NECMETTİN ERBAKAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
NECMETTİN ERBAKAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

30 Temmuz 2017 Pazar

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 18

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM  SİSTEMİNE ETKİLERİ BÖLÜM 18

 3.2.2.3. Libya Gezisi ve yaşanan Kriz 

 Necmettin Erbakan, Başbakan olarak ilk resmi gezisini KKTC’ye yapmış ve daha sonrasında ise Ağustos ayı içersin de Müslüman ülkelere gerçekleştirdiği ikinci 
yurtdışı gezisini 1996 yılı Ekim ayı içersin de Mısır, Libya ve Nijerya’yı kapsayacak şekilde yapmıştır. 10 gün süren bu gezi programında özellikle Libya gezisinde meydana gelen olaylar basında yoğun olarak eleştirilmiştir (Komisyon,2012, s.61). 

Başbakan Necmettin Erbakan’ın ilk yurtdışı gezisini İran’a yaparak kaybettiği prestiji Libya gezisi ile yeniden kazanmayı hedefliyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.159). Bu ziyaret asker tarafından tepki ile karşılansa da ama asıl sorun Başbakan Erbakan’ın Libya lideri Kaddafi ile görüşmesi sırasında ortaya çıkacaktı. Libya, Erbakan’ın Afrika ülkelerine yapacağı gezinin ikinci durağını teşkil etmekteydi. Basın ve yayın kuruluşları gezi programı ile ilgili “Saltanat Gezisi” yorumunda bulunulmuş olmakla beraber Afrika ülkelerine yapılan gezinin ilk durağı olan Mısır’da ki resmi karşılama töreninde bayrağımızın göklere çekilmemesi ile patlak vermiş ve gezinin ikinci durağı olan Libya ile daha da alevlenmiştir. Tansu Çiller bu durum karşısında “Mısır’da hava karardığı için direğe bayrak çekilmemiştir” derken meclisteki muhalefet grupları adeta ateş 
püskürüyorlardı (Birand, Yıldız, 2012, s.159). Yaşanan bu bayrak krizi, Mısır ile yapılan iki milyar doları aşkın ticaret anlaşmasını da gölgede bırakmıştır. Bu durum siyasetteki tansiyonu yükseltmekle kalmamış gezini ikinci durağı olan Libya’da adeta bir krize dönüşecektir. 

Başbakan Erbakan ilk görüşmesini dönemin Başbakanı Abdulmecid El Gaud ile yapmıştır bu görüşmede Türk müteahhitlerinin alacaklarının ödenmesi için girişimlerde bulunulmuştur aynı zamanda bu görüşmelerde iki ülke arasında “iman bağı ve derin muhabbet bulunduğu” belirtilmiştir. Batı tarafından terörist ilan edilen ve dışlanan Libya ile iyi ilişkiler kurmak gerektiğine vurgu yapılmıştır (Akpınar, 2004, s.104). Müteahhitlerin 160 milyon alacağı vardı ve bunların tahsili için girişimlerde bulunuluyordu (Yıldırım, 2010, s.96). Libya lideri Kaddafi, başka ülke müteahhitlerine ödeme yaptığı halde, Türk müteahhitlerin parasını ödememektedir (Özgan, 2008, s.64). Başbakan Erbakan’ın Kaddafi ile görüşmesinde ki amaç ise, uzun süredir Libya’dan alacaklarını tahsil edemeyen Türk müteahhitlerine yardımcı olmaktı. Ancak Libya liderinin bir başka şov hazırlığı içerisinde olduğu bilinmiyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.160). 

RP’li Devlet Bakanı Abdullah Gül ve DYP’li Devlet Bakanı Namık Kemal Zeybek, Başbakan Erbakan'dan önce Libya'ya yaptıkları geziden pek hoş izlenimlerle 
dönmemişlerdir. Libya adeta herkesin kara listesindedir. Libya'daki Türk Büyükelçisi Ateş Balkan, “uluslararası koşulların ve Libya liderliğinin içinde bulunduğu bu durumun, Türkiye başbakanının ziyaret etmesine uygun olmadığı yolunda” Ankara’ya mesajlar geçmiştir. Libya, 1988'de iki ajanının Pan-Am 103 sefer sayılı yolcu uçağının İskoçya, Lockerbie üzerinde patlatılarak düşürülmesinden sorumlu tutulduğu için uluslararası kara listeye alınmıştır (Özgan, 2008, s.64). 

RP'li Devlet Bakanı Abdullah Gül ve DYP'li Devlet Bakanı Namık Kemal Zeybek, Türkiye’ye döndükten sonra Başbakan Erbakan’a gördüklerini anlatmış ve 
Erbakan’ın Libya’ya davet edildiğini kendisine bildirmişlerdir. Başbakan Erbakan böyle bir ziyarete okey vermesi üzerine RP'li Devlet Bakanı Abdullah Gül’e ilk tepki Mehmet Ağar’dan gelmiştir. Ağar Erbakan’ın Libya’ya gitmesine karşıydı nedenini ise şöyle açıkladı; “Kaddafi Türk düşmanıdır. Daha geçen günlerde MED TV’de yaptığı açıklamalar ortadadır. Türklerin Kürtleri kestiğini Güneydoğu’nun Kürdistan olduğunu söylüyor. Kürtlerin bağımsız devlet kurması gerektiğini söylüyor. Böyle bir insanın davetini olumlu karşılamak bize yakışmaz. Sayın Başbakana düşende bu geziye gitmemektir” (Özer, 2011, s.46-47). 

Başbakan Necmettin Erbakan ise; “tartışmayı alevlendirmemek için konuşmayı sessiz bir şekilde dinledi ve Mehmet Ağar’a bunu daha sonra konuşuruz” dedi (Aksoy, 2000, s.179). Devreye giren Tansu Çiller, “Bunu daha sonra konuşuruz.” dedi 
(Tayyar,2009, s.36). İki lider bu konuyu daha sonra tartıştılar ama Başbakan Erbakan programını iptal etmedi ve 5 Ekim’de Libya’ya hareket etti. 

Başbakan Necmettin Erbakan’ın resmi gezi yapmak amacıyla tercih ettiği yerlerden en çok ses getireni Libya olmuştur. Libya gezisi öncesinde kararname krizi yaşanmış, hükümetin DYP kanadındaki bakanların gezi kararnamesini imzalamama eğilimleri ağır basmıştır. Her şeye rağmen yapılan gezi esnasında yaşanan olaylar ise halen Necmettin Erbakan’la ilgili bir konu gündeme geldiğinde kullanılmaktadır. Necmettin Erbakan’ın o günün konjonktüründe ABD ve Avrupa ülkeleri ile problemler yaşayan İslam ülkeleri ile ilişki kurmayı amaçlayan bu seyahatleri yaşanan protokol problemleri ve yabancı liderlerin sorunlu üslupları nedeniyle adeta 28 Şubat sürecine yardımcı olmuştur (Arikan, 2010, s.88). 

Star TV Muhabiri Işın Gürel; “Gerek Başbakan Erbakan, gerek gazeteciler otelde bekletildik, yani Libya liderinin bizi kabul etmesini bekledik. Sonra son derece 
elverişsiz bir uçakla çölün ortasına indik; arabalara, otobüslere bindik. Otobüslerin pencereleri kapatıldı. Döndük, döndük, döndük sonunda Kaddafi’nin de çadırının olduğu bir komplekse geldik. Orada indirildik ve o sırada bazılarımız iki üç tane Kaddafi ile burun buruna geldik. Çünkü biliyorsunuz, kendisi güvenlik amacıyla böyle bir yöntem kullanıyor. Daha sonra çadıra alındık ve yerlere oturmak suretiyle notlarımızı almaya başladık” (Birand, Yıldız, 2012, s.160). 

Libya lideri Kaddafi, Necmettin Erbakan'ı başkentte karşılamamıştır. Erbakan’ın Kaddafi ile görüşmesi başkent Trablusgarp’ta yapılmamış onun yerine bir uçak tahsis ederek istirahat ettiği 400kilometre uzaklıktaki yerleşim yeri olan Sirte’ye getirtmiştir. Libya lideri Kaddafi, Başbakan Erbakan’ı bedevi çadırına davet etmiştir ve burada olay yaratacak açıklamalarını yapmıştır. Tüm bunlara ek olarak Türkiye'ye hakaretler yağdırmıştır. Çünkü Kaddafi’ye göre Türkiye laikliği seçerek İslami geçmişini reddetmiş, Kürtlerin bağımsızlığına engel olmuştur. Kaddafi’ye göre Türkiye NATO'dan ve Batı ittifakından kopmalıdır (Özgan, 2008, s.64). Kaddafi’nin yaptığı konuşmada Türkiye’yi küçümseyici ve terör örgütlerine destek verici ifadeler kullanması Erbakan’ı ve partisini sonraki günlerde çok sıkıntıya sokmuştur. Erbakan’ın Libya ziyareti dakikalar geçtikçe adeta bir krize dönüşüyordu. Çünkü Kaddafi, diplomatik gelenek ve nezaketi artık hiçe saymaya başlamış, Türkiye’nin Kürtlere soykırım uyguladığına kadar uzatmış ve Türkiye’nin dış politikasından memnun olmadığını vb. söylemleri ile beraber birçok konuda da Türkiye’yi uluslararası alanda zora sokacak beyanatlarda bulunmuştur. 

Libya lideri Kaddafi’nin Türkiye hakkında söylemiş olduğu sözler karşısında, o an için hükümet cephesinden herhangi bir açıklama gelmemesi kamuoyunda meselenin daha da büyümesini beraberinde getirmiştir. Başbakan Erbakan’ın Libya liderine gerektiği şekilde bir cevap vermemesi ve geziyi yarıda bırakıp ülkeye dönmemesi olayların daha da büyümesine sebep olmuştur. Yaşanan bu olaylar karşısında muhalefet partilerinin tepkilerinin yanında Refah-Yol koalisyon ortağı DYP’de bu duruma büyük bir tepki göstermiştir. DYP lideri Tansu Çiller, “Bir çöl bedevisinin etmiş olduğu laf karşısında bizim yumruğumuz masaya inerdi!”(Birand, Yıldız, 2012, s.160) diyordu. 

Yaşanan bu olumsuzluklar, Türkiye'de de, dünyada da tepkilere yol açmıştır. CHP bu gezi ile ilgili olarak gensoru vermiştir. MHP'lilerden koalisyon ortağı 
DYP'lilere dek herkes ayaklanmıştır. Bir darbe ihtimalinden ilk kez o günlerde söz edilmeye başlanmıştır (Özgan, 2008, s.65). Başbakan Erbakan’ın Kaddafi’yle yaptığı görüşme, iç basında “skandal” olarak değerlendirilmiştir. 16 Ekim 1996 tarihinde TBMM’de yapılan görüşmelerde söz alan Devlet Bakanı Abdullah Gül, Kaddafi’nin “Yanlış, hatalı, tasvip etmeyeceğimiz bir konuşma yaptığını” fakat basında anlatılanın aksine orada kendisine gereken cevabın verildiğini ifade etmiştir. Tepkiler üzerine, Tansu Çiller, Erbakan’a haber vermeksizin, Trablusgarp Büyükelçisi’ni geçici olarak Ankara’ya çağırmıştır. Libya gezisi, sadece muhalefet tarafından değil, ABD tarafından da resmi düzeyde eleştirilmiştir (Komisyon, 2012, s.63). 

Türkiye kamuoyu Libya gezisini, Türkiye için uluslararası alanda küçük düşürücü ve onur kırıcı olarak değerlendirmiştir. Ancak Erbakan’ın, ülkeye döndüğünde 
havaalanında yaptığı konuşmada hiçbir şey olmamış gibi davranması, kendini adeta “ Savaş kazanmış kumandan gibi görmesi ” ve bununla beraber ortada hiçbir sorunun olmadığı ve yapılan Libya gezisinin son derece başarılı geçtiği düşünüyordu. 

İran gezisinin hemen ardından, Libya gezisinin programa konmuş olması; başlı başına konuşulması gereken bir konudur ve istismara çok açıktır (Çelik, 2004, s.79). Ancak dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Necati Çelik’e göre “Erbakan’ın Libya gezisinden Pişman olduğu konusunda bir bilgi yoktur. Çünkü Erbakan ve ekibinin herhangi bir öz eleştiri yaptıkları görülmemiştir” (Çelik, 2004, s.81). 


3.2.2.4. İran gezisi ve İran ile olan ilişkiler 

Refah-Yol Hükümeti’nin ilk olay yaratan girişimi iktidara geldikten iki ay sonra 
yaşanmıştır. Bu olay İran Gezisi idi. Bu gezi, İran’ı “terörist ülke” olarak niteleyen ABD tarafından tepkiyle karşılanmıştır (Komisyon, 2012, s.61). Başbakan Necmettin Erbakan, ilk yurt dışı gezisini 1996 yılının Ağustos ayında ABD’nin terörist ülke ilan ettiği ve Türkiye’nin PKK sorunuyla ilgili aralarında husumet yaşadığı İran’a gerçekleştirdi. RP’lilere göre bu ABD’ye karşı bir meydan okumaydı, ABD’li görevlilere göre ise bu bir hattaydı ve bunu diplomatik bir dille eleştirdiler. Başbakan Erbakan bu gezinin amacını bölgedeki terörü boğmak ve ekonomik yatırımları artırmak olarak dile getirdi (Özer, 2011, s.43). “Türkiye, İran, Irak ve Suriye ile birlikte Ortadoğu’daki terörü temizlemelidir. Bu işbirliği ortamı sağlanırsa terörü Ortadoğu’da boğarız. Özellikle Suriye teröre destek vererek hiçbir fayda sağlayamayacağını bilmelidir. Ayrıca Müslüman ülkelerle ticari işbirliğimizi arttırmamız gerekiyor” (Tayyar, 2009, s.29) şeklinde ifade etmiştir. 

Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasının ardından ilk siyasi kriz İran konusunda 
patlak vermiştir (Özgan, 2008, s.63). Refah-Yol Hükümeti kurulur kurulmaz 
tartışmalarda beraberinde gelmişti. Koalisyon ortağı Tansu Çiller hem Başbakan 
Yardımcısı hem de Dışişleri Bakanı’ydı (Ilıcak, 2013, s.23). Necmettin Erbakan ilk seyahatini Suriye ve İran’a yapmayı kararlaştırması ile beraber medyada büyük bir yankı uyandırmış olması ve 6 Ağustos 1996 Milliyet gazetesi “Saltanat Gezisi” başlığı ile “Başbakan Erbakan’ın zamansız ve anlamsız İran ve Uzakdoğu seyahati devletin zirvesini karıştırdı, Süleyman Demirel kendi gezisini iptal etti” diye yazarak ülke gündeminin değişmesini sağlamıştı. Başbakan Erbakan’ın İran’a yapacağı gezi için kamuoyunda oluşan tepkiyi azaltmak için gezi programına Malezya, Endonezya ve Singapur gibi ülkeleri de gezi listesine eklemişti. Bu gelişen olaylarla beraber Süleyman Demirel, Erbakan’ın Uzakdoğu gezisi için kendisinin o bölgeye olan gezi programına iptal etmişti. ABD, Başbakan’ın İran ziyaretine tepkisini ortaya koymakla beraber ülke kamu oyu Malezya, Endonezya ve Singapur gibi ülkelerin Türkiye’ye ne faydası olacağını sorguluyordu. Bunun yanında özellikle 7 Ağustos 1996 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesinde, askeri çevrelerin Erbakan’ın İran gezisinden duydukları tepkileri veriyordu. 
“Yanlış hesap Tahran’dan döner – Erbakan’ın İran gezisi için asker şöyle düşünüyordu: 
“Terörün bir kolu zaten İran’dan geliyor, İran ile iş yapılabilir mi? Suriye’de öyle” (Ilıcak, 2013, s.23) şeklinde açıklaması ile asker Başbakan Erbakan’ın İran ve Suriye gezisine karşı olduklarını ortaya koyuyorlardı. Necmettin Erbakan askerin ve bazı çevrelerin karşı çıkmasına karşın 10 Ağustos’ta İran gezisine çıktı. 

Başbakan Erbakan’ın ilk yurt dışı gezisini İran’a yapması, ABD Dışişleri Bakanı 
Nicholas Burns tarafından 6 Ağustos 1996 tarihinde eleştirilmiştir. RP’li yetkililer ise İran ve Suriye’yi ABD gibi “terörist devlet” olarak görmediklerini ifade etmişlerdir. Bu açıklama üzerine hem MİT, hem de Genelkurmay Başkanlığı tarafından İran’ın terör faaliyetleri konusunda Başbakan Erbakan’a ayrı ayrı dosyalar sunulduğu öne sürülmüştür (TBMM, 2012, s.961). ABD Dışişleri Bakanı Nicholas Burns İran gezisini kastederek bu tür temasların Türkiye’ye yarar sağlamayacağını açıklamış ve Başbakan Erbakan’a gezi öncesi bir nevi uyarı niteliğinde bir açıklama yapmıştır. 

Necmettin Erbakan’ın, İran ile doğal gaz anlaşması imzalaması ardından İran 
Devlet Başkanı Rafsancani ile Başbakan Erbakan arasında şöyle bir diyalog gerçekleşti “ABD ile aranızın bozulmasını istemeyiz, bu bizim de işimize gelmez” dedi (Aksoy, 2000, s.177). Bu gezi zaten gergin olan asker-iktidar ilişkilerini daha da gerdi ve askerin RP ile ilgili irticai faaliyetlere karşı şüpheleri artırdı (Özer, 2011, s.44). 

8 Ağustos’ta RP'li Temel Karamollaoğlu, İran ve Suriye'yi ABD'nin saydığı gibi 
terörist devlet saymadıklarını söylemiştir. Murat Yetkin’in belirttiği üzere, aynı gün MİT Müsteşarı Büyükelçi Sönmez Köksal, İran'ın PKK'ya verdiği desteği gösteren bir dosyayı Başbakan Necmettin Erbakan'a sunmuştur. Ertesi gün, Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad, Başbakan Necmettin Erbakan'ı ülkesine davet etmiştir. Aynı gün Genelkurmay Başkanlığı, Necmettin Erbakan'a İran'la stratejik ekonomik anlaşmalar yapılmaması konusunda bir rapor vermiştir (Özgan, 2008, s.64). Tüm bu yaşanan olumsuzluklara rağmen Erbakan, İran ziyareti konusunda oldukça kararlı idi. Böylece tansiyonu yüksek olan siyaset ortamı daha da gergin bir ortama sürüklenmişti. Bu yaşanan gelişmeler gerek ülke de gerekse ülke dışında büyük bir telakki ile izlenmiş olmakla beraber 28 Şubat sürecini de hazırlayan önemli gelişmeler arasında yerini almıştır. 

Başbakan Necmettin Erbakan’ın ilk yurt dışı gezisinde İran’ı ziyaret etmesi ve 
bu ülkedeki temasları çerçevesinde, iki ülke arasında 25 yıldır gündemde olan, ancak bir türlü imzalanamayan doğalgaz boru hattı yapımına ilişkin ön anlaşmayı imzalamıştır. 
Başbakan Erbakan’ın, Aralık 1996 ayında İran ile Savunma Sanayii ve İşbirliği 
Anlaşması imzalanacağını açıklaması, Devlet Bakanı Abdullah Gül’ün, İran’la ortak helikopter yapımı projesinden bahsetmesi, Dışişleri bürokrasisinde ve askerde rahatsızlık duygusu yaratmıştır (Komisyon, 2012, s.64). 

Sonraki dönemlerde ise; İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin 20 Aralık’taki 
Türkiye ziyareti üst düzey askerler ve ABD tarafından tepkiyle karşılanmış; Ankara’ya gelen bir İran heyetinin TAI tesislerini ziyaret etme isteğinin Milli Savunma Bakanı tarafından reddedildiği öne sürülmüştür (Akpınar, 2006, s.140-141). Bu yaşanan olay üzerine Milli Savunma Bakanı Turan Tayan, bu iddiayı reddetmiştir. 

20 Aralıkta Türkiye’ye gelen İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin programına 
Anıtkabir gezisini eklememiştir. İran Cumhurbaşkanı, Atatürk mozolesine çelenk 
koymayı reddetmiştir. Aynı zamanda Çankaya Köşkü’nde İran Cumhurbaşkanı adına verilen akşam yemeğine bayanların katılmaması da büyük bir yankı uyandırmıştır (Akpınar, 200, s.151-152). Ancak dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Necati Çelik, İranlıların ziyaretlerinde Anıtkabir’e gitmediklerini bizimkilerin ise Humeyni’nin mezarını ziyaret etmediklerini söylemektedir (Çelik, 2003, s.109). İranlıların Anıtkabir’i ziyaret edip etmemeleri Türkiye açısından önemli olsa da, Türkiye’nin İran’a mesafeli durmasının asıl nedeni bu değildir. İran rejimiyle ilgili olarak Türkiye’nin çok önemli kaygıları vardır. Bu yüzden İran yöneticiler ne yaparsa yapsın Türkiye kamuoyunda hoş karşılanmamaktadır. Özellikle askeri bürokrasi, İran ile iyi münasebetlerin mesafeli, kaygılı ve korkuya dayalı bir eksende sürdüğü iddia edilebilir (Özer, 2011, s.45). İran 
ile olan bu ilişkiler başta basın ve medya olmak üzere devletin diğer kurumları 
tarafından da tepkiyle karşılanmıştır. Bu gibi nedenlerden dolayı Türkiye-İran 
ilişkilerinde uzun süreli bir normalleşme yaşanmamıştır. 

İran gezisi ile başlayan ikili ilişkiler yapılan heyetler arası görüşmelerle devam 
etmiş olmakla beraber, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, İran Cumhurbaşkanı 
Rafsancani’ye PKK ile ilgili şüphelerini ve kaygılarını bildirmiştir. Ancak Rafsancani bu konuyla ilgili bir bilgisinin olmadığını belirtmiştir. İran Cumhurbaşkanı Rafsancani bu konu yerine Türkiye’nin Suriye ile ilgili politikasını yumuşatması konusunda açıklamalarda ve görüşlerde bulunmuştur (Akpınar, 2001, s.152). İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin Türkiye’den ayrılmadan önce Çankaya Köşkü’nde düzenlemiş olduğu basın toplantısında İranlı bir gazetecinin “Ankara sokaklarında İslam’a bir dönüş gözledik. Türkiye’de İslam’ın geleceğini nasıl görüyorsunuz” sorusunu şöyle cevap verdi; “Doğrudur bizce de Türkiye’de İslam’a geri dönüş hareketi başlamıştır. Bu Türkiye’de ciddi bir meseledir ve başlamıştır… Türkiye’nin güneyinde İslami hareketi çok ciddi ve güçlü gördüm… Son seçimde bunun en iyi örneğidir” (Akpınar, 2001, s.155) şeklindeki açıklaması başta asker olmak üzere diğer çevreler tarafından da tepkiyle karşılanmıştır. Bütün bu gelişmeler 28 Şubat sürecini hazırlayan adımlar olarak 

değerlendirilmiştir. 

KAYNAK
BİLĞİSAYARINIZA PDF İNDİRİNİZ;

http://earsiv.atauni.edu.tr/xmlui/bitstream/handle/123456789/1219/%C4%B0smail_G%C3%9CLMEZ_tez.pdf?sequence=1

19 UNCU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

6 Temmuz 2017 Perşembe

28 ŞUBAT BİR DAHA ASLA BÖLÜM 10


28 ŞUBAT BİR DAHA ASLA  BÖLÜM 10





 - Memur sınavına türbanlılar alınmadı.

 - İHL öğrencilerinin türbanla derslere girmesi yönünde karar veren Bursa 2. İdare Mahkemesi Başkanı Sabrı Ünal, görevinden alınarak Aydın Bölge İdare 
Mahkemesi’ne  üye olarak atandı.

29 Ekim : MGK’nın önceki günkü toplantısında asker kanadı, RTÜK’ü  de gündeme getirdi. Bölücü ve irticai televizyon ve radyo  yayınlarının arttığına dikkat çeken askerler, denetim için RTÜK yasasında gerekli değişikliğin yapılmasını ve yaptırımların artmasını istediler.

10 Aralık : Danıştay oy birliğiyle aldığı kararda: “Laik eğitime, yüksek öğretim düzenine aykırı eylemler, demokratik olamaz. Rektör üniversitede huzur bozan 
eylemleri, laiklik ilkesini de gözeterek önleyebilir.” dedi.

5. Rakamlarla 28 Şubat 400 28 Şubat sürecinde Genelkurmay karargâhında “irtica” brifingine katılan yüksek yargı organları üyesi hâkim-savcı sayısı
28 Şubat’ta kamu bankalarından kartel medyası 3.000.000.000.-TL şirketlerine kullandırılan kredi miktarı 1635 1990-2011 yılları arasında “irtica” suçlamasıyla 
YAŞ kararlarıyla TSK’dan atılan personel sayısı 11000 1997-2001 yılları arasında istifa eden öğretmen sayısı (yaklaşık) %11

1996-1999 yılları arasında istifa eden  öğretmenlerin o dönemdeki öğretmen  açığına oranı (yaklaşık) %2,65

1996-1999 yılları arasında istifa eden öğretmenlerin o dönemdeki toplam öğretmen sayısına (414.774) oranı

1997-2001 tarihleri arasında görevine son verilen öğretmen sayısı 3527 11890

1997-2001 tarihleri arasında kılık-kıyafet / fişlemeler nedeniyle disiplin cezası alan öğretmen sayısı (memurluktan çıkarma hariç) 33271

1997-2001 tarihleri arasında kılık-kıyafet / fişlemeler nedeniyle disiplin soruşturmasına uğrayan öğretmen sayısı 4625

28 Şubat sürecinde fişlenen Milli Eğitim Bakanlığı personeli sayısı 2639

MİT tarafından irticayla ilişkili görülen kamu personeli sayısı 418

MİT tarafından irticacı olarak fişlenen öğretim görevlisi sayısı 949

MİT tarafından irticacı olarak fişlenen öğretmen sayısı 210

İrtica gerekçesiyle hakkında rapor tanzim edilen vali / kaymakam sayısı 71

Kaymakamlıktan el çektirilen kaymakam sayısı 331

Hakkında inceleme başlatılan emniyet mensubu sayısı 53

İdari cezaya uğrayan emniyet mensubu sayısı 396

İrtica gerekçesiyle disiplin cezası verilen

Diyanet personeli sayısı 128

İrtica gerekçesiyle meslekten atılan 

Diyanet personeli sayısı 139

Kılık-kıyafet yasağı nedeniyle kamu görevinden çıkarılan yükseköğretim kurumları personeli sayısı

28 Şubat sürecinde el konulan bankaların devlete getirdiği yük 17.300.000.000.-$

28 Şubat ve sonrasındaki 2001 krizinin oluşturduğu kara deliği kapatmak için ödenen toplam meblağ (iç borçlar)

251.563.000.000.-TL

28 Şubat sürecinin sebep olduğu toplam ekonomik zarar

381.000.000.000.-$

2001-2007 döneminde yüksek faiz ödemelerinin ekonomiye maliyeti

78.000.000.000.-$

187

İrticai faaliyette bulunduğu gerekçesiyle kapatılan vakıfların el konulan taşınmazlarının sayısı 21

İrticai faaliyette bulunduğu gerekçesiyle kapatılan vakıf sayısı Bin yıl süreceği söylenen 28 Şubat süreci ne mutlu ki halkın, iradesini siyasal sisteme yansıtmakta gösterdiği inanç ve direnç sayesinde kısa sürede son buldu. 
Ancak sürece yön veren derin yapıların ve onların gerek kamu gerekse sivil kesim içindeki uzantılarının son bulmadığı, sadece biraz daha derine ve geriye 
çekildiği bugün çok daha net görünmektedir. 

Süreç başarısızlığa uğramaya mahkûmdu. Zira tarihin insanlığa öğrettiği en önemli derslerden birisi de toplumun hilafına hiçbir sistemin, düşüncenin uzun 
bir süre hüküm süremeyeceği, er veya geç yatağını arayan nehir misali toplumun düşünce ve inançlarının üstün geleceğidir. Toplumun düşünce ve inanışlarını dikkate almaksızın ortaya konulan, toplum mühendisliği ürünü her türlü projenin hüsrana uğramaya mahkûm olduğu tecrübeyle sabit olsa da 28 Şubat sürecinin aktörleri, bir psikolojik harp atmosferinde kendi yanlışlarına inanmakta ısrarcı olduklarından gerçeğin önündeki sis perdesini görmediler, göremediler, belli ki görmek de istemediler.

28 Şubat sürecinde üretilen Batı Çalışma Grubu raporları hep temelsiz ve dayanaksız çıktı. 
Bu durum ya paranoyadır ya da tasarlanmış planlanmış bir Psikolojik Savaş projesidir, özetle o dönem komutanlarının kullanıldıklarının acı bir göstergesidir. 

Türkiye’de İran tipi rejim isteyen var diyenler ispatlamak zorundaydılar. Hukukun temel ilkesi “İddia sahibi iddiasını ispatla mükelleftir”. Ülkemizde İran tipi bir rejimi kabule hazır toplum yoktu. Sonuç olarak 28 Şubat’ın kanıtları çürük çıktı.

TSK’dan savunma hakkı bile verilmeden YAŞ kararı ile uzaklaştırılan 1635 subay astsubay yasa dışı bir eyleme karışmadılar. Demek ki kanıtlar çürükmüş ve 
tehdit algısı yanlışmış. 

Siyasal İslam olarak tanımlanan İmam Hatip Liseliler ve Kuran Kursu öğrencileri yasadışı bir eyleme karışmadılar. Demek ki EMASYA planları temelsiz bir 
korkudan kaynaklanıyormuş. 

Sosyolojik bir yapı olan tarikat ve cemaatlerin yasadışı siyasi ve devlet talepleri yokmuş ki bir adet sonuçlanmış yargı kararı verilemedi. Tam tersi Ergenekon, 
Kafes, Balyoz, askeri casusluk gibi darbeci ideoloji taraftarlarının oluşturduğu derin yapıların devlete karşı işlenen suçları yargı sürecine girdi. 

Demek ki 28 Şubat süreci dost ve düşmanını karıştırma süreci imiş. 

Askeri bürokrasinin başarılı psikolojik harekât operasyonu ile düşürülen dünya görüşünün temsilcileri 11 yıldır iktidarda ve Türkiye, İran gibi olmadı. 
Bugün Kuzey Afrika’da Tunus, Mısır, Libya halk hareketlerinde Türkiye Modelinin kesin etkisini bütün bağımsız siyaset bilimciler açıkça beyan ettiler. 
Demek 28 Şubat Postmodern darbesi yanlışmış. 

6. Sonuç ve Öneriler

28 Şubat 1997’de toplumun eğilimleri üzerinde hiç bir bilimsel çalışma yapılmadı. Hatta Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in gazeteci Taha Akyol’a söylediği gibi “Bilimsel çalışmalar bizim kararlılığımıza zarar verir” cahilane önyargısı genel kabul gördü ki kasten bilimsel alan çalışması yapılmamıştı.

28 Şubatta söz sahibi darbe ideolojisi ve stratejistleri, Türkiye toplumunu ve değerlerini doğru okuyamadıkları için orta vadede başarısız oldular. 

2010 yılında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi yani kırmızı kitap değişti. Artık irtica Genelkurmay tarafından da iç tehdit olarak algılanmıyor. Demek ki 28 Şubat 
temelsiz ve dayanaksız bir süreçmiş. 

Gelinen noktada Türkiye yakın tarihinin bu sancılı süreciyle yüzleşti. Ancak bu dönem zarfında en temel insan hakları ihlal edilen, mesleğine son verilen, 
kamu görevinden çıkartılan, hayatını idame ettirmesi dahi esirgenen pek çok binlerce mağdurun, uğradıkları hak kayıpları telafi edilmeye çalışılsa da adaletin 
yerini bulduğunu söylemek mümkün değildir.

Biz burada adalet tarifini, Amerikalar Arası İnsan Hakları Mahkemesi’nin (Inter American Court For Human Rights) Velasquez Rodriguez davasında verdiği bir 
dönüm noktası niteliğindeki kararında ifade bulan kavramsallaştırmaya dayandırmaktayız. Mahkeme bu kararında, devletin, geçmişte ağır ve açık hak ihlalleri işlemiş olması durumunda, şu yükümlülükleri yerine getirmesi gerektiğine hükmetmiştir;

 1. Mağdurların maruz kaldıkları ihlallere ilişkin hakikatin belirlenmesi amacıyla bir soruşturma yürütmek – ki biz buna, mağdurlar için hakikat diyeceğiz.

 2. İhlalleri gerçekleştiren failleri tespit etmeye yönelik bir soruşturma yürütmek – ki biz buna, failler hakkındaki hakikat diyeceğiz.

 3. İhlallerden sorumlu olanları yargılamak – ki biz buna yargılama diyeceğiz.

 4. İhlallerden mağdur olanlara tazminat vermek ya da uğradıkları zararı telafi etmek – ki biz buna tazminat diyeceğiz.

 5. Hak ihlallerinin tekrarlanmaması için gerekli adımları atmak – ki biz buna kurumsal reform diyeceğiz.

Amerikalar Arası Mahkeme’nin ağır ve açık hak ihlalleri karşısında devletin yükümlülüklerinin ne olduğuna ilişkin bu açıklaması “ Adaleti ” oluşturan unsurları, bütünsel bir şekilde tarif etmektedir.

TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonunun raporu, 28 Şubat sürecinde kişilerin maruz kaldıkları hak ihlallerinin tespitinde önemli bir kaynak niteliğinde olsa da 
o dönem mağduriyet yaşamış yüzlerce insanın ne ismi ne de uğradıkları ihlaller ve hak kayıpları konusunda bütüncül bir çalışma halen gerçekleştirilmiş değildir. 
Kısacası mağdurlar için hakikat ortaya çıkarılmayı beklemektedir.

28 Şubat davası, 28 Şubat 1997 MGK kararları sonrası, zamanın meşru hükümetini istifaya zorlamak suretiyle post-modern darbeyle deviren TSK mensubu üst düzey subaylarının yargılanmasını sağlasa da davanın gidişatı (savunmalar devam ederken verilen tahliye kararları, sanıklara usul hükümleriyle izah edilemeyecek nitelikte gösterilen müsamaha vb) suçun tespiti ve faillerin cezalandırılması noktasında pek de ümit vermemektedir. 

Tüm dünyanın gözü önünde apaçık işlenen bir fiilde bile böyle bir yargılama varken 28 Şubat sürecinin ticaret-ekonomi, medya, bürokrasi ve (sözde) STK 
ayaklarının yargı önüne çıkarılması konusunda umutlar azalmaya başlamıştır. Kısacası failler hakkındaki hakikat örtbas edilmek istenilmekte, yargılama içi 
boş bir gösteriye dönüştürülmek istenilmektedir. 

28 Şubat sürecinin hukuka ve kanuna aykırı uygulamaları nedeniyle mağdur olan başta kamu görevlisi olmak üzere çok sayıda kişinin mağduriyetleri halen 
giderilmeyi beklemektedir. 

28 Şubat sürecinde gerek kılık kıyafetleri gerekse tutum ve inançları nedeniyle pek çok devlet memuru hakkında 657 sayılı Kanunun 125/E-a maddesinde 
tanımlı “İdeolojik veya siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükün ve çalışma düzenini bozmak, boykot, işgal, kamu hizmetlerinin yürütülmesini engelleme,
 işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak veya bu amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşvik etmek veya yardımda bulunmak” 
ya da başörtüsü gibi nedenlerle sürekli almış oldukları disiplin cezalarından hareketle disiplin cezası gerektirir fiillerin işlenmesinde ısrarcı olunduğu 
iddiasıyla 125/E-g maddesinde tanımlı “Memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmak” fiilini 
işledikleri gerekçesiyle devlet memurluğundan çıkarılma cezası verilmiş idi.

2006 yılında çıkartılan 5525 sayılı Kanunla getirilen disiplin affı sayesinde, bu türden disiplin cezaları bütün hukuki sonuçlarıyla birlikte ortadan kalkmış olsa 
da 5525 sayılı Kanunun bir disiplin affı Kanunu olduğu, bu itibarla devlet memurluğundan çıkarılma cezasıyla memuriyetine son verilen memurlar hakkında başkaca bir işleme gerek kalmaksızın devlet memurluğuna dönüş imkânı tanımadığı açıktır. Bu kişiler ancak açıktan atama yoluyla tekrar memur olabilme hakkını elde etseler de gerek eski görevlerine geri dönmeleri gerekse memurluktan ayrı kaldıkları zaman zarfı için kademe ve derece ilerlemesi alamadıkları, memuriyetten ayrı bırakıldıkları dönemlerdeki mali haklarının telafisi noktasında hiçbir tazminat ödemesi alamadıkları bilinen bir gerçektir. 5525 sayılı Kanuna bağlı olarak disiplin cezaları bütün hukuki sonuçlarıyla birlikte ortadan kalkan memurlara ve adaylık sürecinde kılık-kıyafet nedeniyle adaylıkları sona erdirilenlere 6495 sayılı Kanunla tekrar memuriyete dönüş hakkı getirilmiş olsa da istifa etmek zorunda bırakılan memurların geri dönüşleri idarelerin takdirlerine bırakılmış bulunmaktadır. Yine memurluklarına son verildikten sonra SSK veya Bağ-Kur sigortalısı olarak çalışarak emekli aylığı almaya başlamakla sosyal güvenlik mevzuatı yönünden emekli sayılanlar memurların geri dönüşleri 5335 sayılı Kanuna göre mümkün değildir. 

Öte yandan 6353 sayılı Kanun, memuriyetlerine son verildiği tarih ile 2006 yılına kadarki dönem için sosyal güvenlik primlerinin kurumlarınca karşılanmasına 
imkân verse de bu dönem zarfında görevden atılan memurların isteğe bağlı prim ödemelerinin, çalışmaya bağlı sosyal güvenlik primlerinin veya borçlanma 
suretiyle ödedikleri primlerin iadesi noktasında hiçbir düzenleme mevcut değildir. Aynı şekilde, memuriyetlerine son verilen tarih ile tekrar atandıkları ya da disiplin cezalarının affa uğradığı tarihe kadarki dönem için mali haklarının karşılığı olarak herhangi bir tazminat ödemesi ve bugün için mümkün bulunmamaktadır. 

Sorunun bir diğer boyutu sözde irticai örgüt üyesi olmaktan dönemin DGM ve ağır ceza mahkemelerinde yargılanan ve bu yargılamaları sebebiyle kesinleşmiş 
bir mahkûmiyeti bulunmamasına rağmen memurluktan atılanların geri dönüşlerinin halen sağlanamamış olmasıdır.

Yine 28 Şubat sürecinde irticai faaliyette bulundukları gerekçesiyle kapatılan vakıfların el konulan taşınır ve taşınmaz mallarının iadesi için yasal düzenleme 
gerekmekte olup halen çözüm beklemektedir.

Konunun bir diğer boyutu o dönem zarfında maruz kaldıkları hukuka ve kanuna alenen aykırı uygulamalara rağmen haklarını aramak için yargı mercilerine 
koşanların, bunlardan özellikle kamu personelin, idari ve adli yargı organlarında taraflı kararlarla karşılaşmaları neticesi, mağduriyetlerine bir de adil yargılama 
ve hak arama hakkının ihlal edilmesinin eklenmiş olmasıdır. Brifinglerle şekillendirilen yargıya hangi tür davalarda ne tür kararlar verecekleri zaten dikte edilmiş durumdaydı. Bu itibarla özellikle o dönemde irticai örgüt üyesi oldukları iddia edilenler için maktan DGM ve ağır ceza mahkemelerinde yapılan yargılamalar ile haklarında verilen meslekten çıkarma, devlet memurluğundan çıkarma ve muhtelif disiplin cezaları ile sürgün niteliğinde görev yeri değişikliği kararlarına karşı açılan davalardan aleyhe sonuçlananların yeniden yargılama konusu edilmesi gerekmektedir. 

Yine bu meydanda (5525 sayılı Kanunla affa uğramış iseler de) 1997-2003 tarihleri arasında kamu kurum ve kuruluşlarının Yüksek Disiplin Kurullarının irtica, kılık-kıyafet vb nedenlerle verdikleri meslekten çıkarma, memurluktan çıkarma gibi disiplin cezalarına yeniden görüşülme imkânı tanınması gereklidir.

Adaletin tesisinin son ayağı kurumsal reform adını verdiğimiz, bir daha post-modern olsun olmasın yeni bir darbe veya darbe girişimi yaşanmaması, toplumun ve yargının gözü önünde hak ihlalleri yaşanmaması için gerekli toplumsal, siyasi, idari ve hukuki ortamın oluşturulması ve toplum tarafından sahiplenilmesini sağlayacak reform niteliğindeki yapının tesisidir. Bu amaçla yapılması gerekenler 28 Şubat sürecinin sonrasında farklı kesimlerce farklı şekillerde dile getirilmiş durumdadır. Darbe ürünü 1982 anayasasının yerine toplumun çoğunluğunun kabulü ile toplumun her kesiminin asgari müştereklerde buluştuğu bir anayasa, MGK’nın anayasal bir kurum olmaktan çıkarılması, laiklik ilkesinin anayasadan çıkartılması, vatandaşların din, inanç ve ibadet hürriyetinin özel yaşamlarında, kamusal alanda ve kamu hizmetinde hiçbir sınırlama olmaksızın kullanılabilmesinin açık hükümlerle anayasada yer alması, genelkurmay başkanlığının Milli Savunma Bakanlığına bağlanması, TSK, kolluk kuvvetleri ve istihbarat kurumlarının şeffaflığını, idari ve mali denetimini kesinkes sağlayacak denetim ve gözetim imkânının sağlanması, idarenin takdir yetkisi adı altında keyfi kararlar vermesinin önlenmesi babında “Genel İdari Usul Kanunu”nun kanunlaştırılması, Avrupa Parlamentosu tarafından kabul edilen Avrupa Doğru İdari Davranış Kanununun iç hukuk sistemine dâhil edilmesi, 657 ve özel kanunlardaki disiplin hükümlerinin yoruma imkân vermeyecek şekilde açık ve net olması, disiplin soruşturmasının usul ve esaslarının CMK gibi açık ve net yetki ve usul kurallarına bağlanması, askeri okulların Milli Eğitim Bakanlığı denetim ve gözetimine açılması, İl İdaresi Kanununun 11/D maddesinin tüm yetkinin kolluk kuvvetlerine insiyatif bırakmayacak şekilde yeniden düzenlenmesi gibi reformlar bu başlık altında sayılabilir.

İdeolojiler sistemlerini devam ettirmek için, kendi üstlerinde bağımsız sivil frenlerin olmasını istemezler. Belirli bir grubun tikel çıkarlarını, evrensel çıkarlar 
gibi göstererek haklılaştırmaya çalışırlar. Gerçekleri perdelemek için ise her zaman geçerli birçok mazeretleri icat ederler ya da asılsız iddiaların karışıklığı 
içinde, hiç kimseyi ikna etme endişesi taşımadan süslü püslü örtülerle olayları kamufle etmeye çalışırlar. Ülkemizde 28 Şubat sürecinin öncesinde ve sonrasında yaşanan gelişmelerde, olayları perdelemek için en fazla kullanılan “irtica” ile “dini siyasete alet” iddialarını bu pencereden değerlendirmekte fayda vardır. 

“İrtica” fobisiyle, son yüz yıl içinde birçok defalar, toplumun talepleri baskı altında tutularak sessizleştirilmiştir. Her ne zaman ki, toplumun arzuları iktidar 
mevkilerinde makes bulmuşsa, daima nevrotik tepkilerle bastırılarak geri adım atmaya zorlanılmıştır.

Şu an gelinen nokta ise, devletin ve ideolojisinin fetişleştirildiği müstebit idarenin hâkimiyeti ile sivil toplum anlayışını benimseyen demokratik, hürriyetçi 
bir sistem tercihinin yapılmasına dayanmıştır. Bireyi devlet gücü karşısında koruyacak sivil bir toplumun bulunmadığı sistemlerde, devlet kutsallaşmış ve 
halkıyla arasında uzun bir mesafe meydana gelmiştir. Bu sebeple acilen, devletin halkını yönetilecek bir sürü olarak görme alışkanlığının değişime uğraması 
gerekmektedir. Bunun yolu ise, sivil toplum anlayışının benimsenmesiyle devletin kolayca müdahale edemeyeceği bir kamu alanı oluşturmaktan ve demokratik sistemi de toplumun diğer kesimleri için baskı aracı olarak kullanılmasını engellemekten geçmektedir.

Bugün, milyonlarca insanın askeri bir darbeye bile sevinmesini sağlayacak bir kaos ortamının yaratılmasının, darbe ortamından beslenen güçlerin uzun soluklu 
çabaları sonucu oluştuğunu biliyoruz. Üstelik bu güçler hiçbir şekilde bu çabalarından vazgeçmiş de değiller; son birkaç yıldır Ergenekon davası ile 12 Eylül’ün zemininin nasıl hazırlandığını, aynı planların bugün için de mevcut olduğunu, her an uygulamaya konulmak üzere hazır bekletildiklerini, hatta zaman zaman 
uygulamaya konulduklarını da biliyoruz. Kimi zaman kaos çıkarmak için laiklik elden gidiyor görüntüleri verdiler, kimi zaman ülke parçalanıyor diye bağırdılar, 
kimi zaman misyonerler gençlerimizi kandırıyor diye yırtındılar, kimi zaman da “şeriat geliyor” diye harekete geçtiler, 28 Şubat 1997’de olduğu gibi...

Darbe heveslisi generallerin bir kısmının bugün hapiste olması bizi aldatmasın; darbelere karşı verdiğimiz mücadelede bir adım geri çekildiğimiz anda, onların 
ileri doğru on adım atacaklarına emin olalım. Onları bulundukları ve ait oldukları yerden kurtarmak isteyenlerin hızla harekete geçeceğinden emin olalım.

7. Dipnotlar

1 28 Şubat sürecinde tesettür mağazalarında peruk da satılmaya başlanmıştı. Türban veya başörtüsü yasağının genellikle laiklik ve irtica tartışmaları 
çerçevesinde ele alındığı ve bu süreçte kadın haklarının -en azından birçok boyutuyla- yeterince tartışılmadığı görülmektedir. 

Özellikle kadın hakları konusunda seçici davranan ve daha çok gelenekten ve bu yöndeki yasadan kaynaklanan ihlallerle ilgilenen birçok kadın derneğinin, 
bu yasak dolayısıyla gerçekleşen taciz ve kadın bedenine saldırı anlamına gelecek ihlaller karşısında dramatik bir suskunluk arz ettikleri görüldü. 
Oysa bu yasak pek çok kamu görevlisinin erkeksi güdülerini taciz yoluyla tatmin etmelerine fırsat veren biçimlerde de uygulanıyordu ve uygulanmaktadır. 
Başını açmak zorunda kalan İmam-Hatip lisesi öğretmeni bir kadın, kendisine en fazla dokunan uygulamalardan birinin, okula yapılan ani baskınlarda sıraya 
dizildiklerinde, bir görevlinin tek tek bütün kadınların saçlarını çekerek, başındakinin peruk mu, yoksa kendi saçı mı olduğunu “kontrol etmesi” olduğunu ifade etmişti.

2 Cumhuriyet Türkiye’sinde ilk sıkıyönetim, o zamanki adıyla örfî idare uygulaması, 1925 yılında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşanan Şeyh Sait isyanından sonra başlatılmış ve 1950 yılına kadar sürmüştür. Ardından, Aralık 1978 ayında, Kahramanmaraş’ta meydana gelen olaylar nedeniyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki 13 ili kapsayan sıkıyönetim uygulaması başlatılmış; 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle, sıkıyönetim tüm yurda yayılmıştır. Sıkıyönetim uygulaması, 19 Mart 1984 tarihinden itibaren kademeli olarak kaldırılmış ancak, terör örgütü PKK’nın silahlı eylemleri üzerine, 
19 Temmuz 1987 tarihinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki bazı illeri (Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Hakkari, Mardin, Siirt, Tunceli ve Van) kapsayacak 
şekilde olağanüstü hal uygulamasına geçilmiştir. Bu maksatla kurulan Olağanüstü Hal Bölge Valiliği sorumluluk alanındaki il sayısı 1990 yılında 13’e yükselmiştir. Olağanüstü hal uygulaması, 30 Kasım 2002 
tarihinde tamamen sona erdirilmiştir.

3 Türkiye, 27 Mayıs 1960 darbesinde 1 yıl 4 ay, 12 Mart darbesinde 2 yıl 8 ay, 12 Eylül darbesinde ise 3 yıl 2 ay süreyle askeri yönetimler tarafından idare 
edilmiştir. 

4 Türkiye’de Cumhuriyetin ilanından bugüne kadar geçen sürede, ülkenin çeşitli yerlerinde uygulanan sıkıyönetimin süresi 25 yıl, 9 ay, 18 gündür. 

5 Harbiyeli subaylar ve İttihat ve Terakki Cemiyeti mensupları tarafından, 1800’lerin sonunda Sultan Abdülaziz’ suikast tertip edildiği, 1900’lerin 
başında ise Sultan Abdülhamid’e karşı çeşitli suikast ve darbe girişimlerinde bulunulduğu bilinmektedir.

6 Marx’ın Hegel’den ödünç aldığı “kendi için şey” kavramının sınıf bilinci gelişmiş işçi sınıfını tanımlamak üzere kullanılan hali. Marx’a göre, 
sınıf bilinci gelişmemiş proletarya, sınıf çıkarlarının ve dolayısıyla sınıfının bilincine sahip olmadığı için “kendinde sınıf”tır. “Kendi için sınıf” 
olabilmesi, bilinçlenmesine ve bunu fark etmesine bağlıdır. 

7 Her imparatorluk gibi, yüzyıllar boyunca “ordu millet” anlayışının hüküm sürdüğü Osmanlı Devletinde, 1800’lü yılların sonlarından itibaren 
özellikle ordu ve Harbiye Nezareti üzerinde Almanya’nın etkisi belirleyici olmuştur. Uzun yıllar boyunca Osmanlı ordusuna danışmanlık yapan 
Alman General Goltz özellikle zikredilmelidir. Zira Goltz’un, Türkiye’ye etkisi askeri alanda kalmamış; Türkçeye “Millet-i Müsellaha (“silahlanmış 
halk/yurttaş ordusu/milli ordu)” adıyla tercüme edilen eseri, Harp Akademilerinde yıllarca okunması tavsiye edilen kitaplar arasında yer 
almıştır. Goltz’un sözkonusu askeri-politik anlayışı sadece orduyu değil, Jön Türkleri ve daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ve devamı 
olarak cumhuriyetin kurucu kadrosunu etkilemiştir. Şerif Mardin, Jön Türk hareketinin ilk önderlerinden olan Ahmet Rıza’nın “askeri erkanın 
milleti uyaran bir elit görevini görmesi ve bununla beraber gelen halkın en çok sürekli bir seferberlik halinde bulundurulması fikrini” Millet-i 
Müsellaha’dan aldığını belirtmektedir.

8 13.07.2013 tarihli ve 6496 sayılı Kanunun 18’inci maddesiyle TSK İç Hizmet Kanununun 35’inci maddesi; “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; 
yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve 
güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına 
yardımcı olmaktır” şeklinde değiştirilmiştir. Ancak TSK İç Hizmet Yönetmeliğinin 85’inci maddesi halen yürürlüğünü korumaktadır.

9 Mesela (E) Korg. BÖLÜGİRAY, 1999 yılında çıkardığı “28 Şubat Süreci 1” adlı kitabının 167’inci sayfasında, “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”nin, 
içerik olarak, Türk gençliğine “durumdan görev çıkarması” yönünde verilen bir direktif olduğunu öne sürerek; kitabını 166’ncı sayfasında 
“durumdan vazife çıkarma” konusunda şunları söylemektedir. “Bu konu, Harp Akademisi’nin temel eğitim programları içinde önde gelen 
bir konudur. Öyle ki, üç yıllık Akdemi eğitimi süresince, hemen hemen her gün Akademi öğrencilerine verilen çeşitli taktik ve stratejik harp 
meselelerinde, öğrencinin meselede verilen savaş durumuna bakarak, “yeni bir görev çıkarması” ve bu göreve göre de bir “karar vermesi” 
istenir.” demektedir. BÖLÜGİRAY, kitabının 158’nci sayfasında ise “Asıl olan iç cephedir” sözünün Atatürk’e ait olduğunu iddia etmektedir.

10 Manşetlerdeki 28 Şubat/Darbeye Giden Yolda Medyanın Rolü, SDE, 28.02.2013

11 Fazıl Hüsnü Erdem, “Türkiye’de ‘İdeolojik Devlet’ Gölgesinde Yargı Bağımsızlığı Sorunu”, Demokrasi Platformu, sayı 2, s. 53 vd.

12 Görevden alınan bürokratların yanında Ankara dışına sürülen bürokratların çokluğu dikkat çekerken, bürokrat atamalarında ilk sırayı 
Başbakanlık, Tarım, Orman, Çevre, Kültür, Turizm, Sanayi ve Ticaret bakanlıkları aldı. Milliyetçi-muhafazakâr kıyımına giden hükümetin görevden 
aldığı bürokratların dörtte biri bir yıl iktidarda kalan Refahyol zamanında göreve gelmişti. 500’e yakın emniyet görevlisi bir üst rütbeye terfi 
ederken, 400 müdürün de görev yeri değişti. DSP il ve ilçe örgütleri, 49 ilde milli eğitim müdürünün değişmesi için başvuruda bulundu. 
Kadrolaşmada siyasi parti teşkilatlarının ve belirli odakların yanı sıra bazı sendikalar bile devreye girmişti. Hatta Türk-İş Konfederasyonu ve 
Yol-İş Sendikası Başkanı Bayram Meral bile şubelerine faks geçerek, kendilerine yakın bürokratların tespit edilmesi emrini vermişti.

13 Hatta Turist Rehberleri Vakfı ve İstanbul Turist Rehberi Esnaf Odası yazılı açıklama yaparak; “Dünyaya, Müslümanların çoğunlukta bulunduğu 
tek laik ülke olma özelliği bulunan ülkemizde devlet eliyle demokrasi ve laiklik düşmanı milyonlarca insan yetiştirildiğini açıklayamıyoruz. 
Yarım milyon gencimizi, nasıl oluyor da sadece din adamı yetiştirmekle sınırlandırılması gereken din okullarından, üst düzey kamu yöneticisi 
olarak çıkardığımızı anlatamıyoruz. Cami sayısının okul sayısının önüne geçmesine izin veren bir devlet anlayışını izah edemiyoruz” diyordu. 
(Cumhuriyet 11 Mart 1997)

8. Son Notlar

 [I] 28 Şubat ve İslamcılar, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-İslamcılık içinde, Bekir Berat Özipek, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005

 [II] Militarist Modernleşme, Murat BELGE, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011

 [III] Modern Mahrem, Nilüfer GÖLE, Metis Yayınları, 2001

 [IV] Militarist Modernleşme, Murat BELGE, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011

 [V] Nevzat BÖLÜGİRAY, 28 Şubat Süreci 1, Tekin Yayınevi, Ankara, 1999.

 [VI] “Adalet Biraz Es Geçiliyor…”, Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler ve Savcılar, TESEV Yayınları, Mayıs 2009

 [VII] TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporu

 [VIII] 28 Şubat’ın ekonomiye faturası 250 milyar, Aksiyon, Şubat 2012

 [IX] 28 Şubat tezgâhından ekonomik örnekler, Okan Müderrisoğlu, Sabah, 30.04.2012


***

28 ŞUBAT BİR DAHA ASLA BÖLÜM 9



28 ŞUBAT BİR DAHA ASLA  BÖLÜM 9




14 Mart : 28 Şubat kararlan Meclis’ten geçti.

23 Mart : Erbakan 8 yıllık eğitimin uygulanamayacağı konusunda MGK’yı ikna için bir rapor hazırladı, ortağı DYP’den de  destek geldi.

25 Mart : MGK kararlarıyla ilgili olarak ilk kez konuşan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Karadayı, RP’nin ısrarlarına sert tepki gösterdi. 
Orgeneral Karadayı, MGK’nın anayasal bir kuruluş olduğunu belirterek, “Burada alınan kararlar, herkesin riayet etmesi gereken kararlardır.” dedi.

26 Mart : Sağlık Bakanı Yıldırım Aktuna tüm illere türban yasağı genelgesi gönderdi.

31 Mart : Milli Eğitim Bakanı Mehmet Sağlam, 8 yıllık kesintisiz  eğitim başlarken, imam hatipler dahil bütün orta okulların kapatılacağını söyledi.

13 Nisan : Tüm valiler Laiklik Zirvesi için Ankara’ya çağrıldı.

24 Nisan : RP’yi eleştiren, Erbakan’a söven Özbek Paşa, Refahyol’u böldü. Erbakan, Paşa’ya ceza istedi, Adalet Bakanı  Kazan soruşturma açtırdı, 
DYP’li Milli Savunma Bakanı Turan Tayan ise “Paşa’ya dokunamazlar” mesajını verdi.

26 Nisan : Genelkurmay Başkanlığı, Atatürk ve laiklik karşıtı gelişmelerin yoğunlaşması üzerine Kara Kuvvetleri Komutanlığı fabrikalarında biri asker diğeri sivil giyimli  Atatürk büstü yaptırarak askeri kuruluş ve okullara  gönderme kararı aldı.

30 Nisan : Türk Silahlı Kuvvetleri, yeni savunma konseptini açıkladı: “İç tehdit, dış tehdidin önüne geçti. İrticanın yok edilmesi hayati önemi haizdir.

 - Genelkurmay, medya mensuplarına 3.5 saat brifing verdi. 8 Yıllık kesintisiz eğitime RP kanadı direnirken DYP  yöneticileri ve Çiller, 8 yıllık kesintisiz 
eğitimin uygulanması gerektiğini kamuoyuna açıkladı. 

10 Mayıs : DYP lideri Çiller, partisinin Sultanahmet Meydanı’nda düzenlediği mitingde Sabah grubunun 200.4 milyon dolar, Doğan grubunun ise 424.8 milyon dolar devlet desteği  aldığını açıkladı.

14 Mayıs : Genelkurmay Başkanı Org. Karadayı, Türkiye’de “ Or ” rütbesi bulunan 15 Generali 26 Mayıs’ta Toplantıya çağırdı. Olağanüstü Yüksek Askeri Şura niteliğindeki toplantıya Erbakan ve Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan da davet edildi.

 - “Sarık Operasyonu” başlatıldı.

22 Mayıs : Yargıtay Başsavcısı Vural Savaş, “Türkiye’yi iç savaşa  sürüklüyor” gerekçesiyle RP’nin kapatılması için Anayasa  Mahkemesi’ne başvurdu.

11 Haziran : Genelkurmay’dan hakim ve savcılara brifing verildi.

12 Haziran : Genelkurmay’dan medyaya irtica brifingi verildi.

13 Haziran : Genelkurmay, yargı mensuplarına ikinci kez brifing verdi.

18 Haziran : Erbakan, Başbakanlıktan istifa etti.

20 Haziran : Demirel 55. Hükümeti kurma görevini ANAP lideri  Mesut Yılmaz’a verdi.

11 Temmuz : Batı Çalışma Grubu, subayların eş ve çocuklarına istihbarat toplama görevi verildi.

2 Ağustos : Y. Günaydın Gazetesi, birinci sayfadan yaptığı “İrticaya Karşı  Zırhlı Kolordu” başlıklı haberde, Genelkurmay Başkanlığı’nın
 hazırladığı yeni bir talimatnamede irticai ayaklanmalara anında müdahale edecek zırhlı kolorduların yurdun her yanında konuşlandırılacağı belirtiliyor.

3 Ağustos : Emniyette irticai kadrolaşma(!) yakın takibe alındı.

 - BÇG’nin gizli emri 55, Hükümet tarafından uygulamaya konuldu. Kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan  muhafazakar insanlar fişleniyor.

17 Ağustos : 8 yıllık kesintisiz eğitim yasası Meclis’ten geçti.

30 Ağustos : Jandarma Gen. Kom. görevini devreden Teoman Koman: “Esas önemli tehlike, PKK’dan bile daha tehlikeli olan  irticadır.” dedi.

10 Eylül : BÇG: “Sabah namazları çıkışında yapılan gösteriler devam ederse ve irtica tehlikesi sürerse Atatürk ne yaptıysa onu yaparız.”

12 Eylül : Onbaşı Kadir Sarmusak, BÇG’ye ait gizli belgeleri sızdırdığı  gerekçesiyle yargılandığı davada, “ Bülent Orakoğlu, Hanefi  Avcı ve kendisini yargılayan 
askeri savcı dahil 3800  telefonun dinlendiğini” aktararak, “ Askerler herkesi dinledi.  55. Hükümet’in Kuruluşunu anlatırsam çok kişi zorda kalır.”  dedi.

7 Ekim : İstanbul Üniversitesi’nde başörtülü öğrencilerin kayıtları yapılmadı.

10 Ekim : Meral Akşener: “Genelkurmay, kanunlara aykırı olarak bir  casusluk masası kurmuştur. Genelkurmay 65 milyon insanı  fişliyor. 
Valiyi, kaymakamı, öğretmeni, doktoru fişliyor. Asıl  insanları bölen bunlar.”

16 Ekim : “ Kudüs Gecesi ” davasında yargılanan Sincan eski Belediye  Başkanı Bekir Yıldız’a 3 yıl 9 ay, Nurettin Şirin’e 17.5 yıl  hapis cezası verildi.

19 Kasım : RP’nin kapatılması davasına başlandı.

25 Aralık : MGK’nın İslamcı sermayeyi önleme kararı üzerine hükümet  harekete geçti.

26 Aralık : MGK, 9 aydır Susurluk Araştırma Komisyonu’na bilgi  vermiyor.

1998

16 Ocak : Türkiye’nin birinci partisi RP, “laik cumhuriyet ilkelerine  aykırı eylemlerin odağı olduğu” iddiasıyla kapatıldı.

2 Şubat : Diyanet’in 5. sınıftan sonra Kur’an kurslarına gidilebileceğini öngören yönetmeliği, Danıştay tarafından 8 yıllık kesintisiz eğitime uygun olmadığı 
gerekçesiyle bozuldu.

6 Mart : Tansu Çiller, 28 Şubat sürecinde aktif rol üstlenen bir  bürokrat tarafından Tehdit edildiğini açıkladı. Mesaj aynen  şöyle: 
“ Siyaseti hemen bırak ve hatta Türkiye’yi terk et,  yoksa hiç de iyi şeyler olmayacak.”

24 Mart : Hükümet, “irtica ile mücadele” yasa tasarısını Meclis’e sevk  etti. Hürriyet Gazetesi bu haber için “İrticaya karşı topyekün savaş” başlığını kullandı.

25 Mart : “5’li çete” olarak adlandırılan TOBB, TİSK, DİSK, Türk-İş ve  TESK, azınlık hükümetine tam destek verdi.

27 Mart : İçişleri Bakanlığı 80 ilin valisine bölücü ve irticai  faaliyetlerle mücadele için yeni ve sert talimatlar gönderdi.

2 Nisan : İçişleri Bakanı Başeskioğlu, 300 belediye başkanı hakkında soruşturma başlattı.

18 Nisan : Genelkurmay 2. Başkanı Org. Çevik Bir’e bağlı olarak çalışan  Psikolojik Harekat Dairesi’nde yapılan bir toplantıda,  “İrticanın birinci tehdit olmasıyla 
birlikte daire, plan ve  uygulamalarını bu yöne kaydırdı.” denildi.

21 Nisan : İstanbul Büyük Şehir Belediyesi Başkanı R. Tayyip Erdoğan,  Diyarbakır DGM tarafından şiir okuduğu için 10 ay hapis cezasına çarptırıldı.

24 Mayıs : Vakıf yöneticilerinin evlerine seri baskınlar düzenlendi. Akabe Vakfı yöneticileri gece yarısı ev baskınları ile Emniyet’e  götürülerek sorgulandı.

31 Mayıs : ABD’deki Yahudi Lobisi’nin etkili kurumu JİNSA, Erbakan hükümetini kendilerinin düşürdüğünü itiraf etti.

9 Haziran : İÜ Sağlık Hizmetleri Meslek Yüksek Okulu’nda sınava giren  başörtülü öğrenciler, çevik kuvvet ekiplerince zorla dışarı  çıkarıldılar.

10 Haziran : İÜ Fen Fakültesi’nden 11 başörtülü öğrenci mezuniyetlerine bir hafta kala okuldan atıldı.

11 Haziran : İÜ Cerrahpaşa Tıp Fakültesi’nin değişik alanlarında eğitim gören öğrenciler sınavlara alınmadı.

12 Haziran : Anadolu ve fen liseleri sınavlarına başörtülü öğrenciler alınmadı.

17 Haziran : Uludağ Üniversitesi’nde dönem birincisi başörtülü. Hatice Topçu yerine birinci ilan edilen Nihat Karabek ödülünü reddetti.

24 Haziran : YAŞ’zede Astsubay Bilgehan Özcan’ın eşi: “ Eşime, başımı  açmam için uyarıda bulunuldu. Eğlencelere katılmam istendi.”

9 Temmuz : MASK yine değişti: Milli Askeri Stratejik Konsept’in yeni  hedefi: “İslami sermaye”

2 Ağustos : Cami yapımını kısıtlayan yasa yürürlüğe girdi.

9 Ağustos : İÜ Rektörü Alemdaroğlu, üniversitelerde kılık kıyafet  yasağını serbest bırakan 2547 sayılı kanunun ek 17. maddesini üniversitenin mevzuat 
kitabından  çıkarttırdı.

11 Ekim : Yurdun dört bir yanında başörtüsü yasağına karşı “Özgürlük  İçin El Ele” eylemi gerçekleştirildi. Yüz binlerce insanın el  ele verdiği eyleme, birçok 
yerde polis müdahalesi oldu ve  600’den fazla kişi gözaltına alındı.

26 Kasım : Başörtüsü yasağı, İÜ İlahiyat Fakültesi’ne de sıçradı.

6 Aralık : 3 yılda 626 TSK mensubu ordudan ihraç edildi. Büyük çoğunluğunun gerekçesi “irtica”.

1999

 9 Ocak : Harp Akademileri Komutanlığınca hazırlanan kitapta  “İrticaya karşı yeni bir Kurtuluş Savaşı” başlatılması  gerektiği iddia edildi.

 11 Şubat : İrticai faaliyetleri izlemek için emniyet müdürlerinden  20’şer kişilik izleme birimleri kuruldu. 

 23 Mart : Ankara DGM Savcısı Nuh Mete Yüksel: Siyasi Partiler Yasası’na aykırı hareket ettiği gerekçesiyle FP hakkında  yasal işlem yapılması için Yargıtay 
Başsavcılığı’na başvurdu.

 3 Mayıs : Merve Kavakçı’nın Meclis’te başörtülü olarak yemin etmesi  engellendi.

 5 Mayıs : Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel: “Kavakçı için, ajan-provokatör sözünü ben kullandım.”

 8 Mayıs : FP’nin kapatılması için Anayasa Mahkemesi’ne dava açan  Yargıtay Başsavcısı Savaş, iddianamede şöyle dedi: “FP  Genel Başkanı, yöneticileri, 
belediye başkanları ve  milletvekilleri kan içen vampirler gibi dinsel inançları  sömürüyorlar.”

 10 Mayıs : İstanbul Valisi Erol Çakır, Emniyet Müdürü Hasan Özdemir  ve 1. Ordu Komutanı Org. Çevik Bir, Medya patronu Aydın Doğan’ın Çamlıca’daki 
villasında dört saat görüştüler.

 31 Mayıs : Malatya’da başörtüsü davasında başörtülüler hakkında  idam istendi.

 23 Haziran : F. Gülen özür diledi: “Ordusuna, milletine laf ettirmeyen  cephedeyim. Atatürk’ü hedef alan sözlerim sürçü lisan.”

 24 Haziran : MGK toplantısında, irticayla mücadele konusunda “Milli  Eylem Strateji” saptanmasına karar verildi. MGK, 163.  maddenin yerini dolduracak yeni yasal düzenleme istedi.

23 Temmuz : Kur’an-ı Kerim’in 12 yaşından önce öğrenilmesi DSP,  ANAP ve MHP oylarıyla yasaklandı.

26 Temmuz : Açık Öğretim Fakültesi sınavına giren başörtülü  öğrencilerin kağıtlarına sıfır notu verildi.

29 Temmuz : Danıştay, sarı basın kartlarında “türbanlı fotoğraf  kullanılamayacağına” dair görüş bildirdi.

25 Ağustos : İstanbul Valiliği, deprem mağdurlarına yardım eden  Mazlum-Der ve İHH gibi sivil kuruluşların hesaplarına  el koydu.

4 Eylül : Org. Kıvrıkoğlu’ndan mesajlar: “28 Şubat, bin yıl sürecek.”

10 Eylül : Milli Eğitim Bakanlığı özel okullarda da kız ve erkek  öğrencilerin karma eğitim yapmasını kararlaştırdı ve türban yasağı koydu.

23 Eylül : Marmara Üniversitesi, kayıt yaptırmak için gelen başörtülü öğrencileri içeri bile sokmadı.

28 Eylül : Tuğgeneral Yalçın Işımer, GATA’nın açılışında öğrencilerine  ilk dersi verdi: “Arap kafalı adamları, Atatürk’e dil uzatanları belleyeceğiz. 
Türkçe ninnilerle büyüdük, dualarımız da Türkçe olacak.” Işımer, Hz. Peygamber ve ashabına da “bedevi” diyerek hakaret etti.

17 Ekim : Uludağ Üniversitesi Rektörü Ayhan Kızıl, Bursa 2. İdare Mahkemesi kararına rağmen başörtülülerin okula alınamayacağını açıkladı.

10.CU BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***