim, şudur ki, o vatandaşlar, söylenildiği gibi bu memlekete hıyanet etmiş insanlar değildir. 

Mustafa Muğlalı bu emri verdikten sonra, Van Valisi Hamit Onat Özalp Kaymakamına emir veriyor, bu adamları yakalat, Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun 18. maddesine göre nezaret altına alacaksınız, diyor. 

TAHİR TAŞER—Netice itibariyle Muğlalı hakkında Askeri Mahkemece tahkikat yapılıyor ve suçu sabit görülerek idamdan Muhavvel 20 sene ağır hapis cezasına mahkum ediliyor. Fakat cezası infaz edilmeden ölüyor. Şimdi, haklarında tahkikat yapılması istenen şahıslar o zamanki Dahiliye ve Milli Müdafaa Vekilleri ve Genel Kurmay Başkanıdır. 

Nihayet mesele Divanı harbe sevk ediliyor. Divanı harb de Muğlalı’ya çok ısrar vaki oluyor, Muğlalı da emir almadan bu işi kendisinin yaptığını mahkeme huzurunda söyleyerek suçu üzerine alıyor. Mahkum oluyor. Temyize gidiyor. Temyizde, Muğlalıyı kurtarmak için bir meczubiyet (muhakeme kabiliyeti 
olmamak) kararı alınıyor, ehliyeti cezaiyeyi haiz olmadığı iddiasıyla tahliyesi yapılıyor ve mesele de böylelikle kapanmış oluyor. 

ARZUHAL ENCÜMENI REİSİ ABDURRAHMAN FAHRİ AĞAOĞLU 

(Devamla)- Vaka 33 vatandaşın kurşuna dizilmesidir. Bu bir faciadır. Buna benzer birçok facialar da vardır. Mesela, bir jandarma subayının 
anlattığına göre, bir hayvan hırsızlığının faili bulunamadığından, köy imha edilmiştir. 

2. OLAYIN 1943 YILINDAN 1956 YILINA KADAR GELİŞİMİNİN KISA ÖZATİ

14. Bu arada Orgeneral Mustafa Muğlalı ve olaya adı karışan öteki kişilerin yargılanmalarına devam edilir. Orgeneral Mustafa Muğlalı Genelkurmay Mahkemesinin 20.3.1950 gün ve 950-13 Esas ve 950-8 sayılı kararı ile önce idama mahkum edilir. Sonra cezası 20 yı1 ağır hapse çevrilir. Hasta olduğu 
gerekçesiyle hastahaneye yatırılır. Genelkurmay Mahkemesinin kararı Askeri Yargıtay’ca bozulur. Fakat dava Genelkurmay Mahkemesince yeniden ele alınmadan 11 Aralık 195l’de Orgeneral Mustafa Muğlalı ölür. Dosyası kapanır. 


16. 1951 yılından 1955 yılına kadar olay yine unutulur. Söz konusu edilmez, 1955 yıllarına doğru DP iktidarına karşı CHP muhalefeti yükselir. CHP iktidarı, kamu özgürlüklerini kısmakla ve hukuk dışı eylemlerde bulunmakla suçlar. 6-7 Eylül 1955 olayları bu muhalefeti daha da yükseltir. CHP 6-7 Eylül olaylarının bütün sorumluluğunun iktidara ait olduğunu söyler. Bunun üzerine DP mukabele-i bil misil olarak Orgeneral Mustafa Muğlalı olayını yine aktüel bir konu haline getirmeye çalışır. 

17. … Sorumlular hakkında Meclis tahkikatı açılmasına karar verilir. Tahkikatın Aralık 1956 tarihine kadar bitirilmesi istenir. Böylece 6-7 Eylül olayları dolayısıyla muhalefetin iktidara karşı yönelttiği baskı ve eleştiriler önlenmeye çalışılır. 
18. TBMM Tahkikat Komisyonu 30 Nisan 1958’de konu ile ilgili geniş bir karar alır. … Tahkikat Komisyonunun bu raporu, 1958 yılının Mayıs ayı başlarında TBMM’nde görüşülür. Fakat, zaman aşımından, çeşitli af yasalarından dolayı cezai kovuşturmaya girişilemez, girişilmez. Sorun, siyasal ve hukuksal yönleriyle kapatılmış olur. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

ORGENERAL MUSTAFA MUĞLALI OLAYI 33 KURŞUN BÖLÜM 1


ORGENERAL MUSTAFA MUĞLALI OLAYI 33 KURŞUN BÖLÜM 1


Belge Yayınları 
1. Baskı 1991 


“Otuz üç Kurşun” Türk tek Parti sistemini, bu sistemin Kürdistan politikasını tek başına anlatacak bir niteliğe ve güce sahiptir. 1943 yılında, bizzat idari ve askeri tertiplerle, 40’ı aşkın masum Kürt köylüsünün toplanıp gözaltına alınması, idari organın gözaltına alma ve tutuklama gücünü ve yetkisini göstermesi 
bakımından çok önemlidir. Bu, her ne kadar, Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun 18. maddesinden doğuyorsa da, bu yetkinin özellikle Kürdistan’da kullanıldığı, bir jandarma onbaşısının kararıyla bir köy halkının gözaltına alınabildiği bilinmektedir. 


Daha sonra 40’ı aşkın bu gruptan, 33’ünün, yine askeri bir kararla, “sorgusuz-sualsiz” kurşuna dizilmesi, idari ve askeri organların ne derece güçlü ve sorumsuz olduğunu açıkça göstermektedir... 

Türk tek parti sistemi hakkında, değerlendirmeler yapanlar, bu olguyu ve buna benzer olguları, bilinçli olarak görmezlikten gelmişler, anlatmamışlardır. Bu tür olguları görmemek de anlatmamak da büyük bir başarı gösterdikleri için de, “Türk tek parti sistemi, demokratik idi, halkın söz sahibi olduğu bir yönetimdi, 
yegane söz sahibi halk idi, hakka hukuka saygı duyuluyordu, herkese eşit muamele yapılıyordu” gibi sonuçlara varmışlardır. Bu, elbette, bilimsel bir bilgi üretimi değildir. Resmi ideolojiyi doğrulamak ve meşru göstermek çabasıdır. Zira bilimsel düşünce hiçbir olguyu görmezlikten gelemez, gizleyemez. 

Birden fazla ulusun bir arada yaşadığı devletlerde, hele bir ulusun ötekini veya ötekilerini kesinlikle boyunduruk altına aldığı bir devlette, demokrat bir unsur olmak son derece zor bir özelliktir. Bu tür ülkelerde egemen ulus aydınları, demokratları iki standartlı düşünüyorlar. Kendi ulusları için dile getirdikleri, mutluluk, refah, maddi ve manevi kalkınma özlemlerini, ezilen ulus için kesinlikle istemiyorlar. 

Onların köle olarak yani kendi uluslarının boyunduruğu altında kalmasını istiyorlar. Savunuyorlar. Demokrat unsurların en tutarlısı olan sosyalistler için de durum aşağı yukarı böyle. Halbuki bunlar bir ikilem karşısındadırlar. Ya, ezilen ulusun, anti-sömürgeci ulusal demokratik mücadelesi yanında yer almak veya militarist sömürgeci burjuvazilerinin safında yer almak zorundadırlar Bunların dışında üçüncü bir alternatif yoktur. 

I. OLGU 

“Otuz üç Kurşun” olayı, 1948 yılından itibaren, TBMM’nde konuşulmaya başlanmıştır. Fakat olay ile ilgili en önemli açıklamalar 15 Ağustos 1956 günkü oturumda yapılmıştır. 


A. OTUZ ÜÇ KURŞUN OLAYI HAKKINDA MECLİS GÖRÜŞMELERİ


KEMAL YÖROKOĞLU (Van)— Muhterem arkadaşlar, bu hadiseyi Meclis kürsüsüne getiren Merhum Eskişehir Mebusu İsmail Hakkı Çevik’e Cenabı Haktan mağfiret dilerim. Aynı zamanda yine muhalefet senelerinde aynı hadiseleri Heyeti Umumi’ye getiren muhterem reisimiz Fikri Apaydın’a minnet ve şükranlarımı arz etmeyi vazife bilirim. 
Muhterem arkadaşlar; Hadise, maalesef kendileri burada değil, İsmet İnönü’nün Reisi Cumhur olduğu yıllarda cereyan etmiş yani 1943 senesinde. 
Bendeniz o zaman Van Cumhuriyet Müddeiumumisi olarak bulunuyordum. Ve bu hadisenin bütün teferruatta en hurda noktalarına kadar aydınlatmayı vazife bilmekteyim. 

Muhterem arkadaşlar; Cumhuriyet Hak Partisi iktidarı bilhassa Şark vilayetleri için gıdasını, zulmün, işkencenin, kahrın nüsgundan (öz suyundan) almıştır. Böyle bir zihniyete sahip bu iktidar zamanında, 1943 senesinde, Van hudut bölgelerinde dikkate şayan bir asayişsizlik mevcuttu ki, biz iktidara geldiğimiz zaman, Demokrat Parti asayişi temin edemiyor, diye bir terane tutturmuşlardı. Halbuki asayişsizlik bütün şiddeti ile, bütün kuvveti ile kendi devirlerinde hüküm sürmüştür. Nitekim, muhterem arkadaşlar, Özalp hududunda İran’dan sık sık bazı hayvan gaspları oluyordu. İran hududundan geliyorlar ve bizim huduttan hayvanatı alıyorlar, İran’a götürüyorlardı. Bizimkiler de bu asayişsizliği, bu 
taarruzları, bu gaspları önlemek, bunlara mani olmak yollarını bırakıyorlar, o zamanki zihniyet icabı bir mukabeleyi bil misil yapıyorlar. Yani, bizden de bir kısım halkı teşvik ediyorlar. İranlıların hayvanatını aldırıp, Özalp’te satıyorlar. Bizim tarafımızdan hayvanları gasp edilen İranlılar hükümete  müracaat    ediyorlar, diyorlar ki; daha evvelki gaspılar bizim mıntıkamızdan yapılmamıştır. Siz bizim hayvanlarımızı haksız olarak götürdünüz. İade ediniz. Aksi takdirde devletin haysiyetini kıracak harekette bulunacağız, diyorlar. Bizimkiler yine aldırmıyorlar. Bu vaziyet muvacehesinde günün birinde hudut karakollarını 
aşarak, Özalp kaza merkezine bir buçuk kilometre mesafede yayılmakta olan hayvanatı alıp götürüyorlar. Hakikaten devlet olarak gayet çirkin bir mesele: Hudut taburu var, jandarması var, polisi var, hudut karakolları var. Adamlar bir buçuk kilometre mesafesine kadar geliyorlar. Kaza merkezinin, yayılmakta olan hayvanatını götürüyorlar. Bu hadise karşısında adamlar devletin haysiyetini kıracak vaziyeti meydana getiriyorlar. Bu sırada Muğlalı Van’a geliyor, vali ile temasa geçiyor. Ben orada Müddeiumumi idim ve aynı zamanda Vanlıyım, benimle teması mahzurlu görüyor ve Vali’nin evinde gizli toplantılar yapılıyor. Ne yapayım, şu vaziyeti nasıl kurtarayım? Şu köyden 5, bu köyden 4, şu köyden 
6 olarak 38 kişi topluyorlar, bunlar, İranlılara yataklık ediyorlar şeklinde itham ediliyorlar ve bu suretle idarecilerin aczini kapatmak için işi bu vatandaşların ölümüne kadar götürüyorlar. Şimdi bunları mahut Polis Vazife ve Salahiyeti Kanunu’nun 18. Maddesi mucibince nezaret altına almıyorlar. 

Bu hengamede bunlar serbest bulunduğu sırada 38 kişiden 5 kişiyi zabıtla bize veriyorlar. Zabıt bana geldi, tetkik ettim, gördüm ki, adamların aleyhinde hiçbir kuvvetli delil yok, düşündüm... öyle bir zihniyet ki, serbest bıraksak “efendim ne yapalım? yakalayıp adliyeye veriyoruz, ama serbest bırakıyorlar” diyecekler. Bizzarure, Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun 18. maddesini işletmek zorunda kalıyoruz. 
Asayişi temin edemiyoruz gibi bir laf söylenmesini önlemek ve bunu onlara bir koz olarak vermemek için, tahkikatın selameti bakımından beş kişiyi tevkif ettim. Bu beş kişiyi tevkif ettiğimizin 3. günü diğer geriye kalan 33 kişiyi tekrar topluyorlar, bir iki süvari müfrezesi ile, sonradan muttali olduğumuza göre, bunlara diyorlar ki, “bize eşkıyaların güzergahını gösterin”. Bunlar da masumane, peki diyorlar ve müfreze ile gidiyorlar. Tam İran hududunda, alınan tertibat üzerine makineli tüfeklerle bu 33 vatandaş öldürülüyor. 
Diğer beş kişiyi bilahare biz tahliye ettik. Dava açtık, ağır cezada beraat ettiler. Bu beş kişinin hayatı kurtuldu. 

İran hududundan ateş ediliyor, bizimkiler de ateş ediyor, bu müsademede askerlere hiçbir şey olmuyor, 33 kişi ölüyor. Zabıt varakasını aldım, Adliye vekaletine gönderdim. Dedim ki; hadisenin oluşuna göre bu, askeri bir suçtur. Askeri makamlar tarafından işlenmiştir, askeri bir suç olduğu kanaatindeyim, keyfiyeti takdirinize arz ederim. Bir de ilişik olarak takdim ettiğim zabıt varakasından başka bir malumat yoktur. 
Hakikat bunların öldürüldüğü merkezindedir. Adliye Vekaleti soruyor, biz tekrar gönderiyoruz. Sonunda Adliye Vekaleti bu suçun askeri bir suç olduğu neticesine varıyor ve keyfiyeti Dahiliye ve Milli Müdafaa Vekaletlerine intikal ettiriyor. 

Şimdi, 1943 senesinden ta 1948 senesine kadar mesele alhalihi (olduğu gibi, gizli) kalıyor. Ve ölenlerin yakınlarından birisi de bizim cezaevinde mahkum olduğu için, İsmail Özer, Reisicumhur’a Meclis Riyasetine, Başvekalete ve Dahiliye Vekaletine mütemadiyen telgraflar yağdırıyor. Adliye Vekaleti, suç, 
askeri bir suç olduğu için müdahale edemiyor. O da keyfiyeti takibat yapmak salahiyet ve vazifesini haiz makamlara bildirdim, diyor. 1948’de, arz ettiğim gibi, bu iş arzuhal encümeninden Meclise intikal edince takibata başlanıyor. Bendeniz o zaman Gümüşhane Ağır Ceza Reisi idim, şahit sıfatıyla Askeri mahkemede malumatıma müracaat edildi. Ve bildirdim. 

Zabıt varakasının sahteliği şu şekilde tebeyyün ediyordu: Zabıt varakası hakkında soruyorlar. Diyorlar ki, şahit, aynı zamanda bu iki müfreze birden ateş ediyor, ayrıca iki manga ile emniyet tedbirleri aldırıyorlar... Bu emniyet tedbirlerini alan subay diyor ki, zabıt varakası hilafı hakikattir. İran hududundan 
ateş edilmiş değildir. Tam dereye geldiğimiz zaman evvelce kararlaştırılmış tertibata göre derhal makineli tüfeklerle bu vatandaşlar kurşuna dizildiler. 

Arkadaşlar, çok hazindir, tabur kumandanı Şükrü Bey vatandaşları kurşuna dizen müfreze kumandanlarına telefon ediyor diyor ki, Muğlalı Paşa muvaffakiyetiniz den dolayı sizi tebrik ediyor. 

Arkadaşlar, sanki bir Rus ordusunu imha etmişler, bir fütuhat yapmışlar gibi bir de bunları tebrik ediyorlar. 
Ve hadisenin bütün merkezi sıkleti budur. arz ettiğim gibi 33 vatandaşın en ufak bir suçu yoktur. Biraz evvel arz ettiğim gibi devlet hudutta asayişi temin edemediği için, bir aczin içinde bulunduğu için bu aczini setretmek (gizlemek, kapatmak) üzere, kudretsizliğini örtmek için 33 vatandaşı kanunsuz, nizamsız 
öldürtüyor. 

 2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

19 Ekim 2015 Pazartesi

Barış Süreci Tamamlandıktan Sonra ne olacak?




Barış Süreci Tamamlandıktan Sonra ne olacak?





30 yılın ardından Güneydoğu’da silahlar susar ve kalıcı barış sağlanırsa, bölgede nasıl bir tablo ortaya çıkacak? 
Baştan yaratılabilecek olan Güneydoğu için uzman isimlerden gelecek tahmini yapmalarını istedik.

Giriş : 
30.07.2013 17:13 
01.08.2013 00:41
Barış süreci tamamlandıktan sonra ne olacak?

Yedi aydır tabutsuz geçen süre içinde, Türkiye barışın vaat ettiği havaya şimdiden alışır gibi oldu. Sürecin gidişatı açısından, Öcalan'ın talimatıyla 
PKK'da gerekli olan yapılandırma tamamlandı. Eşbaşkanlık sistemine geçildi. Bununla daha az hata ve hızlı işleyiş umuluyor. 
Can sıkan olaylar yaşansa da sınır dışına çekilme sürüyor. Bu pozitif atmosferden yola çıkarak, "Diyelim ki Güneydoğu'da kalıcı barış sağlandı. 
Peki ya sonra ne olacak?" diye araştırdık. Sosyal yaşamdan iş hayatına, tarımdan turizme kadar Güneydoğu'da ortaya çıkabilecek tabloyu tahmin 
etmeye çalıştık. Bölge ve konu hakkında uzman isimlerle görüştük.

"MİTOLOJİ TURİZMİ YAPILABİLİR"

COŞKUN ARAL (Belgeselci)

Siirt'ten yeni geldim. Daha önceden gidemediğim yerlere gittim. Barışın adının telaffuz edilmesi bile bölgede yapıyı değiştirmiş. Arıcılar her yerde. 
Her tarafta hayvan sürüleri görüyorsunuz. Ama korkutan unsurlar da var. Bölgede gericilik teşvik ediliyor ve feodalizm tekrar hortlatılıyor. 
Ben Siirtliyim. 17 yaşıma girdiğimden itibaren, dul olduğu için teyzemi görememiştim. Şimdi yine var bunlar. Siirt'te bir otel bile açılamamış 
şimdiye kadar. Feodalite yüzünden burada hiç yatırım da yapılamamış. Ağalık yerine artık din istismarcıları var. Çok saygın alimler de var. 
Sözüm onların dışında. Neredeyse kendi çıkarları uğruna hadis üretenler bile var. Feodalite eskiden toprak ağalığına endeksliyken, şimdi din istismarcıları na geçmiş durumda. Özellikle de Siirt'te. PKK tamamen çekilse bile feodalite kırılmadığı sürece PKK gider ZKK gelir. 
Bugün din istismarı olur, yarın başka bir şey olur. Diyanet'in din istismarcılarına karşı bölgede işi çok sıkı tutması şart. 
Pozitif anlamda önümüzdeki yıllarda neler olabilir diye bakarsak, bölgenin florası çok güzel, arıcılar çok kazanıyor. 
Ayrıca mitoloji turizmi yapılabilir. Sonuçta tek tanrılı bütün dinlerin çıktığı bölge burası. Sadece Nuh'un gemisi hikayesiyle bile Ağrı kalkınır. 
Bu tür mitolojik öykülerin filmleri çekilip tanıtımı yapılabilir ve anlatıldıkları yerlerde butik otel sektörü oluşturulabilir.

"DOĞU'YA GÖÇ BAŞLAR"

PROF. EROL GÖKA (Akil Heyet üyesi, psikiyatrist)

Çözüm sürecinin kısa vadeli olduğu sanılıyor ama değil, bu uzun vadede olacaktır. 30 yıllık bir alışkanlık var neticede. 
Örgüt silah bırakıp siyasete geçmeye çalışacak. Süreç başarılı olursa Güneydoğu cazibe merkezi olur. Mesela Bitlis'te ciddi bir kültür ve doğa turizmi potansiyeli var. Kuzey Irak ile Güneydoğu'daki barış hamlesi birleşince, Güneydoğu şehirleri de gelişmiş şehirlere benzeyecektir. 
Bölgede Kürt etnisitesi yalnız kalmayacak çünkü Batı'dan Doğu'ya göç olacaktır yeni iş imkanları sebebiyle. Bölge Ortadoğu'nun da merkezi haline gelir.

"YATIRIMCI İSTİLASI OLUR"

SUAD ÖZDEMİR (MÜSİAD Batman Şube Başkanı)

PKK sorunu bugün bitse, önümüzdeki 10-20 yıl içerisinde Güneydoğu'da, siyaset yeniden şekil alır ve insanlar hür iradeleri ile siyasi görüşlerini her platformda zikredebilir hale gelir. Siyaset bölgemizde kavga aracı olmaktan çıkarak, bölgemizin kalkınma aracı haline dönüşür. 
Terörün yarattığı siyasi boşlukla birlikte bölge yatırımcıları ve sermaye sahipleri yatırımlarını bölge dışına taşıdılar. 
Bölge nüfusu ise sürekli artmakta. İstihdam yaratılmadığı da bir gerçek. Yeni istihdam alanlarının yaratılması bölgedeki işsizliği giderecektir. 
Bölgedeki sosyal hayatı incelendiğinizde kafe, çay ocakları ve oyun salonlarının çokluğu göze çarpar. Hizmet sektörünün çokluğu işsizliğin en büyük göstergesidir. Kavga biterse bölgemiz içinden ve dışından yatırımcı istilasına uğrayacak. Yeraltı zenginlikleri, tarım, hayvancılık sektörlerinde çok ciddi yatırımlar olacağı aşikardır. Ayrıca eğitime daha çok önem verilecek kızlarımızın eğitimi daha çok önem kazanacak, çeşitli kültür transferleri ile dışa açılım daha çoğalacak ve gelişim daha hızlı gerçekleşecektir. İş dünyası da bu anlamda çeşitlilik kazanarak rekabet ortamı elde edecek ve akabinde kalite gelecektir. İş dünyası dışarıdan kurumsallık, yeni yönetim tarzları, inovatif çalışmaları transfer edecek, kendi kültürlerini de dışarıya taşıyabileceklerdir.

"GENÇ MÜTEŞEBBİS KUŞAK ORTADOĞU'NUN İSTİKBALİ"

HASİP KAPLAN (BDP Şırnak Milletvekili)

Güneydoğu bölgesinde Cumhuriyet tarihi boyunca geri bıraktırılmış bölgesel dengesizliği aşmak, diğer yandan kimlik, kültür, sanat, sosyal yaşam, eğitim ve sağlık alanlarındaki yasaklar aşılarak hızlı bir gelişme sağlayabilir. 30 çatışma sürecinin bitmesi, demokratik siyaset kanallarının açılması, askeri ve her türlü vesayetin sona erdirilmesi, yerel yönetimleri güçlendirecektir. Yerel parlamentolar da her türlü farklılığın temsili, savaş harcamalarının yatırıma dönüşmesini sağlayacaktır. Mezopotamya'nın verimli toprakları, GAP projesinin özellikle 40 yıldır tamamlanamayan sulama projesi ile hayat bulacak; bir milyon hektar arazi sulanacak, beş milyon istihdam yaratılabilecektir. Enerji kaynakları açısından zengin olan bölgede, ülke ekonomisine büyük katkı sunacak projeler, işsizliği de asgariye indirir. Son 30 yıllık çatışmaların, yasak bölgelerin, yayla 
yasaklarının faturası ağır oldu. Önünün açılması, ihraç ürünlerine yenilerini katacaktır. Dünyanın en büyük sınır ve ticaret kapısı olan Habur, Mersin'e kadar olan hatta sadece bölgenin değil Akdeniz bölgesinin de umududur. Olaylar nedeniyle hâlâ bini aşkın köye geri dönüş yapılamamış, Mahmur kampında 15 bini aşkın yurttaşımız mülteci statüsündedir. Geri dönüşlerin ve yerleşimlerin katacağı canlılık önemlidir. 
Bölge insanının inşaat, turizm, maden yatırımlar konusunda hevesli genç müteşebbis kuşağı, başta Irak olmak üzere Ortadoğu'da ve diğer ülkelerde istikbal vadeden bir potansiyele sahip. Ayrıca yurt dışı göçlerin ülkeye geri dönüş yaparak bölgeyi cazibe merkezi haline getireceği unutulmamalı.

"VAHŞİ YAŞAM TURİZMİ YAPILIR"

HALİT SOYDAN (Cilo Doğa Derneği Başkanı)

Bölge dokunulmamış, bakir. Eko turizm ve organik tarım için ideal. Bunların geliştirilmesi bölgeye ve Türkiye'ye moral olur. 
Bu savaşın sırf insan üzerine değil doğa üzerine de çok kötü etkileri oldu. Mesela bu yıl çiçek çok ama arılar bal yapmıyor Cilo'da, bunu üniversiteler araştırmalı. Yıllardır kullanılan silahların bir yan etkisi olabilir. 30 yılda ormanların yarısı gitti, yandı. Ama hâlâ orman ve vahşi hayat bakımından zengin bir bölge. Anadolu kaplanının izi bile görülüyor. Vahşi yaşam turizmi bile yapılabilir burada.

"ŞEHİRLER SIFIRDAN KURULABİLİR"

UFUK TARHAN (Fütürist)

Eğer silah tüccarları ve onların arkasındaki yerel ve uluslararası güç odakları gerçekten bu pazarı terk ederler ise Güneydoğu hızla kalkınır. 
Devlet kaynakları silah yerine o bölgede yapılacak teşviklere akarsa, iş dünyası, yatırımlar oraya yönlenir. Yıllardır eğitimsiz, işsiz, umutsuz olan yöre halkı, batıdan gelen yeniliklerle hızla dünyaya entegre olur. Kültür, sanat, spor ortamı, her şey değişir. Batı ile doğu arasında ticaret, kültür köprüsü olur. Güneş enerjisine geçiş yapıldığında enerji merkezlerinden biri haline gelebilir. Elektrikli araçlar ilk önce orada kullanılmaya başlar. Şehirleşme projeleri, yerleşme merkezi yapılanması batıdan çok daha modern ve etkin gelişir. Batıdaki şehirler eskinin üzerine yeni teknolojileri oturtmaya çalışırken, Güneydoğu'da daha hiçbir şey olmadığı için her şey sıfırdan en son trendlere göre kurulabilir. 
Nano ve genetik teknolojinin gelişimi ile dikey tarım uygulamalarının önemli merkezlerinden biri olabilir.

" KÜRT SİYASETİ TEK PARTİDEN KURTULUR"

ÜMİT FIRAT (Yazar)

Her şey yolunda giderse 20 yıl içerisinde Güneydoğu şehirleri de yaşam tarzı ve kent görüntüsü açısından mesela bir Antalya gibi olabilir. 
Bölgede siyasi partiler ve STK'lar çoğalır. Kürt siyasi hareketi tek parti yönetiminden kurtulur. Güven içinde olan insan yeni arayışlara da girmez. 
Artık anayasa tartışılmaz. Kültürel faaliyetler de artar. Yerel yönetimler kendilerine daha güvenli bir hale gelir. İki tabelalı ve iki dilli bir sistem oturur. İstanbul'da yaşayan ve mutlu olmayan pek çok Kürt toprağına geri dönebilir. Çünkü yaşam maliyeti çok daha ucuz. Van'daki bir villa fiyatına İstanbul'da stüdyo ya da muhtaç daire satın alınıyor, aradaki fark bu. Daha çok parti ve STK'lar kurulur.

İNANÇ TURİZMİ VE FAİLİ MEÇHULLER MÜZESİ

MEHMET METİNER (AK Parti Adıyaman Milletvekili)

Ortaya her bakımdan zengin ve müreffeh bir Güneydoğu tablosu çıkar savaş biterse. Dağları, yeşillikleri, çay, dere ve yaylalarıyla öyle güzel bir coğrafya ki, İsviçre'ye bile rakip olur. Ayrıca bölgede çok güçlü dini merkezlerimiz ve medreselerimiz var. İnanç turizmi açısından cazibe merkezi haline gelir. Mesela Tillo'nun medreseleri ünlüdür. Manevi ocaklar var. Onların eski işlevlerini yerine getirdiğini düşünün. Munzur'un çevresine kümelenmiş mesela Gözeler diye bir mevki var. Dağlardan süt görünümlü sular fışkırıyor. Çok görkemli bir manzara ama güvenlik nedeniyle bu araziler işletilemiyor. Bölge çok dilli, dinli ve etnikli bir bölge, minyatür bir Osmanlı. Bu tanınırsa Türkiye için de zenginleştirici olur. Ayrıca bölgeye yaşanan acıları anlatan müzeler de kurulabilir. Diyarbakır cezaevi müzesi, faili meçhul müzesi gibi. Bir de ortak anıt dikilmeli.

"AVRUPA ALPLERİ İLE YARIŞIR"

TUNÇ FINDIK (Dağcı)

Güneydoğu'daki sorunlar bittiği takdirde, geleceğin doğa sporları turizmi ve eko turizm açısından parlak olduğu aşikar. Ülkemizin doğusu dağlık bir coğrafyadır ve kışın olsun, yazın olsun değişik sporlara, mesela benim açımdan dağcılık, kaya tırmanışı ve dağ kayağına müthiş olanaklar sağlayacak kadar zengin bir bölge. Dağcılık açısından Hakkari'nin Buzul (Cilo) dağları ve Sat dağları, teknik kaya ve buz çıkışları, uzun duvar çıkışları, tur kayaklı kış tırmanışları ve donmuş şelale tırmanışı açısından çok elverişli. Keza trekking ve doğa yürüyüşü için de muhteşem güzergahlar var. Tüm Doğu'yu geçen ve kış boyunca tur kayaklarıyla gidilen özel dağ evlerinde konaklanacak güzergahlar yaratmak olası. 
Bu tür aktiviteler ülke turizmini 12 aya yaymanın yanı sıra, yerel insanlara da gelir getirecektir. Rehberlikten tutun da yük hayvanı kiralamaya, malzeme satıp kiralamaya kadar turizm altyapısının oluşturulmasında büyük olanaklar yaratılabilir. Uygun yatırımlarla Güneydoğu'nun Avrupa Alpleri ile yarışacak potansiyeli var.

"DİKKAT! BABAİ İSYANLARI ÇIKABİLİR"

MUHSİN KIZILKAYA (Akil Heyet üyesi, Yazar)

Öncelikle risklerden söz etmeliyiz. Eğer hükümet gerekli ekonomik tedbirleri almazsa, durum daha kötü bir hal alır. Köyler boşaltılmış. Oralardan şehirlere gelen insanlar fazla politize olmuş bir kitle. BDP tarafından istendiğinde harekete geçirilebilen mobil bir kitle. Adrenallerini hep bu eylemsellik ayakta tutuyor ve yükseltiyor... Aktivizasyon ortadan kalkınca asıl kendi meselesine dönecek insanlar. Ailesinin ve kendisinin yaşam standartlarıyla ilgilenmeye başlayacak ilk defa... Ekonomik olarak desteklenmezse Babai isyanları çıkar. Korucular 90 bin kişi. 
Bunları neyle görevlendireceksiniz. Savaş bitince her şey güllük gülistanlık olmayacağı gibi asıl sorun da o zaman baş gösterecek. 
Dağ romantizmi elinden alınmış, tek ideale kitlenmiş gençlere yeni bir umut vermek zorundasınız. Doğru eğitim ve mesleklendirme şart. 
Mesela dağ turizmi teşvik edilirse Hakkari'de 5 bin kişiye iş imkanı doğar. Zap'ta seracılığın teşviki ile 3 bin kişi iş imkanı bulur. 
Yaylacılık ve koyun neslinin rehabilitasyonu, ekolojik tarım ve hayvancılıkta yatırımlar gerekli.

"SON BİRKAÇ YILDA KURUMLAŞMA YÜKSELİŞTE"

İSMAİL BEŞİKÇİ (Toplum bilimci, Yazar)

Son birkaç yıldır, Kürtlerde yoğun bir kurumlaşma yaşanıyor. Dilde, edebiyatta, sanatta, kültürde, resimde ve müzikte kurumlaşma yükselerek 
sürmekte. 15-20 yıl öncesine nazaran bugünün önemli bir özelliği budur. Kürt diliyle, Kürt kültürüyle, Kürdistan tarihiyle ilgili çalışmalar hızlandı 
ve yoğunlaştı. Bugün bu konularla ilgili çok daha özgür araştırmalar yayımlanıyor. 20 yıl sonrasında da bugünkü durumdan çok daha ileri bir 
durum yaşanacaktır. Kürtler 20 yıl sonrasında kendi kendini yönetmede, kendi geleceğini tayin etmede, anadilinde eğitimde, yani Kürtçe mecburi 
eğitimde, bugünkünden çok daha ileri bir seviyede olacaktır.

"KÜRTLERE FEDERASYON VERİLMELİ"

MOLLA SÜLEYMAN KURŞUN (Ünlü Kürt din adamı)

Bugün dünya mazlum ve mağdurları, Kürdistan halkı da dahil olmak üzere bir baharı bekliyor. Buna Arap Baharı diyorlar. 
Ama bu bir insanlık baharıdır. Bu ahir zamanın yüce inkılabıdır. Bu da İlahi adaletin tam anlamıyla tecelli etmesidir. Irkçılık, milliyetçilik söz konusu 
değildir. Türkler ve Kürtler, zengin ve fakir, erkek ve kadın her türlü sınıfsal tabakalar arasında ilahi adalet neyi gerektiriyorsa onun vuku 
bulmasını istiyoruz. Daha sonrasında Müslümanlar kendi aralarında birleşip ümmetin vahdetini oluşturacaklardır. Bu büyük inkılabın iki aracı vardır.
 Biri tevhidi ilahi, diğeri adalettir. Şu hadis dikkat çekicidir: "Eğer dünyada tek bir gün kalsa Cenabı Allah onu uzatır ve ehlîbeytinden ismi benim 
ismime, babasının ismi de babamın ismine mutabık olan bir kişiyi gönderir. O daha önce zulüm ve haksızlıklarla doldurulan yeryüzünü, adalet ve 
hukukla dolduracak." Burada yeryüzü namazla, hacla, oruçla ve başka ibadetlerle doldurulacak denilmiyor, insanlık adalete muhtaç olduğu için 
adaletle dolduracak deniliyor. Biz Kürdistan'da adaleti istiyoruz. Siz sesinizi bizim sesimize katıp bu hakları endişe duymadan, açıkça dile  getirdiğiniz takdirde,
Kürtler ayrılacak sendromuna kapılmadan bize yardım ettiğinizde İslam'ın kısa bir zaman zarfı içinde Kürdistan'a hakim olacağını göreceksiniz. 
Kürdistan halkına en makul çözüm olan federasyon verilmelidir.

Ürün DİRİER

http://www.aktuel.com.tr/dergi/2013/07/30/baris-sureci-tamamlandiktan-sonra-ne-olacak


...