İŞÇİ PARTİSİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İŞÇİ PARTİSİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Aralık 2015 Perşembe

BU NASIL GÜÇBİRLİĞİ?



BU NASIL GÜÇBİRLİĞİ?




17 Nisan 2011 Pazar

12 Haziran seçimlerinin dört büyük siyasi güç arasında geçeceği söylenebilir:


AKP, CHP, MHP ve Emek, Özgürlük ve Demokrasi Bloku… 


İlk üç partinin baraj sonunu olmadığı ortada… “Emek Özgürlük ve Demokrasi Bloku” isimli girişimin de ağırlıkla BDP öncülüğünde ve yönlendirmesiyle şekillendiği, BDP’nin yüzde 10 seçim barajına takılmadan Meclis’e girmesi amacıyla oluşturulduğu ve yaklaşık 20 civarında milletvekilini Meclis’e sokacak bir oy potansiyeline sahip olduğu görülüyor.


12 Haziran seçimlerine katılan bir de “Cumhuriyet için Güçbirliği”girişimi var. Ulusalcı adaylardan oluşan “Cumhuriyet için Güçbirliği”, Meclis’e girmeyi ve bir milli hükümetin kurulmasını sağlayarak AKP iktidarını yıkmayı amaçlıyor. “Cumhuriyet için Güçbirliği” çağrısı yapanlar, kamuoyuna yaptıkları “Atatürk’te Birleştik” başlıklı duyuruda birleşme nedenlerini şöyle sıralıyorlar:


Ulusal devletimizi yıkıcılardan kurtarmak… Ulusumuzu birleştirmek… Vatanımızı bütünleştirmek… Halkımızı özgürleştirmek…


“Cumhuriyet için Güçbirliği” girişimi, amacını “Cumhuriyet’i AKP’den kurtarmak” şeklinde formüle ediyor. Bu amaçla Meclis’e girmek ve AKP’yi iktidardan indirmek için Milli Hükümetin kurulmasında tayin edici rol oynamak hedefleniyor.


 




Dile getirilen birleşme nedenleri de, ortaya koyulan amaçlar da çekici… Ama gerçekçi ve inandırıcı mı? 


Öncelikle “Cumhuriyet için Güçbirliği” girişiminin sadece 28 ilde 31 seçim bölgesinde seçime katıldığını, diğer bir ifadeyle 550 milletvekilliğinden sadece 31’i için aday gösterdiğini belirtmek gerekiyor. Kısacası “Cumhuriyet için Güçbirliği” girişimi Meclis’teki sandalyelerin sadece yüzde 5,6’sı için aday gösteriyor. Eğer gösterilen bütün adaylar, yeterli oyu alıp milletvekili seçilseler bile, “Cumhuriyet için Güçbirliği” girişiminin 550 üyeli TBMM’de sadece 31 üyesiolacak!


Oysa “Türkiye partisi” olmak gibi bir iddiası bulunmayan, bütün politikasını ve siyasal stratejisini ayrılıkçı-Kürtçü hareketin taleplerine göre şekillendiren BDP’nin öncülüğü ve denetimindeki Blok bile 39 ildeseçimlere katılıyor ve 550 milletvekilliğinin 61’i için aday gösteriyor!


Ulusal devletimizi yıkıcılardan kurtarmak, ulusumuzu birleştirmek, vatanımızı bütünleştirmek, halkımızı özgürleştirmek gibi iddialı bir hedefle ortaya atılan “Cumhuriyet için Güçbirliği” girişimi, ayrılıkçı- Kürtçü hareketin ancak yarısı kadar aday gösterebiliyor!


Halkın karşısına bu tablo ile çıkıp, “Cumhuriyet için Güçbirliği” yapıyoruz, Atatürk’te birleştik, ulusal devletimizi yıkıcılardan kurtaracağız” denildiğinde, birileri çıkıp “bütün bunları gerçekleştirmek için ancak 31 kişi mi bulabildiniz? Türkiye’de bu amaçlar için mücadele edecek başka hiçbir yurtsever, ulusalcı, Atatürkçü kalmadı da 550 milletvekilliği için ancak 31 kişiyi mi aday gösterdiniz?” diye sorarsa ne yanıt verilecek acaba?


Madem amacımız Atatürk’te birleşmektir. Madem amacımız ulusal devletimizi yıkıcılardan kurtarmak, ulusumuzu birleştirmek, vatanımızı bütünleştirmek, halkımızı özgürleştirmektir. O zaman “Cumhuriyet için Güçbirliği” listelerinde, örneğin neden Banu Avar, Erdal Sarızeybek, Vural Savaş, Yılmaz Dikbaş, Bertan Onaran, Suay Karaman, Alpaslan Işıklı, Tansel Çölaşan, Osman Özbek, Talat Turhan gibi ulusalcı ve Kemalist kamuoyunun desteklediği isimlere de yer verilmiyor? Hatta başlarda bu girişime destek verdikleri kamuoyuna duyurulan Tarık Akan, Levent Kırca, Müjdat Gezen, Nihat Genç, Ferhan Şensoy gibi isimler de aday değil…


Yukarıdaki isimleri sayarken siyasi bir ayrım gözetmedim. Kuşku yok ki liste daha da zenginleştirilebilir. Ama eminim ki bu isimlerden birçoğu -12 Haziran seçimlerinde eğer sandığa gidip oy verirlerse- “Cumhuriyet için Güçbirliği” adaylarına oy vereceklerdir! Örneğin ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşan, sürekli birlik çağrısı yapmıyor muydu? Peki, neden aday olmadı o zaman? Banu Avar, Erdal Sarızeybek, Alpaslan Işıklı gibi isimler birlik fikrinin savunucusu değil miydiler en baştan beri? Peki, seçimlerde neden aday değiller o zaman?


Bu yurtsever isimler için milletvekili adayı gösterilebilecekleri seçim çevresi mi bulunamadı acaba? Mesela Banu Avar, "Cumhuriyet için Güçbirliği" listesinden aday olan eski Burhaniye Ticaret Odası Başkanı, Balıkesirli işadamı Cemil Kartal Demir kadar halk desteğine sahip değil mi? Seçimlere girse bu işadamı kadar oy alamaz mı Banu Avar? Ya da Erdal Sarızeybek, "Cumhuriyet için Güçbirliği" listelerinden aday olan Bursalı Mali Müşavir Mehmet Alanbel’den daha az mı tanınıyor kamuoyunda? Mesala ADD Genel Yönetim Kurulu üyesiÜmit Ülgen aday oluyor da, ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşanneden aday olmuyor peki? 


Bütün bu saydığım isimler ve akla gelebilecek diğer yurtsever- Kemalist kişiler, yoksa ulusal devletimizi yıkıcılardan kurtarmak, ulusumuzu birleştirmek, vatanımızı bütünleştirmek, halkımızı özgürleştirmek amacına ve ideallerine sahip değiller mi? Banu Avar, Erdal Sarızeybek, Vural Savaş, Yılmaz Dikbaş, Bertan Onaran, Suay Karaman, Alpaslan Işıklı, Tansel Çölaşan, Osman Özbek, Talat Turhan ve daha adı sayılabilecek birçok yurtsever-Kemalist aydın, “Atatürk’te Birleşme”yi kabul etmiyorlar mı acaba ?


Ve çoğu kişinin aklına gelen, ama sormaktan kaçındığı bir soru daha… AKP, CHP, MHP gibi partilerde milletvekili adayları parti üyelerinin fikri sorulmadan lider ve yakın çevresinin istekleri doğrultusunda tepeden belirlenirken, kısacası milletvekili aday listeleri bir liderler oligarşisinin istediği yönde şekillenirken, “Cumhuriyet için Güçbirliği” girişiminin 31 adayı kime sorularak belirlendi acaba?Bu 31 kişinin aday olmasına kim karar verdi? Eğer özgür iradeleriyle kendileri karar verdilerse, bugüne kadar her fırsatta birlik ve güçbirliği çağrısı yapan diğer yurtsever-Kemalist isimler de neden aynı şekilde davranmadılar o zaman?


Ulusumuz birleştirmek, vatanımızı bütünleştirmek gibi büyük amaçlarla ortaya atılanlar, daha kendi aralarında birleşip bütünleşemiyorlarsa, halk katında bir inandırıcılıkları olur mu?


Bugünkü haliyle “Cumhuriyet için Güçbirliği” girişiminin elde edebileceği iki sonuç var gibi görünüyor. 


Birincisi, eğer 12 Haziran seçimlerinde başarılı olamaz ve Meclis’e giremezse, bu ülkede artık Cumhuriyet ve Atatürk için güçbirliği yapacak bir kitlenin bile kalmadığı düşüncesine hizmet etmiş olacaktır. Sadece 31 adayla, belli isimlerin siyasal anlayışlarına malzeme yapılan bu Güçbirliği girişiminin, bugünkü haliyle Kemalist, ulusalcı, yurtsever tabandan beklenen desteği alamayarak, sonuçta güçbirliği düşüncesinin yıpranmasına hizmet etmesi büyük olasılıktır ne yazık ki…


İkincisi, eğer 12 Haziran seçimlerinde başarılı olup -çok uzak bir olasılık olmasına rağmen- 31 adayın 31’i de Meclis’e girse bile, bu sayıyla milli hükümet kurmanın ve AKP’yi yıkmanın mümkün olmayacağı açıktır. Bu durumda da o 31 milletvekili, bol maaşlar alacak, iki yıl sonra süper emeklilik hakkı kazanacak, belki Meclis oturumlarında 5-10 dakika konuşma imkânı elde edecektir. Ama hepsinden önemlisi, varlıklarıyla AKP-Yeni CHP egemenliğinde şekillenecek bir Meclis’e meşruiyet kazandırmış olacaklardır. Yeni dönemde, Yeni CHP’nin de desteğiyle yapılacak yeni bir anayasa ile Cumhuriyet’in temel nitelikleri ortadan kaldırılır, “Türk milleti” ifadesi bile anayasadan silinirken, bu girişimlere karşı yapılan muhalefet muhtemelen şöyle yanıtlanacaktır:


“Bu değişiklikleri yapan, milletin yasal seçimlerde seçilmiş temsilcilerinden meydana gelen TBMM’dir. Milletin iradesi tecelli etmiştir. İşte en muhalif kesimler bile Meclis çatısı altındadır, istediklerini söylemekte, özgürce muhalefet yapmaktadırlar. Ama demokrasilerde en nihayetinde çoğunluğun tercihi yönünde karar verilir. Meclis’in tercihi de bu yöndedir. Yapılanlar yasal ve meşrudur!”


“Cumhuriyet için Güçbirliği” adaylarının seçimlerde başarılı olup Meclis’e girmeleri durumunda işlevleri işte bu olacaktır: Yeni anayasaya ve bir dönem daha sürecek AKP iktidarına meşruiyet kazandırmak!


“Cehenneme giden yol iyi niyet taşlarıyla döşelidir” der bir Rus atasözü… Oysa iyi niyeti, sabit fikirlilik temelinde yükselen siyasal ihtiraslara kurban edeli çok oluyor. Güçbirliği, her koşul ve dönemde, her şeyin en iyisini bilip yaptığı iddiasında olanların siyaseten saplandıkları bataklığa diktikleri son tüydür. 


http://bellek2009.blogspot.com/2011_04_01_archive.html

http://www.idealimforum.com/serdar-ant/14645-bu-nasil-guc-birligi.html


İŞÇİ PARTİSİ BASIN DANIŞMANLIĞINDAN DUYURUDUR..



İŞÇİ PARTİSİ BASIN DANIŞMANLIĞINDAN  DUYURUDUR..








Serdar Ant,
İşçi Partisi Genel Başkanı Sayın Doğu Perinçek’in 12.09.2009 tarihinde Aydınlık dergisinde çıkan yazısını konu edinerek, İşçi Partisini “PKK ve yasal uzantısı DTP’yi sanki ‘Türkiye Kürtlerinin’ siyasal temsilcisi gibi sunduğunu, konfederasyonu savunduğunu” iddia eden bir yazınız internette dolaşmaktadır.
Sayın Perinçek’in Aydınlık dergisinde çıkan bu yazıyı okuyan herkesin görebileceği gibi iddialarınız tamamen gerçekdışıdır ve İşçi Partisini karalama çabasının ürünü olmaktan öte anlam taşımamaktadır.
Bugün, ortaya atılan “Kürt açılımı” bir Amerikan senaryosudur. Irak’ta ve Afganistan’ da askeri batağa saplanan ABD, son dönemde Türkiye üzerindeki baskılarını olağanüstü arttırmıştır. ABD’nin acelesi vardır. Irak’taki askerlerini çekmeden önce Ortadoğu’ya yeniden düzen vermek istemektedir.
“Kürt açılımı” nın amacı, Türkiye’deki çözülme ve dağılmayı hızlandırmak, etnik kutuplaşmayı derinleştirmek, etnik çatışma tehdidini canlı tutmak ve Türkiye’yi ABD planlarına tam teslim almaktır. Hesapta Türkiye kukla devleti himayesine alacak, bölgede komşularına karşı ABD jandarmalığını yürütecek ve Türk Ordusu kriz bölgelerine müdahale gücü olarak kullanılacaktır.
İşçi Partisi, işte bu ABD senaryosunu bozmak için tarihi bir görev yapmaktadır. Diyarbakır köylerinde örnekleriyle kanıtladığı gibi Türk ve Kürt’ü birleştirerek çıkışın yolunu göstermektedir.
Sözünü ettiğiniz yazıda Doğu Perinçek, sizin iddialarınızın tam tersine PKK’nın Amerika’ya dayanarak hedefine ulaşma tavrını mahkûm etmektedir. DTP’yi ise PKK’nın yasal örgütü olarak değerlendirmekte, bağımsız bir iradeye sahip olmadığını söylemektedir. ABD’nin PKK’yı Türkiye’ye karşı sopa olarak kullanma politikalarına yer vererek bu konuda Kürt vatandaşlarımızı uyarmaktadır. Aydınlık dergisinin 12.09.2009 tarihli sayısını okuyan bütün vatandaşlarımız bunu açıkça görecektir.
Bugün İşçi Partisine yapılan saldırılar incelendiği takdirde “açılımın” anlamı da anlaşılacaktır. İşte Ergenekon tertibi de bu “açılım” macerasını hayata geçirmek için tezgâha konmuştur. Bu gerçek, bugün daha iyi anlaşılmaktadır.
Bugün, İşçi Partisi neden hedef tahtasındadır? Emperyalistler ve işbirlikçileri elbirliğiyle Türkiye’yi bugünkü tehlikeli eşiğe getirmişlerdir. İşçi Partisi ise, her aşamada buna karşı mücadele etmiştir. Bugün de emperyalizmin bu uğursuz planını bozabilecek tek güç olduğu için İşçi Partisi, hedef tahtasındadır (23 Temmuz 2008 tarihinde ATV Ana Haber Bülteninde spiker Savcı Zekeriya Öz’ün kendisine Ergenekon soruşturmalarının merkezinde Ulusal Kanal ve İşçi Partisi bulunduğunu söylediğini ifade etmiştir )
İşçi Partisinin, Amerikan planlarını bozacak politikaları Serdar Ant’ı rahatsız etmesi anlamlıdır. İşçi Partisi ve Doğu Perinçek, ne zaman Amerika’ya ve emperyalizme karşı bir politika açıklasa, Serdar Ant’ın internette İşçi Partisi karşıtı yazılarının yer alması da anlamlıdır. Daha önce Doğu Perinçek, Batı Asya Topluluğu düşüncesini açıkladığında da Serdar Ant yine internet gruplarında ve internet medyasında yerini almıştır.
İşçi Partisi ve Genel Başkanı Sayın Doğu Perinçek’e karşı yürütülen psikolojik savaşın paslı malzemelerinden öte bir anlam taşımamaktadır. Bunun en önde giden öncüsü de Mehmet Eymürlerdir.
Serdar Ant, Türkiye’de yürütülmekte olan psikolojik savaşa paslı malzeme hazırlamak için harcadığı zamanı Türkiye halkının çıkarı için kullansa çok daha yararlı bir iş yapmış olur.

Halim Yurdakul   
İşçi Partisi 
Basın Danışmanı



DİP NOT; [AYDINLIK GELECEK Hareketi] 
Serdar Ant  YAZISINDAN DOLAYI;
Düzeysiz tartışma üslubunda ısrar ettiği için grubumuzdan çıkardığımız Serdar Ant'ın maalesef düşük insani niteliklere sahip olduğuna da grubtan çıkarmam sonrasındaki iletişimimizde tanık oldum.
İP'li arkadaşlarımıza "Önemsenmek" için abartılı çaba harcayan bu kişiye bu fırsatı vermemelerini tekraren ve önemle tavsiye ediyorum.
Sevgilerimle
Kemal Şimşek

18 Eylül 2009 11:39 tarihinde Yusuf Tunçer 
<yusuf...@gmail.com>


KONU İLE  İLGİLİ YAZI ;  

HAİNLERDEN ŞAHSİYET ve ÜSTAD OLSAYDI, KÖPEKLER SULTAN OLURDU


HAİNLERDEN ŞAHSİYET ve ÜSTAD OLSAYDI, KÖPEKLER  SULTAN OLURDU

DÖNÜŞTÜRÜLMÜŞ ATATÜRKÇÜLÜK GÖREVİNİ ÜSTLENEN PİYONLARA EN IYI ORNEK DOGU PERİNCEK VE MEHMET BEDRİ GÜLTEKİN GİBİ SAHTE ULUSALCILAR HEP İŞBAŞINDA UYUYAN, ATATÜRK İSMİNİ HER DUYDUĞU YERE AKLINI KULLANMADAN BİAT EDEN PUTPERESTLER İSE.. MAALESEF HER YANIMIZDA !!!..... HER ULUSALCIYIM DİYEN ULUSALCI DEGİLDİR..
“Diyarbakır’da 29 Haziran günü yapılan anma toplantısını, gazeteler ‘Şeyh Sait’in itibarı iade edilsin’ diye verdi. Toplantı, ATATURKCU Devrimi ve Atatürk’ü karalayan söylemlerle yürütülmüş. Şeyh Sait’ gibi Vatan haininin olmayan itibarı iade edilirken, Atatürk’ün itibarı da ayaklar altına alınıyor. Bu tavırda kuşkusuz bir hakikat saklı... Bir devrim önderi ile o devrime karşı silaha sarılan bir Ortaçağ şeyhinin,ki SAİT i NURSİ(Kürdi) bile Ona katılmamıstı, itibarları birlikte yükselemez veya birlikte düşmez.Bu İki Tarihi Şahsiyeti Kıyas etmek, Arslan ile Maymunu Kıyas gibi olur. Bu, bir Kürt aşireti-Türk Milleti tartışması değildir, bir devrim-karşıdevrim tartışmasıdır.” Yukarıdaki satırlar İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’e ait… Perinçek’in “Şeyh Sait’in Evrensel İtibarı” başlıklı yazısında yer alan bu saptamanın altına ben de imzamı atarım. “Hiç kimse Şeyh Sait’i Suudi Arabistan ve Kuveyt’te bile değer haline getiremez.Ama Vekalaeten Başkanlık görevi yürüten Mehmet Bedri Efendi 1994 de saçamalıgı hususu bugüne degin yalanlamamıs kuzu postundaki bir Şebektir.
Humeyni İran’ında ve Mao cu Çinde, Unesco da Atatürk’ün Nutku basılmıştır; ama Şeyh Sait’e bir kıymet atfedilmesi olasılığı yoktur” diyen Perinçek şu gerçeğe de dikkat çekiyor: “Kaldı ki Atatürk ile Şeyh Sait arasındaki bir mukayese, aslında bir hayatın,Vatana hızmet ile vatana ihanet olarak seçilmesidir. Şeyh Sait’i Atatürk’ün karşısına diken Yine İngiliz ve Ogulları , her şeyden önce Kürdümüze müritliği, kulluğu, marabalığı, yanaşmalığı reva gören ve Onları preservatif olarak Kullananlardır. Burada aşağılan ve ezilen, öncelikle Ziya Gökalpleri yetiştiren Diyarbakır insanı ve Kürt aşiretleridir.” (Aydınlık, 6.7.2011) Doğu Perinçek’in Şeyh Sait hakkındaki saptamaları ve “Şeyh Sait’in itibarı iade edilsin” talebi karşısındaki tavrı ,görünüşte yerindedir, ama acaba samimi midir?
Doğu Perinçek, “Şeyh Sait’i Atatürk’ün karşısına dikenler” derken isim vermiyor, ama bunu örneklemek için öyle Diyarbakır’a kadar gitmesine de gerek yok. Kendisi tutuklu olduğu için yaklaşık üç yıldır "Genel Başkan Vekili" olarak İşçi Partisi’ni “yöneten” Mehmet Bedri Gültekin’e bir sorsun bakalım, o da Şeyh Sait hakkında aynı şekilde mi düşünüyor?ESki 1994 beyanı konusunda bir özrü var mıdır?
Mehmet Bedri Gültekin-İşci.Partisi. Gn. başkan. yardımcısı Mehmet Bedri Gültekin için Şeyh Sait, Doğu Perinçek’in değerlendirdiği gibi bir “Ortaçağ şeyhi”, bir “karşıdevrimci” midir, yoksa Cahil Kürtler açısından bir “ulusal şahsiyet” olarak görülen ve saygı gösterilmesi gereken biri midir? Şu anda İşçi Partisi Genel Başkan Vekili olan Mehmet Bedri Gültekin, 18 Haziran 1994 tarihinde, Ankara’da, İşçi Partisi Genel Merkezi’nde “İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı” olarak bir konferans verdi. Bu konferansta yapılmış konuşmanın metni, İşçi Partisi’nin yayın organı Teori dergisinin Ağustos 1994 tarihli 56. sayısında “Ulusal İnkârcılık Üzerine” başlığıyla yayınlandı. İşte o konferansta Mehmet Bedri Gültekin Şeyh Sait hakkında aynen şu değerlendirmeyi yapıyordu: “Cahil Kürt Aşiretlerinin önemli bir kısmı açısından Şeyh Sait değer verilen bir yere oturtuluyorsa, bizim buna karşı saygılı bir tavır içinde olmamız gereklidir(?). Yani bir tarihi kişilik olarak, bir ulusal şahsiyet olarak okumadan araştırmadan körü körüne değer veriyorlarsa, ulusal mücadele içinde Şeyh Sait’i Vatan Hainligi dısinda bir yere koymaya çalışıyorlarsa en azından o ulusal harekete, ulusal duygulara saygının gereği olarak buna saldıran bir tutum almamalıyız.”Bu ne Şalgam bu Ne Ulusalcılık...
Mehmet Bedri Gültekin’in bugün farklı düşündüğü iddia edilebilir mi peki? Sanmam…Bir adam yedisinde ne ise yetmişinde de ,eger bukalemun degilse,aynidir. Zira Şeyh Sait konusunda benimsenen bu tavır,Yanlış bir ilkesel tutumu, genel bir tavrı yansıtmaktadır. Bu nedenle “Mehmet Bedri Gültekin 1994’te böyle düşünüyordu, ama artık fikrini değiştirdi” demek mümkün değildir. Çünkü Şeyh Sait, 1994’te de bugün de aynı Vatan Haini Şeyh Sait’tir. Dahası, 1994 yılındaki bu konferansta Mehmet Bedri Gültekin, Şeyh Sait’i Kürt aşiretlerinin ve Zazaların bir “ulusal şahsiyeti” ve saygı gösterilmesi gereken biri olarak nitelemekle kalmamakta, Atatürk’e de saldırmakta, onu “Kürtlere katliam yapmış bir insan” olarak nitelemektedir. Şunları söylüyor Mehmet Bedri: “Siirt’teki bir Kürt,Cogu Arab Siirtliler tarafından dışlanmıs bir gurup için cahilce şahsiyet sanılmakta, Ama Onlara göre açısından kimdir Mustafa Kemal? Ulusal katliam, Kürtlere katliam yapmış bir insandır.Peki Güneydoguda bunca Kürdü öldürten İmralı canisini Lider sanan bu aşiretin Bu doğrusu da yanlıştır. Dolayısıyla Mustafa Kemal’in Türkler ve Türkiyeliler açısından taşıdığı anlamın Cahil Kürt aşiretleri açısından var olmasını bekleyemeyiz.” Tabii “Kemalist Devrim-1, Teorik Çerçeve” isimli kitabında “Kemalist diye nitelendirilen ATATURK rejimi, aynı zamanda burjuvazi ve toprak sahiplerinin emekçiler üzerinde diktatörlüğü idi. Kemalizm-Ki ATATURK böyle bir dogma bırakmamıstır-, burjuva sınıfsal karakteri nedeniyle Kürt aşiretine ulusal baskı uyguladı. Bu baskı, ayaklanan Kürt kitlelerine karşı kırımlara vardı.” (s.9) diyen Doğu Perinçek, Mehmet Bedri Gültekin’in Mustafa Kemal’i “Kürtlere katliam yapmış bir insandır” şeklinde tanımlamasına ne der,bu çelişkili tutumu ona hatırlatmakta neden tereddüt eder, bilemem! Ama Doğu Perinçek’in Şeyh Sait’e kıymet atfedenleri, onu Atatürk’ün karşısına dikenleri örneklemek için Diyarbakır’a gitmesine veya Suudi Arabistan’dan Kuveyt’ten, İran’dan örnekler vermesine gerek yok! Şu anda kendisinin vekili olarak İşçi Partisi Genel Başkanlık koltuğunda oturan kişiye baksın yeter! Mehmet Bedri Gültekin 1994 yılında Atatürk ve Şeyh Sait hakkında söylediği bu sözlerden ötürü, bugüne kadar çıkıp en ufak bir açıklama yapmamış, bir düzetmede bulunmamış, Türk milletinden de özür dilememiştir! Çünkü Mehmet Bedri Gültekin’in tavrı ilkeseldir ve 1994’te ne ise bugün de odur. Çünkü Şeyh Sait 1994’te de bugün de aynı Şeyh Sait’tir! Dolayısıyla Mehmet Bedri Gültekin, 1994’te “İşçi Partisi Genel Başkan Yardımcısı” olarak bir anlamda “Şeyh Sait’i Atatürk’ün karşısına dikmiştir”! Ama Doğu Perinçek de bu güne kadar bu konuda tek bir eleştiride bulunmamış, bu kişinin “İşçi Partisi Genel Başkan Vekili” olarak görev yapmasını içine sindirebilmiştir! Bu durumda Perinçek’in Aydınlık’taki yazısında ifade ettiği Şeyh Sait hakkındaki değerlendirmelerinde samimi olduğu iddia edilebilir mi? Daha üzücü olan da Atatürk’e yönelik bu alçakça saldırıya ve Ortaçağ şeyhi, karşıdevrimci Şeyh Sait’in “ulusal şahsiyet” şeklinde nitelenip saygı gösterilmesi gereken bir kişi olarak ilan edilmesine İşçi Partisi üyeleri ve taraftarlarından da bir tepki gelmemiş olmasıdır. Doğu Perinçek, “Şeyh Sait’i Atatürk’ün karşısına dikenler, her şeyden önce Kürdümüze müritliği, kulluğu, marabalığı, yanaşmalığı reva görenlerdir” diyor. Ne acıdır ki Atatürk’ü “Kürtlere katliam yapmış bir insandır” şeklinde tanımlayan biri karşısında suskun kalanlar da aslında müritliği, kulluğu, yanaşmalığı, siyasal pratiklerinde sergilemiyorlar mı? Bir tarikattaki müritlikle bir parti üyesi olarak benimsenen bu onaylayıcı tavır arasında ne fark var? Bir ağaya yanaşma ve maraba olmakla, parti lideri ve yöneticilerinin her söylediğini sorgusuz sualsiz benimseyip Cumhuriyet’in kurucusu büyük önder Atatürk’ü “katliam yapmış bir insan” olarak tanımlayanların karşısında boynu bükük bir tavır almak arasında ne fark var? Atatürk’ü “Kürtlere katliam yapmış bir insan” şeklinde tanımlayanlar ve bu konuda bugüne kadar tek bir özeleştiri yapmayanlar, sadece Atatürk’ün itibarını ayaklar altına almaya yeltenmekle kalmıyor, Atatürk sevgisi ve Cumhuriyet’e bağlılık duygularıyla İşçi Partisi üyesi ve taraftarı olanları da aşağılıyorlar aslında… Ama o partili de, o partinin destekçisi aydın da bu tablo karşında suskun… Çünkü şeyh uçmaz, mürit uçurur…
Topkı, Zavallı Said i Kürdi, bile Cahil Kürt Aşiretlerinden olmadıgını betimlemek için Soyadını bile NURSİ diye degiştirmiş,Hilafeti kaldırana dek ATATURK ün yanında yeralmıs, Üstadlogı Nurcu müritlerinden kaynaklanan bir garibandı.
6.7.2011 Serdar Ant-Güncel Meydan ve Atomer yöney(ODTU)





22 Eylül 2015 Salı

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL VE ÖNCESİ BÖLÜM 25





TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 
12 EYLÜL VE ÖNCESİ   
BÖLÜM 25


OLAYLARI BİZZAT YAŞAYAN ERTUĞRUL KÜRKÇÜ.. KIZILDEREYİ KENDİ BAKIŞ AÇISIYLA ANLATIYOR.!



ERTUĞRUL KÜRKÇÜ KIZILDERE OLAYINI ANLATIYOR, TVNET

https://www.youtube.com/watch?v=QvjJj3zWWkA


Kürkçü, Kızıldere iftirasına yanıt verdi Mahir Çayan ve arkadaşlarının katledildiği Kızıldere Katliamı'nda sorumluluğu olan eski MİT mensubu Mehmet...


16.02.2012 
15:31

BURÇİN GÖNÜL


Mahir Çayan ve arkadaşlarının katledildiği Kızıldere Katliamı'nda sorumluluğu olan eski MİT mensubu Mehmet Eymür, katıldığı bir televizyon programında Kızıldere Katliamı’nı anlattı. Türkiye’nin karanlık tarihinde yaşanan pek çok olayda ismi geçen MİT Kontrterör Dairesi eski Başkanı Eymür, 30 Mart 1972’de Kızıldere’de gerçekleştirdikleri katliamla ilgili olarak, “Orada herkesin öldüğünü zannediyorduk ve çok yorgunduk” dedi ve ekledi: “Ertuğrul Kürkçü’yle, Mahir Çayan'la konuştuk. Hatta bize 'Sam Amca'nın Çocukları' dediler. Karşılıklı atıştık. Bildiğim kadatıyla Mahir Çayan çok sert çıktı belki teslim olurlardı."

‘AMA BEN SENİNLE GÖRÜŞMEM’

Bu açıklamaları sorduğumuz Kızıldere Katliamı'ndan sağ kurtulan ve şimdi milletvekili olan Ertuğrul Kürkçü ise Eymür'ün sözlerine şu şekilde cevap verdi: “Beni ve Mahir’i öldürmeye kalkışmasalardı ve ardından makineli tüfek atışlarıyla evi tarayarak çatışmayı başlatıp bu ölümlere yol açmasalardı, evet; belki uzlaşma olabilirdi. Çünkü iş küfürden değil silahtan çıktı.”

Kürkçü, Eymür'ün programda kendisine yöneltilen “Kürkçü ile bir araya gelmek ister miydiniz?” sorusuna karşılık olarak verdiği, "Benim için bir problem yok. Benim idamdan yargılanmış görüştüğüm arkadaşlar var” cevabına olan tepkisini ise şöyle ifade etti: "Ama benim görüştüğüm MİT yöneticileri yok. O yüzden görüşmem."

NE OLMUŞTU?

Mehmet Eymür, sunucunun “Kaç kişi katledildi orada?” sorusuna "Benim bildiğim 14 kişi falan” şeklinde yanıt vermişti. Oysa sadece Ertuğrul Kürkçü’nün kurtulduğu Kızıldere Katliam’ında 10 kişi öldürülmüştü.
Katliam şöyle gerçekleşmişti:

12 Mart 1971 muhtırasından sonra yakalanan Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan'ın idamlarını engellemek için 27 Mart 1972'de Ünye'deki NATO üssündeki yabancı görevlilerini kaçıran Türkiye Halk Kurtuluş Partisi - Cephesi'nden Mahir Çayan, Ertuğrul Kürkçü, Hüdai Arıkan, Nihat Yılmaz, Ertan Sarıhan, Ahmet Atasoy ve THKO'dan Cihan Alpteki Kızıldere'ye gitti. Burada, THKP-C'li Sinan Kazım Özüdoğru, Sabahattin Kurt, Saffet Alp ve THKO'dan Ömer Ayna ile buluştular. Grup köyün muhtarının evinde mevziilendi. Mahir Çayan teslim olmaları yönündeki çağrıya "Sıradan askerleri çekin üst düzeyler gelsin", "Biz bu yola dönmek için değil ölmek için girdik" şeklinde cevap verdi. Ardından başlayan silah atışları sonucu Çayan, evin çatısında vuruldu ve yaşamını yitirdi. Helikopter destekli operasyonda, evin içindekiler şiddetli silah atışlarına maruz kaldı. Bunun ardından evden dışarıya silah atışının sonlanması üzerine eve giren kolluk kuvvetleri, can çekişmekte olan Saffet Alp'i öldürdüler. Geriye kalanlar savunma mevziine geçerek kapının arkasına yerleştiler. Kolluk kuvvetleri içerideki herkesi katlederek "operasyonu" tamamladı. İsmi geçen devrimcilerden yalnızca Ertuğrul Kürkçü katliamdan sağ olarak kurtuldu.

http://www.birgun.net/haber-detay/kurkcu-kizildere-iftirasina-yanit-verdi-60679.html



ŞEHİRLERİN YAKILIP YIKILMASI..,


REJİMİN IRKÇI DAMARI
İkinci Dünya Savaşı yıllarında rejimin ırkçı-Türkçülüğe karşı yaklaşımı esas olarak Almanya ile Sovyetler Birliği arasındaki ilişkilere göre şekillenmişti. Almanların ilerlediği dönemlerde ırkçılık yükselmiş, tersi olduğunda ırkçı hareketlere mesafe konulmuştu. Bu bağlamda, 1944 Turancılar Davası, dünyada faşizmin, ırkçılığın suçüstü yakalandığı ve lanetlendiği döneme denk düşüyordu. Her ne kadar bu davada ceza alanlar 1945 sonrası Batı Bloku ile kurulan ilişkiler sayesinde Sovyetler Birliği’nin bir tehdit olmaktan çıkması üzerine beraat ettirilmişlerdi ama artık kimsede açık açık faşist tezleri destekleyecek cesaret kalmamıştı. Dolayısıyla ırkçı Türkçüler söylem değiştirdi.
DEĞİŞEN SÖYLEM
Artık ‘Turancılık’ yerine ‘milliyetçilik’; ‘Bozkurtlar’ yerine ‘milliyetçiler’; ‘Türk ırkı’ yerine ‘Türk milleti’ diyorlar, yeni tezlerini Millet, Orhun, Kopuz, Büyük Doğu, Hareket gibi yayın organları, Türk Gençlik Teşkilatı, Kıbrıs Türk Kültür Derneği, Komünizmle Mücadele Derneği gibi örgütler aracılığıyla kitlelere yaymaya çalışıyorlardı. Alparslan Türkeş ve kurmaylarının 1965’te ele geçirdikleri Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin (CKMP) ismini 1969’da Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirmesi ve paramiliter faşist ‘ülkücü’ gençlik örgütlerinin çekirdeğini oluşturan ‘komando kampları’nı kurmasıyla ırkçı-Türkçülük yeni bir dönemece girmişti.
Başbuğ Alparslan Türkeş’in , CKMP’nin 1968 yerel seçimlerde Türkiye’de ilk belediye başkanlığını kazandığı Tercan’ı Ziyareti
‘DEJA VU’ ETKİSİ
1970’lerde yerli ve yabancı istihbarat servisleri tarafından ustaca yönlendirilen ‘ülkücüler’ tarafından Alevi ve Sünnilerin bir arada yaşadığı Orta Anadolu şehirlerinde çıkarılan kanlı çatışmalar, kamuoyunu 1980 darbesine hazırlamakta önemli bir işlev görmüştü. AK Parti ile MHP arasındaki ‘türban-başörtüsü’ konusundaki ittifak sırasında TÜSİAD Başkanı Arzuhan Yalçın Doğan, MHP’nin demokrasi siciline dikkat çekmişti ama, kendi demokrasi sicili de hiç parlak olmayan bir kesimin temsilcisi olduğu için olsa gerek, kimse üstünde durmamıştı. Bu haftayı, son dönemde bazı Anadolu şehirlerinde ‘Ülkücü-Kürt öğrenci çatışması’ diye kodlanan çatışmaları yorumlamakta belki faydası olur diye 30 yıl öncesinin olaylarına ayırdık.
27 Mayıs 1960 darbesinden sonra ortaya çıkan özgürlük atmosferinde sadece solcular değil, milliyetçiler ve dinciler de hızla örgütlenmeye başlamışlardı. 1961’de Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü ile isim babalığını Necip Fazıl Kısakürek’in yaptığı Anadolu Kulübü kuruldu. 1962’de kurulan Türkçüler Derneği, 1964’te yerini Türkiye Milliyetçiler Derneği’ne bıraktı. 1965’te muhafazakâr-dinci çizgideki 1000 Temel Eser Dizisi yayınlanmaya başladı. Aynı yıl Alparslan Türkeş ve kurmayları Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ni (CKMP) kontrollerine aldılar, partinin adını 1969’da Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) olarak değiştirdiler. Paramiliter faşist ‘ülkücü’ gençlik örgütlerinin çekirdeğini oluşturan komando kamplarını kurdular. 1970’lerde faaliyete geçen Milli Türk Talebe Birliği, Yeniden Milli Mücadele Derneği, Kültür Ocakları, Milli Gençlik Vakfı ve Ülkü Ocakları gibi örgütler, Türk-İslam sentezci öğrencilerin bir araya geldikleri çatıları oluşturdu.
AYDINLAR OCAĞI
Ankara Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi hocalarından Fuad Köprülü ve Zeki Velidi Togan gibi Türkçü ideologların öğrencisi olan ve doktorasını Selçuklu Sultanı Melikşah üzerine veren Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu, öğretim üyelerine ve aydınlara hitap edecek bir oluşum arayışına girmiş ve 1969’da 70’e yakın fikir adamını 2. Milliyetçiler Kurultayı’nda buluşturmuştu. Bu tarihten sonra bir yıl boyunca sürekli toplantılar yapan muhafazakâr aydınlar, sonunda Süleyman Yalçın’ın isim babalığını yaptığı Aydınlar Ocağı’nı kurdular. Kuruluş için DP’nin iktidara gelişinin 20. yıldönümü olan 14 Mayıs 1970 seçmişlerdi. Aynı tarihlerde faaliyette olan İlim Yayma Cemiyeti ile dirsek teması içinde, resmî ideoloji yapımında önemli roller üstlenen Aydınlar Ocağı’nın kurucularından ve uzun yıllar yöneticilik yapan Süleyman Yalçın’a göre “Türkün en kısa tarifi, Türkçe konuşan Müslüman” şeklindeydi.
İbrahim Kafesoğlu ve Ahmet Kabaklı
SEYYİD AHMET ARVASİ
1970-1980 arasında MHP Genel İdare Kurulu üyesi olan Ağrı-Doğubeyazıtlı Nakşibendî eğitimci Ahmet Arvasi (ö. 1988) Türk-İslam Sentezi’ni ‘Türk-İslam Ülküsü’ adıyla yeniden tarif etti. Arvasi’ye göre İslam dini ‘biyolojik ırk’ gerçeğini inkâr etmiyor, ancak bir Batı-Hıristiyan kavramı olan ‘biyolojik ırkçılığı’ reddediyordu. Arvasi’nin biyolojik ırkçılığı reddederken yerine koyduğu kavram ‘bir milleti teşkil eden fertlerin, ailelerin sınıf ve tabakaların soy birliği şuuru demek olan içtimai ırkçılık’ idi. Kimse biyolojik verasetini tâyin irâdesine sahip değildi ama içtimaî ırk tercihe açıktı. Ve adeta ‘Allah’ın bir ayeti olan’ bu görüş en veciz şekilde Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm diyene” sözüyle ifade edilmişti.
Seyyid Ahmet Arvasi
BATILILAŞMAYA PANZEHİR
Eski sentezcilere yeni ‘ülkücülere’ göre ‘Türk Kültürü’ çok eski, dünya tarihinde önemli yeri olan, gelenekleri olan, coğrafi açıdan yaygın, cihan hâkimiyetini sağlamış bir kültürdü. Türkler, beyaz ırktan, insancıl, adil, hiçbir zaman kan dökmemiş, hoşgörülü, laik, zayıflara, yaşlılara, kadınlara, aileye ve orduya saygılıydı. Din ‘milleti millet yapan’ değerlerin en başta geleniydi. Din sayesinde, ‘Müslüman Türk’, ‘nefsini bilen’, ‘kendini bilen’, ‘Rabbini bilen’ ‘fazilet sahibi’ nesiller yetiştiriyordu. Din, Türk’ü kendisine yabancılaşmaktan ve Batı’ya benzemekten kurtaran en önemli öğeydi. İslamiyet adeta Türkler için indirilmiş bir dindi, çünkü İslam uygarlığıyla Türklerin İslamiyet öncesi kültürleri arasında büyük benzerlikler vardı. Bunlar, tek tanrı inancı, ruhun ölümsüzlüğüne inanç, adalet duygusu, aile ve ahlakın önemiydi. Türkler de İslamiyet’e büyük ‘hizmetler’ yapmıştı. Bunlardan en önemlisi Haçlı Seferleri’ni durdurmalarıydı. Eğer bu olmasaydı, İslamiyet yerine Hıristiyanlık ‘cihan’ hâkimi olurdu!
SENTEZCİ DARBECİLER
Türk-İslam Sentezi, 1980 darbesi sonrasında olağanüstü koşulların yaşandığı bir dönemde, yitirilen toplumsal düzenin yeniden sağlanacağı ve birliğin ve bütünlüğün ilelebet korunacağı vaadini örgütleyerek ideolojik ufkunu çizdi. Darbe sonrasında TTK’nin yerine açılan Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu (AKDTYK) Türk İslam sentezinin en önemli ideoloji üretim merkezi oldu. Yedi kişilik yönetim kurulunun Cumhurbaşkanı tarafından atanan dört üyesi Türk-İslam sentezcisiydi. Kurumun 20 Haziran 1986 tarihli 10. oturumunda sunulan raporda Türk kültürü, Asyalı ve Müslüman olarak tanımlanıyordu. ‘Soydaşlar’, ‘Dış Türkler’, ‘Pan Turancılık’, ‘Türklerin İslamiyet’e hizmetleri’ gibi kavramlar bu tarihten sonra daha sık kullanılmaya başladı. 1990 sonrasında Komünist Blokun yıkılması Türkçülere ‘sonunda doğrulanmış oldukları’ duygusu yaşatmıştı. Öyle ki, Orta Asya kökenli Şamanizm ve Ahmet Yesevi düşüncesi Aleviler, Kemalistler ve solcular arasında bile yaygınlaşmaya başlamıştı. Yıllardır savundukları tezlerin toplumun geneline yayılması onları gururlandırmıştı. ‘İslam’da reform’ ve ezanın Türkçeleştirilmesi çağrıları sentezin bu dönemdeki yeni açılımları oldu.
SENTEZİN SOKAKTAKİ TEZAHÜRÜ: ÜLKÜCÜ TERÖRÜ
1970’lerde sentezin kitlelere yansıması çok kanlı oldu. MHP, Necmettin Erbakan’ın Milli Selamet Partisi’ne (MSP) oy vermiş olan kitlenin bir bölümünün MHP’ye yönelmesini sağlamak için ünlü ‘3K’ (Kızılbaş-Kürt-Komünist) formülünü ustaca parti söylemine dâhil etmişti. Nitekim, 1973 seçimlerinde yüzde 11,8 oranında oy alan MSP, haziran 1977’de 8,6’ya gerilerken, MHP oyunu 3,4’ten 6,4’e yükseltti. Bu oy artışı MHP’yi yeni bir stratejiyi uygulamak konusunda cesaretlendirdi. Alevi ve Sünnilerin birlikte yaşadığı, sanayileşmesi gecikmiş Orta ve Doğu Anadolu bölgelerinde milliyetçi çevrelerin önderliğinde yaratılacak ‘iç savaş’ koşulları gerekçesiyle ordu ve MHP’nin içinde olduğu bir iktidar bloğu oluşturulmaya çalışmaları başladı.
MALATYA’DA 17 BOMBA
Bu stratejinin ilk adımı MHP’nin 15 Nisan 1978’de Ankara’da yapacağı Büyük Yürüyüş’tü. Yürüyüşten bir hafta önce hepsi Ankara’dan olmak üzere, Pazarcık, Adana, Adıyaman ve Malatya’da Sünni ve Alevi kesimlerden saygın kişilere bombalı paketler gönderilmişti. CHP Pazarcık İlçe Eski Başkanı Memiş Özdal paketi şüphelenerek almadı ama PTT’de patlayan paket bir görevlinin ölümüne neden oldu. Adana’da Ahmet Akalın’a gönderilen bomba etkisiz hale getirildi. O sırada tenzil-i rütbe ile Adıyaman Emniyet Müdür Yardımcılığı’na atanmış olan (geleceğin içişleri bakanı) Abdülkadir Aksu’ya gönderilen paket ise alıcısına ulaşmadan İçişleri Bakanlığı tarafından ele geçirildi ve Scotland Yard uzmanlarının yardımıyla imha edildi. Bu arada, halkın galeyana getirilmesi mümkün olmadığı için olsa gerek, 15 Nisan Büyük Yürüyüş’ü fiyasko ile sonuçlandı.
HAMİDO’NUN ÖLDÜRÜLMESİ
Ancak hesaplar Malatya’da tutacaktı. Çünkü 14 nisandan itibaren büyük bir gerilim içine sokulan Malatya’nın çeşitli yerlerinde 17 bomba bulunmuştu. Dahası, şehrin sağ eğilimli Belediye Başkanı Hamit Fendoğlu, 7 nisanda kendisine gönderilen bombalı paketi 14 nisanda aldığı halde işlerinin yoğunluğu yüzünden ancak ayın 17’sinde açmış, patlayan bomba ‘Hamido’ lakaplı Fendoğlu’yla birlikte iki torunu ve gelininin de ölümüne sebep olmuştu. Nihayet beklenen hareketlilik sağlanmıştı. 18 nisan sabahı çevre il ve ilçelerden Malatya’ya akın eden 20 bin kişi Malatya sokaklarında ‘Dan dan, intikam!’, ‘Müslüman Türkiye!’, ‘Kahrolsun Komünizm!’, ‘Katil Ecevit!’ sloganlarıyla şehri talan etti. 19-20 nisan günlerinde devam eden çatışmalar sonucunda aralarında faşistlerin de bulunduğu sekiz kişi öldü, 100 kişi yaralandı.
Hamit Fendoğlu
SİVAS’TA 9 ÖLÜ, 350 YARALI
Bunu Sivas olayları izledi. Gerilimin ilk işareti 11 Eylül 1978’de Alevi-Kürtlerin yoğun olarak bulunduğu Divriği ilçesinde Ramazan Bayramı’nın arifesinde bir caminin duvarlarına orak-çekiç çizilip bir bomba koymasıyla verilmişti. ‘Aleviler camiyi bombaladı’ denilerek başlatılan kışkırtma ertesi yılın Ramazan Bayramı arifesinde benzer bir gerekçe ile tekrarlandı. 4 eylül günü sabahın ilk saatlerinde farklı camilerde kılınan bayram namazları esnasında ‘Komünistler, Kızılbaşlar kardeşlerimizi öldürdü’, ‘Müslüman yok mu?’, ‘Allah’ını seven bizimle gelsin!’, ‘Kanımız aksa da zafer İslam’ın’ sloganları atarak camilerde toplanan halk, faşistlerin kışkırtması ise galeyana geldi. Sonuç dokuz ölü, 350 yaralı idi.
MARAŞ’TA KİTLESEL KATLİAM
Ama daha korkuncu yoldaydı. Alevi yurdu diye bilinen Kahramanmaraş’ta, 3 Nisan 1978’de ülkücüler tarafından öldürülen Alevi dedesi Sabri Özkan’ın cenaze töreninden beri süren gerginlik aralık ayında zirveye ulaş(tırıl)mıştı. Görevli olduklarını söyleyen bir takım kişiler, Alevilerin ve solcuların oturdukları semtlerde, bir tür nüfus sayımı yaptıklarını söyleyerek konutları dolaşmışlar, yeni numaralar verdikleri kapıları kırmızı boyayla işaretlemişlerdi. Bazı bölgelerde ise PTT görevlisi olduklarını söyleyen kişiler kapılara işaret koymuşlardı. Müftü de resmî araçla şehri dolaşıp kışkırtıcı konuşmalar yapmıştı. 19 Aralık gecesi, ‘Esir Türkler Haftası’ vesilesiyle Türkiye’de Ülkücü Gençlik Derneği (ÜGD) tarafından tüm Türkiye’de eş zamanlı gösterilen Sovyetler Birliği aleyhtarı Güneş Ne Zaman Doğacak? adlı filmin gösterimi sırasında Kahramanmaraş’taki Çiçek Sineması’na düşük tesirli bir bomba atıldı. Bir grup faşist ‘Müslüman Türkiye!’ sloganlarıyla CHP İl binasına saldırdı. 20 aralıkta Yenimahalle’de Alevilerin gittiği Akın Kıraathanesi’ne bomba atıldı. 21 aralıkta öldürülen iki solcu öğretmenin cenaze töreninden sonra yürüyüşe geçen grup karşılarında ‘Komünistler geliyor! Komünistler Ulu Cami’yi yakıyor!’, ‘Ordu bizimle beraber!’, ‘Neden duruyorsunuz, sizde din iman yok mu? Din elden gidiyor!’ Yürüyün, komünistleri öldürelim!’, ‘Alevilere ölüm!’, ‘Yaşasın Türkeş!’ diye bağıran 10 bin kişilik faşist grubu bulmuştu. Belediye hoparlöründen yapılan anonsla saldırı başlarken MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş Ankara’da İka haber ajansına şöyle diyordu: “Hükümetin düşmesi belki yarın belki yarından da yakındır.” 23-24 aralık günleri arasında, baltalı, palalı saldırganlar tarafından, resmî rakamlara göre ölü sayısı 111, gayri resmî kaynaklara göre bunun en az iki katı insan, doğranarak, işkence edilerek, yakılarak katledildi. Çok sayıda kadına tecavüz edildi, göğüsleri kesildi. 552 ev ve 289 işyeri tahrip edildi.
HÜKÜMETİN BECERİKSİZLİĞİ
Süleyman Demirel olaylardan sonra kendisini sıkıştıran gazetecilere ünlü cevabını vermişti: “Bana sağcılar adam öldürüyor dedirtemezsiniz!” Daha açık sözlü olan Tercüman gazetesi yazarı Ahmet Kabaklı ise olayları şöyle nitelemişti: “Binicisini beğenmeyen asil bir kısrağın şahlanışı!” Olaylar boyunca sesi çıkmayan CHP’li İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı daha sonra hazırladığı raporda katliamları şehre seyyar piyangocu olarak gelen 26 kişinin planladığını söyleyecekti. Olaylardan sonra Ecevit Hükümeti’nin tek yaptığı 13 ilde sıkıyönetim ilan etmek oldu.
Bülent Ecevit ve Süleyman Demirel
ÇORUM’DA İKİNCİ KİTLESEL KATLİAM
Tedavi gördüğü kanser hastalığı yüzünden ölmesi an meselesi olan MHP Genel Başkan Yardımcısı Gün Sazak’ın bilinmeyen kişilerce 27 Mayıs 1980 günü Ankara’da öldürülmesiyle doğan gerilimin ‘meyveleri’ Çorum’da toplandı. Haziran ayı boyunca Çorum kent merkezinde ve çevre köylerde gerginlik tırmandırıldı. 4 temmuz cuma günü ‘Komünistler Alaaddin Camii’ne bomba attılar’ söylentisinin yayılması ve bunun TRT’nin 19:00 bülteninde yer almasıyla başlayan saldırıda saldırganlar ‘Kanımız aksa da zafer İslam’ın’, ‘Kana kan, intikam’, ‘Müslüman Türkiye’ sloganları atıyorlardı. Bilânço çoğu Alevi 50’den fazla ölü 100 civarında yaralıydı. 100’den fazla işyeri de tahrip edilmişti.
Gün Sazak ve Alparslan Türkeş
VE BEKLENEN DARBE
Kasım 1979’da AP azınlık hükümetini kuran Süleyman Demirel, gazetecilere olayların ‘komünistlerin tahrikiyle’ çıktığını söylemiş ve “Çorum’u bırakın Fatsa’ya bakın” demişti. Mesaj alanlar gözlerini Fatsa’ya çevirmişlerdi ki 12 Eylül 1980 darbesi oldu. Türkiye’yi kana bulayan olaylar bıçak gibi kesildi. Sıra, itinayla pişirilen bu acı yemeği sağcısıyla solcusuyla tüm Türkiye’ye yedirmeye gelmişti.
1980 Askeri Darbesi
MARAŞ YARGILAMALARI
Diğer olayların failleri bulunamamıştı ama Kahramanmaraş olaylarından dolayı 804 kişi hakkında dava açıldı. Ancak bunların çoğu böyle bir olayı tertipleyecek nitelikte olmayan, ev hanımı, çöpçü, biletçi gibi sıradan insanlardı. Bu sanıklardan 29’u ölüm cezasına, yedisi müebbet hapse, yedisi 15-24 yıl arasında, 29’u 10-15 yıl, 259’u da beş ila10 yıl arasında, 26’sı ise bir-beş yıl arasında hapis cezası aldılar. 379 kişi davadan beraat ederken 68 kişi firarda olduğu, veya dava sırasında ölmüş olduğu için davaları düştü. Ölüm ve müebbet hapis cezaları dışındakilere 1/6 oranında cezai indirim uygulandı. Ancak mahkemenin kararı Yargıtay tarafından bozuldu. Yeniden yargılama yapıldıktan sonra, dosya hafif cezalarla kapatıldı. 1991’de çıkan Terörle Mücadele Yasası’nda yapılan değişiklikle katliam sorumlularının hepsi salıverildi. Olaylardan hemen sonra Ankara’daki Ülkücü Gençlik Derneği Genel Merkezi’ni telefonla arayarak durumu rapor ettiği iddia edilen Ökkeş Kenger (olaylardan sonra Şendiller soyadını almıştı) beraat ettikten sonra MHP ve BBP’den milletvekili olarak meclise girdi. Yıllar sonra İçişleri Bakanı İrfan Özaydınlı’nın raporunda olaylar sırasında Maraş’ta oldukları belirtilen bazı isimler Susurluk Olayı’nda tekrar karşımıza çıktılar.
Kahramanmaraş Olayları, 1978
MİT RAPORU
20 Aralık 2006 tarihinde, Bülent Ecevit, 1979’dan beri kasasında sakladığı bir belgeyi gazeteciler Can Dündar ve Rıdvan Akar’a açıkladı. Üzerinde ‘çok ciddi bir kaynaktan verilmiştir’ notu bulunan belgede ‘CHP iktidarı devraldıktan sonra vuku bulan büyük olayların (Malatya, Sivas, Kahramanmaraş) çıkacağına dair bir-iki ay evvelinden haber verilmediğinden yüzlerce vatandaşımızın can ve mal kaybına sebebiyet vermişlerdir. Önceden haber vermek bir tarafa olayın yaratılmasında en etkin rol oynamışlardır. Nitekim Kahramanmaraş olayı MİT’ten …, …, …, … ’in (isimler gazeteci Can Dündar ve Rıdvan Akar tarafından gizlenmişti) müşterek planlamaları ile çıkarılmıştır. Türkeş oraya …’in tavassutuyla …’u tayin ettirerek Güney Bölgesi’ni ele geçirmiş ve Maraş olayını rahatlıkla tertip ettirmiştir. MİT olayın içinde olmasaydı Maraş’tan her türlü istihbaratı aylar evvel alır ve olayın zuhur etmesine meydan vermezdi. MİT, CHP zamanında büyük olayları yapan ve yaptıran MHP’lilere ait bilgileri saklamış, sıkıyönetim mahkemelerine sadece sola ait raporların verilmesi hususunda Türkeş, MİT’teki elemanlarına talimat vermiştir’ yazıyordu. Ökkeş (Kenger) Şendiller, “Bu belgeden anlaşıldığı üzere, MİT, rahmetli Türkeş ve Ecevit ciddi olarak zan altındadır. O zaman MİT’in başında Adnan Ersöz Paşa vardı. Bu münasebetle TSK da zan altındadır. Eğer bu belge gerçekse olayın üzerine muhatapları ve vârisleri gitmeli ve gerçekler ortaya çıkarılmalıdır” dedi. Ancak tahmin edileceği üzere kimse olayın üstüne gitmedi.
Bülent Ecevit
(Ayşe Hür, Taraf, 13-04-2008)

http://www.arastiralim.net/ilk/tanri-dagi-kadar-turk-hira-dagi-kadar-musluman.html



15 16 HAZİRAN OLAYLARI;



15-16 HAZİRAN EYLEMİ
Yeni Harman Dergisi, Haziran 2009
Yıldırım Koç

1) 27 Mayıs'tan 12 Mart'a dek uzanan süreçte işçi sınıfının maddi koşulları, örgütlenme ve bilinç düzeyi ne yönde gelişti? 15- 16 Haziran'a nasıl gelindi?
Y.Koç: Bu dönem, kapitalizmin Altın Çağı’ydı; sürekli ekonomik büyüme, düşük oranlı işsizlik ve Soğuk Savaş yıllarıydı. Ayrıca, bu yıllarda Federal Almanya’nın işgücü açığını kapamak için yaklaşık 1 milyon kişi, çalışmak üzere yurtdışına gitti. Bu da, işgücü piyasasını rahatlattı, ücretlerin yükselme eğilimini güçlendir di. Bu dönemde ithal ikameci sanayileşmeye bağlı olarak, ücretlilerin sayısı arttı. Ancak ücretlilerin önemli bir bölümü tam mülksüzleşmiş değildi. Köyün itmesinden çok, kentin çekmesi sonucu kente göçen, köyde toprak mülkiyetiyle bağları bir ölçüde süren, kafaları yarı köylü insanlardı. Kamu kesiminde toplu sözleşmelerle ücretler hızla yükseldi, sendikalaşma oranı hızla arttı. Memur statüsünde istihdam edilenlerin aylıklarında ise 1970 yılında personel reformu ile önemli artışlar sağlandı. Özel sektörde de bir sendikalaşma eğilimi görüldü. Özel sektör işçilerinin ücretleri de yükseldi.
Kamu sektörü işçileri bu dönem genellikle sessizdi. 1965 yılında memur sendikaları kuruldu. Özellikle Türkiye Öğretmenler Sendikası anti-emperyalist tavrıyla geniş bir kitleyi etkiledi. Ayrıca, 1969 yılında gerçekleştirilen Büyük Öğretmen Boykotu da gerçekte işçi sınıfımızın ilk genel grevidir.

Özel sektör işçileri ise ücretlerini (kamu kesimindekilere özenerek) artırmaya çalışırken, sınıf mücadelesine zorlandı; TÜRK-İŞ’in kamu kesiminde işe yarayan uzlaşmacı tavrı, özel sektör işyerlerinde yetersiz kaldı ve sınıf mücadelesini temel alan yeni arayışlar gündeme geldi.
27 Mayıs’tan ve özellikle 1961 yılında sendikacılar tarafından kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin 1962 yılı Şubat ayında Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Sadun Aren ve Nihat Sargın’ın yönetimine devredilmesinden sonra işçi sınıfımız sosyalist hareketle daha yakın bağlar kurdu. 1962 yılında TİP’in yönetimine gelen bu kişiler, Türkiye Komünist Partisi’nin önemli üyeleriydi. TİP’in 1965 genel seçimlerindeki başarısı ve işçi sınıfı içindeki çalışmaları,
1967 yılında Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun doğmasında etkili oldu. 1968-1970 döneminin belirgin özelliği ise işyeri işgalleriydi. 1968 yılında İstanbul Üniversitesi’nde başlayan işgaller, birkaç hafta sonra işyeri işgallerini de tetikledi. 1968-1970 dönemi işgalleri ve işçi sınıfımızın İstanbul-İzmit bölgesinde özel sektörde çalışan kesimlerinin militanlaşma eğilimi, hakım sınıflar ve TÜRK-İŞ tarafından engellenmek istendi.

15-16 Haziran olaylarına yol açan mevzuat değişiklikleri bu çerçevede gündeme geldi. 15-16 Haziran olayları, farklı işkollarındaki işçilerin, yasaların kısıtlamalarını aşarak, oy verdikleri siyasal partilerin çizgisine tümüyle ters ve siyasal amaçları öne çıkaran eylemi olması açısından önemlidir. İşçi sınıfımızın bir kesimi bu eylemler sırasında sosyalist siyasal hareketle de ortaklaştı.

2) Bu sürecin temel özelliklerini, kilometre taşlarını nasıl özetleyebiliriz? Temel
dinamiklerin var olan sendikal hareketle ilişkisi ne düzeyde idi ya da tersinden sendikaların ya da sendikal hareket içindeki önemli figürlerin bu süreçle ilişkisi ne düzeydeydi? Y.Koç: 1961 Anayasasının 46. ve 47. maddeleri önemli haklar sağladı. 1963 yılında Bülent Ecevit’in çalışma bakanlığı döneminde çıkarılan 274 sayılı Sendikalar Yasası ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Yasası ile Anayasa’da yer alan hakların  kısıtlanarak kullanılması sağlandı. 1964 yılından itibaren kamu kesiminde bağıtlanan toplu iş sözleşmeleriyle ücretlerde önemli artışlar sağlandı; diğer alanlarda önemli kazanımlar elde edildi. Sosyalist-komünist hareketin işçi sınıfının bazı kesimlerinde ilişkileri arttı. 

1965 seçimlerinde anti-emperyalizmi temel alan TİP, oyların yüzde 3’ünü aldı. TİP’in 1966 Malatya kongresinde programa sosyalizm eklendi. 
1967 yılında DİSK kuruldu. 
1965-1971 döneminde Devlet Personel Sendikaları Kanunu çerçevesinde memur sendikacılığı gelişti.
1968-1970 döneminde fabrika işgalleri yaygınlaştı. DİSK’in faaliyetini kısıtlamaya yönelik çabalar arttı. 
15-16 Haziran olayları sonrasında 4300 dolayında işçi önderi işten çıkarıldı ve
kara listeye alındı. Aynı yıl Ekim ayında Çukurova’daki işçi eylemlerinin ardından işçi sınıfı ve sendikacılık hareketi sessizliğe büründü. Bu dönemde TÜRK-İŞ genellikle sessizdi.
DİSK’in yönetimindeki kadro ise TİP’le ilişkili olmakla birlikte, sosyalistlerin sendikalardaki çalışmalarına fazla olanak tanımıyorlardı. Sosyalist-komünist kadroların DİSK ve bağlı sendikalardaki doğrudan etkisi sınırlıydı. 15-16 Haziran olayları da DİSK merkez yönetiminin kararıyla değil, DİSK tabanındaki sosyalist unsurların çabalarıyla başladı. DİSK yönetimi, olaylardan ancak olayların başlaması sonrasında haberdar oldu ve gösterilerin sertleşmesini önlemek için çaba gösterdi.

3) Devrimci gençliğin 15- 16 Haziran'da kritik bir rol üstlendiğini görüyoruz. Sizin "İşçileri sokağa döken' güç, Dev-Genç değildi; ama Dev-Genç'liler hareketin gelişmesinde önemli bir rol oynadılar" şeklinde bir tespitiniz bulunuyor. 15- 16 Haziran ve Dev-Genç ilişkisine dair değerlendirmeniz nedir?
Y.Koç: Bu dönemde sosyalist-komünist hareket ağırlıklı olarak gençlik içinde etkiliydi. Gençliğin en önemli örgütlenmesi de Dev-Genç idi. Dev-Genç’te etkili olan siyasal hareketler bu dönemde işçi sınıfı ile bağlantı kurma çabasındaydı. Sürekli ve kalıcı ilişkiler yok denecek kadar azdı. Ancak bir kez işçi eylemliliği başlayınca, Dev-Genç kadroları bu eylemliliği etkileyebildiler.

4) Bugün gelinen noktada küresel krizin de göz ardı edilemez etkisiyle beraber işten çıkarmaların, örgütsüzlüğün ve güvencesiz çalıştırmanın yaygınlaştırıldığını görüyoruz. Dünyada toplam işgücünün minimum %60’ı (1,8 milyar kişi) kayıt dışına itilmiş durumda ve bu alanda kadınlar çoğunluğu oluşturuyorlar. Türkiye’de kamu emekçilerini de hesaba katacak olursak toplam da ancak 1,5 milyon emekçi sendika üyesi. Yasa dışı bir biçimde çocuk emeği kullanımı hem ülkemizde hem de tüm dünyada giderek yaygınlaşıyor. Dolayısıyla bugün, yapıla gelen sınıf tanımının dışında bırakılan kesimleri de içermeye çalışan ve geleneksel örgütlenme biçimlerinden farklı olarak başka alanları da zorlayan
sendikal hareketler ortaya çıktı. Örgütlenme biçimlerine dair sizce bugün üzerine yeniden düşünmemiz gerekenler neler?

Y.Koç: İşçi sınıfı, ana gelir kaynağı işgücü satışı olan insanlardan oluşuyor. Kamu
emekçisi olarak nitelendirilen memur ve sözleşmeli personel de, Cumhuriyetin ilk yıllarından beri işçi sınıfının bir parçasıdır. Dönemin koşulları, 1926 yılında kabul edilen Memurin Kanunu aracılığıyla işçi sınıfının en nitelikli ve eğitimli unsurlarının bir işçi aristokrasisine dönüştürülmesini sağlamıştır. Ben bu konularda geleneksel tanımların doğru anlatıldığı taktirde günümüzdeki gelişmeleri açıklamak için yeterli olduğunu düşünüyorum. İşgücünü
satarak yaşamını kazananlar işçi sınıfını oluşturur. İşsizler, işgücünü satmak isteyen ve henüz satamayanlardır. Emekli işçiler ve memurlar ise, geçmişte işgücünü satmış olanlardır. Çocuk işçiler de işgüçlerini satıyorlarsa işçi sınıfının parçasıdır. Sendikacılık hareketi canlıdır. Değişen koşullara göre biçim, yapı ve işleyişleri (genellikle biraz gecikmeli olarak) değişir. Şimdi yine böyle bir dönemden geçiyoruz. İşçi sınıfının örgütlenmesinde dernekler ve siyasal partiler de etkili olabilir. Ancak daha etkili olan  araç, sendikalardır. Sendikaların politikaları ve ittifakları değişebilir; günümüzde de değişmelidir.

 5) Krize, öncesinde de Türkiye’de toplumsal yaşamı neoliberal ilkelere göre
düzenleyen sosyal güvenlik ve istihdam paketine dair verilen tepkiler ne yazık ki yeterli düzeyde değildi. Yerelde pek çok direniş, grev, iş bırakma hatta bazen fabrika işgalleri gerçekleşse de verilen tepkiler genelde sınırlı kaldı. Türkiye’de mevcut sendikal örgütlülüğü göz önünde bulundurduğumuzda daha kapsayıcı bir sendikal örgütlülüğün ve toplumsal muhalefetin gelişebilmesinin önündeki en önemli engeller nelerdir?

Y.Koç: Mevzuat konusunda bir sorun yok. Anayasanın 90. maddesinde 2004 yılında değişiklik sonrasında Uluslararası Çalışma Örgütü Sözleşmeleri doğrudan uygulanırlık kazandı. Diğer bir deyişle, uluslararası sözleşmelerle iç mevzuatımız ın çeliştiği durumlarda, iç mevzuat ”YOK” sayılacak ve uluslararası sözleşme doğrudan uygulanacak. Ancak ne yazık ki sendikacılarımızın, sendika hukukçularımızın ve hatta üniversitelerde iş hukuku alanında çalışan öğretim elemanlarının çoğu, bu gelişmeden yeterince haberdar değil. Sendikalar alanında günümüzün belki en önemli sorunu, yolsuzluklar. Yolsuzluklar hem bazı sendikacıları paranın esiri yapıyor, hem de yolsuzlukları tespit ederek bunları şantaj aracı olarak kullanan kişi ve kuruluşlara bağımlı kılıyor. Sendikaların mali yapılarının şeffaflaştırılması, hırsızlık ve yolsuzluğa bulaşanların ibret-i alem için etkili bir biçimde cezalandırılması gerekli.
Sendikaların daha açık bir anti-emperyalist tavır benimsemeleri ve ittifak politikalarında emperyalizm karşıtlığını temel almalarının da önemli olduğunu düşünüyorum. 


http://www.yildirimkoc.com.tr/usrfile/1323897397a.pdf


26 CI BÖLÜM İLE DEVAM EDECEK.


..