20 Kasım 2017 Pazartesi

ORGENERAL MUSTAFA MUĞLALI OLAYI 33 KURŞUN BÖLÜM 4

ORGENERAL MUSTAFA MUĞLALI OLAYI 33 KURŞUN BÖLÜM 4



ÖLDÜRME FİİLİNİN CEREYAN ŞEKLİ

Bu tutanakların içeriğinden 32 kişinin kurşuna dizilmiş oldukları anlaşılmaktadır. 33. kişi ise, bu kişiler öldürülmeye sevk edilecekleri anda Yüzbaşı Vahdet Yüzgeç’in müdahalesi üzerine, Türk askerinin kadına kurşun atmayacağı gerekçesi ile, serbest bırakılmış olan Mehmet Mısto’nun Türk uyruğundaki kızı 
Zühre’dir. 

Burada bir konu üzerinde dikkatle duralım. O da “Türk askerinin kadına kurşun atmayacağı” mizanseni ile ilgilidir. Açıkça görülmektedir ki, kişiler elleri arkalarından bağlıdır ve kişiler yine birbirlerine bağlıdır. 32 kişilik grup kalın urganlarla hareketleri mümkün olmayacak derecede birbirlerine bağlıdırlar. Bu kişiler feryat figan etmekte katledilme meleri için yalvarmaktadır lar. Kahraman ordu böylesine bir grubu, süvari birlikleriyle, piyade birlikleriyle, makineli tüfeklerle dört taraftan tarayarak katletmekten utanç duymuyor; “Türk askeri kadına kurşun sıkmaz” diye asalet taslıyor. 

Aslında kadın Türk Milli İstihbarat Teşkilatı'nın hizmetinde çalışan ajan Mehmedi Mısto’nun kızıdır Ve onun için serbest bırakılmıştır. 

Bunun için de Mehmedi Mısto’nun olayı çok yakından bildiği halde Türk makamlarından hiçbir şikayeti olmamıştır. Öte yandan tutanak kağıtları incelendiği zaman olayın 33 kişinin katledileceğine göre düzenlenmiş olduğu görülür. Bunun için 33 kurşun harekatı denilmektedir. 

ÖZALP OLAYI VE SORUMLU HÜKÜMET ÜYELERİ

Özalp Olayının öncelerine ait hükümet tutumunu incelemek için Türkiye’nin o tarihlerdeki durumunu kısaca belirtmek gerekir. 

MUSTAFA MUĞLALI VE ARKADAŞLARININ YARGILANMALARI

Orgeneral Mustafa Muğlalı ve arkadaşları aleyhine 1949 yılında zaruri olarak açılan adam öldürme davası Genelkurmay Başkanlığı Askeri Mahkemesinde görülerek sonuçta suç ispat edilmiş ve Orgeneral Muğlalı neticeten 20 sene ağır hapse hüküm giymiştir. 

BEDELLİ OLAN SUÇLAR VE SANIKLAR

Muğlalı’nın ifadesine göre, İnönü, aynı seyahatinde kendisine, “Muğlalı, senin Doğu’daki uygulamaların sayesinde biz Ankara’da rahat uyuyoruz” diye iltifatta bulunmuştur. Muğlalı’nın övülen, Doğu’daki uygulamaları arasında 32 vatandaşın sorgusuz sualsiz kurşuna dizilmelerinin mevcudiyetini İsmet İnönü’nün unutmuş olması veya unutmuş görünmesi dikkat çekicidir. 

Yine olaydan sonra İnönü, olay mahalli olan Van’a giderek, orada haksızlığa uğramışların gözleri önünde Muğlalı’nın koluna girerek gezmiştir. Bir katliam failinin, katliam bölgesinde, Devlet Reisi tarafından onurlandırılmasının anlamı üzerinde durulabilir. 

Komisyonumuz, tanık sıfatıyla dinlediğimiz Kenan Çığman’dan şu bilgiyi almıştır: … Muğlalı’ya sorduğu sorulardan birine aldığı cevap şöyledir: “Ben askerim, Başkumandanımın verdiği her emri yaparım. Bugün de yerse gene yaparım”. 

V.. KÜRT SORUNU KARŞISINDA TÜRK ÜNİVERSİTELERİNİN TUTUMU VE BU TUTUMUN ELEŞTİRİLMESİ

1930 yılında Ağrı’daki Kürt ulusal direnişinin devam ettiği günlerde, Türk Adalet Bakanı Mahmut Esat (Bozkurt) Ödemiş’te halk önünde yaptığı konuşmada şöyle söylüyordu: 

“... Biz Türkiye dönen, dünyanın en hür ülkesinde yaşıyoruz. Mebusunuz inançlarından samimiyetle bahsetmek için bundan daha müsait bir ortam bulamazdı. Onun için hislerimi saklamayacağım. Türk, bu memleketin yegane efendisi, yegane sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir 
tek hakları vardır: Hizmetçi olma, köle olma hakkı.” 

Resmi ideoloji çerçevesi içinde, iyice dogmatikleşen ve kemikleşen görüşlerin sahibi olan Türk üniversitesi, zaman zaman Milli İstihbarat Teşkilatının bir bürosu gibi çalışmaktan da kendini alamamaktadır. Bu bakımdan, üniversite, tek parti döneminin nitelikleri konusunda görüşler ileri sürerken, Kemalizm’in, Kürdistan’a ve Kürt ulusuna karşı sürdürdüğü politikayı katiyen görmemekte, 
görmek istememektedir. Türk üniversitesi, Hitler’in, Mussolini’nin eylemlerini değerlendirebilir. Franco’nun ve Salazar’ın Afrika’daki sömürgeci ilişkilerini değerlendirebilir, fakat, Kemalizm’in Kürdistan’a ilişkin eylemlerine, kati surette dokunamaz. Onları değerlendiremez. Bunları aynı, kendi militarist sömürgeci 
burjuvazisi gibi yok sayar. Suskunluğunu sürdürür. Çünkü egemen sınıfların ve egemen güçlerin istediği budur: Suskunluk. Suskunluk, dogmatizmi, yanlışı, sürdürmekteki ısrarın en geçerli yoludur. 

VI. KÜRT DİRENMELERİ SÜRGÜNLER, DERSİM VE ''OTUZÜÇ KURŞUN OLAYLARI'' KARŞISINDA  TÜRK SOLUNUN VE TÜRK SOSYALİST HAREKETİNİN 
TAKINDIGI TAVIR VE BU TAVRIN ELEŞTİRİSİ

Mihri Belli, 1920’lerde, 1930’larda, karşı devrimin kökeni olduğunu belirtmekle beraber, bu sürecin esas olarak, Şükrü Saraçoğlu hükümeti ile beraber başladığını vurgulamaktadır. Ayrıca karşı devrimci eğilim olarak gördüğü, toprak reformu yapılmaması durumunda, iki büyük savaş arası yıllarında Türk  köylüsünün toprak açlığı çekmediği, buğday fiyatlarının zaten düşük olduğu, adli mekanizmanın yavaş işlediği, ve Kemalistlerin iktisat bilmedikleri gerekçeleriyle meşru göstermeye çalışıyor. Mihri Belli’nin, Türkiye’de devrim, karşı devrim, toprak reformu, buğday fiyatları ve bütün bunların Kemalistler ile ilişkileri, Cumhuriyet Halk Fırkasının programına ilişkin sorunlardır. 

Dikkat edilirse Mihri Belli, “Milli demokratik devrim” derken “milli” sözü üzerinde hiç durmamaktadır. Bunu, üzerinde durmayı gerektirmeyecek kadar, açık ve kesin bir biçimde ifade etmiştir. Elbette, Türk “milli”si. Fakat sosyalistlerin her şeyden önce, ülkenin somut koşullarına uyarlı olan, ülkenin somut koşulları ile sıkı bir bağlantısı olan bilgiler üretme zorunluluğu vardır. Mihri Belli ve genel olarak Türk “sosyalist”leri ise, Kürt ulus etkenini hiçbir zaman görmemişler, görmek istememişlerdir. Bu temel olguyu daima gözden uzak tutmaya çalışmışlar, göz ardı etmişler, sosyo-ekonomik yapı tahlillerine katmamışlar dır. Böylece alanı kesin olarak militarist, sömürgeci, ırkçı ve ilhakçı güçlere terk etmişlerdir. 

Kürt ulus sorunu konusunda, “sosyalistler” susunca, suskunluğu temel bir politika haline getirince, alan elbette sömürgeci, ırkçı, ilhakçı ve militarist güçlere bırakılmış olur. Bu alanda bu güçler istedikleri gibi at oynatmışlardır. “Solcu”ları bile, kendi propagandalarını yapan kişiler ve örgütler haline getirmişlerdir. 

Bütün bunlara rağmen, Türk milli gururundan vurgulaya vurgulaya söz eden Mihri Belli’nin, Kürt kişiliğini ve onurunu hiçe sayması ilginç bir konu. Zira, Türkiye’de Kürtlerin varlığı 1968 yıllarında da konuşuluyordu. 

Mihri Belli, 1968 yılı Aralık ayında yaptığı bu konuşmada Kemalizm’e ve Kemalistlere övgüler düzdükten sonra, “Kemalizm ile sosyalizm arasında aşılmaz bir duvar yoktur” diyor. 

Mihri Belli bunu söylerken büyük bir rahatlık içindedir. … Kürt ulus olgusunu yok saymakta, göz ardı etmektedir. Aynı, ilhakçı, ırkçı, sömürgeci, asimilasyoncu Türk burjuvazisi ve “etkili çevreleri” gibi. Kürtlerin, emekçi veya ağa, aşiret reisi, şeyh ayırımı yapılmadan kitleler halinde sürgünlere gönderilmelerini, Kürdistan’da yasak bölgeler ilan edilmesini, Kürdistan’da ayrı uygulamalar yapılmasını vs. dikkate almamaktadır. Böylesine bir yönetimi, sosyalizmle karşılaştırmaya çalışmaktadır. Kürdistan’ı Genel Müfettişlikler aracılığı ile devamlı bir sıkıyönetim içerisinde idare etmiş, Kürt ulusal ve demokratik haklarını tamamen gasbetmiş, Kürt adını ve Kürdistan adını dillerden ve tarihlerden silebilmek için devletin her türlü maddi ve ideolojik baskı araçlarını yürürlüğe koymaktan çekinmemiş, Kürdistan’da Kürtçe konuşmayı yasaklamış, Kürtçe konuşanlardan kelime başı para cezası almış bir yönetim sosyalist bir yönetim ile nasıl karşılaştırılabilir? Tunceli Kanunu ve uygulamaları, Dersim’deki ve Kürdistan’ın öteki bölgelerindeki jenosit eylemleri ortada iken, sosyalizmden nasıl söz edilebilir? 

Bütün bu olayların temeli olan, ve daha sonraki olayları belirlemede en büyük etken olan, Kürdistan üzerindeki Lozan emperyalist bölüşümü ise, gün gibi ortada durmaktadır. Kürdistan zamanın en büyük emperyalist güçleri, İngiliz emperyalizmi ve Fransız emperyalizmi ile, Kemalistlerin ve Şehinşah Rıza Şah 
yönetiminin, müşterek politik, jeolojik ve askeri eylemleri sonucu parçalanmıştır. Bu bakımdan Kemalistler Fransız ve İngiliz emperyalizminin Ortadoğu’daki işbirlikçileridirler. Ve Kürdistan ve Kürt ulusu üzerindeki bütün bu eylemler, “Otuz üç Kurşun” hariç olmak üzere, Mihri Belli’nin ve genel olarak Türk 
“solu”nun ve Türk “sosyalist” hareketinin, “Türkiye Cumhuriyetinin en bağımsız dönemiydi”, diye anlatmaya çalıştıkları, Büyük Şef (daha sonra Ebedi Şef) Gazi Mustafa Kemal döneminde gerçekleştirilmiştir. 

Mihri Belli bu olgulardan hiçbirini görmüyor. Adını bile etmiyor. Olgulardan kopuk olduktan sonra, olgularla organik bir bağı olmadıktan sonra, somut durumun somut talihli olmadıktan sonra ise üretilen bilginin hiçbir önemi yoktur. 

Mihri Belli’nin bu beyanları gerçek somutları kati surette aksettirmemekte, bilakis onu gizlemeye çalışmaktadır. “Hep ezilmiş olan Kürt halkı, tarihinde hiçbir zaman bugünkü kadar zulme uğramadı” ibaresi tamamen yanlıştır. Kürt ulus olgusunun zaman ve mekan boyutu içinde alınmamasının ortaya çıkardığı bir sonuçtur. 12 Mart’tan sonra Kürt ulusu elbette çok büyük zulüm ve işkencelerle karşılaştı. 
Toplu köy aramaları, köy baskınları, napalm bombaları ve gerçek mermilerle yapılan Buca tatbikatları, General Alpdoğan manevraları, sınır bölgelerinde ilan edilen sürekli sıkıyönetim idaresi, gece ışık yakma yasağı, bu zulmün ve işkencenin sadece birer parçasıdır. Öğrencisinden toprak sahibi bazı ağalara, 
yoksul köylüsünden köy imamına kadar yargılama, MIT, işkence, zindan... ayrı. Fakat bu zulüm, ve işkence, hiçbir zaman, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal dönemindeki, Milli Şef İsmet İnönü dönemindeki zulüm ve işkenceye ulaşmamış tır. Her zaman olduğu gibi, 1911 döneminde de Kürdistan’da, zulüm, işkence... olmuştur. Batıda rastlanandan çok çok fazlası olmuştur. Fakat, darağaçlarında, Dede-Baba ve Torun olmak üzere, üç nesil bir arada asılmamıştır. Önce, babaların, dedelerin gözleri önünde ve feryatları arasında, torunlar, oğullar, sonra da babalar asılmamıştır. 1971 döneminde Kürdistan’da zulüm, işkence olmuştur. Her zaman olduğu gibi. Fakat Kürtler aşiretler halinde, köyler halinde, 
kasabalar halinde, sürgünlere gönderilmemiştir. Ailenin her bir üyesinin ayrı ayrı yerlere sürgüne gönderilmesi ailenin parçalanması nasıl bir işkencedir? Ya Tunceli Kanununa, Dersim’deki jenosit eylemlerine, “Otuz üç Kurşun”a ne denir? Bunlar gizli tutulması için girişilen bütün çabalara rağmen bilebildiklerimiz. 

“Şeyh Said isyanından sonra, ne kadar baba-oğul, mahkumlar varsa, evvela babanın gözü önünde oğlunu astırır, sonra babayı asardı.” (Müddeiumumi Süreyya Örgeevren). 

“... Şark mebuslarından İsmet Paşaya itimat edenlerle etmeyenler ve korkudan kaçıp ta reye iştirak etmeyenler ve kaçıp ta rey vermeyenler dahil hepsinin bütün akraba ve taallukatını kamilen nefyü tebid ettiler (sürgüne gönderdiler ve uzaklaştırdılar). Ve bir kısmını da istiklal Mahkemelerine gönderdiler. 
İftira, tezvir (yalan), tasni (yakıştırma) kampanyası makineleri çalıştırılıyor, dünyada görülmemiş kötülükler, fenalıklar isnat ediliyor, hakikatmiş gibi muameleye konuluyor ve kişiler cezalandırılıyordu. … Şark istiklal Mahkemesi Reisliğinden Ankara’ya dönen, Ali Saib Bey, 60.000 (altmış bin) altınla geldi. … 

Şark istiklal Mahkemesi Müddeiumumisi (savcısı) Süreyya Örgeevren ise, Büyükada’da, merhum bir müşirin (mareşalin) fevkalade ziynetli ve muhteşem köşkünü satın almıştı.” 

Bu hatıraların sahibi İbrahim Arvas, 1920-1950 yılları arasında Van mebusluğu yapmıştır. Objektif bakımdan Kürt, sübjektif bakımdan ise Türk. Bölgesinde, Türk devletinin, devletin gizli örgütlerinin, Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal’in ajanı. Büyük, yaygın ve köklü bir şeyh ailesinden geliyor. Hatıratında sık sık, 
Kürt diye bir kavmin olmadığından, Kürtçe diye bir dilin olmadığından söz etmektedir. Türk olduğundan, Türklüğünden mutluluk duyduğundan söz etmektedir. Büyük Şef Gazi Mustafa Kemal döneminde, objektif olarak Kürt olup da, (anası babası Kürt) “Doğu” mebusluğu yapan 6-7 kişiden biridir. Büyük Şef 
Gazi Mustafa Kemal ve Değişmez Genel Başkan ve Milli Şef İsmet İnönü’nün Değişmez Van mebusudur. 

İşte yukarıdaki hatırat böyle bir kişiye, bir Kürt düşmanına, kendi ulusuna ihanet etmiş birine, Kürtlüğünü reddeden birine, Kemalist bir şeyhe aittir. Kürt ulusal direnişine katılanlardan, “Şeyh Said Şakileri” diye söz etmektedir. Bu bakımdan böylesine Kürt düşmanı olan, hizmetini egemen ulusa sunmuş, onun 
ajanlığını kabul etmiş, onunla bütünleşmiş bir şeyhin, Kemalist bir şeyhin 
anlattıklarına inanmamak için hiçbir neden yoktur. 

Mihri Belli sözü edilen … eleştirisinde, Kemalizm için sık sık, “ilerici Kemalist devrim” tabirini kullanmakta, Kürt sorunu hakkında şunları söylemektedir: 
“Türkiye’de Kürt meselesini ele alırken, ulusların kendi kaderini tayin hakkının, ayrılıp kendi ulusal devletini kurma hakkına kadar varan hak olduğunu ifade ederek bilinen bir ilkeyi tekrarlamak hiçbir şey söylememektir. Türkiye’nin durumu, ülkede ve özellikle Doğu Anadolu’da egemen üretim ilişkileri, tarih 
gibi etkenler hesaba katılmadan bu meselede doğru bir tutuma varılamaz. Türkiye, üç milyonluk proletaryası ile, nüfusunun yarısına yakın bir kısmını teşkil eden yoksul köylülüğü ile, ülkeyi yönetemez duruma düşmüş, son olarak faşizmi tezgahlamış egemen sınıfları ile devrime gebe bir toplumdur. Doğu Anadolu ise, Türkiye’nin en geri bırakılmış bölgesidir. Doğuda genel niteliği feodal olan, üretim ilişkileri ağır basar. Bu durumda Türkiye’den kopan bir Doğu Anadolu’nun feodal ağaların ve şeyhlerin hüküm sürdüğü bir toplum olacağı açıktır. Doğu Anadolu’da bir petrol şeyhliği kurmak, Türkiye’de tahakkümün çok iğreti olduğunu iyi bilen emperyalizmin de işine gelir. ‘Böl ve hükmet’ politikası, emperyalizmin eski politikasıdır.” 

İşte “Özeleştiri” yapan Mihri Belli’nin özeleştirisinin, eleştirilecek esas noktası budur. Mihri Belli, Türkiye’de Kürt sorunu boy vermeye başladığı, Kürt ulusu kendi ulusal ve demokratik haklarına sahip çıkmaya başladığı, Kürdistan’ın ve Kürt ulusunun, dünya dengesi ve Ortadoğu dengesi içindeki, dünyada bir eşi 
daha bulunmayan statüsünün bilincine ulaşmaya başladığı zaman hemen emperyalizmin, “böl-yönet” politikasını akla getiriyor. Ne yapacakmış emperyalizm? “Doğu”da petrol şeyhliği kuracakmış, Türk ve Kürt uluslarının 1923’te meydana getirdiği “gönüllü birliği” bozacakmış! 


Kürt ulus sorununun temel hareket noktası, 1915-1916 yıllarındaki gizli antlaşmalarla başlayan, 1917 Sovyet Devrimi ile yeni bir boyut kazanan, 1920’lerde pişirilip kotarılan, 1923’te noktalanan bir politikadır. 

Bu politikanın adı, kısaca, Kürdistan üzerindeki emperyalist bölüşüm mücadelesidir. Bu politikanın mimarları, İngiliz emperyalizmi Fransız emperyalizmi ve bunların Ortadoğu’daki işbirlikçileri Kuvayı Milliyeciler (Kemalistler) ile, Şehinşah Rıza Şah yönetimidir. Kürdistan, bunların, müşterek, politik, ideolojik ve askeri eylemleriyle bölünmüş ve parçalanmıştır. Her parçası da ayrı ayrı, bu devletlerin, veya bu devletlerin politik ve ekonomik nüfuz alanlarının bünyesine ilhak edilmiştir. Kürdistan ve Kürt ulusu, Kürt ve Kürdistan adları dillerden ve tarihlerden silinmek üzere parçalanmış, egemen ulus içinde eritilip yok etme politikası izlenmiştir. 

Kürdistan’ın çeşitli yerlerinde daha sonra meydana gelen direnmeleri, Kürt ulusuna karşı uygulanan politikaları belirleyen temel olgu budur. … Koçgiri hareketinin (1921), Şeyh Said (1925), Ağrı, Zilan (1930-1932), Dersim (1937-1938) ve öteki Kürt direnmelerinin anlaşılması mümkün değildir, Şeyh Mahmut 
Berzenci’nin Güney Kürdistan’da İngilizlere karşı yürüttüğü silahlı mücadelenin (1919, 1921, 1924, 1930), Şeyh Ahmet ve Mella Mustafa Barzani’nin İngilizlere ve işbirlikçileri Irak monarşisine karşı yürüttüğü mücadelenin (1930-1932, 1934, 1943-1945) anlaşılması yine bu temel olgunun yani 1923’teki Lozan emperya list bölüşümünün iyice kavranmasına bağlıdır. Mahabad Kürt Cumhuriyetinin kuruluşunun ve yıkılışının (1946-1947), Simko’nun İran monarşisine karşı yürüttüğü ulusal mücadelenin (1921-1922, 1930), Mella Mustafa Barzani önderliğinde, Irak askeri diktatörlüğüne, Baas ırkçılığına ve sömürgeciliğine karşı yürütülen ulusal mücadelenin (1961-1970), Kürt ulusal hareketinin 1975’deki yenilgisinin temelinde hep bu olgu vardır. Yani 1923’te Lozan anlaşması ile noktalanan, Kürdistan üzerindeki emperyalist bölüşüm 
mücadelesi. Kürt ulusunun bölünüp yönetilmesi. Bu olgunun geçmişle ilişkisi elbette vardır. 19. yüzyılın başından itibaren, Kürdistan’da görülen ayaklanmalar, (1806, 1828-1829, 1841, 1843) ve sonrası. 

Özellikle Şeyh Ubeydullah Nehri ayaklanması (1881) Kürt ulus olgusunun oluşumunda büyük rol oynamıştır. Fakat temel öğe, belirleyici öğe, kendisinden sonrakileri belirleyen esas öğe, l923’te noktalanan, emperyalist bölüşüm politikasıdır. Mihri Belli böylesine bir temel olguyu anlatmaktan bilinçli 
bir şekilde kaçınmıştır. Bu bakımdan “Özeleştiri”sinde olgulardan kopuk olup, ürettiği bilgiler bilimsel değildir. 

Kürdistan üzerinde böl ve yönet politikası 1923’ten itibaren uygulanmaya başlanmıştır. Ve bu dünyada bir benzeri daha görülmeyen emperyalist bir bölüşümdür. Kürdistan ve Kürt ulusu dörde bölünmüş ve bölgede egemen devletlerin bünyelerine ilhak edilmiştir. 

Türkiye’de Milli Meselenin temel çıkış noktası, Lozan emperyalist bölüşümü ile birlikte Kürt ulusunun devlet kurma hakkının gasp edilmesidir. Bu eylemin sahipleri de bellidir: İngiliz emperyalizmi, Fransız emperyalizmi, Kemalist Türkiye Cumhuriyeti ve Şehinşah Rıza Şah monarşisi. Daha sonra, bu emperyalist ve sömürgeci devletler, Kürdistan’ı sömürgeleştirebilmek, Kürt ulus benliğini tamamen yok edebilmek için, müşterek politik, ideolojik ve askeri eylemlerde bulunmuşlardır. 

Eğer, “Doğu”da feodal kurumlar, feodal üretim ilişkileri, hala yaşıyorsa, bu Kemalistler öyle istediği içindir. 

İşte, Kemalizm’in en büyük başarısı budur. Irkçı, sömürgeci, ilhakçı ve İngiliz ve Fransız işbirlikçisi bir ideoloji olduğu halde, kendini Türk “solcu”larına, Türk “Marksist”lerine, devrimci olarak kabul ettirmiş olmasıdır. 

Türkiye’de “Milli Demokratik Devrim” adı altında, temel özelliği Kürt düşmanı olan, sömürgeci, ırkçı, ilhakçı olan, emperyalizmin işbirlikçisi olan bir çevreler “devrimci, ilerici” diye gösterilmeye, kutsallaştırılmaya çalışılmıştır. “Milli Demokratik Devrim” adı altında, ordu hayranlığı, Kürt düşmanlığı yaratılmaya çalışılmıştır. Ve bu 1965-1971 yıllan arasında, Milli Demokratik Devrim Grubu (Türk Solu, Aydınlık, Yön, Devrim, Cumhuriyet) tarafından sürekli olarak sürdürülmüştür. 

Türkçe okuyup yazmak, Türkçe konuşmak, Türk “sosyalistleri” için hiçbir zaman sorun değildir. Türk “sosyalistlerinin” ne böyle bir sorunları ne de böyle bir talepleri vardır. Fakat Kürtçe için yapılan mücadelede Kürt devrimcileri, demokratları ve yurtseverleri soluğu daima zindanlarda alıyor. Bu bakımdan bu iki durumun farklılığını görmek devrimci ve demokrat unsurlar için büyük bir zarurettir. Hangi amaçla olursa olsun, şoven duygulanın körüklenmesine varacak bir propagandayı sürdürmek yanlıştır. 

Kürdistan üzerindeki Lozan, emperyalist bölüşüm mücadelesini anlatmayan, hiçbir yazı, tahlil, konuşma, Kürt ulus sorunu konusunda bilgi vermez. Çünkü, Kürdistan’da l923’ten sonra meydana gelen olayların temel belirleyicisi ve yönlendiricisi bu olgudur. Bu bakımdan tek ve seçici bir olgudur. Bu olgu, iç ve dış dinamikleriyle, iç ve dış bağlantılarıyla, çelişme ve değişmeleriyle, zaman ve mekan boyutu içinde ele alınıp açıklığa kavuşturulmadan, çözümlenmeden Kürt ulus sorununun anlatımında bir yere varılamaz. 

Şu hususu hemen belirtelim ki, “Türkiye”, İran, Irak, Suriye, Kıbrıs, Mısır, Lübnan gibi bir coğrafyaya izafeten verilmiş bir isim değildir. Türk etnik grubuna ifade edilerek verilmiş bir isimdir. Bu bakımdan, “İran halkı”. “Irak halkı”, “Suriye halkı”, “Kıbrıs halkı” vs, denildiği zaman anlamlı olabilir. Fakat “Türkiye halkı”, “Türkiye toplumu” denildiği zaman uydurma ve zorlama bir durumu yansıtır. Sahte bir kavramdır. Çünkü, örneğin İran denildiği zaman, egemen ulusa ifade edilerek verilmiş bir isim değildir. O bir coğrafi parçanın adıdır. Bu bakımdan, Türkiye halkı, Türkiye toplumu, Türkiye feodalitesi gibi kavramlar suni kavramlardır. Sahte kavramlardır. Türk “solu”nun ve Türk “sosyalist” hareketinin, “Kürt” adını ve “Kürdistan” adını kullanmamak için bulduğu uydurma,  suni ve sahte yol budur. Bu sahteliğin esas amacı, temeldeki yanlışı ve suskunluğu devam ettirmektir. Böylece Türkiye’nin sosyo-ekonomik yapısına, Kürt ulus sorununa, “Milli Mesele”ye bakışta, bir “düzeltme” yapılmış izlenimi verilmeye çalışılmaktadır. 

Bu tutumun, Türk ‘solu”nun ve Türk “sosyalist” hareketinin ortak bir tutumu olduğunu belirtmiştik. Örneğin, Türkiye İşçi Partisi Genel Başkanı Behice Boran, “Demokrasi ve Demokratikleşme Sorunu” başlığı altında yazdığı makalede, hep “Türkiye” sözlerini kullanmaktadır. ‘Türkiye burjuvazisi”, “Türkiye milli burjuvazisi”, “Türkiye toplumu” gibi... Bu kavramları kullanmak için özen gösterdiği de söylenebilir. Hem de milli olmanın “Müslüman ve Türk anlamında milli” olduğunu bilerek ve vurgulayarak. Türkiye İşçi Partisi, Türkiye’de demokrasiden, demokrasinin yaygınlaştırılmasından söz etmektedir. Demokrasinin kitlelere götürülmesinden, kitlelerin siyasallaştırılmasından söz etmektedir. Fakat Kürt ulus sorunu diye bir sorunun varlığına kati surette dokunmamaktadır. Bilinçli olarak. Fakat. “Türkiye toplumu”, “Türkiye burjuvazi si” gibi kavramlarla 1968 ve 1970’lerde söylediği şeyleri tekrarlamaktadır. Behice Boran, Türkiye ve Sosyalizm Sorunları kitabının birinci ve ikinci baskısında, yukarıda işaret edilen makaledeki düşüncelerini, “Türk halkı”, “Türk burjuvazisi”, “Türk sosyalisti” gibi kavramlarla ifade etmişti. Bu örnek sözü edilen düzeltmenin, mekanik bir şekilde, sessiz sedasız yapıldığını göstermekte dir. Fakat yanlışlığın temellerine inmemek, onu eleştirmemek konusunda büyük bir ısrar vardır. Bütün bunlara rağmen, Kürt ulus sorunu görülmeden, böylesine bir soruna dikkat edilmeden, demokrasi mücadelesi yapılabileceği izlenimi  verilmeye çalışılmaktadır. Kürdistan’a ve Kürt ulusuna karşı nasıl bir politika uygulanırsa uygulansın, Ankara, İstanbul, İzmir, Adana gibi merkezlerde yürütülen mücadelenin, demokrasi için yeterli bir mücadele olduğu anlatılmaya çalışılmaktadır. Böyle bir demokrasi mücadelesinin sürdürülebileceği ifade edilmektedir. Bu tutum Kürt ulusunun ulusal mücadelesine, sömürgeciliğe karşı verdiği mücadeleye hiç dikkat etmeyen, bu mücadeleyi çok hafife alan, küçümseyen bir tutumdur. Fakat Türk emekçi yığınlarına da, Türkiye’nin toplumsal yapısı hakkında yanlış bilgiler verdiği, yanlış hedefler gösterdiği için, emekçi yığınların sıhhatli gelişimini de hafife alan bir tutumdur, Halbuki emekçi yığınların, gerçek somutları, somut gerçeği bilmeye ihtiyaçları vardır. Suskunluk, gerçek somutların gizlenmesi, militarist sömürgeci burjuvazinin, ırkçı, sömürgeci ve ilhakçı Kemalistlerin talebidir. 


5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..

***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder