Nihat Sargın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nihat Sargın etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Eylül 2015 Salı

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL VE ÖNCESİ BÖLÜM 25





TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 
12 EYLÜL VE ÖNCESİ   
BÖLÜM 25


OLAYLARI BİZZAT YAŞAYAN ERTUĞRUL KÜRKÇÜ.. KIZILDEREYİ KENDİ BAKIŞ AÇISIYLA ANLATIYOR.!



ERTUĞRUL KÜRKÇÜ KIZILDERE OLAYINI ANLATIYOR, TVNET

https://www.youtube.com/watch?v=QvjJj3zWWkA


Kürkçü, Kızıldere iftirasına yanıt verdi Mahir Çayan ve arkadaşlarının katledildiği Kızıldere Katliamı'nda sorumluluğu olan eski MİT mensubu Mehmet...


16.02.2012 
15:31

BURÇİN GÖNÜL


Mahir Çayan ve arkadaşlarının katledildiği Kızıldere Katliamı'nda sorumluluğu olan eski MİT mensubu Mehmet Eymür, katıldığı bir televizyon programında Kızıldere Katliamı’nı anlattı. Türkiye’nin karanlık tarihinde yaşanan pek çok olayda ismi geçen MİT Kontrterör Dairesi eski Başkanı Eymür, 30 Mart 1972’de Kızıldere’de gerçekleştirdikleri katliamla ilgili olarak, “Orada herkesin öldüğünü zannediyorduk ve çok yorgunduk” dedi ve ekledi: “Ertuğrul Kürkçü’yle, Mahir Çayan'la konuştuk. Hatta bize 'Sam Amca'nın Çocukları' dediler. Karşılıklı atıştık. Bildiğim kadatıyla Mahir Çayan çok sert çıktı belki teslim olurlardı."

‘AMA BEN SENİNLE GÖRÜŞMEM’

Bu açıklamaları sorduğumuz Kızıldere Katliamı'ndan sağ kurtulan ve şimdi milletvekili olan Ertuğrul Kürkçü ise Eymür'ün sözlerine şu şekilde cevap verdi: “Beni ve Mahir’i öldürmeye kalkışmasalardı ve ardından makineli tüfek atışlarıyla evi tarayarak çatışmayı başlatıp bu ölümlere yol açmasalardı, evet; belki uzlaşma olabilirdi. Çünkü iş küfürden değil silahtan çıktı.”

Kürkçü, Eymür'ün programda kendisine yöneltilen “Kürkçü ile bir araya gelmek ister miydiniz?” sorusuna karşılık olarak verdiği, "Benim için bir problem yok. Benim idamdan yargılanmış görüştüğüm arkadaşlar var” cevabına olan tepkisini ise şöyle ifade etti: "Ama benim görüştüğüm MİT yöneticileri yok. O yüzden görüşmem."

NE OLMUŞTU?

Mehmet Eymür, sunucunun “Kaç kişi katledildi orada?” sorusuna "Benim bildiğim 14 kişi falan” şeklinde yanıt vermişti. Oysa sadece Ertuğrul Kürkçü’nün kurtulduğu Kızıldere Katliam’ında 10 kişi öldürülmüştü.
Katliam şöyle gerçekleşmişti:

12 Mart 1971 muhtırasından sonra yakalanan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarını engellemek için 27 Mart 1972'de Ünye'deki NATO üssündeki yabancı görevlilerini kaçıran Türkiye Halk Kurtuluş Partisi - Cephesi'nden Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan, Nihat Yılmaz, Ertan Sarıhan, Ahmet Atasoy ve THKO'dan Cihan Alpteki Kızıldere'ye gitti. Burada, THKP-C'li Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Saffet Alp ve THKO'dan Ömer Ayna ile buluştular. Grup köyün muhtarının evinde mevziilendi. Mahir Çayan teslim olmaları yönündeki çağrıya "Sıradan askerleri çekin üst düzeyler gelsin", "Biz bu yola dönmek için değil ölmek için girdik" şeklinde cevap verdi. Ardından başlayan silah atışları sonucu Çayan, evin çatısında vuruldu ve yaşamını yitirdi. Helikopter destekli operasyonda, evin içindekiler şiddetli silah atışlarına maruz kaldı. Bunun ardından evden dışarıya silah atışının sonlanması üzerine eve giren kolluk kuvvetleri, can çekişmekte olan Saffet Alp'i öldürdüler. Geriye kalanlar savunma mevziine geçerek kapının arkasına yerleştiler. Kolluk kuvvetleri içerideki herkesi katlederek "operasyonu" tamamladı. İsmi geçen devrimcilerden yalnızca Ertuğrul Kürkçü katliamdan sağ olarak kurtuldu.

http://www.birgun.net/haber-detay/kurkcu-kizildere-iftirasina-yanit-verdi-60679.html



ŞEHİRLERİN YAKILIP YIKILMASI..,


REJİMİN IRKÇI DAMARI
İkinci Dünya Savaşı yıllarında rejimin ırkçı-Türkçülüğe karşı yaklaşımı esas olarak Almanya ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilere göre şekillenmişti. Almanların ilerlediği dönemlerde ırkçılık yükselmiş, tersi olduğunda ırkçı hareketlere mesafe konulmuştu. Bu bağlamda, 1944 Turancılar Davası, dünyada faşizmin, ırkçılığın suçüstü yakalandığı ve lanetlendiği döneme denk düşüyordu. Her ne kadar bu davada ceza alanlar 1945 sonrası Batı Bloku ile kurulan ilişkiler sayesinde Sovyetler Birliği’nin bir tehdit olmaktan çıkması üzerine beraat ettirilmişlerdi ama artık kimsede açık açık faşist tezleri destekleyecek cesaret kalmamıştı. Dolayısıyla ırkçı Türkçüler söylem değiştirdi.
DEĞİŞEN SÖYLEM
Artık ‘Turancılık’ yerine ‘milliyetçilik’; ‘Bozkurtlar’ yerine ‘milliyetçiler’; ‘Türk ırkı’ yerine ‘Türk milleti’ diyorlar, yeni tezlerini Millet, Orhun, Kopuz, Büyük Doğu, Hareket gibi yayın organları, Türk Gençlik Teşkilatı, Kıbrıs Türk Kültür Derneği, Komünizmle Mücadele Derneği gibi örgütler aracılığıyla kitlelere yaymaya çalışıyorlardı. Alparslan Türkeş ve kurmaylarının 1965’te ele geçirdikleri Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin (CKMP) ismini 1969’da Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirmesi ve paramiliter faşist ‘ülkücü’ gençlik örgütlerinin çekirdeğini oluşturan ‘komando kampları’nı kurmasıyla ırkçı-Türkçülük yeni bir dönemece girmişti.
Başbuğ Alparslan Türkeş’in , CKMP’nin 1968 yerel seçimlerde Türkiye’de ilk belediye başkanlığını kazandığı Tercan’ı Ziyareti
‘DEJA VU’ ETKİSİ
1970’lerde yerli ve yabancı istihbarat servisleri tarafından ustaca yönlendirilen ‘ülkücüler’ tarafından Alevi ve Sünnilerin bir arada yaşadığı Orta Anadolu şehirlerinde çıkarılan kanlı çatışmalar, kamuoyunu 1980 darbesine hazırlamakta önemli bir işlev görmüştü. AK Parti ile MHP arasındaki ‘türban-başörtüsü’ konusundaki ittifak sırasında TÜSİAD Başkanı Arzuhan Yalçın Doğan, MHP’nin demokrasi siciline dikkat çekmişti ama, kendi demokrasi sicili de hiç parlak olmayan bir kesimin temsilcisi olduğu için olsa gerek, kimse üstünde durmamıştı. Bu haftayı, son dönemde bazı Anadolu şehirlerinde ‘Ülkücü-Kürt öğrenci çatışması’ diye kodlanan çatışmaları yorumlamakta belki faydası olur diye 30 yıl öncesinin olaylarına ayırdık.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra ortaya çıkan özgürlük atmosferinde sadece solcular değil, milliyetçiler ve dinciler de hızla örgütlenmeye başlamışlardı. 1961’de Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü ile isim babalığını Necip Fazıl Kısakürek’in yaptığı Anadolu Kulübü kuruldu. 1962’de kurulan Türkçüler Derneği, 1964’te yerini Türkiye Milliyetçiler Derneği’ne bıraktı. 1965’te muhafazakâr-dinci çizgideki 1000 Temel Eser Dizisi yayınlanmaya başladı. Aynı yıl Alparslan Türkeş ve kurmayları Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ni (CKMP) kontrollerine aldılar, partinin adını 1969’da Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirdiler. Paramiliter faşist ‘ülkücü’ gençlik örgütlerinin çekirdeğini oluşturan komando kamplarını kurdular. 1970’lerde faaliyete geçen Milli Türk Talebe Birliği, Yeniden Milli Mücadele Derneği, Kültür Ocakları, Milli Gençlik Vakfı ve Ülkü Ocakları gibi örgütler, Türk-İslam sentezci öğrencilerin bir araya geldikleri çatıları oluşturdu.
AYDINLAR OCAĞI
Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi hocalarından Fuad Köprülü ve Zeki Velidi Togan gibi Türkçü ideologların öğrencisi olan ve doktorasını Selçuklu Sultanı Melikşah üzerine veren Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, öğretim üyelerine ve aydınlara hitap edecek bir oluşum arayışına girmiş ve 1969’da 70’e yakın fikir adamını 2. Milliyetçiler Kurultayı’nda buluşturmuştu. Bu tarihten sonra bir yıl boyunca sürekli toplantılar yapan muhafazakâr aydınlar, sonunda Süleyman Yalçın’ın isim babalığını yaptığı Aydınlar Ocağı’nı kurdular. Kuruluş için DP’nin iktidara gelişinin 20. yıldönümü olan 14 Mayıs 1970 seçmişlerdi. Aynı tarihlerde faaliyette olan İlim Yayma Cemiyeti ile dirsek teması içinde, resmî ideoloji yapımında önemli roller üstlenen Aydınlar Ocağı’nın kurucularından ve uzun yıllar yöneticilik yapan Süleyman Yalçın’a göre “Türkün en kısa tarifi, Türkçe konuşan Müslüman” şeklindeydi.
İbrahim Kafesoğlu ve Ahmet Kabaklı
SEYYİD AHMET ARVASİ
1970-1980 arasında MHP Genel İdare Kurulu üyesi olan Ağrı-Doğubeyazıtlı Nakşibendî eğitimci Ahmet Arvasi (ö. 1988) Türk-İslam Sentezi’ni ‘Türk-İslam Ülküsü’ adıyla yeniden tarif etti. Arvasi’ye göre İslam dini ‘biyolojik ırk’ gerçeğini inkâr etmiyor, ancak bir Batı-Hıristiyan kavramı olan ‘biyolojik ırkçılığı’ reddediyordu. Arvasi’nin biyolojik ırkçılığı reddederken yerine koyduğu kavram ‘bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin sınıf ve tabakaların soy birliği şuuru demek olan içtimai ırkçılık’ idi. Kimse biyolojik verasetini tâyin irâdesine sahip değildi ama içtimaî ırk tercihe açıktı. Ve adeta ‘Allah’ın bir ayeti olan’ bu görüş en veciz şekilde Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm diyene” sözüyle ifade edilmişti.
Seyyid Ahmet Arvasi
BATILILAŞMAYA PANZEHİR
Eski sentezcilere yeni ‘ülkücülere’ göre ‘Türk Kültürü’ çok eski, dünya tarihinde önemli yeri olan, gelenekleri olan, coğrafi açıdan yaygın, cihan hâkimiyetini sağlamış bir kültürdü. Türkler, beyaz ırktan, insancıl, adil, hiçbir zaman kan dökmemiş, hoşgörülü, laik, zayıflara, yaşlılara, kadınlara, aileye ve orduya saygılıydı. Din ‘milleti millet yapan’ değerlerin en başta geleniydi. Din sayesinde, ‘Müslüman Türk’, ‘nefsini bilen’, ‘kendini bilen’, ‘Rabbini bilen’ ‘fazilet sahibi’ nesiller yetiştiriyordu. Din, Türk’ü kendisine yabancılaşmaktan ve Batı’ya benzemekten kurtaran en önemli öğeydi. İslamiyet adeta Türkler için indirilmiş bir dindi, çünkü İslam uygarlığıyla Türklerin İslamiyet öncesi kültürleri arasında büyük benzerlikler vardı. Bunlar, tek tanrı inancı, ruhun ölümsüzlüğüne inanç, adalet duygusu, aile ve ahlakın önemiydi. Türkler de İslamiyet’e büyük ‘hizmetler’ yapmıştı. Bunlardan en önemlisi Haçlı Seferleri’ni durdurmalarıydı. Eğer bu olmasaydı, İslamiyet yerine Hıristiyanlık ‘cihan’ hâkimi olurdu!
SENTEZCİ DARBECİLER
Türk-İslam Sentezi, 1980 darbesi sonrasında olağanüstü koşulların yaşandığı bir dönemde, yitirilen toplumsal düzenin yeniden sağlanacağı ve birliğin ve bütünlüğün ilelebet korunacağı vaadini örgütleyerek ideolojik ufkunu çizdi. Darbe sonrasında TTK’nin yerine açılan Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu (AKDTYK) Türk İslam sentezinin en önemli ideoloji üretim merkezi oldu. Yedi kişilik yönetim kurulunun Cumhurbaşkanı tarafından atanan dört üyesi Türk-İslam sentezcisiydi. Kurumun 20 Haziran 1986 tarihli 10. oturumunda sunulan raporda Türk kültürü, Asyalı ve Müslüman olarak tanımlanıyordu. ‘Soydaşlar’, ‘Dış Türkler’, ‘Pan Turancılık’, ‘Türklerin İslamiyet’e hizmetleri’ gibi kavramlar bu tarihten sonra daha sık kullanılmaya başladı. 1990 sonrasında Komünist Blokun yıkılması Türkçülere ‘sonunda doğrulanmış oldukları’ duygusu yaşatmıştı. Öyle ki, Orta Asya kökenli Şamanizm ve Ahmet Yesevi düşüncesi Aleviler, Kemalistler ve solcular arasında bile yaygınlaşmaya başlamıştı. Yıllardır savundukları tezlerin toplumun geneline yayılması onları gururlandırmıştı. ‘İslam’da reform’ ve ezanın Türkçeleştirilmesi çağrıları sentezin bu dönemdeki yeni açılımları oldu.
SENTEZİN SOKAKTAKİ TEZAHÜRÜ: ÜLKÜCÜ TERÖRÜ
1970’lerde sentezin kitlelere yansıması çok kanlı oldu. MHP, Necmettin Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’ne (MSP) oy vermiş olan kitlenin bir bölümünün MHP’ye yönelmesini sağlamak için ünlü ‘3K’ (Kızılbaş-Kürt-Komünist) formülünü ustaca parti söylemine dâhil etmişti. Nitekim, 1973 seçimlerinde yüzde 11,8 oranında oy alan MSP, haziran 1977’de 8,6’ya gerilerken, MHP oyunu 3,4’ten 6,4’e yükseltti. Bu oy artışı MHP’yi yeni bir stratejiyi uygulamak konusunda cesaretlendirdi. Alevi ve Sünnilerin birlikte yaşadığı, sanayileşmesi gecikmiş Orta ve Doğu Anadolu bölgelerinde milliyetçi çevrelerin önderliğinde yaratılacak ‘iç savaş’ koşulları gerekçesiyle ordu ve MHP’nin içinde olduğu bir iktidar bloğu oluşturulmaya çalışmaları başladı.
MALATYA’DA 17 BOMBA
Bu stratejinin ilk adımı MHP’nin 15 Nisan 1978’de Ankara’da yapacağı Büyük Yürüyüş’tü. Yürüyüşten bir hafta önce hepsi Ankara’dan olmak üzere, Pazarcık, Adana, Adıyaman ve Malatya’da Sünni ve Alevi kesimlerden saygın kişilere bombalı paketler gönderilmişti. CHP Pazarcık İlçe Eski Başkanı Memiş Özdal paketi şüphelenerek almadı ama PTT’de patlayan paket bir görevlinin ölümüne neden oldu. Adana’da Ahmet Akalın’a gönderilen bomba etkisiz hale getirildi. O sırada tenzil-i rütbe ile Adıyaman Emniyet Müdür Yardımcılığı’na atanmış olan (geleceğin içişleri bakanı) Abdülkadir Aksu’ya gönderilen paket ise alıcısına ulaşmadan İçişleri Bakanlığı tarafından ele geçirildi ve Scotland Yard uzmanlarının yardımıyla imha edildi. Bu arada, halkın galeyana getirilmesi mümkün olmadığı için olsa gerek, 15 Nisan Büyük Yürüyüş’ü fiyasko ile sonuçlandı.
HAMİDO’NUN ÖLDÜRÜLMESİ
Ancak hesaplar Malatya’da tutacaktı. Çünkü 14 nisandan itibaren büyük bir gerilim içine sokulan Malatya’nın çeşitli yerlerinde 17 bomba bulunmuştu. Dahası, şehrin sağ eğilimli Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu, 7 nisanda kendisine gönderilen bombalı paketi 14 nisanda aldığı halde işlerinin yoğunluğu yüzünden ancak ayın 17’sinde açmış, patlayan bomba ‘Hamido’ lakaplı Fendoğlu’yla birlikte iki torunu ve gelininin de ölümüne sebep olmuştu. Nihayet beklenen hareketlilik sağlanmıştı. 18 nisan sabahı çevre il ve ilçelerden Malatya’ya akın eden 20 bin kişi Malatya sokaklarında ‘Dan dan, intikam!’, ‘Müslüman Türkiye!’, ‘Kahrolsun Komünizm!’, ‘Katil Ecevit!’ sloganlarıyla şehri talan etti. 19-20 nisan günlerinde devam eden çatışmalar sonucunda aralarında faşistlerin de bulunduğu sekiz kişi öldü, 100 kişi yaralandı.
Hamit Fendoğlu
SİVAS’TA 9 ÖLÜ, 350 YARALI
Bunu Sivas olayları izledi. Gerilimin ilk işareti 11 Eylül 1978’de Alevi-Kürtlerin yoğun olarak bulunduğu Divriği ilçesinde Ramazan Bayramı’nın arifesinde bir caminin duvarlarına orak-çekiç çizilip bir bomba koymasıyla verilmişti. ‘Aleviler camiyi bombaladı’ denilerek başlatılan kışkırtma ertesi yılın Ramazan Bayramı arifesinde benzer bir gerekçe ile tekrarlandı. 4 eylül günü sabahın ilk saatlerinde farklı camilerde kılınan bayram namazları esnasında ‘Komünistler, Kızılbaşlar kardeşlerimizi öldürdü’, ‘Müslüman yok mu?’, ‘Allah’ını seven bizimle gelsin!’, ‘Kanımız aksa da zafer İslam’ın’ sloganları atarak camilerde toplanan halk, faşistlerin kışkırtması ise galeyana geldi. Sonuç dokuz ölü, 350 yaralı idi.
MARAŞ’TA KİTLESEL KATLİAM
Ama daha korkuncu yoldaydı. Alevi yurdu diye bilinen Kahramanmaraş’ta, 3 Nisan 1978’de ülkücüler tarafından öldürülen Alevi dedesi Sabri Özkan’ın cenaze töreninden beri süren gerginlik aralık ayında zirveye ulaş(tırıl)mıştı. Görevli olduklarını söyleyen bir takım kişiler, Alevilerin ve solcuların oturdukları semtlerde, bir tür nüfus sayımı yaptıklarını söyleyerek konutları dolaşmışlar, yeni numaralar verdikleri kapıları kırmızı boyayla işaretlemişlerdi. Bazı bölgelerde ise PTT görevlisi olduklarını söyleyen kişiler kapılara işaret koymuşlardı. Müftü de resmî araçla şehri dolaşıp kışkırtıcı konuşmalar yapmıştı. 19 Aralık gecesi, ‘Esir Türkler Haftası’ vesilesiyle Türkiye’de Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD) tarafından tüm Türkiye’de eş zamanlı gösterilen Sovyetler Birliği aleyhtarı Güneş Ne Zaman Doğacak? adlı filmin gösterimi sırasında Kahramanmaraş’taki Çiçek Sineması’na düşük tesirli bir bomba atıldı. Bir grup faşist ‘Müslüman Türkiye!’ sloganlarıyla CHP İl binasına saldırdı. 20 aralıkta Yenimahalle’de Alevilerin gittiği Akın Kıraathanesi’ne bomba atıldı. 21 aralıkta öldürülen iki solcu öğretmenin cenaze töreninden sonra yürüyüşe geçen grup karşılarında ‘Komünistler geliyor! Komünistler Ulu Cami’yi yakıyor!’, ‘Ordu bizimle beraber!’, ‘Neden duruyorsunuz, sizde din iman yok mu? Din elden gidiyor!’ Yürüyün, komünistleri öldürelim!’, ‘Alevilere ölüm!’, ‘Yaşasın Türkeş!’ diye bağıran 10 bin kişilik faşist grubu bulmuştu. Belediye hoparlöründen yapılan anonsla saldırı başlarken MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş Ankara’da İka haber ajansına şöyle diyordu: “Hükümetin düşmesi belki yarın belki yarından da yakındır.” 23-24 aralık günleri arasında, baltalı, palalı saldırganlar tarafından, resmî rakamlara göre ölü sayısı 111, gayri resmî kaynaklara göre bunun en az iki katı insan, doğranarak, işkence edilerek, yakılarak katledildi. Çok sayıda kadına tecavüz edildi, göğüsleri kesildi. 552 ev ve 289 işyeri tahrip edildi.
HÜKÜMETİN BECERİKSİZLİĞİ
Süleyman Demirel olaylardan sonra kendisini sıkıştıran gazetecilere ünlü cevabını vermişti: “Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz!” Daha açık sözlü olan Tercüman gazetesi yazarı Ahmet Kabaklı ise olayları şöyle nitelemişti: “Binicisini beğenmeyen asil bir kısrağın şahlanışı!” Olaylar boyunca sesi çıkmayan CHP’li İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı daha sonra hazırladığı raporda katliamları şehre seyyar piyangocu olarak gelen 26 kişinin planladığını söyleyecekti. Olaylardan sonra Ecevit Hükümeti’nin tek yaptığı 13 ilde sıkıyönetim ilan etmek oldu.
Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel
ÇORUM’DA İKİNCİ KİTLESEL KATLİAM
Tedavi gördüğü kanser hastalığı yüzünden ölmesi an meselesi olan MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak’ın bilinmeyen kişilerce 27 Mayıs 1980 günü Ankara’da öldürülmesiyle doğan gerilimin ‘meyveleri’ Çorum’da toplandı. Haziran ayı boyunca Çorum kent merkezinde ve çevre köylerde gerginlik tırmandırıldı. 4 temmuz cuma günü ‘Komünistler Alaaddin Camii’ne bomba attılar’ söylentisinin yayılması ve bunun TRT’nin 19:00 bülteninde yer almasıyla başlayan saldırıda saldırganlar ‘Kanımız aksa da zafer İslam’ın’, ‘Kana kan, intikam’, ‘Müslüman Türkiye’ sloganları atıyorlardı. Bilânço çoğu Alevi 50’den fazla ölü 100 civarında yaralıydı. 100’den fazla işyeri de tahrip edilmişti.
Gün Sazak ve Alparslan Türkeş
VE BEKLENEN DARBE
Kasım 1979’da AP azınlık hükümetini kuran Süleyman Demirel, gazetecilere olayların ‘komünistlerin tahrikiyle’ çıktığını söylemiş ve “Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın” demişti. Mesaj alanlar gözlerini Fatsa’ya çevirmişlerdi ki 12 Eylül 1980 darbesi oldu. Türkiye’yi kana bulayan olaylar bıçak gibi kesildi. Sıra, itinayla pişirilen bu acı yemeği sağcısıyla solcusuyla tüm Türkiye’ye yedirmeye gelmişti.
1980 Askeri Darbesi
MARAŞ YARGILAMALARI
Diğer olayların failleri bulunamamıştı ama Kahramanmaraş olaylarından dolayı 804 kişi hakkında dava açıldı. Ancak bunların çoğu böyle bir olayı tertipleyecek nitelikte olmayan, ev hanımı, çöpçü, biletçi gibi sıradan insanlardı. Bu sanıklardan 29’u ölüm cezasına, yedisi müebbet hapse, yedisi 15-24 yıl arasında, 29’u 10-15 yıl, 259’u da beş ila10 yıl arasında, 26’sı ise bir-beş yıl arasında hapis cezası aldılar. 379 kişi davadan beraat ederken 68 kişi firarda olduğu, veya dava sırasında ölmüş olduğu için davaları düştü. Ölüm ve müebbet hapis cezaları dışındakilere 1/6 oranında cezai indirim uygulandı. Ancak mahkemenin kararı Yargıtay tarafından bozuldu. Yeniden yargılama yapıldıktan sonra, dosya hafif cezalarla kapatıldı. 1991’de çıkan Terörle Mücadele Yasası’nda yapılan değişiklikle katliam sorumlularının hepsi salıverildi. Olaylardan hemen sonra Ankara’daki Ülkücü Gençlik Derneği Genel Merkezi’ni telefonla arayarak durumu rapor ettiği iddia edilen Ökkeş Kenger (olaylardan sonra Şendiller soyadını almıştı) beraat ettikten sonra MHP ve BBP’den milletvekili olarak meclise girdi. Yıllar sonra İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı’nın raporunda olaylar sırasında Maraş’ta oldukları belirtilen bazı isimler Susurluk Olayı’nda tekrar karşımıza çıktılar.
Kahramanmaraş Olayları, 1978
MİT RAPORU
20 Aralık 2006 tarihinde, Bülent Ecevit, 1979’dan beri kasasında sakladığı bir belgeyi gazeteciler Can Dündar ve Rıdvan Akar’a açıkladı. Üzerinde ‘çok ciddi bir kaynaktan verilmiştir’ notu bulunan belgede ‘CHP iktidarı devraldıktan sonra vuku bulan büyük olayların (Malatya, Sivas, Kahramanmaraş) çıkacağına dair bir-iki ay evvelinden haber verilmediğinden yüzlerce vatandaşımızın can ve mal kaybına sebebiyet vermişlerdir. Önceden haber vermek bir tarafa olayın yaratılmasında en etkin rol oynamışlardır. Nitekim Kahramanmaraş olayı MİT’ten …, …, …, … ’in (isimler gazeteci Can Dündar ve Rıdvan Akar tarafından gizlenmişti) müşterek planlamaları ile çıkarılmıştır. Türkeş oraya …’in tavassutuyla …’u tayin ettirerek Güney Bölgesi’ni ele geçirmiş ve Maraş olayını rahatlıkla tertip ettirmiştir. MİT olayın içinde olmasaydı Maraş’tan her türlü istihbaratı aylar evvel alır ve olayın zuhur etmesine meydan vermezdi. MİT, CHP zamanında büyük olayları yapan ve yaptıran MHP’lilere ait bilgileri saklamış, sıkıyönetim mahkemelerine sadece sola ait raporların verilmesi hususunda Türkeş, MİT’teki elemanlarına talimat vermiştir’ yazıyordu. Ökkeş (Kenger) Şendiller, “Bu belgeden anlaşıldığı üzere, MİT, rahmetli Türkeş ve Ecevit ciddi olarak zan altındadır. O zaman MİT’in başında Adnan Ersöz Paşa vardı. Bu münasebetle TSK da zan altındadır. Eğer bu belge gerçekse olayın üzerine muhatapları ve vârisleri gitmeli ve gerçekler ortaya çıkarılmalıdır” dedi. Ancak tahmin edileceği üzere kimse olayın üstüne gitmedi.
Bülent Ecevit
(Ayşe Hür, Taraf, 13-04-2008)

http://www.arastiralim.net/ilk/tanri-dagi-kadar-turk-hira-dagi-kadar-musluman.html



15 16 HAZİRAN OLAYLARI;



15-16 HAZİRAN EYLEMİ
Yeni Harman Dergisi, Haziran 2009
Yıldırım Koç

1) 27 Mayıs'tan 12 Mart'a dek uzanan süreçte işçi sınıfının maddi koşulları, örgütlenme ve bilinç düzeyi ne yönde gelişti? 15- 16 Haziran'a nasıl gelindi?
Y.Koç: Bu dönem, kapitalizmin Altın Çağı’ydı; sürekli ekonomik büyüme, düşük oranlı işsizlik ve Soğuk Savaş yıllarıydı. Ayrıca, bu yıllarda Federal Almanya’nın işgücü açığını kapamak için yaklaşık 1 milyon kişi, çalışmak üzere yurtdışına gitti. Bu da, işgücü piyasasını rahatlattı, ücretlerin yükselme eğilimini güçlendir di. Bu dönemde ithal ikameci sanayileşmeye bağlı olarak, ücretlilerin sayısı arttı. Ancak ücretlilerin önemli bir bölümü tam mülksüzleşmiş değildi. Köyün itmesinden çok, kentin çekmesi sonucu kente göçen, köyde toprak mülkiyetiyle bağları bir ölçüde süren, kafaları yarı köylü insanlardı. Kamu kesiminde toplu sözleşmelerle ücretler hızla yükseldi, sendikalaşma oranı hızla arttı. Memur statüsünde istihdam edilenlerin aylıklarında ise 1970 yılında personel reformu ile önemli artışlar sağlandı. Özel sektörde de bir sendikalaşma eğilimi görüldü. Özel sektör işçilerinin ücretleri de yükseldi.
Kamu sektörü işçileri bu dönem genellikle sessizdi. 1965 yılında memur sendikaları kuruldu. Özellikle Türkiye Öğretmenler Sendikası anti-emperyalist tavrıyla geniş bir kitleyi etkiledi. Ayrıca, 1969 yılında gerçekleştirilen Büyük Öğretmen Boykotu da gerçekte işçi sınıfımızın ilk genel grevidir.

Özel sektör işçileri ise ücretlerini (kamu kesimindekilere özenerek) artırmaya çalışırken, sınıf mücadelesine zorlandı; TÜRK-İŞ’in kamu kesiminde işe yarayan uzlaşmacı tavrı, özel sektör işyerlerinde yetersiz kaldı ve sınıf mücadelesini temel alan yeni arayışlar gündeme geldi.
27 Mayıs’tan ve özellikle 1961 yılında sendikacılar tarafından kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin 1962 yılı Şubat ayında Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Sadun Aren ve Nihat Sargın’ın yönetimine devredilmesinden sonra işçi sınıfımız sosyalist hareketle daha yakın bağlar kurdu. 1962 yılında TİP’in yönetimine gelen bu kişiler, Türkiye Komünist Partisi’nin önemli üyeleriydi. TİP’in 1965 genel seçimlerindeki başarısı ve işçi sınıfı içindeki çalışmaları,
1967 yılında Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun doğmasında etkili oldu. 1968-1970 döneminin belirgin özelliği ise işyeri işgalleriydi. 1968 yılında İstanbul Üniversitesi’nde başlayan işgaller, birkaç hafta sonra işyeri işgallerini de tetikledi. 1968-1970 dönemi işgalleri ve işçi sınıfımızın İstanbul-İzmit bölgesinde özel sektörde çalışan kesimlerinin militanlaşma eğilimi, hakım sınıflar ve TÜRK-İŞ tarafından engellenmek istendi.

15-16 Haziran olaylarına yol açan mevzuat değişiklikleri bu çerçevede gündeme geldi. 15-16 Haziran olayları, farklı işkollarındaki işçilerin, yasaların kısıtlamalarını aşarak, oy verdikleri siyasal partilerin çizgisine tümüyle ters ve siyasal amaçları öne çıkaran eylemi olması açısından önemlidir. İşçi sınıfımızın bir kesimi bu eylemler sırasında sosyalist siyasal hareketle de ortaklaştı.

2) Bu sürecin temel özelliklerini, kilometre taşlarını nasıl özetleyebiliriz? Temel
dinamiklerin var olan sendikal hareketle ilişkisi ne düzeyde idi ya da tersinden sendikaların ya da sendikal hareket içindeki önemli figürlerin bu süreçle ilişkisi ne düzeydeydi? Y.Koç: 1961 Anayasasının 46. ve 47. maddeleri önemli haklar sağladı. 1963 yılında Bülent Ecevit’in çalışma bakanlığı döneminde çıkarılan 274 sayılı Sendikalar Yasası ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası ile Anayasa’da yer alan hakların  kısıtlanarak kullanılması sağlandı. 1964 yılından itibaren kamu kesiminde bağıtlanan toplu iş sözleşmeleriyle ücretlerde önemli artışlar sağlandı; diğer alanlarda önemli kazanımlar elde edildi. Sosyalist-komünist hareketin işçi sınıfının bazı kesimlerinde ilişkileri arttı. 

1965 seçimlerinde anti-emperyalizmi temel alan TİP, oyların yüzde 3’ünü aldı. TİP’in 1966 Malatya kongresinde programa sosyalizm eklendi. 
1967 yılında DİSK kuruldu. 
1965-1971 döneminde Devlet Personel Sendikaları Kanunu çerçevesinde memur sendikacılığı gelişti.
1968-1970 döneminde fabrika işgalleri yaygınlaştı. DİSK’in faaliyetini kısıtlamaya yönelik çabalar arttı. 
15-16 Haziran olayları sonrasında 4300 dolayında işçi önderi işten çıkarıldı ve
kara listeye alındı. Aynı yıl Ekim ayında Çukurova’daki işçi eylemlerinin ardından işçi sınıfı ve sendikacılık hareketi sessizliğe büründü. Bu dönemde TÜRK-İŞ genellikle sessizdi.
DİSK’in yönetimindeki kadro ise TİP’le ilişkili olmakla birlikte, sosyalistlerin sendikalardaki çalışmalarına fazla olanak tanımıyorlardı. Sosyalist-komünist kadroların DİSK ve bağlı sendikalardaki doğrudan etkisi sınırlıydı. 15-16 Haziran olayları da DİSK merkez yönetiminin kararıyla değil, DİSK tabanındaki sosyalist unsurların çabalarıyla başladı. DİSK yönetimi, olaylardan ancak olayların başlaması sonrasında haberdar oldu ve gösterilerin sertleşmesini önlemek için çaba gösterdi.

3) Devrimci gençliğin 15- 16 Haziran'da kritik bir rol üstlendiğini görüyoruz. Sizin "İşçileri sokağa döken' güç, Dev-Genç değildi; ama Dev-Genç'liler hareketin gelişmesinde önemli bir rol oynadılar" şeklinde bir tespitiniz bulunuyor. 15- 16 Haziran ve Dev-Genç ilişkisine dair değerlendirmeniz nedir?
Y.Koç: Bu dönemde sosyalist-komünist hareket ağırlıklı olarak gençlik içinde etkiliydi. Gençliğin en önemli örgütlenmesi de Dev-Genç idi. Dev-Genç’te etkili olan siyasal hareketler bu dönemde işçi sınıfı ile bağlantı kurma çabasındaydı. Sürekli ve kalıcı ilişkiler yok denecek kadar azdı. Ancak bir kez işçi eylemliliği başlayınca, Dev-Genç kadroları bu eylemliliği etkileyebildiler.

4) Bugün gelinen noktada küresel krizin de göz ardı edilemez etkisiyle beraber işten çıkarmaların, örgütsüzlüğün ve güvencesiz çalıştırmanın yaygınlaştırıldığını görüyoruz. Dünyada toplam işgücünün minimum %60’ı (1,8 milyar kişi) kayıt dışına itilmiş durumda ve bu alanda kadınlar çoğunluğu oluşturuyorlar. Türkiye’de kamu emekçilerini de hesaba katacak olursak toplam da ancak 1,5 milyon emekçi sendika üyesi. Yasa dışı bir biçimde çocuk emeği kullanımı hem ülkemizde hem de tüm dünyada giderek yaygınlaşıyor. Dolayısıyla bugün, yapıla gelen sınıf tanımının dışında bırakılan kesimleri de içermeye çalışan ve geleneksel örgütlenme biçimlerinden farklı olarak başka alanları da zorlayan
sendikal hareketler ortaya çıktı. Örgütlenme biçimlerine dair sizce bugün üzerine yeniden düşünmemiz gerekenler neler?

Y.Koç: İşçi sınıfı, ana gelir kaynağı işgücü satışı olan insanlardan oluşuyor. Kamu
emekçisi olarak nitelendirilen memur ve sözleşmeli personel de, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri işçi sınıfının bir parçasıdır. Dönemin koşulları, 1926 yılında kabul edilen Memurin Kanunu aracılığıyla işçi sınıfının en nitelikli ve eğitimli unsurlarının bir işçi aristokrasisine dönüştürülmesini sağlamıştır. Ben bu konularda geleneksel tanımların doğru anlatıldığı taktirde günümüzdeki gelişmeleri açıklamak için yeterli olduğunu düşünüyorum. İşgücünü
satarak yaşamını kazananlar işçi sınıfını oluşturur. İşsizler, işgücünü satmak isteyen ve henüz satamayanlardır. Emekli işçiler ve memurlar ise, geçmişte işgücünü satmış olanlardır. Çocuk işçiler de işgüçlerini satıyorlarsa işçi sınıfının parçasıdır. Sendikacılık hareketi canlıdır. Değişen koşullara göre biçim, yapı ve işleyişleri (genellikle biraz gecikmeli olarak) değişir. Şimdi yine böyle bir dönemden geçiyoruz. İşçi sınıfının örgütlenmesinde dernekler ve siyasal partiler de etkili olabilir. Ancak daha etkili olan  araç, sendikalardır. Sendikaların politikaları ve ittifakları değişebilir; günümüzde de değişmelidir.

 5) Krize, öncesinde de Türkiye’de toplumsal yaşamı neoliberal ilkelere göre
düzenleyen sosyal güvenlik ve istihdam paketine dair verilen tepkiler ne yazık ki yeterli düzeyde değildi. Yerelde pek çok direniş, grev, iş bırakma hatta bazen fabrika işgalleri gerçekleşse de verilen tepkiler genelde sınırlı kaldı. Türkiye’de mevcut sendikal örgütlülüğü göz önünde bulundurduğumuzda daha kapsayıcı bir sendikal örgütlülüğün ve toplumsal muhalefetin gelişebilmesinin önündeki en önemli engeller nelerdir?

Y.Koç: Mevzuat konusunda bir sorun yok. Anayasanın 90. maddesinde 2004 yılında değişiklik sonrasında Uluslararası Çalışma Örgütü Sözleşmeleri doğrudan uygulanırlık kazandı. Diğer bir deyişle, uluslararası sözleşmelerle iç mevzuatımız ın çeliştiği durumlarda, iç mevzuat ”YOK” sayılacak ve uluslararası sözleşme doğrudan uygulanacak. Ancak ne yazık ki sendikacılarımızın, sendika hukukçularımızın ve hatta üniversitelerde iş hukuku alanında çalışan öğretim elemanlarının çoğu, bu gelişmeden yeterince haberdar değil. Sendikalar alanında günümüzün belki en önemli sorunu, yolsuzluklar. Yolsuzluklar hem bazı sendikacıları paranın esiri yapıyor, hem de yolsuzlukları tespit ederek bunları şantaj aracı olarak kullanan kişi ve kuruluşlara bağımlı kılıyor. Sendikaların mali yapılarının şeffaflaştırılması, hırsızlık ve yolsuzluğa bulaşanların ibret-i alem için etkili bir biçimde cezalandırılması gerekli.
Sendikaların daha açık bir anti-emperyalist tavır benimsemeleri ve ittifak politikalarında emperyalizm karşıtlığını temel almalarının da önemli olduğunu düşünüyorum. 


http://www.yildirimkoc.com.tr/usrfile/1323897397a.pdf


26 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEK.


..

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL VE ÖNCESİ BÖLÜM 23




TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 
12 EYLÜL VE ÖNCESİ   
BÖLÜM 23


THKP ( TÜRKİYE HALK KURTULUŞ PARTİSİ ) EYLEMLERİ,

Cezaevi müdürü Cihan’ı vuracaktık,
30 Mayıs’ta Maltepe’de girdikleri evde 14 yaşında bir kızı rehin aldılar. 2 gün sonra polis evi bastı. Vurdukları kişiyi Çayan sandılar, oysa Hüseyin Cevahir’di.



GİRİŞ

"Büyük Firar”, 12 Mart 1971 darbesinden sonra 5 devrimcinin Kartal Maltepe Askeri Cezaevi’nden kaçışını anlatan bir dizi...

Firara tarihi önem kazandıran birkaç unsur var:

Askeri yönetimin itibarını sıfırlayan bir eylem olması...

Türkiye solunun iki büyük örgütünün ilk ortak eylemi sayılması...

Eylem sırasında cezaevinde, Silahlı Kuvvetler’de, istihbaratta ya da örgütte olanların bir kısmının zaman içinde önemli noktalara tırmanması...

O isimler, bugüne dek, tanığı oldukları bu çok önemli eylemi anlatmadı, yazmadı. O nedenle “Büyük Firar”, ayrıntıları bilinmeyen, ama izleri de 
silinmeyen bir efsane olarak konuşulageldi.

Firarın tanıklarını 44 yıl sonra aradım; kimini İzmir’de, kimini Antalya’da, Ankara’da, Amerika’da, Avustralya’da buldum. Tarihi firarın nasıl  planlandığını, tünelin nasıl kazıldığını, askeri yönetim altında, bir zırhlı tugaydan nasıl kaçıldığını onlardan dinledim.

Sadece firarı planlayanlarla değil, firara yardımcı olan devrimci subaylarla, firarilere malzeme taşıyan tutuklularla, firarı önlemekle görevli gardiyanlarla, firarın sırrını çözmeye çalışan istihbaratçılarla röportajlar yaptım. Yolları 1971 yazında aynı cezaevinde kesişen bu tanıklar da ilk kez konuşacak bu dizide...

Tünel gün ışığına kavuşuyor

Firardan sonra askerlerin cephesinde neler yaşandığını, tutsakların kaçtığı demir parmaklıkların nasıl gardiyanların üzerine kapandığını da  öğreneceğiz; firarın kapısını aralayan aşk hikâyesini de...
Tünelden geçip arkadaşları için ölüme giden “onlar”ı da, tünelin kapısından dönüp hayatta kalanları da anacağız.“Büyük Firar” ve onun  özgürlüğe çıkan karanlık tüneli, 44 yıl sonra, gün ışığına kavuşacak.

Çayan, kurşunu kalbine sıktı

MALTEPE ASKERİ KIŞLASI ALBAY DİNÇEL ERKAN KIZI SİBEL ERKAL  REHİN ALINDI,




30 Mayıs 1971...

İstanbul Maltepe’de Küçükbağ Sokağı 8 Numaralı evde 2 genç adam, 14 yaşındaki bir kızı rehin aldı.

Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir’di.

Kızın adı ise Sibel Erkan...

 Mahir, İsrail Başkonsolosu Elrom’u öldürmek suçundan aranıyordu. Türkiye Halk Kurtuluş Partisi Cephesi’nin (THKP-C) neredeyse bütün önder  kadrosu yakalanmıştı. Onlar da Maltepe’de saklandıkları ev deşifre olunca kaçmak istemişler ve tesadüfen Binbaşı Dinçer Erhan’ın evine girip  kızını rehin almışlardı.

Bunun üzerine hemen semt boşaltılmış, bina polisler ve askerlerce kuşatılmış ve 51 saati aşan uzun bir bekleyiş başlamıştı.

Polis, içerdekilere “Teslim olun” çağrısı yapmış, içeriden “Gerekirse ölürüz, ama teslim olmayız” cevabı gelmişti. Eylemciler yurtdışına çıkmak için  pasaport ve araç istiyorlardı. Asıl amaçları, bu eylemle örgütleri THKP-C’nin adını Türkiye’ye duyurmaktı.

Parola: “Aslan”

Emniyet ve ordunun vurucu timleri dışarıda yerlerini alır ve binanın üstünde helikopterler uçuşurken onlar, evin en korunaklı köşesine buzdolabını çektiler; Sibel’e çatışma çıktığında oraya saklanmasını tembihlediler.

Kendileri de aralarında sözleştiler.

O sözleşmeyi daha sonra Ulaş Bardakçı, Ayşe Emel Mesci’ye şöyle anlatacaktı: “Biri vurulduğu an, diğeri ‘Aslan’ diye bağıracaktı. Bu, aralarındaki parolaydı. ‘Aslan’ı duyan, kendi canına kıyacaktı. Asla sağ yakalanmamak konusunda kararlıydılar.”

Ve operasyon başlıyor

Bekledikleri operasyon 1 Haziran gecesi başladı.

Karşıya yerleştirilmiş keskin nişancının dürbünü, içerdeki uzun boylu, siyah kıvırcık saçlı adamı arıyordu. Sorguda arkadaşları Mahir Çayan’ı öyle tarif etmişlerdi.

Bir ara onu salonda gördü; tetiğe dokundu ve çenesinin altından vurdu. Esmer genç kanlar içinde salonun ortasına devrilirken, “Aslan” diye haykırdı. Diğer genç, önce Sibel Erkan’ı elinden tutup buzdolabının arkasına sakladı, özel timler eve dalarken de teslim olmamak için silahı kendi göğsüne dayayıp tetiği çekti. Kanlar içinde yere devrildi.

Ciğere saplanan kurşun

Eve giren çelik yelekli polisler doğruca salondaki esmer adama yöneldiler, yerde can çekişirken onu kurşun yağmuruna tuttular. Mahir Çayan’ı  öldürdüklerini sanıyorlardı. Oysa 20 küsur kurşunla vücudunu delik deşik ettikleri esmer adam, Hüseyin Cevahir’di.

Mahir Çayan, az ilerisinde, akciğerine saplanan kurşunla ağır yaralı olarak yatıyordu. Polis aşağıda bekleşen kalabalığa önce Sibel’i gösterip alkışlattı, sonra Hüseyin’in cansız bedenini gösterip yuhalattı. (DÜZELTME VE ÖZEL NOTUMDUR OLAY GÜNÜ MALTEPEDEYDİM  BÖYLE BİR OLAY VUKUU BULMADI)
Ardından da Mahir Çayan’ın ( KAÇARKEN YAKALANDI KADIKÖY İSTİKAMETİN E  GİDEN MİNÜBÜS YOLU ÜZERİNDEKİ SHELL BENZİNLİĞĞİNE YÖNELDİĞİ SIRADA VURULDU YARALI İDİ HATTA SEKEN KURŞUNLARDAN BİRİ MALTEPE LİSESİNDE OKUYAN ARKADAŞIMIZ ( YUNUS  ÇAPAN' A AYAKTAN İSABET ETTİ O DA YARALANDI ) BU OLAYI YAŞAMASAK  YUKARIDAKİ ANLATILAN BU HABERE İNANACAKSINIZ..SAYGIYLA..)  kan revan içindeki yaralı bedeni çıkarıldı binadan… Ambulans, dışardaki kalabalığın saldırıları arasında uzaklaştı.

Hücrede tek başına

THKP-C eylemcisi olarak Haziran ayında tutuklanan Ayşe Emel Mesci, Mahir’i yeniden gördüğünde, hastaneden çıkarılmış, Selimiye’de bir hücrede zincirlenmiş ti.

Tuvaletin yanındaki hücresinin kapısı, gelip geçenler halini görsün diye açık tutuluyordu. Mesci, süngülü askerler eşliğinde tuvalete giderken gördü 
Mahir’i... Kollarından yukarı, ayaklarından aşağı zincirliydi. Bitkin haldeydi. Bir an gözgöze geldiler. Çayan, konuşamayacak haldeydi; Mesci’nin ise  üzülmekten başka yapabileceği bir şey yoktu. Mahir orada kaldı; Temmuz ayında Mesci’yi, dönemin önde gelen aydın ve devrimcileriyle birlikte  Maltepe Kartal Zırhlı Tugay’ına götürdüler.



Maltepe’de deşifre olan ev polisler ve askerlerce kuşatılmıştı. 50 küsur saati aşan uzun bir bekleyiş başlamıştı. Eylemciler yurtdışına çıkmak için  pasaport ve araç istiyorlardı. Operasyonla eve giren çelik yelekli asker ve polisler Hüseyin Cevahir’i ölü, Mahir Çayan’ı (sağdaki fotoğraf) ağır  yaralı halde ele geçirdi.

AYŞE EMEL MESCİ ANLATIYOR

Mesci kendisini “Dev-Gençli Cephe gönüllüsü” diye tanımlıyordu

‘İkinci Kuvayi Milliyeciler’dik

Ayşe Emel Mesci, 1971 yılında Konservatuvar Bale Bölümü’nü bitirmiş, Şehir Tiyatroları’nda kadrolu oyuncu olarak göreve başlamıştı. Kendisini  “Dev-Gençli Cephe gönüllüsü” diye tanımlıyordu. Maltepe’deki tutukluluk günlerini şöyle anlattı:

Yahudi barakaları gibi ( ÖZEL NOTUM !! ACİTASYONA GEREK YOK !!!!ÖRGÜT ÜYESİ OLACAKSIN VE ŞİDDETİ ÇEVRENE YAYAÇAKSIN YAKALANINCADA '' SIKIYÖNETİM DE VAR ''ASKERİ CEZA EVİNDE  KRAL DAİRESİNDE YATACAK HALİN YOK HERHALDE? )

Bizi savcılık ifadeleri bittikten sonra Maltepe’ye götürdüler, Zırhlı Tugay içinde, tepedeki bir barakaya koydular. Kadınlar bölümü, 2. Dünya Savaşı’nda Yahudile ri koydukları barakalar gibi bir yerdi. Tek katlı bu büyük salonun içinde bir sürü ranza vardı. Ortada bir demir soba yanardı.

Kalabalık değildik pek: Hatırladıklarım; İlkay Demir, Rüçhan Manas, Kadriye Deniz Özen, Rukiye Dülger, Elif Tolon, Matilda Gökçeli, Azra Erhat, Magdelena Rufer, Seçkin Cılızoğlu, Jülide Zaim, Tülay Tat... Askeri karargâh bizim tepenin aşağısındaydı. Orada 4 kule, garnizon, bahçe ve erkek tutukluların kaldığı bina vardı. Oradan bize bol bol yiyecek gelirdi.

[Haber görseli]Yaşar (Kemal) abi sepetler dolusu meyveler, etler, tavuklar hatta -laf aramızda- içkiler gönderirdi. Zeytinyağı tenekesinin altını kestirip araya hazne yaptırır, oraya votka koyup lehimletir, öyle gönderirdi.

Tabii görevli askerlerin bir kısmı da buna göz yumardı. Doğrusu biz, orduya mesafeliydik; ‘NATO’nun ordusu, oligarşinin vurucu gücü’ diye bakardık. Ama birlikteki subayların çoğunun bize sempatiyle bakan radikal devrimciler olmasına da şaşardık.

Mustafa Kemal’in silah arkadaşları

Henüz 20’li yaşlardaydık. Vatan sevgisiyle doluyduk. Mahir‘in savunmasında dediği gibi, ‘İkinci Kuvayi Milliyeciler’, ‘Mustafa Kemal’in silah arkadaşları’ olduğumuza inanıyorduk.

O 1971 sonbaharını hayatımız boyunca unutmadık.”

ZİYA YILMAZ ANLATIYOR

Türkiye’nin yüz aklarıyla bir arada
THKP-C’li Ziya Yılmaz, Kartal Maltepe Cezaevi’ndeki tutukluluk günlerini Barış Mutluay’a (Nota [Haber görseli]Bene, 2014) şöyle anlattı:

“Maltepe aslında askeri bir cezaevi... Devrimciler için hazırlanmış özel bir durumu yoktu. Bir koridor ikiye ayrılmış: Bir taraf A-B, C-D şeklinde, 
diğer taraf E-F, G-H biçiminde...

Bizim koğuş A bloktaydı, idareye en yakın blok...

Bizden bir sonraki blokta da İlhan Selçuk, Sarp Kuray, Nihat Sargın, Çetin Özek, Çetin Altan gibi isimler kalıyordu.

Bizim koğuş ve bu arkadaşların koğuşunun hayatlığı aynıydı.

Bu arada ‘koğuş’ diyorduk, ama küçük odaların birleştirilmesiyle kurulmuş bir düzeni vardı binanın... Aslında askerlere yönelik yapılmış ve disiplin 
amaçlı bir binaydı. Bizi getirmeden önce küçük odaları birleştirerek koğuş yapmışlar.

Türkiye’nin yüz akı pek çok insan oradaydı. Şiar Yalçın’dan briç öğreniyorduk. Ahmet Hamdi Dinler ise bize satranç öğretiyordu; keyifli maçlar yapıyorduk. Sabahattin Eyüboğlu rüzgârgülleri yapıp mazgallara asıyordu; rüzgâr esince onlar enteresan bir ses çıkarıyordu.

Bir de ‘Şans ruleti’ yapmıştı; üzerinde ‘5 sene’, ‘10 sene’, ‘15 sene’ gibi yazılar vardı; oynayanlar, şansına ne kadar tutukluluk düşeceğine bakardı. O koşullarda bize moral veren eğlencelerdi bunlar...”

CEZAEVİ MÜDÜRÜNÜ VURACAKTIK..

Ali Haydar Yedek, 30 Ağustos 1971’de üsteğmenliğe yükseldikten sonra, 2. Zırhlı Tugay Komutanı Tuğgeneral Celal Bulutlar ve devre 
arkadaşlarıyla.

ALİ HAYDAR YEDEK ANLATIYOR

‘Kendimi birden gardiyan olarak buldum’

Ali Haydar Yedek ve Mahir Çayan, Maltepe’de “gardiyan ve tutuklu” kimlikleriyle buluştular Ali Haydar Yedek, 1968 yazında Topçu okulunu dereceyle bitirmiş, ilk kıta görevi olarak da Kartal Maltepe’deki Zırhlı Tugay’ı seçmişti.
Mahir’lerin bastığı evin sahibi Erkan Binbaşı, Yedek’in görev yaptığı taburu fiilen yöneten komutandı. Ve rehin alma eylemi sırasında evi kuşatan 
askerler arasında Teğmen Ali Haydar Yedek de vardı.
İlginç bir tesadüfle, aynı yaşlarda, farklı yollarda olan Yedek ve Çayan, 1971 yazında bu kez Maltepe Askeri Cezaevi’nde “gardiyan ve tutuklu” kimlikleriyle buluştular. Mahir’lerin kaçmasından sonra ise, içeri girme sırası Ali Haydar Yedek’e gelecekti.

8 subay, 80 er

Yedek, bu maceranın başlangıcını şöyle anlattı:

“1971 Temmuzunda alay komutanımız Albay Ruşen Beyazıt’ın isteği ve girişimleriyle ceza ve tutukevini koruma görevi bize verildi.
Alaydaki 40 topçu subayın en güvenilir olanlarından seçilen 8 kişilik bir ekip, cezaevinde görevlendirildi.
Yarbay İrfan Çimentepe, Topçu Yüzbaşı Ali Yücel, Topçu Üsteğmen Ayhan Arat, ben, Topçu Teğmen Berker Barçak, Topçu Teğmen Fuzuli Yazıcı, 
Topçu Teğmen Sabahattin Sakman (Fuzuli Yazıcı’nın yerine sonradan katıldı) vardı.
8 subay, 10 astsubay, 80 kadar da er ve erbaş...
Bu görevde iken, 30 Ağustos 1971 de üsteğmenliğe yükseldim. O zamana kadar herhangi bir cezaevinin yakınından bile geçmemiştim. Cezaevi 
yönetimi konusunda hiçbir ders, kurs, seminer, vs. eğitim almamıştım. Kendimi birden gardiyan konumunda buldum. Fakat bütün okul yaşamı 
birinciliklerle dolu, idealist ve iddialı bir subay olarak bu görevin de üstesinden geleceğime inanıyordum.”

 ****

AYDIN ENGİN ANLATIYOR:Büyük koğuşun ünlüleri


MALTEPE’DE İSYANIN BAŞLADIĞI GÜN

Komutan silahını çekti ve Cihan’a ateş etti
1971 yılı Ağustos ayı.

Kartal Maltepe Askeri Cezaevi’nde sıradan bir ziyaretçi günüydü. Ancak sıradan olmayan bir şey vardı:

Alay Komutanı Albay Ruşen Beyazıt, içeri yasak malzeme girdiği gerekçesiyle, ziyaretçilerin tutuklulara yiyecek getirmesini yasaklamıştı. İçeriye de 
sadece yakın akrabalar alınacaktı. Gardiyanlar o sabah her zamanki gibi yanlarında yiyeceklerle gelen ziyaretçilere “Yasak” dedi. Ve kıyamet koptu.

Tutuklular sloganlarla durumu protesto etti; koğuşların demir kapılarına vurarak gösteriye başladılar. Kapıdaki yüzlerce ziyaretçi de dışardan 
onlara destek verdi.

Cezaevi Müdürü Yarbay İrfan Çimentepe sinirlendi. İsyanı bastırmak için D doğuşuna girerek göstericilere “Susun” diye bağırdı.

İsyan başlıyor

Sesler yükseldikçe ziyaretçi kadınlar çığlıklar atmaya, çocuklar ağlamaya başladı. Ortalık birbirine girdi. Komutan yüksekçe bir yere çıktı; “Kesin 
sesinizi” diye haykırdı.

Bir tutuklu, “Susup susmayacağımıza biz karar veririz” diye karşı çıktı. Bunun üzerine komutan, öfkeyle bağırarak tutukluyu koğuştan çıkartıp 
kelepçeletti. Ancak itirazlar yatışacağına daha da kızıştı. Tutuklular pencerelerin cam ve panjurlarını kırmaya başladı.

Protesto, isyana dönüşmüştü.

Cihan’ı vuruyordu

İşte o anda İrfan Yarbay, silahını çekti ve tutukluları hedef alarak bir el ateş etti. Ateş ettiği noktada THKO’lu iki tutuklu vardı:

Cihan Alptekin ve Oktay Kaynak... Cihan, birden yanındaki Oktay’ı yere itti; aynı anda Oktay, ani bir refleksle Cihan’ın önüne atlamıştı.

İsyan, bu kurşun sesiyle son buldu.

O günden sonra

Ağustos’taki bu kriz, birkaç önemli sonuç verdi: Cezaevi yönetimi, bir daha gardiyanların ve subayların -hele de silahlakoğuşlara girmemesine 
karar verdi.

Tutuklular, buradan bir an önce kurtulmanın çaresini aramaya başladı. Ve Cihan’la Oktay, o kritik andan sonra, adeta iki kardeş gibi oldular. 
Bu kardeşlik bağını, 15 metrelik bir tünel ayıracaktı.


YARIN: ULAŞ, MAHKEMEDE MAHİR’İN KULAĞINA FISILDADI: “KAÇIŞ HAZIRLIĞINDAYIZ, SENİ DE YANIMIZA ALDIRACAĞIZ”

http://www.cumhuriyet.com.tr/haber/turkiye/268438/Cezaevi_muduru_Cihan_i_vuracakti.html


***********

NİHAT ERİMİN ÖLDÜRÜLMESİ..,





Eski Başbakan Nihat Erim'i öldüren güç! Kirli eller, 1980'de dönemin başbakanı Nihat Erim'i öldürttü. Cinayetin arkasındaki güç kendilerini gizlemeyi başarsa da Erim'in çevresinin ajanlarla  sarıldığı yıllar sonra anlaşıldı

Türkiye Cumhuriyeti eski Başbakanı Nihat Erim, 19 Temmuz 1980 günü Dragos Deniz Kulübü'nün önünde otomobilinden inerken öldürüldü.  Türkiye 12 Eylül askeri darbesine adım adım yaklaşırken, Nihat Erim'in öldürülmesi bu sürece adeta ivme kazandırdı. 12 Eylül darbesinden kısa bir  süre sonra eylem talimatını veren örgüt lideri Dursun Karataş'tan, tetikçiler Ahmet Karlangaç ve Sadettin Güven'e kadar tüm militanlar birer birer  yakalandı. 

Erim'in öldürülme talimatını, Dev - Sol'un "Haydar", "Dayı", "İsmail" kod adlarını kullanan lideri, Dursun Karataş ile Hüseyin Solgun  birlikte vermişti. Sanıklar yargılandıkları Sıkıyönetim Mahkemesi'nde cinayetin gerekçesini, suikasttan sonra olay yerine bırakılan bildiriyi  tekrarlayarak açıkladılar: Faşist Nihat Erim'i devrimcilerin katlini protesto için cezalandırdık." Karataş, Metris Cezaevi'nden firar ettiği için,  Erim cinayetinin arkasında hangi güçlerin bulunduğu anlaşılamadı. Tetikçilerden biri olduğu öne sürülen Maden Fakültesi öğrencisi 
Ahmet Karlangaç'tı. Gözler Karlangaç'ın ifadesine çevrilmişti. Ancak 17 Ekim 1980'de cinayetin arkasındaki kirli ellerin açığa çıkmasını  bekleyenler şok yaşadı. Ahmet Karlangaç, gözaltında bulunduğu sırada intihar ettiği iddia edildi. Üstelik yaşamına, tarihe geçecek tuhaflıktaki  açıklamaya göre, "başını duvara vurarak" son vermişti. Bir numaralı sanık Karataş ise firari olduğu için gıyabında hüküm giydi. 

Türkiye, bir Başbakanını teröre kurban verdi, ancak kanlı zincirin ucunu tutanlara, eylemi gerçekleştirenler yakalandığı halde ulaşamadı. Merhum Erim'in damadı Prof.Dr. Akın Önalp, kayınpederi ve ailesinin CIA ve İngiliz ajanları tarafından takibe alındığını söyledi. Önal, "Eve gelerek Erim ailesine dil dersi veren öğretmen İngiliz ajanı (MI6) çıktı" demişti. 

ÖLÜME GÖTÜREN MEKTUP 

Nihat Erim, ölümünden 2 yıl önce yazdığı ve Anayasa Hukukçusu Prof. Dr İlhan Lütem'e gönderdiği mektubunda, Encümeni Daniş'i anlatıyordu.  Erim'in Encümen-i Daniş'in, geçmişini kanıtlayan tarihi mektupta şöyle: Tayfur Sökmen başkanlığındaki toplantılara katıldım. Türkiye'nin siyasi,  ekonomik ve sosyal konularında önemli kararlar alınıyordu. Toplantıya katılan kişiler genelde generallerden oluşuyordu. 15 günde bir, perşembe günleri bir araya gelip çeşitli siyasal, ekonomik sosyal konular üzerinde ciddi görüşmeler yapıyoruz. ''Ergenekon adı verilen operasyonla birlikte Türkiye'ye kimler yön veriyor sorusu gündeme getirildi. Devlet içerisinde devleti yönetin var mı? Bazen bu tür yorumlar hedef şaşırtmaya yöneliktir.
 Devletin gizli bir başkanı, yöneticisi var mıdır yok mudur? Ergenekon bağlamında ismi gündemleştirilen 'Encümen-i Daniş nasıl bir kuruluştur? 
Bu kuruluş içinde eski Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, Genelkurmay başkanları, Yüksek Askeri Şura üyeleri, MGK üyeleri, Meclis Başkanları, milletvekilleri, general rütbesinde bazı subaylar, gazeteciler, işadamları... 1971 muhtıra sonrası üye olanlara bakalım. Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk, eski bakan Fethi Çelikbaş, İlhan Evliyaoğlu, Sadık Batum, eski Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Muhsin Batur, eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Kemal Kayacan. Eski Genelkurmay başkanları Necdet Üruğ, İsmail Hakkı Karadayı,  Hüseyin Kıvrıkoğlu da Daniş'e üye olan isimler. 

BİRÇOK ÜLKEDE OPERASYON YAPTI 

P2 Mason Locası'nın patronu Gelli, kısa sürede dünyanın en güçlü isimlerinden biri olmuştu. 

İtalya Askeri İstihbarat Merkezi Başkanı General Vito Miceli'nin evinde ortaya çıkan bir liste, Gelli'yi de zor durumda bıraktı. P2 ile sağcı terör ve darbeciliği ilişkilendiren kanıtlar ortada iken, önündeki perde bir türlü açılmayınca gerçekler ortaya çıkarılamadı. Türkiye ve birçok ülkede faliyetlerini artıran P2 Mason Locası, istihbarat örgütlerinden de destek alıyordu. Özellikle CIA ve MI6... Bologna saldırısı başta olmak üzere birçok suçtan hakkında dava açılan Gelli, perde arkası destekle hapisten kurtuldu. Yargı sürecinde Gelli'nin masumiyetini ispatlaması için ona fırsat veren yeniden yargılama hakkı tanındı. Tek celsede masumiyetini ispatladı. Onu suçlayan şahıs ise 8 yıla mahkûm edildi. 
Gelli'nin CIA'nin malı mı? Yoksa CIA'nin yüksek dereceli ajanı mı? soruları hiçbir zaman anlaşılamadı. Ancak ortada bir gerçek vardı: 
Gelli, P2 Mason Locası'nın kendisine verdiği güçle, dünyayı yöneten birkaç isimden biriydi. Hatta istediği ülkelerde, Masonlar'ın lehine kanunlar 
çıkartabiliyordu.

http://www.hurhaber.com/eski-basbakan-nihat-erim-i-olduren-guc/haber-339490


*****

ÖLÜMLE İLĞİLİ.. DİĞER BİR HABER ;

12 Eylül'ü haber veren cinayet  Eski Başbakan Nihat Erim'in öldürülmesi Türkiye'yi askeri darbeye götüren süreci hızlandırdı

Ercüment İŞLEYEN

       ESKİ başbakanlardan Nihat Erim, 19 Temmuz 1980 günü Dragos Deniz Kulübü'ne girmek için otomobilinden indi. 
Ağır adımlarla kapıya doğru yürürken, yanına iki kişi yaklaştı. Birden ellerindeki poşetlerde gizledikleri silahları çıkartıp ateş etmeye başladılar. 
Herşey birkaç saniye içinde olup bitti. Terör, artık Türkiye Cumhuriyeti'nde Başbakanlık yapmış bir isme kadar uzanmıştı.
       Erim'in vurulması, o günlerde Türkiye'nin üzerinde dolaşan umutsuzluk bulutlarını artırdı. Silahlı örgütlenmelerin gücü ve geldikleri nokta, 
Nihat Erim suikastıyla kanlı harflerle vurgulanmıştı.
       Katillerin kimliklerinin belirlenmesi için yapılan çalışmalar uzun süre robot resim çizme aşamasını geçemedi. Polis ressamları tarafından görgü 
tanıklarının ifadelerine dayanılarak çizilen robot resimler ise kimseyi tatmin etmedi. Acemi çizgiler, katillerin izinin bulunmasına yardımcı olmaktan 
çok uzaktı.
       Hükümet yetkililerinin, dönemin İstanbul Valisi Nevzat Ayaz ve İstanbul Emniyet Müdürü Şükrü Balcı'nın açıklamaları da birer vaatten öteye 
geçemiyor, cinayetle ilgili en küçük bir ipucu bile bulunamıyordu. Polis, Erim suikastından sonra çaresiz kaldı. Türkiye 12 Eylül askeri darbesine 
adım adım yaklaşırken, Nihat Erim'in öldürülmesi bu sürece adeta ivme kazandırdı.
       12 Eylül darbesinden kısa bir süre sonra o güne kadar cinayeti çözmekte aciz kalan İstanbul polisi, sanıkları kıskıvrak yakaladı. Operasyon 
bir hafta içinde sonuçlandırıldı ve eylem talimatını veren örgüt lideri Dursun Karataş'tan, tetikçiler Ahmet Karlangaç ve Sadettin Güven'e kadar 
tüm militanlar birer birer yakalandı.
       Erim'in öldürülme talimatını, Dev - Sol'un "Haydar", "Dayı", "İsmail" kod adlarını kullanan lideri, Orman Fakültesi öğrencisi Dursun Karataş
 ile Mahaller Birimi İstanbul Sorumlusu, Şişli Siyasal Bilgiler Yüksek Okulu öğrencisi Hüseyin Solgun birlikte vermişti. Sanıklar yargılandıkları 
Sıkıyönetim Mahkemesi'nde cinayetin gerekçesini, suikasttan sonra olay yerine bırakılan bildiriyi tekrarlayarak açıkladılar:
       "Faşist Gün Sazak'tan sonra faşist Nihat Erim'i işkencecileri, hükümeti ve devrimcilerin katlini protesto için cezalandırdık."
       Karataş, tutuklu bulunduğu Metris Cezaevi'nden firar edip yurtdışına kaçtığı için, Erim cinayetinin arkasında başka güçlerin bulunup 
bulunmadığı anlaşılamadı.
       Cinayetin kilit ismi, tetikçilerden biri olduğu öne sürülen Maden Fakültesi öğrencisi Ahmet Karlangaç'tı. Polis, Erim'e Dragos Deniz Kulübü 
önünde önce Karlangaç'ın ateş ettiğini açıklıyordu. Karlangaç'ın gözaltında bulunduğu sürede örgüt arkadaşları ile de ters düştüğü iddia ediliyordu.
 Gözler Karlangaç'ın ifadesine çevrilmişti.
       Ancak 17 Ekim 1980 günü İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nden gelen açıklama, cinayetin arkasındaki ellerin açığa çıkmasını bekleyenler 
üzerinde soğuk duş etkisi yaptı. Ahmet Karlangaç Emniyet Müdürlüğü'nde gözaltında bulunduğu sırada intihar etmişti. Üstelik yaşamına, 
tarihe geçecek tuhaflıktaki açıklamaya göre, "başını duvara vurarak" son vermişti.
       Cinayet zanlıları Dev - Sol ana davasında yargılandılar. Bir numaralı sanık Dursun Karataş ise firari olduğu için gıyabında hüküm giydi. 
Türkiye, bir başbakanını teröre kurban verdi, ancak kanlı zincirin ucunu tutanlara, eylemi gerçekleştirenler yakalandığı halde ulaşamadı.




..