6 Temmuz 2017 Perşembe

28 ŞUBAT BİR DAHA ASLA BÖLÜM 10


28 ŞUBAT BİR DAHA ASLA  BÖLÜM 10





 - Memur sınavına türbanlılar alınmadı.

 - İHL öğrencilerinin türbanla derslere girmesi yönünde karar veren Bursa 2. İdare Mahkemesi Başkanı Sabrı Ünal, görevinden alınarak Aydın Bölge İdare 
Mahkemesi’ne  üye olarak atandı.

29 Ekim : MGK’nın önceki günkü toplantısında asker kanadı, RTÜK’ü  de gündeme getirdi. Bölücü ve irticai televizyon ve radyo  yayınlarının arttığına dikkat çeken askerler, denetim için RTÜK yasasında gerekli değişikliğin yapılmasını ve yaptırımların artmasını istediler.

10 Aralık : Danıştay oy birliğiyle aldığı kararda: “Laik eğitime, yüksek öğretim düzenine aykırı eylemler, demokratik olamaz. Rektör üniversitede huzur bozan 
eylemleri, laiklik ilkesini de gözeterek önleyebilir.” dedi.

5. Rakamlarla 28 Şubat 400 28 Şubat sürecinde Genelkurmay karargâhında “irtica” brifingine katılan yüksek yargı organları üyesi hâkim-savcı sayısı
28 Şubat’ta kamu bankalarından kartel medyası 3.000.000.000.-TL şirketlerine kullandırılan kredi miktarı 1635 1990-2011 yılları arasında “irtica” suçlamasıyla 
YAŞ kararlarıyla TSK’dan atılan personel sayısı 11000 1997-2001 yılları arasında istifa eden öğretmen sayısı (yaklaşık) %11

1996-1999 yılları arasında istifa eden  öğretmenlerin o dönemdeki öğretmen  açığına oranı (yaklaşık) %2,65

1996-1999 yılları arasında istifa eden öğretmenlerin o dönemdeki toplam öğretmen sayısına (414.774) oranı

1997-2001 tarihleri arasında görevine son verilen öğretmen sayısı 3527 11890

1997-2001 tarihleri arasında kılık-kıyafet / fişlemeler nedeniyle disiplin cezası alan öğretmen sayısı (memurluktan çıkarma hariç) 33271

1997-2001 tarihleri arasında kılık-kıyafet / fişlemeler nedeniyle disiplin soruşturmasına uğrayan öğretmen sayısı 4625

28 Şubat sürecinde fişlenen Milli Eğitim Bakanlığı personeli sayısı 2639

MİT tarafından irticayla ilişkili görülen kamu personeli sayısı 418

MİT tarafından irticacı olarak fişlenen öğretim görevlisi sayısı 949

MİT tarafından irticacı olarak fişlenen öğretmen sayısı 210

İrtica gerekçesiyle hakkında rapor tanzim edilen vali / kaymakam sayısı 71

Kaymakamlıktan el çektirilen kaymakam sayısı 331

Hakkında inceleme başlatılan emniyet mensubu sayısı 53

İdari cezaya uğrayan emniyet mensubu sayısı 396

İrtica gerekçesiyle disiplin cezası verilen

Diyanet personeli sayısı 128

İrtica gerekçesiyle meslekten atılan 

Diyanet personeli sayısı 139

Kılık-kıyafet yasağı nedeniyle kamu görevinden çıkarılan yükseköğretim kurumları personeli sayısı

28 Şubat sürecinde el konulan bankaların devlete getirdiği yük 17.300.000.000.-$

28 Şubat ve sonrasındaki 2001 krizinin oluşturduğu kara deliği kapatmak için ödenen toplam meblağ (iç borçlar)

251.563.000.000.-TL

28 Şubat sürecinin sebep olduğu toplam ekonomik zarar

381.000.000.000.-$

2001-2007 döneminde yüksek faiz ödemelerinin ekonomiye maliyeti

78.000.000.000.-$

187

İrticai faaliyette bulunduğu gerekçesiyle kapatılan vakıfların el konulan taşınmazlarının sayısı 21

İrticai faaliyette bulunduğu gerekçesiyle kapatılan vakıf sayısı Bin yıl süreceği söylenen 28 Şubat süreci ne mutlu ki halkın, iradesini siyasal sisteme yansıtmakta gösterdiği inanç ve direnç sayesinde kısa sürede son buldu. 
Ancak sürece yön veren derin yapıların ve onların gerek kamu gerekse sivil kesim içindeki uzantılarının son bulmadığı, sadece biraz daha derine ve geriye 
çekildiği bugün çok daha net görünmektedir. 

Süreç başarısızlığa uğramaya mahkûmdu. Zira tarihin insanlığa öğrettiği en önemli derslerden birisi de toplumun hilafına hiçbir sistemin, düşüncenin uzun 
bir süre hüküm süremeyeceği, er veya geç yatağını arayan nehir misali toplumun düşünce ve inançlarının üstün geleceğidir. Toplumun düşünce ve inanışlarını dikkate almaksızın ortaya konulan, toplum mühendisliği ürünü her türlü projenin hüsrana uğramaya mahkûm olduğu tecrübeyle sabit olsa da 28 Şubat sürecinin aktörleri, bir psikolojik harp atmosferinde kendi yanlışlarına inanmakta ısrarcı olduklarından gerçeğin önündeki sis perdesini görmediler, göremediler, belli ki görmek de istemediler.

28 Şubat sürecinde üretilen Batı Çalışma Grubu raporları hep temelsiz ve dayanaksız çıktı. 
Bu durum ya paranoyadır ya da tasarlanmış planlanmış bir Psikolojik Savaş projesidir, özetle o dönem komutanlarının kullanıldıklarının acı bir göstergesidir. 

Türkiye’de İran tipi rejim isteyen var diyenler ispatlamak zorundaydılar. Hukukun temel ilkesi “İddia sahibi iddiasını ispatla mükelleftir”. Ülkemizde İran tipi bir rejimi kabule hazır toplum yoktu. Sonuç olarak 28 Şubat’ın kanıtları çürük çıktı.

TSK’dan savunma hakkı bile verilmeden YAŞ kararı ile uzaklaştırılan 1635 subay astsubay yasa dışı bir eyleme karışmadılar. Demek ki kanıtlar çürükmüş ve 
tehdit algısı yanlışmış. 

Siyasal İslam olarak tanımlanan İmam Hatip Liseliler ve Kuran Kursu öğrencileri yasadışı bir eyleme karışmadılar. Demek ki EMASYA planları temelsiz bir 
korkudan kaynaklanıyormuş. 

Sosyolojik bir yapı olan tarikat ve cemaatlerin yasadışı siyasi ve devlet talepleri yokmuş ki bir adet sonuçlanmış yargı kararı verilemedi. Tam tersi Ergenekon, 
Kafes, Balyoz, askeri casusluk gibi darbeci ideoloji taraftarlarının oluşturduğu derin yapıların devlete karşı işlenen suçları yargı sürecine girdi. 

Demek ki 28 Şubat süreci dost ve düşmanını karıştırma süreci imiş. 

Askeri bürokrasinin başarılı psikolojik harekât operasyonu ile düşürülen dünya görüşünün temsilcileri 11 yıldır iktidarda ve Türkiye, İran gibi olmadı. 
Bugün Kuzey Afrika’da Tunus, Mısır, Libya halk hareketlerinde Türkiye Modelinin kesin etkisini bütün bağımsız siyaset bilimciler açıkça beyan ettiler. 
Demek 28 Şubat Postmodern darbesi yanlışmış. 

6. Sonuç ve Öneriler

28 Şubat 1997’de toplumun eğilimleri üzerinde hiç bir bilimsel çalışma yapılmadı. Hatta Genelkurmay İkinci Başkanı Çevik Bir’in gazeteci Taha Akyol’a söylediği gibi “Bilimsel çalışmalar bizim kararlılığımıza zarar verir” cahilane önyargısı genel kabul gördü ki kasten bilimsel alan çalışması yapılmamıştı.

28 Şubatta söz sahibi darbe ideolojisi ve stratejistleri, Türkiye toplumunu ve değerlerini doğru okuyamadıkları için orta vadede başarısız oldular. 

2010 yılında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi yani kırmızı kitap değişti. Artık irtica Genelkurmay tarafından da iç tehdit olarak algılanmıyor. Demek ki 28 Şubat 
temelsiz ve dayanaksız bir süreçmiş. 

Gelinen noktada Türkiye yakın tarihinin bu sancılı süreciyle yüzleşti. Ancak bu dönem zarfında en temel insan hakları ihlal edilen, mesleğine son verilen, 
kamu görevinden çıkartılan, hayatını idame ettirmesi dahi esirgenen pek çok binlerce mağdurun, uğradıkları hak kayıpları telafi edilmeye çalışılsa da adaletin 
yerini bulduğunu söylemek mümkün değildir.

Biz burada adalet tarifini, Amerikalar Arası İnsan Hakları Mahkemesi’nin (Inter American Court For Human Rights) Velasquez Rodriguez davasında verdiği bir 
dönüm noktası niteliğindeki kararında ifade bulan kavramsallaştırmaya dayandırmaktayız. Mahkeme bu kararında, devletin, geçmişte ağır ve açık hak ihlalleri işlemiş olması durumunda, şu yükümlülükleri yerine getirmesi gerektiğine hükmetmiştir;

 1. Mağdurların maruz kaldıkları ihlallere ilişkin hakikatin belirlenmesi amacıyla bir soruşturma yürütmek – ki biz buna, mağdurlar için hakikat diyeceğiz.

 2. İhlalleri gerçekleştiren failleri tespit etmeye yönelik bir soruşturma yürütmek – ki biz buna, failler hakkındaki hakikat diyeceğiz.

 3. İhlallerden sorumlu olanları yargılamak – ki biz buna yargılama diyeceğiz.

 4. İhlallerden mağdur olanlara tazminat vermek ya da uğradıkları zararı telafi etmek – ki biz buna tazminat diyeceğiz.

 5. Hak ihlallerinin tekrarlanmaması için gerekli adımları atmak – ki biz buna kurumsal reform diyeceğiz.

Amerikalar Arası Mahkeme’nin ağır ve açık hak ihlalleri karşısında devletin yükümlülüklerinin ne olduğuna ilişkin bu açıklaması “ Adaleti ” oluşturan unsurları, bütünsel bir şekilde tarif etmektedir.

TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonunun raporu, 28 Şubat sürecinde kişilerin maruz kaldıkları hak ihlallerinin tespitinde önemli bir kaynak niteliğinde olsa da 
o dönem mağduriyet yaşamış yüzlerce insanın ne ismi ne de uğradıkları ihlaller ve hak kayıpları konusunda bütüncül bir çalışma halen gerçekleştirilmiş değildir. 
Kısacası mağdurlar için hakikat ortaya çıkarılmayı beklemektedir.

28 Şubat davası, 28 Şubat 1997 MGK kararları sonrası, zamanın meşru hükümetini istifaya zorlamak suretiyle post-modern darbeyle deviren TSK mensubu üst düzey subaylarının yargılanmasını sağlasa da davanın gidişatı (savunmalar devam ederken verilen tahliye kararları, sanıklara usul hükümleriyle izah edilemeyecek nitelikte gösterilen müsamaha vb) suçun tespiti ve faillerin cezalandırılması noktasında pek de ümit vermemektedir. 

Tüm dünyanın gözü önünde apaçık işlenen bir fiilde bile böyle bir yargılama varken 28 Şubat sürecinin ticaret-ekonomi, medya, bürokrasi ve (sözde) STK 
ayaklarının yargı önüne çıkarılması konusunda umutlar azalmaya başlamıştır. Kısacası failler hakkındaki hakikat örtbas edilmek istenilmekte, yargılama içi 
boş bir gösteriye dönüştürülmek istenilmektedir. 

28 Şubat sürecinin hukuka ve kanuna aykırı uygulamaları nedeniyle mağdur olan başta kamu görevlisi olmak üzere çok sayıda kişinin mağduriyetleri halen 
giderilmeyi beklemektedir. 

28 Şubat sürecinde gerek kılık kıyafetleri gerekse tutum ve inançları nedeniyle pek çok devlet memuru hakkında 657 sayılı Kanunun 125/E-a maddesinde 
tanımlı “İdeolojik veya siyasi amaçlarla kurumların huzur, sükün ve çalışma düzenini bozmak, boykot, işgal, kamu hizmetlerinin yürütülmesini engelleme,
 işi yavaşlatma ve grev gibi eylemlere katılmak veya bu amaçlarla toplu olarak göreve gelmemek, bunları tahrik ve teşvik etmek veya yardımda bulunmak” 
ya da başörtüsü gibi nedenlerle sürekli almış oldukları disiplin cezalarından hareketle disiplin cezası gerektirir fiillerin işlenmesinde ısrarcı olunduğu 
iddiasıyla 125/E-g maddesinde tanımlı “Memurluk sıfatı ile bağdaşmayacak nitelik ve derecede yüz kızartıcı ve utanç verici hareketlerde bulunmak” fiilini 
işledikleri gerekçesiyle devlet memurluğundan çıkarılma cezası verilmiş idi.

2006 yılında çıkartılan 5525 sayılı Kanunla getirilen disiplin affı sayesinde, bu türden disiplin cezaları bütün hukuki sonuçlarıyla birlikte ortadan kalkmış olsa 
da 5525 sayılı Kanunun bir disiplin affı Kanunu olduğu, bu itibarla devlet memurluğundan çıkarılma cezasıyla memuriyetine son verilen memurlar hakkında başkaca bir işleme gerek kalmaksızın devlet memurluğuna dönüş imkânı tanımadığı açıktır. Bu kişiler ancak açıktan atama yoluyla tekrar memur olabilme hakkını elde etseler de gerek eski görevlerine geri dönmeleri gerekse memurluktan ayrı kaldıkları zaman zarfı için kademe ve derece ilerlemesi alamadıkları, memuriyetten ayrı bırakıldıkları dönemlerdeki mali haklarının telafisi noktasında hiçbir tazminat ödemesi alamadıkları bilinen bir gerçektir. 5525 sayılı Kanuna bağlı olarak disiplin cezaları bütün hukuki sonuçlarıyla birlikte ortadan kalkan memurlara ve adaylık sürecinde kılık-kıyafet nedeniyle adaylıkları sona erdirilenlere 6495 sayılı Kanunla tekrar memuriyete dönüş hakkı getirilmiş olsa da istifa etmek zorunda bırakılan memurların geri dönüşleri idarelerin takdirlerine bırakılmış bulunmaktadır. Yine memurluklarına son verildikten sonra SSK veya Bağ-Kur sigortalısı olarak çalışarak emekli aylığı almaya başlamakla sosyal güvenlik mevzuatı yönünden emekli sayılanlar memurların geri dönüşleri 5335 sayılı Kanuna göre mümkün değildir. 

Öte yandan 6353 sayılı Kanun, memuriyetlerine son verildiği tarih ile 2006 yılına kadarki dönem için sosyal güvenlik primlerinin kurumlarınca karşılanmasına 
imkân verse de bu dönem zarfında görevden atılan memurların isteğe bağlı prim ödemelerinin, çalışmaya bağlı sosyal güvenlik primlerinin veya borçlanma 
suretiyle ödedikleri primlerin iadesi noktasında hiçbir düzenleme mevcut değildir. Aynı şekilde, memuriyetlerine son verilen tarih ile tekrar atandıkları ya da disiplin cezalarının affa uğradığı tarihe kadarki dönem için mali haklarının karşılığı olarak herhangi bir tazminat ödemesi ve bugün için mümkün bulunmamaktadır. 

Sorunun bir diğer boyutu sözde irticai örgüt üyesi olmaktan dönemin DGM ve ağır ceza mahkemelerinde yargılanan ve bu yargılamaları sebebiyle kesinleşmiş 
bir mahkûmiyeti bulunmamasına rağmen memurluktan atılanların geri dönüşlerinin halen sağlanamamış olmasıdır.

Yine 28 Şubat sürecinde irticai faaliyette bulundukları gerekçesiyle kapatılan vakıfların el konulan taşınır ve taşınmaz mallarının iadesi için yasal düzenleme 
gerekmekte olup halen çözüm beklemektedir.

Konunun bir diğer boyutu o dönem zarfında maruz kaldıkları hukuka ve kanuna alenen aykırı uygulamalara rağmen haklarını aramak için yargı mercilerine 
koşanların, bunlardan özellikle kamu personelin, idari ve adli yargı organlarında taraflı kararlarla karşılaşmaları neticesi, mağduriyetlerine bir de adil yargılama 
ve hak arama hakkının ihlal edilmesinin eklenmiş olmasıdır. Brifinglerle şekillendirilen yargıya hangi tür davalarda ne tür kararlar verecekleri zaten dikte edilmiş durumdaydı. Bu itibarla özellikle o dönemde irticai örgüt üyesi oldukları iddia edilenler için maktan DGM ve ağır ceza mahkemelerinde yapılan yargılamalar ile haklarında verilen meslekten çıkarma, devlet memurluğundan çıkarma ve muhtelif disiplin cezaları ile sürgün niteliğinde görev yeri değişikliği kararlarına karşı açılan davalardan aleyhe sonuçlananların yeniden yargılama konusu edilmesi gerekmektedir. 

Yine bu meydanda (5525 sayılı Kanunla affa uğramış iseler de) 1997-2003 tarihleri arasında kamu kurum ve kuruluşlarının Yüksek Disiplin Kurullarının irtica, kılık-kıyafet vb nedenlerle verdikleri meslekten çıkarma, memurluktan çıkarma gibi disiplin cezalarına yeniden görüşülme imkânı tanınması gereklidir.

Adaletin tesisinin son ayağı kurumsal reform adını verdiğimiz, bir daha post-modern olsun olmasın yeni bir darbe veya darbe girişimi yaşanmaması, toplumun ve yargının gözü önünde hak ihlalleri yaşanmaması için gerekli toplumsal, siyasi, idari ve hukuki ortamın oluşturulması ve toplum tarafından sahiplenilmesini sağlayacak reform niteliğindeki yapının tesisidir. Bu amaçla yapılması gerekenler 28 Şubat sürecinin sonrasında farklı kesimlerce farklı şekillerde dile getirilmiş durumdadır. Darbe ürünü 1982 anayasasının yerine toplumun çoğunluğunun kabulü ile toplumun her kesiminin asgari müştereklerde buluştuğu bir anayasa, MGK’nın anayasal bir kurum olmaktan çıkarılması, laiklik ilkesinin anayasadan çıkartılması, vatandaşların din, inanç ve ibadet hürriyetinin özel yaşamlarında, kamusal alanda ve kamu hizmetinde hiçbir sınırlama olmaksızın kullanılabilmesinin açık hükümlerle anayasada yer alması, genelkurmay başkanlığının Milli Savunma Bakanlığına bağlanması, TSK, kolluk kuvvetleri ve istihbarat kurumlarının şeffaflığını, idari ve mali denetimini kesinkes sağlayacak denetim ve gözetim imkânının sağlanması, idarenin takdir yetkisi adı altında keyfi kararlar vermesinin önlenmesi babında “Genel İdari Usul Kanunu”nun kanunlaştırılması, Avrupa Parlamentosu tarafından kabul edilen Avrupa Doğru İdari Davranış Kanununun iç hukuk sistemine dâhil edilmesi, 657 ve özel kanunlardaki disiplin hükümlerinin yoruma imkân vermeyecek şekilde açık ve net olması, disiplin soruşturmasının usul ve esaslarının CMK gibi açık ve net yetki ve usul kurallarına bağlanması, askeri okulların Milli Eğitim Bakanlığı denetim ve gözetimine açılması, İl İdaresi Kanununun 11/D maddesinin tüm yetkinin kolluk kuvvetlerine insiyatif bırakmayacak şekilde yeniden düzenlenmesi gibi reformlar bu başlık altında sayılabilir.

İdeolojiler sistemlerini devam ettirmek için, kendi üstlerinde bağımsız sivil frenlerin olmasını istemezler. Belirli bir grubun tikel çıkarlarını, evrensel çıkarlar 
gibi göstererek haklılaştırmaya çalışırlar. Gerçekleri perdelemek için ise her zaman geçerli birçok mazeretleri icat ederler ya da asılsız iddiaların karışıklığı 
içinde, hiç kimseyi ikna etme endişesi taşımadan süslü püslü örtülerle olayları kamufle etmeye çalışırlar. Ülkemizde 28 Şubat sürecinin öncesinde ve sonrasında yaşanan gelişmelerde, olayları perdelemek için en fazla kullanılan “irtica” ile “dini siyasete alet” iddialarını bu pencereden değerlendirmekte fayda vardır. 

“İrtica” fobisiyle, son yüz yıl içinde birçok defalar, toplumun talepleri baskı altında tutularak sessizleştirilmiştir. Her ne zaman ki, toplumun arzuları iktidar 
mevkilerinde makes bulmuşsa, daima nevrotik tepkilerle bastırılarak geri adım atmaya zorlanılmıştır.

Şu an gelinen nokta ise, devletin ve ideolojisinin fetişleştirildiği müstebit idarenin hâkimiyeti ile sivil toplum anlayışını benimseyen demokratik, hürriyetçi 
bir sistem tercihinin yapılmasına dayanmıştır. Bireyi devlet gücü karşısında koruyacak sivil bir toplumun bulunmadığı sistemlerde, devlet kutsallaşmış ve 
halkıyla arasında uzun bir mesafe meydana gelmiştir. Bu sebeple acilen, devletin halkını yönetilecek bir sürü olarak görme alışkanlığının değişime uğraması 
gerekmektedir. Bunun yolu ise, sivil toplum anlayışının benimsenmesiyle devletin kolayca müdahale edemeyeceği bir kamu alanı oluşturmaktan ve demokratik sistemi de toplumun diğer kesimleri için baskı aracı olarak kullanılmasını engellemekten geçmektedir.

Bugün, milyonlarca insanın askeri bir darbeye bile sevinmesini sağlayacak bir kaos ortamının yaratılmasının, darbe ortamından beslenen güçlerin uzun soluklu 
çabaları sonucu oluştuğunu biliyoruz. Üstelik bu güçler hiçbir şekilde bu çabalarından vazgeçmiş de değiller; son birkaç yıldır Ergenekon davası ile 12 Eylül’ün zemininin nasıl hazırlandığını, aynı planların bugün için de mevcut olduğunu, her an uygulamaya konulmak üzere hazır bekletildiklerini, hatta zaman zaman 
uygulamaya konulduklarını da biliyoruz. Kimi zaman kaos çıkarmak için laiklik elden gidiyor görüntüleri verdiler, kimi zaman ülke parçalanıyor diye bağırdılar, 
kimi zaman misyonerler gençlerimizi kandırıyor diye yırtındılar, kimi zaman da “şeriat geliyor” diye harekete geçtiler, 28 Şubat 1997’de olduğu gibi...

Darbe heveslisi generallerin bir kısmının bugün hapiste olması bizi aldatmasın; darbelere karşı verdiğimiz mücadelede bir adım geri çekildiğimiz anda, onların 
ileri doğru on adım atacaklarına emin olalım. Onları bulundukları ve ait oldukları yerden kurtarmak isteyenlerin hızla harekete geçeceğinden emin olalım.

7. Dipnotlar

1 28 Şubat sürecinde tesettür mağazalarında peruk da satılmaya başlanmıştı. Türban veya başörtüsü yasağının genellikle laiklik ve irtica tartışmaları 
çerçevesinde ele alındığı ve bu süreçte kadın haklarının -en azından birçok boyutuyla- yeterince tartışılmadığı görülmektedir. 

Özellikle kadın hakları konusunda seçici davranan ve daha çok gelenekten ve bu yöndeki yasadan kaynaklanan ihlallerle ilgilenen birçok kadın derneğinin, 
bu yasak dolayısıyla gerçekleşen taciz ve kadın bedenine saldırı anlamına gelecek ihlaller karşısında dramatik bir suskunluk arz ettikleri görüldü. 
Oysa bu yasak pek çok kamu görevlisinin erkeksi güdülerini taciz yoluyla tatmin etmelerine fırsat veren biçimlerde de uygulanıyordu ve uygulanmaktadır. 
Başını açmak zorunda kalan İmam-Hatip lisesi öğretmeni bir kadın, kendisine en fazla dokunan uygulamalardan birinin, okula yapılan ani baskınlarda sıraya 
dizildiklerinde, bir görevlinin tek tek bütün kadınların saçlarını çekerek, başındakinin peruk mu, yoksa kendi saçı mı olduğunu “kontrol etmesi” olduğunu ifade etmişti.

2 Cumhuriyet Türkiye’sinde ilk sıkıyönetim, o zamanki adıyla örfî idare uygulaması, 1925 yılında, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde yaşanan Şeyh Sait isyanından sonra başlatılmış ve 1950 yılına kadar sürmüştür. Ardından, Aralık 1978 ayında, Kahramanmaraş’ta meydana gelen olaylar nedeniyle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerindeki 13 ili kapsayan sıkıyönetim uygulaması başlatılmış; 12 Eylül 1980 askeri darbesiyle, sıkıyönetim tüm yurda yayılmıştır. Sıkıyönetim uygulaması, 19 Mart 1984 tarihinden itibaren kademeli olarak kaldırılmış ancak, terör örgütü PKK’nın silahlı eylemleri üzerine, 
19 Temmuz 1987 tarihinde Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesindeki bazı illeri (Bingöl, Diyarbakır, Elazığ, Hakkari, Mardin, Siirt, Tunceli ve Van) kapsayacak 
şekilde olağanüstü hal uygulamasına geçilmiştir. Bu maksatla kurulan Olağanüstü Hal Bölge Valiliği sorumluluk alanındaki il sayısı 1990 yılında 13’e yükselmiştir. Olağanüstü hal uygulaması, 30 Kasım 2002 
tarihinde tamamen sona erdirilmiştir.

3 Türkiye, 27 Mayıs 1960 darbesinde 1 yıl 4 ay, 12 Mart darbesinde 2 yıl 8 ay, 12 Eylül darbesinde ise 3 yıl 2 ay süreyle askeri yönetimler tarafından idare 
edilmiştir. 

4 Türkiye’de Cumhuriyetin ilanından bugüne kadar geçen sürede, ülkenin çeşitli yerlerinde uygulanan sıkıyönetimin süresi 25 yıl, 9 ay, 18 gündür. 

5 Harbiyeli subaylar ve İttihat ve Terakki Cemiyeti mensupları tarafından, 1800’lerin sonunda Sultan Abdülaziz’ suikast tertip edildiği, 1900’lerin 
başında ise Sultan Abdülhamid’e karşı çeşitli suikast ve darbe girişimlerinde bulunulduğu bilinmektedir.

6 Marx’ın Hegel’den ödünç aldığı “kendi için şey” kavramının sınıf bilinci gelişmiş işçi sınıfını tanımlamak üzere kullanılan hali. Marx’a göre, 
sınıf bilinci gelişmemiş proletarya, sınıf çıkarlarının ve dolayısıyla sınıfının bilincine sahip olmadığı için “kendinde sınıf”tır. “Kendi için sınıf” 
olabilmesi, bilinçlenmesine ve bunu fark etmesine bağlıdır. 

7 Her imparatorluk gibi, yüzyıllar boyunca “ordu millet” anlayışının hüküm sürdüğü Osmanlı Devletinde, 1800’lü yılların sonlarından itibaren 
özellikle ordu ve Harbiye Nezareti üzerinde Almanya’nın etkisi belirleyici olmuştur. Uzun yıllar boyunca Osmanlı ordusuna danışmanlık yapan 
Alman General Goltz özellikle zikredilmelidir. Zira Goltz’un, Türkiye’ye etkisi askeri alanda kalmamış; Türkçeye “Millet-i Müsellaha (“silahlanmış 
halk/yurttaş ordusu/milli ordu)” adıyla tercüme edilen eseri, Harp Akademilerinde yıllarca okunması tavsiye edilen kitaplar arasında yer 
almıştır. Goltz’un sözkonusu askeri-politik anlayışı sadece orduyu değil, Jön Türkleri ve daha sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti ve devamı 
olarak cumhuriyetin kurucu kadrosunu etkilemiştir. Şerif Mardin, Jön Türk hareketinin ilk önderlerinden olan Ahmet Rıza’nın “askeri erkanın 
milleti uyaran bir elit görevini görmesi ve bununla beraber gelen halkın en çok sürekli bir seferberlik halinde bulundurulması fikrini” Millet-i 
Müsellaha’dan aldığını belirtmektedir.

8 13.07.2013 tarihli ve 6496 sayılı Kanunun 18’inci maddesiyle TSK İç Hizmet Kanununun 35’inci maddesi; “Silahlı Kuvvetlerin vazifesi; 
yurt dışından gelecek tehdit ve tehlikelere karşı Türk vatanını savunmak, caydırıcılık sağlayacak şekilde askerî gücün muhafazasını ve 
güçlendirilmesini sağlamak, Türkiye Büyük Millet Meclisi kararıyla yurt dışında verilen görevleri yapmak ve uluslararası barışın sağlanmasına 
yardımcı olmaktır” şeklinde değiştirilmiştir. Ancak TSK İç Hizmet Yönetmeliğinin 85’inci maddesi halen yürürlüğünü korumaktadır.

9 Mesela (E) Korg. BÖLÜGİRAY, 1999 yılında çıkardığı “28 Şubat Süreci 1” adlı kitabının 167’inci sayfasında, “Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi”nin, 
içerik olarak, Türk gençliğine “durumdan görev çıkarması” yönünde verilen bir direktif olduğunu öne sürerek; kitabını 166’ncı sayfasında 
“durumdan vazife çıkarma” konusunda şunları söylemektedir. “Bu konu, Harp Akademisi’nin temel eğitim programları içinde önde gelen 
bir konudur. Öyle ki, üç yıllık Akdemi eğitimi süresince, hemen hemen her gün Akademi öğrencilerine verilen çeşitli taktik ve stratejik harp 
meselelerinde, öğrencinin meselede verilen savaş durumuna bakarak, “yeni bir görev çıkarması” ve bu göreve göre de bir “karar vermesi” 
istenir.” demektedir. BÖLÜGİRAY, kitabının 158’nci sayfasında ise “Asıl olan iç cephedir” sözünün Atatürk’e ait olduğunu iddia etmektedir.

10 Manşetlerdeki 28 Şubat/Darbeye Giden Yolda Medyanın Rolü, SDE, 28.02.2013

11 Fazıl Hüsnü Erdem, “Türkiye’de ‘İdeolojik Devlet’ Gölgesinde Yargı Bağımsızlığı Sorunu”, Demokrasi Platformu, sayı 2, s. 53 vd.

12 Görevden alınan bürokratların yanında Ankara dışına sürülen bürokratların çokluğu dikkat çekerken, bürokrat atamalarında ilk sırayı 
Başbakanlık, Tarım, Orman, Çevre, Kültür, Turizm, Sanayi ve Ticaret bakanlıkları aldı. Milliyetçi-muhafazakâr kıyımına giden hükümetin görevden 
aldığı bürokratların dörtte biri bir yıl iktidarda kalan Refahyol zamanında göreve gelmişti. 500’e yakın emniyet görevlisi bir üst rütbeye terfi 
ederken, 400 müdürün de görev yeri değişti. DSP il ve ilçe örgütleri, 49 ilde milli eğitim müdürünün değişmesi için başvuruda bulundu. 
Kadrolaşmada siyasi parti teşkilatlarının ve belirli odakların yanı sıra bazı sendikalar bile devreye girmişti. Hatta Türk-İş Konfederasyonu ve 
Yol-İş Sendikası Başkanı Bayram Meral bile şubelerine faks geçerek, kendilerine yakın bürokratların tespit edilmesi emrini vermişti.

13 Hatta Turist Rehberleri Vakfı ve İstanbul Turist Rehberi Esnaf Odası yazılı açıklama yaparak; “Dünyaya, Müslümanların çoğunlukta bulunduğu 
tek laik ülke olma özelliği bulunan ülkemizde devlet eliyle demokrasi ve laiklik düşmanı milyonlarca insan yetiştirildiğini açıklayamıyoruz. 
Yarım milyon gencimizi, nasıl oluyor da sadece din adamı yetiştirmekle sınırlandırılması gereken din okullarından, üst düzey kamu yöneticisi 
olarak çıkardığımızı anlatamıyoruz. Cami sayısının okul sayısının önüne geçmesine izin veren bir devlet anlayışını izah edemiyoruz” diyordu. 
(Cumhuriyet 11 Mart 1997)

8. Son Notlar

 [I] 28 Şubat ve İslamcılar, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce-İslamcılık içinde, Bekir Berat Özipek, İletişim Yayınları, İstanbul, 2005

 [II] Militarist Modernleşme, Murat BELGE, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011

 [III] Modern Mahrem, Nilüfer GÖLE, Metis Yayınları, 2001

 [IV] Militarist Modernleşme, Murat BELGE, İletişim Yayınları, İstanbul, 2011

 [V] Nevzat BÖLÜGİRAY, 28 Şubat Süreci 1, Tekin Yayınevi, Ankara, 1999.

 [VI] “Adalet Biraz Es Geçiliyor…”, Demokratikleşme Sürecinde Hâkimler ve Savcılar, TESEV Yayınları, Mayıs 2009

 [VII] TBMM Darbeleri Araştırma Komisyonu Raporu

 [VIII] 28 Şubat’ın ekonomiye faturası 250 milyar, Aksiyon, Şubat 2012

 [IX] 28 Şubat tezgâhından ekonomik örnekler, Okan Müderrisoğlu, Sabah, 30.04.2012


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder