Filistin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Filistin etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Aralık 2019 Cumartesi

TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİ 1946 - 2010 BÖLÜM 3

TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİ 1946 - 2010  BÖLÜM 3


    Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu düzenlediği basın toplantısında İsrail’le ilişkilerin 2. kâtip düzeyine indirildiği, yapılan askeri anlaşmaların askıya 
alındığı, seyrüsefer serbestîsinin sağlanabilmesi adına gerektiğinde önlem alınması, Gazze Ablukasının tanınmaması, Uluslararası Adalet Divanı’nda 
incelenmesi için gerekli girişimlerin yapılması, Mavi Marmara olayında mağdur olanların haklarının aranması için uluslararası ortamda her türlü desteğin verilmesi kararlarının alındığını açıkladı.20 Ayrıca Cumhurbaşkanı Abdullah Gül yaptığı açıklamada Türkiye’nin Palmer Raporu’nu tanımadığını ifade etti.21 Gelişmeler üzerine BM Genel Sekreteri Ban-ki-Moon hem Türkiye’nin hem de İsrail’in Ortadoğu için önemli olduğunu söyledi ve Ortadoğu barış sürecinin menfaati için her iki ülkeye de ilişkilerini düzeltmesi çağrısında bulundu.22 ABD adına açıklamayı ABD Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Victoria Nuland yaptı. Türkiye ve İsrail’in aralarındaki anlaşmazsızlıklardan dolayı üzüntü duyduklarını belirten Nuland, hem Türkiye’nin, hem de İsrail’in müttefik ülke olduğunu hatırlatarak, iki ülkenin de bu sorunu çözmeye gayret etmelerini istedi. Almanya Dışişleri Bakanı Guido Westerwelle ise Türkiye’nin tavrını eleştirdi. Türkiye-İsrail gerginliğini kaygıyla izlediklerini ve uzlaşmaya yönelik adımların atılması gerektiğini ifade etti. Almanya’nın arabuluculuğu önerisinde de bulunan Westerwelle, Türkiye’den İsrail’le yeniden diyaloga geçmesini talep etti. 

Sonuç ve Değerlendirme 

Türkiye -İsrail İlişkileri Mavi Marmara saldırısından önce de ciddi krizlerle test edilmişti. Daha önce de ifade edildiği üzere Türkiye, İsrail’le olan diplomatik ilişkilerinin seviyesini 1980 yılında da ikinci kâtip seviyesine düşürmüş ve ilişkiler 1992 yılına kadar alt düzeyde sürdürülmüştü. Ancak Mavi Marmara saldırısı mahiyeti itibariyle Türk-İsrail ilişkilerinde çok daha derin bir krize neden olmuştur. 

Türkiye Mavi Marmara saldırısının ve Gazze’ye uygulanan ambargonun uluslararası hukuka aykırı olduğu, İsrail’in “şımarık bir çocuk gibi” kendisini 
uluslararası hukukun üzerinde görmesinin kabul edilemez olduğu tezlerini savunmaktadır. Bu çerçevede Türkiye, İsrail’in, uluslararası sularda Türk 
bandıralı bir gemiye yaptığı, uluslararası hukukun yerleşmiş içtihatlarına ve teamüllerine uymayan saldırı sebebiyle Türkiye’den özür dilemesini ve saldırıda mağdur olan ailelere tazminat ödenmesini talep etmektedir. Palmer Raporu sızdırılmadan önce İsrail tarafından gelen haberler İsrail hükümetinin özür dilemek yerine farklı bir alternatif arayışı içerisinde olduğu, tazminatların ödenmesi konusunda ise hükümet içerisinde örtülü bir konsensüsün olduğu yönündeydi. Ancak Palmer Raporu’nun basına sızması; raporun İsrail’in Gazze’ye uyguladığı ambargoyu meşru görmesi ve Mavi Marmara’ya düzenlenen saldırıyı uluslararası hukukun sınırları içerisinde değerlendirmesi Türk tarafında büyük bir hayal kırıklığı yarattı. İsrail Palmer Raporu’nu kabul ettiğini açıklarken Türkiye Palmer Raporu’nun kabul edilmediğini kamuoyuna duyurdu. Bu çerçevede ilk aşamada İsrail’e karşı tutumunun netleştirilmesi için yukarıda ayrıntılı olarak aktarılan bir yol haritası ortaya kondu. 

İsrail 1948’de kurulduktan sonra bölgedeki dış politikasını Türkiye ve İran gibi Arap olmayan iki ülke ile ilişkileri geliştirmek üzerine kurmuştu. Cemal 

< Türkiye Mavi Marmara saldırısının ve Gazze’ye uygulanan ambargonun uluslararası hukuka aykırı olduğu, İsrail’in “şımarık bir çocuk gibi” kendisini uluslararası hukukun üzerinde görmesinin kabul edilemez olduğu tezlerini savunmaktadır. 
“Arap Baharı”nın bölgede yarattığı politik kırılmanın ne yöne doğru evrileceğinin de İsrail tarafından tam kestirilemiyor oluşu İsrail dış politikasının alternatiflerini ciddi biçimde sınırlandırmıştır.  >

Abdülnasır’ın ölümünden sonra Enver Sedat döneminde Mısır’la da ilişkilerin geliştirilmesi İsrail politikalarının bölgedeki meşruiyetini sağlıyordu. Bugün 
gelinen noktada İsrail ve İran zaten ayrı kamplarda yer alıyorlar. Mısır’da askerlerin politikada halen çok etkin olması İsrail’i özellikle stratejik ve askeri 
açıdan kısa vadede rahatlatmakla birlikte Mısır’da gerçekleştirilecek ilk serbest seçimlerde Müslüman Kardeşler’in Mısır siyasetini belirleyecek bir güç olarak belirme ihtimalinin gittikçe kuvvetlenmesi orta vadede İsrail -Mısır ilişkilerinin de gerginleşeceği izlenimi uyandırmaktadır. Geçtiğimiz aylarda sınırda çıkan ufak çaplı bir çatışma sonrasında İsrail tarafından açılan ateş neticesinde ölen beş Mısır askeri için İsrail’in özür dilememiş olması sebebiyle İsrail Büyükelçiliği önünde toplanan halk Mısır hükümeti üzerinde İsrail’le ilişkilerin askıya alınması yönünde bir baskı kurmaktadır. Refah Sınır kapısının Mısır’daki devrimden sonra açılması da Gazze üzerindeki ambargoya delik açmış durumdadır. İsrail ise Mısır’la olan barış antlaşmasının devam etmesinden yanadır. İsrail Başbakanı Netanyahu yaptığı açıklamada barış antlaşmasının her iki tarafın da çıkarlarına hizmet ettiğini ve mutlaka korunması gerektiğini ifade etmiştir. 

“Arap Baharı”nın bölgede yarattığı politik kırılmanın ne yöne doğru evrileceğinin de İsrail tarafından tam kestirilemiyor oluşu İsrail dış politikasının alternatiflerini ciddi biçimde sınırlandırmıştır. İsrail’deki bazı askeri yetkililer tarafından yapılan “Arap baharının radikal İslam kışına dönüşmesi tehlikesi” olduğu yönündeki açıklama İsrail’deki kaygının boyutlarını gösterir niteliktedir. Bölgedeki halk hareketlerinin yarattığı derin politik yarılma sebebiyle kendisini güvende hissetmeyen İsrail’in bu süreçte Türkiye ile ilişkilerinin de kötüleşmesi İsrail tarafından pek arzulanır bir durum görünmemektedir. 

Yakın zamanda ABD ve Türkiye, Avrupa Savunma Sistemi’nin bir parçası olmak üzere Türkiye’de hava savunma sistemlerinin kurulacağını açıkladı. 
Amacı İran gibi ülkelerden gelebilecek tehdit karşısında Avrupa’yı korumak olan sistemde İsrail de, İran’dan büyük tehdit algıladığı için Türkiye ile birlikte yer almak istiyordu. Ancak Türkiye ile İsrail arasındaki askeri ilişkilerin bitirilmesi İsrail’in kısa vadede savunma sisteminin içerisinde yer almasını güçleştirdi. İsrail açısından Türkiye ile askeri ilişkilerin sona erdirilmesinin yarattığı en ciddi sorunlardan birisi de Türkiye hava sahasının İsrail askeri tatbikatlarına kapatılmış olmasıdır. İsrail bu alanda çıkan eksikliğini Romanya, İtalya ve Yunanistan gibi ülkelerle yakınlaşarak kapatma amacında görünmektedir. 

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun İsrail’e uygulanacak yaptırımları açıklamasından sonra Wall Street Journal’a konuşan bir Türk yetkili askıya 
alınan antlaşmaların sadece askeri antlaşmaları kapsadığını ve ticari antlaşmaları içermediğini ifade etmiştir.23 Türkiye ile İsrail arasındaki ticari ilişkiler yaşanan diplomatik krizlere rağmen 2011 yılının ilk altı ayında yüzde 27 artarak 2,7 milyar dolar seviyesine ulaşmıştır. Bank of Israel yöneticisi Stanley Fischer gelinen noktada Türkiye’nin 700 milyar dolarlık ekonomisiyle bölgenin en büyüğü olduğunun, son dönemde Avrupa ile Asya ve Ortadoğu arasında bir ticaret koridoru olarak belirdiğinin ve bu durumun ilerde İsrail ekonomisini beklenenden çok daha fazla etkileyeceğinin altını çizerek ilişkilerin normalleştirilmesinin elzem olduğunun altını çizmiştir.24 

Kısa vadede İsrail’in bölgedeki müttefik alternatifi Güney Kıbrıs Rum Yönetimi gibi görünmektedir. Yukarıda da ifade edildiği üzere İsrail zaten GKRY ile ilişkilerini geçtiğimiz yıldan beri geliştiriyordu. Bu çerçevede GKRY ile geliştirilen ilişkiler hem İsrail’in bölgedeki müttefik ihtiyacına kısa vadede çözüm getirebilecek gibi görünmektedir hem de dış politikadaki en büyük handikapların dan birisi Kıbrıs olan Türkiye’yi rahatsız edecek ve bu alana aktardığı enerjinin artmasına sebep olacaktır. Nitekim GKRY ve İsrail’in Doğu Akdeniz’de birlikte “sondaj” faaliyetine başlayacak olması haberinin Ankara’da duyulması ciddi bir rahatsızlık meydana getirmiş ve Türkiye’de KKTC ile kıta sahanlığı antlaşması imzalayarak Doğu Akdeniz’de petrol arama faaliyetlerine başlanacağını duyurmuştur. Lübnan da Rum yönetiminin Doğu Akdeniz’de petrol arama çalışmalarının Lübnan’ın egemenlik haklarını ihlal etmemesi gerektiğini, bu noktada hiçbir devlete karşı hoşgörülü davranamayacaklarını açıklamıştır.25 

İsrail’in içerisinden geçilen süreçte Ermenistan, Yunanistan ve Azerbaycan’la da ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. Kıbrıs, Azerbaycan, Ermenistan ve 
Yunanistan’la stratejik işbirliğini geliştirmeye gayret eden İsrail Türkiye’de jeo-politik kuşatılmışlık algısı oluşturmaya çalışmaktadır. Özellikle İsrail 
Dışişleri Bakanı Avigdor Lieberman’ın görevi devraldığından beri Ermenistan ve Azerbaycan’la ilişkileri geliştirmeye çalıştığının altı çizilmelidir. İsrail’in 
Karabağ meselesinde Azerbaycan tezine yakın duruyor olması her ne kadar Ermenistan’da rahatsızlık meydana getiriyorsa da İsrail’le Türkiye 
arasında son dönemde gerilen ilişkiler sebebiyle her iki ülkenin de Türkiye konusunda asgari müştereklerini ön plana çıkaracakları ileri sürülebilir. Her 
yıl Amerikan Kongresi’ne getirilen Ermeni soykırımı yasa tekliflerine Türkiye Yahudi lobileri ile çalışarak karşı koymaya çalışıyordu. İlerleyen dönemde 

<  Kıbrıs, Azerbaycan, Ermenistan ve Yunanistan’la stratejik işbirliğini geliştirmeye gayret eden İsrail, Türkiye’de jeopolitik kuşatılmışlık 
algısı oluşturmaya çalışmaktadır. 
Özellikle Lieberman’ın Ermenistan ve Azerbaycan’la ilişkileri geliştirmeye çalıştığının altı çizilmelidir. 
Suriye ile Türkiye arasında yükselen gerilim bölgede İran’ı rahatsız etti. İran yönetimi Suriye olayları karşısında tercihini Suriye yönetiminden yana 
koyarak Türkiye’nin izlediği Suriye politikasına ağır eleştiriler yöneltti.  >


İsrail’in telkinleriyle Yahudi lobileri bu yönde isteksizlik göstereceklerdir ve İsrail, Ermeni soykırımı yasa tasarılarına bir dereceye kadar destek verecektir. Ancak İsrail’in Ermeni soykırımının tanınması konusunda bir takım çekincelere sahip olduğunun altı çizilmelidir. İsrail’in bölgedeki meşruiyetinin arka planında hiç kuşkusuz Hitler döneminde uygulanan “jenosid”in bütün dünya tarafından tanınmış olmasının rolü büyüktür. İsrail bu alandaki tekliğini uluslararası politikayı yönlendirmede bugüne kadar maharetle kullanmıştır. İsrail, Ermeni soykırımı iddialarını tarihsel olarak görmezden gelmemekle birlikte daima mesafeli olmuştur. 

Türkiye -İsrail ilişkilerinin tarihsel evrimi içerisinde aktardığımız üzere Türkiye ile İsrail arasında 1990’lı yıllarda ilişkilerin iki taraflı ve çok boyutlu geliştirilmesi için şartlar son derece müsaitti ve Türkiye açısından bir zorunluluk halini almıştı. Özellikle ABD’nin 2003 yılında Irak’a gerçekleştirdiği askerî müdahale ve ardından Saddam rejiminin devrilmesi Ortadoğu politikasında derin bir kırılma meydana getirdi. Saddam rejiminin devrilmesinde sürece aktif olarak katılan Şii grupların Bağdat yönetiminde etkin bir yer edinmesi bölge gündemine “Şii Hilâli”tartışmalarını sokmuş oldu. Bölgedeki Şii etkisinin gittikçe artmasından endişe eden Arap yönetimlerive Türkiye arasında, yukarıda da aktarıldığı üzere ikili ilişkilerin geliştirilmesinin imkânı doğmuş oldu. Kısacası bugün gelinen noktada 90lı yılların aksine Türkiye’nin İsrail’le jeo-stratejik bir müttefiklik ilişkisine girmesini zorunluluk haline getirebilecek koşullar bulunmuyor. Aksine bölgede derin bir yalnızlık içinde kalan İsrail’in Türkiye’nin jeostratejik  desteğine ihtiyaç duyduğu bir döneme girilmektedir. 

Ocak 2011’de Mısır’daki olaylar başladığında Wall Street Journal gazetesine konuşan Suriye lideri Beşar Esed bölgede ve ülkesinde reform ihtiyacını 
gördüğünü söylemişti. İlk başlarda düşük yoğunlukta seyreden fakat sonradan şiddetlenen Suriye muhalefetinin gösterilerini engelleyemeyen Beşar Esed yönetiminin göstericilere sistematik şiddet uygulaması karşısında Türkiye, Suriye’de yaşananlara kayıtsız kalamayacağını açıklayarak Esed yönetimi ile ilişkileri gözden geçirmeye başladı. Bu çerçevede Suriye muhalefeti koordinasyon toplantılarını İstanbul’da Türkiye’nin ev sahipliğinde gerçekleştirdi. Suriye ile Türkiye arasında yükselen gerilim bölgede İran’ı rahatsız etti. İran yönetimi Suriye olayları karşısında tercihini Suriye yönetiminden yana koyarak Türkiye’nin izlediği Suriye politikasına ağır eleştiriler yöneltti. 

Suriye’deki gelişmeler karşısında Ankara yönetimi, SuriyeLübnan(Hizbullah)-İran eksenine alternatif olarak Türkiye-Suriye-Mısır ekseninin oluşmasına çalışmakta dır. Bu doğrultuda Şam yönetiminin değişip dönüşmesi de bölgesel çıkarları bakımından Ankara yönetimi için hayati önem taşımaktadır. Birinci eksen İsrail ve Batılı ülkelerle çatışma içinde ve Tel-Aviv yok olmasını savunurken, Suriye’nin dönüşmesiyle ortaya çıkacak siyasal ortam sonrası Ankara yönetiminin inisiyatifiyle Türkiye-SuriyeMısır ekseni uluslararası sistemde kabul görecek siyasal ve diplomatik çözüm yollarını öncelemektedir. Bu eksen uluslararası kabul görebilecek ve Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası konumunu güçlendirebilecek bir stratejik yapıya sahiptir. Türkiye, Esad sonrası bölgede oluşması muhtemel boşluğu kendi lehine dolduracak stratejiler üzerinde de çalışmaktadır. 

Batılı ülkelerin Orta doğu eksenli gelişmeler karşısında askeri üs olarak gördüğü İsrail karşısında Ankara ’yı uluslararası sistemde ve bölge ülkeleri arasında bölgesel gelişmelerin, siyaset ve stratejilerin merkezi olarak konumlandırmak istemektedir ki bu durum gerek Türkiye ve Batılı ülkelerce gerekse de İsrail açısından kabul edilebilir bir stratejik durumdur. Böyle bir tablo karşısında İsrail için Türkiye ile ilişkilerinin geliştirilmesi bir gereklilik olarak belirmektedir. 

İran ABD’nin Irak işgalinden sonra bölgede oluşan tepkiyi ve açılan politik kanalları iyi değerlendirip bölge üzerindeki etkisini arttırmıştı. Lübnan’da 
Hizbullah’la, Filistin’de HAMAS’la kuruğu politik ilişkiler, Ortadoğu’da kimlik bilincinin kurgusal öğesi olan İsrail karşıtı söylemi sahiplenmesi İran’ı bölgede 
kilit bir aktör konumuna getirmiş; Batı dünyası ile yaşadığı gerilimde elini kuvvetlendirmişti. AK Parti iktidarı sonrasında Türkiye’nin bölgeye hızlı girişi, 
HAMAS’la kurduğu ilişkiler çerçevesinde Arap dünyasında popülaritesinin artması İran’ın bölgedeki politik cephesinin gerilemesine sebep olmuştur. 

Özellikle İsrail’in Lübnan’a ve Gazze’ye gerçekleştirdiği saldırılara en sert tepkinin Türkiye’den gelmesi, bütün dünyanın dikkatle takip ettiği Davos 
toplantılarında en üst düzeyde Türkiye’nin rahatsızlığının “diplomatik dilin dışına çıkılarak” ifade edilmesi bu durumu daha da pekiştirmiştir. Gelinen noktada İran’ın bölgede tutunabilmesi Suriye ve Bahreyn’deki duruma bağlı görünmekte dir. Bu anlamda İran’ın bölge politikasının bir ironi arzettiğinin altı çizilmelidir. Zira İran Sünni bir idare altında bulunan ve nüfusunun çoğunluğunu Şiilerin oluşturduğu Bahreyn’de muhalefeti desteklerken Suriye’de ise aynı taleplerle sokağa çıkan kitlelere karşı konumlanmakta dır. 

Bu durum İran’ın bölgedeki inandırıcılığını yitirmesine sebep olmakta, 
İran’ın bölge ülkelerini birer dış politika enstrümanı olarak gördüğü kanısını kuvvetlendirmektedir. Bu çerçevede Suriye ve İran’da, Türkiye -İsrail ilişkilerinin gerilmesinin sebebi olarak Türkiye’ye kurulacak olan hava radar sistemlerinin hakiki bir sorun olarak gözden kaçırılması çabası olarak yorumlanması dikkat çekicidir. 

<  İran, ABD’nin Irak işgalinden sonra bölgede oluşan tepkiyi ve açılan politik kanalları iyi değerlendirip bölge üzerindeki etkisini arttırmıştı. 
Ortadoğu’da kimlik bilincinin kurgusal öğesi olan İsrail karşıtı söylemi sahiplenmesi İran’ı bölgede kilit bir aktör konumuna getirmiştir. 

Türkiye, Filistin-İsrail meselesinde Araplardan yana tavrını çok daha belirginleştirerek bölgedeki politik mevzisini daha öteye taşımış ve 
bölgeyi İran’ın potansiyel nüfuz alanı olmaktan çıkarmıştır. >

Bölgenin ve İsrail’in en önemli gündem maddesi durumunda olan Filistin sorununun çözümünde ilişkilerin aldığı yeni formun nasıl ve ne derece 
etkisi olabilir bu durum da üzerinde durulması gereken bir husustur. Filistin meselesinin kabaca şu beş temel noktada toplandığı söylenebilir: 

i) İsrail’in 1967 sınırlarına çekilmesi 
ii) Sayıları 2,5 milyonu bulan Mülteci Filistinlilerin kendi yurtlarına dönmesinin sağlanması 
iii) İsrail sürekli olarak dünyanın her bölgesinden İsrail’e Yahudi yerleşimciler getirmekte ve bunlara Filistin topraklarında yerleşim alanları açmaktadır. 
Yerleşimcilerin sayısı arttıkça ve yerleşim alanları genişledikçe Filistinliler toprak kaybına uğramaktadır ki bugün özellikle Batı Şeria’da yaşanan budur 
iv) Kudüs’ün statüsü meselesi Filistin meselesinin çözümünde son derece önemli bir yerde durmaktadır. İsrail, açıkça, Kudüs’ü İsrail’in ebedi başkenti ilan etmiştir. 
v) Filistin meselesinin gelip tıkandığı, çözülmesi imkânsız olan noktası Mescid-i Aksa konusudur. Yahudiler her ne pahasına olursa olsun Süleyman Mabedi’ni 
yeniden inşa etme kararlılığındadırlar. Mabedin yeniden inşası ise Mescid-i Aksa’nın yıkılması ile mümkün olabilir. İsrail’in bu konularda geri atmıyor 
oluşu Filistin sorununun çözümsüzlüğe itilmesinde başlıca etkendir. 

Türk -İsrail ilişkilerinin bu derece bozulmasının bölge politikasının geneli açısından ikili bir etki doğuracağı söylenebilir. Öncelikli olarak Türkiye, Filistin -İsrail meselesinde Araplardan yana tavrını çok daha belirginleştirerek bölgedeki politik mevzisini daha öteye taşımış ve bölgeyi İran’ın potansiyel nüfuz alanı olmaktan çıkarmıştır. Ayrıca Türkiye, Ortadoğu Barış Süreci’nde olmazsa olmaz bir aktör olarak belirmiş görünmektedir. 

İsrail’le ilişkileri iyi olan bir Türkiye en azından tarafların görüşmesini sağlayabilir, müzakere alanları üzerinde süreci yürütebilir bir aktör iken bugün gelinen noktada Filistin meselesinin çözümünde İsrail’le ilişkileri kötü olan bir Türkiye’nin Filistin meselesinin çözüme kavuşturulmasında olumlu bir rol üstlenemeyeceği ileri sürülebilir. Bununla birlikte Türkiye’nin bölge politikasına bu kadar sıkı angaje olmasını, ülkelerindeki en ciddi rejim muhalefetini İslamî hareketlerden algılayan Suudi Arabistan ve Ürdün gibi ülkeler memnuniyetsizlik le karşılamamışlardır. Zira Avrupa Birliği ile müzakereler yürüten, ABD ile “stratejik ortak” olan ve aynı zamanda bağımsız işleyen bir parlamentoya, hiçbir dış etki olmaksızın periyodik olarak gerçekleştirilen seçimlerle kontrol altında tutulan bir demokrasiye ve laik devlet düzenine sahip olan ve bütün bunlarla İslam’ı bir arada tutabilen Türkiye bölgede İran’ın yerine ikame edilebilecek en iyi alternatif durumundadır. Bununla birlikte bölgedeki halk hareketlerinin en büyük taleplerinin de güçlü bir demokrasi ve bağımsız işleyen bir parlamento olduğu dikkate alınırsa Türkiye’nin bölgeye girişi kısa ve orta vadede bölge ülkelerindeki mevcut rejimlerin meşruiyetlerinin sorgulanması ile neticelenebilir. 

Türkiye açısından ilişkilerin gerilmesinin sonuçları da kısa ve orta vadede değişkenlik gösterecektir. Türkiye AK Parti iktidarı altında geçen on yıl 
boyunca dış politikasını bölgesindeki tüm devletler tarafından güven duyulan bir bölgesel güç ve bu güçten aldığı güvenden kaynaklanan bir global aktör olmak üzere belirlemişti. Gelinen noktada Türkiye -İsrail ilişkilerinin kötüleşmesi, İran’la hem Suriye hem de füze kalkanı konularında yaşanan sıkıntılar, Suriye rejimi ile ilişkilerin bitme noktasına gelmesinin yanı sıra Ermenistan’la sürdürülen ilişkilerin normalleştirilmesine yönelik görüşmelerin âkim kalması, Kıbrıs sorununun çözümü konusunda yaşanan tıkanma ve AB ilişkilerinin durma noktasına gelmesi - AK Parti iktidarının göreve geldikten sonra benimsediği misyon çerçevesinde - Türkiye’nin önünde önemli diplomatik sınavlar olduğunu göstermektedir. Geçtiğimiz 10 yıl boyunca izlenen “sıfır sorun” politikası ve bölgedeki görece objektif duruş uluslararası politikada Türkiye’nin sürdürülebilir bir Ortadoğu barışında etkin rol oynayabileceği düşüncesini ortaya çıkarmıştı. Gelişen son olaylardan sonra ise, gerilim iyi yönetilemezse, AK Parti iktidarı süresince el altından devamlı işlenen “gizli ajanda” argümanı çerçevesinde AK Parti iktidarının “revizyonist” bir dış politika izlediği düşüncesi uluslar arası kamuoyunda yer edinebilir. Ayrıca İsrail’in GKRY ile geliştireceği ilişkiler in Kıbrıs sorununun çözümünü zorlaştıracak olması da Türk dış politikasının mesai alanları ve dikkat yoğunluğu açısından dikkate alınması gereken bir unsurdur. 

Türkiye ise kısa vadede Ortadoğu’daki Arap ülkelerle olan ilişkilerini ilerleterek İsrail’e aynı şekilde tepki verecek gibi görünmektedir. 

Bu kapsamda Başbakan Erdoğan’ın Tunus, Libya ve Mısır’a yaptığı ziyaretler büyük önem arzetmektedir. İsrail’in Doğu Akdeniz’de Güney Kıbrıs’la 
yapacağı tatbikatlara misilleme olarak Türkiye ve Mısır’ın da Doğu Akdeniz’de askeri tatbikat yapması seçeneği masada bulunmaktadır. 

Türkiye’nin Mavi Marmara saldırısını UAD’a götüreceğini açıklaması da sonuç vermeyecek gibi görünmektedir. Statüsüne göre iki devlet arasında ortaya çıkan uyuşmazlıkları görüşen UAD’da bir davanın görülebilmesi için her iki devletin de olumlu irade beyanına ihtiyaç bulunmaktadır. 

İsrail Türkiye tarafından bu açıklama gelir gelmez sorunu kesinlikle UAD’a götürmeyeceğini ifade etmiştir. 


<  Türkiye AK Parti iktidarı altında geçen on yıl boyunca dış politikasını bölgesindeki tüm devletler tarafından güven duyulan bir bölgesel güç 
ve bu güçten aldığı güvenden kaynaklanan bir global aktör olmak üzere belirlemişti. 
Türkiye AK Parti iktidarı altında geçen on yıl boyunca dış politikasını bölgesindeki tüm devletler tarafından güven duyulan bir bölgesel güç ve bu güçten aldığı güvenden kaynaklanan bir global aktör olmak üzere belirlemişti.  >

Son dönemde BM’de Filistin’in devlet olarak tanınma başvurusu, HAMAS 

-El Fetih uzlaşısı gibi kendisini doğrudan ilgilendiren konularla birlikte bölgesinde Arap Baharı ile yaşanan değişim ve dönüşümlerle baş başa kalan İsrail’in bu dönemde en fazla ihtiyaç duyduğu ülke hiç kuşkusuz Türkiye’dir. İsrail’i doğrudan ilgilendiren Suriye gelişmelerinin nabzını tutan, Ortadoğu’daki değişim rüzgârına etki edebilme potansiyeline sahip bir Türkiye ile ilişkilerin gerilmesi İsrail’in çıkarları ile ne kadar örtüşmektedir? 

Bu soruyu İsrail yönetimi de kendisine sormakta; Tel-Aviv yönetimi içinde bazı odaklar bölgesinde dominant güç olmaya başlayan Türkiye ile ilişkilerin daha fazla bozulmadan yeniden şekillendirilmesini istemektedirler. İsrail’in bu süreçte Türkiye ile ilişkilerinin daha da kötüleşerek derinleşmesine göz yumacak bir durumda bulunmadığını ve böyle bir lüksünün olmadığını görmesi gerekmekte dir. 

Yaşanan kriz sonrasında Türkiye -İsrail ilişkilerinin alacağı seyrin daha sağlıklı analiz edilebilmesi için krizin ilk semptomlarının geride kalması ve ABD’nin sorunda nasıl bir tutum takınacağının netleşmesi gerekmektedir. Türk -İsrail ilişkilerinde bugünlerde en sihirli sözcük “NATO” gibi gözükmektedir. Türkiye’nin batı ile devam etmekte olan askeri ittifakının Türkiye ve İsrail arasında sıcak çatışma riskini en asgari düzeye indirdiğinin altı ayrıca çizilmelidir. Bu çerçevede ABD, bölgede İsrail ve Türkiye arasındaki ilişkilerin sıcak temasla geri dönülemez bir noktaya gelmesini önleme gayreti içerisinde olacaktır. Obama yönetiminin iş başına geldikten sonra büyük bir reklamla başlattığı yeni Ortadoğu Barış Süreci’nin âkim kalmaması açısından İsrail - Türkiye ilişkilerinin bugün geldiği nokta ABD açısından tahammül edilebilir en son sınır gibi görünmektedir. “Yes! We can...” sloganıyla ve büyük bir umutla işbaşına gelen, ancak geçen sürede hem iç hem de dış politikada kayda değer bir başarı gösterememiş olan 
Obama yönetimi, yaklaşan seçimler sebebiyle Ortadoğu Barış Süreci’ni ve sonrasında başlayan Arap Baharı’nı bir fırsata çevirmeye uğraşmaktadır. 
Irak’tan da kademeli olarak asker çekecek olan ABD’nin bölgede daha fazla prestij kaybetmemek için çatışma alanlarına doğrudan müdahil olmadığına 
dikkat çekmek gerekir. Son Libya olayında da ABD’nin müdahalenin başında görünmeme gayreti, Suriye sorununa Fransa ve Türkiye eliyle çözüm üretme arayışı Obama yönetiminin en azından geçiş sürecinde “perde arkasından liderlik” stratejisi izlediği izlenimi oluşturmaktadır. Bu sebeple ABD yönetiminin bu süreçte yardım alabileceği en stratejik ülke konumundaki Türkiye ile Ortadoğu’da tarihsel varlığının temel sebebi olan İsrail arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi için ilerleyen günlerde aktif bir şekilde çalışacağı düşünül mektedir. Nitekim BM’nin 2011 yılı Genel Kurul çalışmaları sırasında ABD Başkanı Barack Obama ile Başbakan R. Tayyip Erdoğan’ın yaptıkları görüşmenin ana maddelerinden birisinin İsrail-Türkiye gerginliği olduğu her iki tarafça da açıklanmıştır. Önümüzdeki aylarda da ABD’nin Türk-İsrail ilişkilerini bir kriz yönetimi stratejisiyle yakından izleyeceği ve gerektiğinde müdahale edeceği öngörülebilir. 


<  Yaşanan kriz sonrasında Türkiye -İsrail ilişkilerinin alacağı seyrin daha sağlıklı analiz edilebilmesi için krizin ilk semptomlarının geride kalması ve ABD’nin sorunda nasıl bir tutum takınacağının netleşmesi gerekmektedir. 
ABD yönetiminin bu süreçte yardım alabileceği en stratejik ülke konumundaki Türkiye ile Ortadoğu’da tarihsel varlığının temel sebebi olan İsrail arasındaki ilişkilerin normalleştirilmesi için ilerleyen günlerde aktif bir şekilde çalışacağı düşünülmektedir.  >


4. CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİ 1946 - 2010 BÖLÜM 2

TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİ 1946 - 2010  BÖLÜM 2



    İsrail 2006 Lübnan Savaşı’ndan sonra hem Lübnan hem de Filistin üzerinde askeri ve siyasi caydırıcılığını kaybetmiş; HAMAS’ın her geçen gün güçlenmesi ile müthiş bir açmazın içine düşmüştü. Bir de bütün bunlara iktidar partisi Kadima’nın Ariel Şaron’dan sonraki lideri ve Başbakan Ehud Olmert hakkındaki yolsuzluk iddiaları eklenince hükümet sarsılmaya başladı. Olmert yeniden aday olmayacağını açıklayınca 17 Eylül 2008’de Kadima liderliğine, Dışişleri Bakanı Tzipi Livni getirildi ve İsrail Parlamentosu Ekim 2008’de erken seçim kararı aldı. Ve İsrail tüm bu kaos ortamı içerisinde tam ipleri tamamen elinden kaçırmak üzereyken 27 Aralık 2008’de Gazze’ye “Dökme Kurşun” operasyonu başlatıldı.3 

    Gazze’de Mısır’ın da diplomatik katkılarıyla sağlanan 6 aylık ateşkes 19 Aralık 2008’de sona ermiş; 24 Aralık 2008’de HAMAS İsrail’e roket fırlatmıştı.4 27 
Aralık’ta başlayan ve 25 gün süren İsrail saldırısı neticesinde 1403 Filistinli hayatını kaybetti 5303 kişi çeşitli şekillerde yaralandı. Gazze saldırısının 
en önemli amacı HAMAS’ın askeri yeteneğini, lojistik kaynaklarını, yer altı tünellerini yok edebilmekti. Bu sebeple 1,5 milyon kişinin yaşadığı 360 
kilometrekarelik Gazze Şeridi’ne önce ağır bombardıman uçaklarıyla saldırdı ardından 20000 askerle karadan bölgeye girdi. Operasyonda 1500 fabrika ya da imalathane, 20 cami, 31 güvenlik tesisi, BM’ye ait 50 tesis, 21 sağlık tesisi, 10 kadar su şebekesi ya tahrip oldu ya da tamamıyla kullanılamaz hale geldi.5 

    Gazze Saldırısı sürecinde ABD’de başkanlık seçimleri yeni tamamlanmış ve Barack Obama büyük değişim vaadiyle iktidara gelmişti. Obama seçim 
kampanyası boyunca iktidara geldiği takdirde Irak’tan asker çekeceği, Filistin sorununun çözümü için HAMAS’la da masaya oturabileceği, İran’la diplomatik yolların zorlanacağı gibi dış politika vaatleriyle uluslararası kamuoyunu büyük beklentiler içerisine sokuyordu. Saldırı başladığında dünyaya değişim vaat eden Müslüman bir ailenin Hıristiyan evladı, ilk zenci ABD Başkanı “barışsever” Obama 1500’ün üzerinde ölüme sebep olan katliam hakkında henüz göreve başlamadığı gerekçesi ile yorum yapamayacağını söyledi, köşesine çekildi. 

    Saldırı AB’de dönem başkanlığı görev değişimi zamanına rastladı/rastlatıldı. Fransa dönem başkanlığını Çek Cumhuriyeti’ne devrettikten sonra olası 
barış görüşmelerinde masanın dışında kalmamak için İsrail saldırısını kınadığını açıkladı. Sarkozy Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek’le görüşerek taraflara ateşkes çağrısı yaptı. Bu durumda hiç kuşkusuz bütün bir Avrupa’nın yükünü omuzlarından atmış olmasının etkisi büyüktü. Dönem başkanlığını devralan Çek Cumhuriyeti ise önce HAMAS’ı suçladı, sonra İsrail’in kendini savunma hakkını kabul etmekle birlikte meşru müdafaa sınırının aşıldığını deklare etti.6 

<  Gazze saldırısının en önemli amacı HAMAS’ın askeri yeteneğini, lojistik kaynaklarını, yer altı tünellerini yok edebilmekti. Bu sebeple 1,5 milyon kişinin yaşadığı 360 kilometrekarelik Gazze Şeridi’ne önce ağır bombardıman uçaklarıyla saldırdı. İsrail’in Gazze Saldırısı başlamadan birkaç gün önce Olmert, Türkiye’nin Suriye ile İsrail arasındaki müzakerelerde kolaylaştırıcılık rolü sebebiyleAnkara’yı ziyaret etmiş; Başbakan Erdoğan’la baş başa görüşme gerçekleştirmişti.  >

Herkes bir şekilde İsrail’in sınırı aştığında hemfikirdi. Beklenen 192 üyesiyle uluslararası sistemin en etkin aktörü olması beklenen BM’nin sürece 
müdahale etmesiydi.7 BM’nin yürütme organı gibi çalışan Güvenlik Konseyi ateşkes çağrısı yapmak için toplandı ancak ateşkes çağrısının yapılması ABD 
vetosuna takıldı. ABD, Güvenlik Konseyi’nin 5 daimi üyesinden birisi olduğu için literatürde “çifte veto” olarak isimlendirilen yetkiye sahipti dolayısıyla 
konunun gündeme gelmesi dahi engellenmiş oldu. İsrail’in Gazze’ye yönelik saldırısında işlediği savaş suçlarını ortaya koyan Goldstone Raporu’nun 
BM’ye bağlı Uluslararası İnsan Hakları Konseyi’nde oylanmasında ise 6 üye red, 25 ülke olumlu, 13 ülke çekimser oy verdi. Red oyu veren ülkelerde ABD 
başı çekti. Red oyu kullanan diğer ülkeler ise Hollanda, İtalya, Macaristan, Ukrayna ve Slovakya oldu.8 

İsrail’in Gazze Saldırısı başlamadan birkaç gün önce Olmert, Türkiye’nin Suriye ile İsrail arasındaki müzakerelerde kolaylaştırıcılık rolü sebebiyle 
Ankara’yı ziyaret etmiş; Başbakan Erdoğan’la baş başa görüşme gerçekleştirmişti. Ziyaretin hemen ardından saldırının başlamasını Başbakan 
Erdoğan “ikili ilişkilere ve kolaylaştırıcılık rolünün gerektirdiği güven ilkesine ihanet” olarak değerlendirdi. İsrail’in saldırının süresini uzatıp şiddet 
yoğunluğunu arttırması üzerine İsrail’i “devlet terörü işlemek”le itham etti. En sert çıkışı ise 2009 Davos Dünya Ekonomik Forumu’ndaki meşhur “one 
minute” polemiği ile yaptı. Türkiye, İsrail’in saldırısına en sert tepki veren uluslararası aktör oldu. Bu durum Arap sokaklarında hem Türkiye’nin hem 
de Başbakan Erdoğan’ın prestij sağlamasına sebep oldu. Yurdun çeşitli yerlerinde düzenlenen Filistin’e destek mitingleri Arap coğrafyasında 
yakından takip edildi, özellikle İstanbul Çağlayan ve Diyarbakır mitinglerine Arap medyası büyük ilgi gösterdi, canlı bağlantı gerçekleştirerek gelişmeleri 
anında Arap coğrafyasına duyurdu. Türk Telekom Basketbol Takımı ile İsrailli Beni Hasheron arasında gerçekleştirilecek maça da protestolar 
damgasını vurdu. 

Türkiye’nin Filistin meselesine bu derece agresif ve artık dışlanamaz şekilde angaje olması yalnızca iki ülkeyi rahatsız etti: İran ve İsrail. İsrail’de Lübnan 
Savaşı’ndan sonra merkez sağ yükselişteydi. Gazze saldırısı bu durumun değirmenine su taşıyan bir gelişme oldu. Öyle ki İsrail siyasetindeki tek 
gerçek sol parti olarak nitelendirebileceğimiz Maaretz bile Gazze saldırısına destek vermişti. Türkiye’nin Filistin sorununa bu şekilde dahil olması, İsrail 
dış politikasını şekillendiren en önemli unsur olan “çevrelenmişlik” hissini artırıcı ve İsrail’in agresif politikalarını tetikleyici tesir yaptı. İran ise bölgedeki 
etkisini yitirme olasılığı nedeniyle rahatsız oldu. “Ilımlı Arap Ülkeleri”, HAMAS ve İran tarafından temsil edilen radikal İslam’ın yükselişi tehdidine karşı Batılı 
normlarda laiklik, demokrasi ve insan hakları konseptine sahip Türkiye’nin dengeleyici rolü sebebiyle durumun alternatif maliyeti değerlendirildiğinde 
memnun gözüktüler.9 Türkiye’nin ciddi bir bölgesel güç olması ile ABD’nin İran’ı dengeleme politikasında ciddi bir alternatif oluşturan ve dönüştürücü 
dış politika misyonu Obama yönetiminin açıkladığı dış politika ilkeleriyle uyum gösteren Türkiye’nin Filistin sorunsalına eklemlenmesi ABD yönetimi 
tarafından dışlanmamıştır. 

İsrail - Türkiye ilişkileri Gazze Saldırısı sonrası dönemde de soğuk seyretmeye devam edecektir. İlk büyük kriz Davos’taki Dünya Ekonomik Forumu’nda 
Başbakan Erdoğan ile İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres arasında geçen ve “one minute krizi” olarak hatırlanan diyalog sonrasında yaşanmıştır. 
TRT’de yayınlanan Ayrılık dizisi sebebiyle İsrail tarafından Türkiye’ye nota verilmesi10, Kurtlar Vadisi dizisinde İsrail’e hakaret edildiği gerekçesiyle 
Dışişleri Bakanlığı’na bir toplantıya çağrılan Türkiye Büyükelçisi’ne İsrail Dışişleri Bakanlığı’nda yapılan ve kamuoyunda “alçak koltuk krizi”11 olarak 
bilinen muamele bu duruma örnek teşkil etmektedir. Bununla birlikte Türkiye 2010 yılının ilk aylarında İsrail’in OECD’ye girişine onay vererek ilişkilerde 
iyi niyetini göstermek istemiştir. Ancak bu iyi niyet gösterisinden bir kaç ay sonra İsrail-Türkiye ilişkilerini durma noktasına getiren Mavi Marmara 
saldırısı yaşandı. 

<  Türkiye 2010 yılının ilk aylarında İsrail’in OECD’ye girişine onay vererek ilişkilerde iyi niyetini göstermek istemiştir. Ancak bu iyi niyet 
gösterisinden birkaç ay sonra İsrail-Türkiye ilişkilerini durma noktasına getiren Mavi Marmara saldırısı yaşandı. 

31 Mayıs 2011 günü sabah saatlerinde İsrail deniz komandoları Gazze’ye insanî yardım taşıyan ve uluslararası bir organizasyonun parçası olarak 
ilerleyen Mavi Marmara ve beraberindeki diğer iki gemiye baskın düzenlediler.  >

      Mavi Marmara Saldırısı ve Türkiye -İsrail İlişkileri ,

31 Mayıs 2011 günü sabah saatlerinde İsrail deniz komandoları Gazze’ye insanî yardım taşıyan ve uluslararası bir organizasyonun parçası olarak ilerleyen Mavi Marmara ve beraberindeki diğer iki gemiye baskın düzenlediler. İsrail askerlerinin gemiye silahlı çıkarma yapması esnasında kendisini koruma gayretinde olan aktivistler İsrail askerlerine karşı basit düzeyde bir direniş göstermesine rağmen İsrail askerleri aktivistlere ateş açarak 9 kişinin ölümüne ve 50den fazla insanın yaralanmasına sebep oldu. Saldırı gerçekleştiğinde Başbakan, Dışişleri Bakanı ile birlikte Latin Amerika’da, Cumhurbaşkanı Gül de bir başka program sebebiyle yurtdışında bulunuyordu. Gelişmeler üzerine programlar yarıda kesilerek Türkiye’ye dönülürken Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu New York’a geçerek BM Güvenlik Konseyi’ni acilen toplantıya çağırdı. Türkiye’nin çağrısı üzerine toplanan Güvenlik Konseyi, İsrail’i kınayan bir bildiri yayınladı. Başbakan Türkiye’ye döner dönmez parti grubunu topladı ve “İsrail’in Gazze’ye insani yardım götüren gemilere yaptığı kanlı katliamın her türlü laneti hak etmiş bir katliam”12 olduğunu ifade ettikten sonra saldırının aynı zamanda 
uluslararası hukuka yapıldığını söyledi ve diplomatik dilin dışına çıkarak “zorbalar, haydutlar, korsanlar bile belli ahlâk kurallarına uyarlar. Hiçbir 
hassasiyete uymayanlara bu sıfatı yakıştırmak bile iltifat olur”13 cümleleriyle açıkça İsrail’i hedef aldı. 

Türkiye saldırı sonrasında İsrail’le gündemde olan üç askeri tatbikatın iptal edildiğini, görüşmelerde bulunmak üzere İsrail Büyükelçisi’nin merkeze 
çağrıldığını açıkladı.14 Ayrıca Türkiye İsrail’den taleplerini de merhumların ve yaralıların, alıkonulan tüm yolcuların ve gemilerin derhal iadesi, yardım 
malzemesinin Gazze’ye ulaştırılması, İsrail’in özür dilemesi ve tazminat ödemesi olarak açıkladı. 

Mavi Marmara Saldırısı sonrası taraflar arasındaki ilk temas Brüksel’de gerçekleşti.15 Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile İsrail hükümetinin 
güvercin kanadından Sanayi Bakanı Eliazer Brüksel’de gizlice görüştüler. Ancak görüşmenin ertesi gün İsrail basınına sızdırılması görüşmenin sonuçsuz kalmasına sebep oldu. Ayrıca İsrail Dışişleri Bakanı Lieberman görüşmenin kendisinden habersiz yapıldığını söyleyerek çok sert tepki gösterdi.16 

2 Ağustos 2010’da BM Genel Sekreteri Ban-ki Moon tarafından BM bünyesinde faaliyet gösterecek olan ve Mavi Marmara saldırısını uluslararası hukuk açısından inceleyip BM’yi bilgilendirmeyi amaçlayan bir komisyon kuruldu. Komisyonun başkanlığını Yeni Zelanda eski Başbakanı Sir Geoffrey Palmer, başkan yardımcılığını ise Kolombiya eski başkanı Alvaro Uribe yapacaktı. Komisyonda İsrail’i İsrail Savunma Bakanlığı hukuk eski danışmanı Joseph Ciechanover, Türkiye’yi ise emekli büyükelçi Özdem Sanberk temsil etti. 

3 Aralık 2010’da Haifa yakınlarında çıkan ve İsrail’in tek başına söndürmekte çok yetersiz kaldığı yangının söndürülmesi çalışmalarına Türkiye, Başbakan 
Erdoğan’ın talimatıyla yangın söndürme uçakları göndererek destek oldu. 

Bu gelişme sonrası İsrail Başbakanı Netanyahu Başbakan Erdoğan’ı 
arayarak teşekkür etti. Ayrıca alçak koltuk krizinin mimarı olan Dışişleri Bakan Yardımcısı da Türkiye’ye hassaten teşekkür ettiklerini açıkladı. Bu gelişmeler  den sonra Haaretz Gazetesi Netanyahu’nun Türkiye ile ilişkileri geliştirmek için yeniden harekete geçtiğini açıkladı. Ancak bu olumlu ortam fazla devam etmedi. İsrail’in 17 Aralık’ta Güney Kıbrıs Rum Kesimi ile imzaladığı Münhasır Ekonomik Bölge sınırlandırma Anlaşması İsrail-Türkiye ilişkilerinin yeniden gerilmesine sebep oldu. Dışişleri Bakanlığı yaptığı açıklamada, “GKRY ile bu tür bir anlaşma yapılmasının, Kıbrıs Türklerinin hak ve çıkarlarını yok saymak anlamına geleceği, Kıbrıs müzakerelerini olumsuz etkileyeceği ve Doğu Akdeniz’de barış ve istikrara katkı sağlamayacağı vurgulanmıştı”17 ifadeleriyle anlaşmayı eleştirdi. İsrail Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Yigal Palmor ise, “Bu, İsrail ile Kıbrıs (Rum kesimi) arasında ikili bir anlaşmadır ve üçüncü ülkeleri hiçbir biçimde etkilememektedir. Üçüncü bir ülkenin bu konuda söz söylemesini anlayamıyoruz”18 açıklamasını yaptı. 

Takip eden süreçte Türkiye İsrail ile ilişkilerin normalleşebilmesi için yakınlarını kaybeden ailelere tazminat ve Türkiye’den özür dilenmesini 
önşart olarak belirledi. İsrail’de bu konu üzerine tartışmalar devam ederken İsrail hükümetinin bir aylık derin bir kriz yaşaması, Ocak 2011 itibariyle 

<  2 Ağustos 2010’da BM Genel Sekreteri Ban-ki Moon tarafından BM bünyesinde faaliyet gösterecek olan ve Mavi Marmara saldırısını uluslar arası 
hukuk açısından inceleyip BM’yi bilgilendirmeyi amaçlayan bir komisyon kuruldu. 

Türkiye ve İsrail’in aralarındaki anlaşmazsızlıklardan dolayı üzüntü duyduklarını belirten Nuland, hem Türkiye’nin, hem de İsrail’in müttefik ülke 
olduğunu hatırlatarak, iki ülkenin de bu sorunu çözmeye gayret etmelerini istedi.  >

Tunus’ta başlayıp etkisini genişleten “Arap Baharı”nın ilgiyi başka bir noktaya kaydırması sebebiyle Türkiye-İsrail ilişkilerinin normalleşmesi açısından 
atılacak adımlar ikinci planda kalmaya başladı. Bu sırada BM tarafından hazırlanan Palmer Raporu da ilişkilerin alacağı seyrin ortaya çıkması 
açısından önemsenmekteydi. Eylül 2011 itibariyle Palmer Raporu’nun henüz açıklanmadan The New York Times tarafından ayrıntılarının yayınlanması Türk tarafınca son derece olumsuz karşılandı.19 Raporun açıklanmadan medyaya sızdırılmasının ortaya çıkardığı skandalın yanı sıra, İsrail’in Mavi Marmara’ya düzenlediği saldırının ve Gazze Ablukası’nın meşru olduğunu ifade etmesi Türkiye’yi yaklaşık bir yıl sonra İsrail’e karşı tutumunu sertleştirmeye itti. 

3. CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİ 1946 - 2010 BÖLÜM 1

TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİ 1946 - 2010  BÖLÜM 1




Türkiye-İsrail İlişkileri Stratejik Düşünce Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Koordinatörlüğü 

İçindekiler: 

Kısaltmalar ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,...............4 
Geçmişten Geleceğe Türkiye -İsrail İlişkileri ...............5 
Türkiye-İsrail İlişkilerinin Tarihsel Evrimi ...................5 
AK Parti Dönemi’nde İkili İlişkiler (2002-2010) ..........12 
Mavi Marmara Saldırısı ve Türkiye -İsrail İlişkileri ......18 
Sonuç ve Değerlendirme ........................................21 
Türkiye -İsrail İlişkileri Kronolojisi ............................................................................30 
Ekler ....................................................................49 
Ek - 1) Türkiye -İsrail Ticari İlişkileri ..........................49 
Ek - 2) Haritalar ......................................................51 
Kaynaklar ...............................................................55 
Sonnotlar ................................................................56 


SDE ANALİZ Ekim 2011 


Özet 

İsrail devleti, İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ABD ve İngiltere gibi batılı güçlerin desteği ile resmen 1948 yılında kuruldu. Türkiye ise, halkı Müslüman olan ülkeler arasında İsrail’i resmen tanıyan (1949) ilk devlet oldu. 

Bu durumun ortaya çıkmasında Türkiye’nin Batı kampına katılması ve ABD’nin Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi yönündeki aktif çabası etkili 
olmuştur. Arap-İsrail uyuşmazlığı ve Arap-İsrail Savaşları Türkiye’nin İsrail’e yönelik politikasını belirlemesinde etkili olmakla birlikte, Türkiye İsrail’le ilişki 
kurarken her zaman toplumsal talepleri de dikkate almak zorunda kalmıştır. Bununla birlikte, 1950’li yıllarda Türkiye ve İsrail ilişkilerinde önemli gelişmeler 
yaşanmıştır. 

İsrail’in bölgede Arap olmayan aktörlerle ikili ilişkilerini geliştirme ve çeşitlendirme politikası İsrail Başbakanı Ben-Gurion tarafından “Çevreleme Politikası” adı ile formüle edilen bir stratejiye dönüşmüş; bu süreçte Türkiye, İsrail, Etiyopya ve İran’ın yer aldığı bir Çevresel Pakt oluşturulmaya çalışılmıştır. 

1990’lı yıllar Türk-İsrail ilişkilerinin en hızlı geliştiği dönem olmuştur. İkili ilişkilerin derinleşmesinde Ortadoğu Barış Süreci’nin estirdiği olumlu hava 
ile Türkiye’deki siyasi-askeri elitlerin ülkedeki İslamcı Hareketlerin ve PKK örgütünün İran, Irak, Suriye gibi bölge ülkeleri tarafından desteklendiğine 
ilişkin algılamaları önemli derecede etkili olmuştur. Bir anlamda ikili ilişkilerin “altın yılları” olarak adlandırılacak olan bu dönemde askerî, siyasî ve ekonomik 
ilişkiler yeniden yapılandırılıp çeşitlendirilerek stratejik bir boyuta taşınmıştır. 

Bununla birlikte İsrail-Filistin sorununun çözümünün gerçekleşmemiş olması, İsrail kamuoyunun siyaseten aşırı sağa kayması ve İsrail hükümetlerinin 
izlediği baskıcı ve şiddet eksenli politikalar 2000’li yıllara girilirken Türkİsrail ilişkilerinin yeniden bozulmasına neden olmuştur. Türkiye hem 2006 Lübnan müdahalesine hem de 2009 Gazze’ye Dökme Kurşun” operasyonuna karşı çok sert tepki göstermiştir. İHH tarafından Gazze’ye ambargoyu delmek üzere yola çıkarılan yardım gönüllülerini ve bir takım yardım malzemelerini taşıyan filoya yönelik İsrail silahlı güçlerince 31 Mayıs 2010’da yapılan kanlı müdahale ve 8’i Türk vatandaşı 9 kişinin ölmüş olması, Türk-İsrail ilişkilerini kopma noktasına getirmiştir. BM adına hazırlanan Palmer Raporu’nun İsrail’in müdahalesini meşru gösteren raporundan sonra ise Türkiye İsrail’e yönelik bir yaptırım planı açıklamış ve İsrail ile ilişkisini diplomatik temsilde en alt düzey olarak kabul edilen ikinci kâtiplik seviyesine indirmiştir. 


Kısaltmalar 

AB: Avrupa Birliği 
ABD: Amerika Birleşik Devletleri 
AK Parti: Adalet ve Kalkınma Partisi 
Birleşmiş Milletler: BM 
DP: Demokrat Parti 
FKÖ: Filistin Kurtuluş Örgütü 
GKRY: Güney Kıbrıs Rum Yönetimi 
HAMAS: (İslamî Direniş Hareketi) 
KKTC: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti 
MC: Milletler Cemiyeti 
NATO: Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü 
OECD: Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü 
PKK: Kürdistan İşçi Partisi 
SSCB: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği 
TBMM: Türkiye Büyük Millet Meclisi 
TRT: Türkiye Radyo Televizyon Kurumu 
TSK: Türk Silahlı Kuvvetleri 
UAD: Uluslararası Adalet Divanı 

.......................

Geçmişten Geleceğe Türkiye -İsrail İlişkileri 

Türkiye-İsrail İlişkilerinin Tarihsel Evrimi 

Bugün Türkiye Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül 2006 yılında Dışişleri Bakanı iken yaptığı açıklamada “Filistin’in, İsrail’in, Kudüs’ün, bütün bu coğrafyanın tapuları, arşivleri benim elimde. Ben Filistin ile ilgilenmeyeceğim de kim ilgilenecek?’’ demişti.1 Bilindiği üzere İsrail devletinin kurulduğu bölge kabaca 16.yy başlarından I. Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı Devleti hâkimiyetinde kalmıştı. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra dünya gündemini yoğun bir şekilde işgal etmeye başlayan bölge ile alakalı sorunların büyük bir kısmının da I. Dünya Savaşı sırasında müttefiklerin Osmanlı topraklarını aralarında pay etmek için izledikleri politikalardan kaynaklandığını ifade etmek gerekir. 

İngiltere ve Fransa arasında 16 Mayıs 1916 tarihinde imzalanan (gizli) Sykes-Picot Antlaşması Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’daki topraklarını paylaşmayı amaçlamıştı. Bu antlaşmaya göre Akka’dan itibaren, Beyrut da dâhil olmak üzere kuzeye doğru Suriye’nin tüm kıyı şeridi ile Adana ve Mersin Fransa’ya; Bağdat-Basra arasındaki Dicle-Fırat bölgesi de İngiltere’ye bırakılmıştı. Anlaşmada Filistin’in hangi devletin egemenliğinde olacağı konusu düzenlenmemişti. İngiltere I. Dünya Savaşı sonrasında Filistin topraklarının kendi denetimi altına girmesi için yoğun bir faaliyet yürüttü. Ancak burada hemen ifade edilmelidir ki İngiltere’nin Filistin politikası Dünya Siyonist Dernekleri Federasyonu Başkanı Lord Rothschild’den çok fazla etkileniyordu. Bu çerçevede Lord Rothschild’in kaleme aldığı, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Balfour’un imzasıyla yayınlanan ve tarihe “Balfour Deklarasyonu”(1917) olarak geçen metin Filistin-İsrail sorununun gelişim süreci açısından önemli bir yer işgal etmiştir. 

< İngiltere I. Dünya Savaşı sonrasında Filistin topraklarının kendi denetimi altına girmesi için yoğun bir faaliyet yürüttü. Ancak ifade edilmelidir ki İngiltere’nin Filistin politikası Dünya Siyonist Dernekleri Federasyonu Başkanı Lord Rothschild’den çok fazla etkileniyordu. Artan Yahudi nüfus ile bölgede yerleşik Müslüman Arap nüfus arasında gitgide artan gerilim, bölgede faaliyet gösterme ye başlayan çok sayıda Yahudi örgütünün de tesiriyle çatışmaya dönüştü. 
Bu esnada bölgeye yönelik Yahudi göçü de sürmekteydi. >

I. Dünya Savaşı sırasında çeşitli çevrelere verilmiş bir takım sözler, yapılmış gizli antlaşmalar sebebiyle meydana gelen Filistin toprakları üzerindeki belirsizlik Nisan 1920’de toplanan San Remo Konferansı’nda aşılmaya çalışıldı. İngiltere ve Fransa bu toplantıda yeniden anlaşarak Sykes-Picot Antlaşması’nı değiştirdi, Suriye ve Lübnan’ın Fransız mandasına; Filistin, Ürdün ve Irak’ın da İngiliz mandasına sokulmasını kabul etti. İngiltere’nin manda yönetimine geçen Filistin topraklarına bu tarihten sonra yoğun bir Yahudi göçü başladı. Artan Yahudi nüfus ile bölgede yerleşik Müslüman Arap nüfus arasında gitgide artan gerilim, bölgede faaliyet göstermeye başlayan çok sayıda Yahudi örgütünün de tesiriyle çatışmaya dönüştü. Bu esnada bölgeye yönelik Yahudi göçü de sürmekteydi. 1930larla birlikte bölgenin nüfus dengelerinin ciddi biçimde değişmiş olması sorunu içinden çıkılmaz bir hale getirdi. İngiltere, Almanya’da Hitler’in iktidara gelişinden sonra bölgeye olan Yahudi göçüne sınırlama getirme gayretinde olmuşsa da bölgeye göç devam etmiş ve Yahudilerle Araplar arasındaki mücadele ve çatışma II. Dünya Savaşı yıllarında da sürmüştür. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Yeni Dünya Düzeni’nin simgesi olarak tarih sahnesindeki yerini alan BM’ye, MC döneminden kalan en büyük ve en karmaşık sorun Filistin 
sorunu olacaktır. 

II. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’nin gayretleri, sorunun çözümünde etkili olmayınca İngiltere, sorunu 2 Nisan 1947’de BM gündemine getirdi. BM Genel Kurulu 15 Mayıs 1947 tarihli toplantısında “BM Filistin Özel Komisyonu” adlı özel bir çalışma grubunun kurulmasına, komisyon üyelerinin bölgeye gönderilerek araştırmalar yapmasına ve bir rapor hazırlamasına karar verdi. Komisyon çalışmalarını tamamladıktan sonra raporu 1 Eylül 1947’de BM Genel Sekreteri’ne teslim etti. Filistin’deki manda yönetiminin derhal kaldırılmasını ve Filistin’in bağımsızlığının hemen tanınmasını öneren rapor, ayrıca oy çokluğu ile benimsenen bir “Çoğunluk Planı” ve birkaç üye tarafından desteklenen bir “Azınlık Planı”ndan oluşuyordu. “Çoğunluk Planı”na göre bağımsız Filistin Devleti aralarında ekonomik birlik bulunan Arap ve Yahudi devletleri şeklinde ikiye bölünecek, Kudüs şehri ise uluslararası denetim altında tutulacaktı. “Azınlık Planı”nda ise Filistin’in başkenti Kudüs olan ve Arap-Yahudi federe birimlerinden oluşan federalbir yapıya sahip olması öngörülüyordu. Araplar ancak bağımsız bir Arap devletinin kabul edilebileceğini söyleyerek önerileri reddettiler. Bu esnada 
ABD ve SSCB bölgenin Araplar ve Yahudiler arasında taksim edilmesi şeklindeki bir planı destekleyeceklerini açıkladılar. İngiltere’nin 14 Mayıs 1948 gününe kadar bölgeden asker çekip bu tarihte de bölgedeki manda yönetimini sona erdireceğini açıklamasının ardından 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu’nda yapılan oylama ile Filistin topraklarının iki halk arasında taksim edilmesine karar verildi. Türkiye bu süreçte Arap devletleri ile birlikte hareket etti, aralarında 6 Arap ülkesinin de bulunduğu 12 devletle birlikte BM taksim planına red oyu kullandı. Türkiye’nin bu tutumunda dinî bağlardan çok, bölünmenin bölgeye getireceği istikrarsızlık düşüncesi etkili olmuştur. 

BM Genel Kurulu’nun aldığı taksim kararından sonra Araplar ve Yahudiler arasında bir dizi çatışma çıktı. Arap Birliği Filistin’in bölünmesine karşı çıkan 
ve gerekirse silah kullanılmasını öngören bir dizi karar kabul ederken, Yahudi örgütlerin tedhiş faaliyetlerinde de artış gözlendi. Bu faaliyetler neticesinde 
çok sayıda Arap oturdukları bölgeleri Yahudilere terketmek zorunda kaldı. 14 Mayıs 1948’de İngiltere’nin manda yönetiminin sona ermesinden birkaç 
saat önce Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Ulusal Konseyi Filistin’de bağımsız bir İsrail devletinin kurulduğunu ilan etti. ABD yeni devleti bağımsızlığın 
ilanından 11 dakika sonra tanıdı. SSCB de 17 Mayıs’ta İsrail’i tanıdığını açıkladı. 

İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesinden kısa bir süre sonra, 30 Haziran 1948’de Türkiye ile İsrail arasında bir posta antlaşması imzalandı. 12 Aralık 1948’de BM bünyesinde sadece ABD, Fransa ve Türkiye’nin temsilcilerinden oluşan2 bir Filistin Uzlaştırma Komisyonu kurulması kararlaştırıldı. Arap devletleri ise böyle bir komisyona karşı çıktıklarını açıkladılar. Komisyon çalışmalarının sürdüğü sırada 28 Mart 1949’da Türkiye İsrail’i resmen tanıyan nüfusunun çok büyük bir kısmı Müslüman olan ilk ülke oldu. Esasen Türkiye ile İsrail arasında ABD’nin telkinleriyle istihbarat paylaşımı, Türkiye İsrail’i devlet düzeyinde tanımadan önce başlamış bulunmaktaydı. 

Türkiye-İsrail ilişkileri DP döneminde de artarak devam etti. Bu durumun ortaya çıkmasında öncelikli olarak ABD’nin Ortadoğu’ya hızlı bir giriş yaparak İsrail’le kurduğu yakın ilişkinin Türkiye üzerinde oluşturduğu etki ifade edilmelidir. İkinci olarak her iki ülkenin de Batı gelişme modelini benimsemiş olması ve Batı kampında yer alıyor oluşu ilişkilerin hızlı gelişmesinde etkili olmuştu. İlişkilerin gelişmesinde en önemli faktörlerden birisi de İsrail’in Türkiye ile ilişkilerin sağlamlaştırılmasına verdiği önemdi. Zira dinsel bağların öne çıkarıldığı bölge politikasında Türkiye laik devlet anlayışı çerçevesinde dış politika çıktılarını oluşturuyordu. Ayrıca Türkiye bölgenin Arap olmayan ülkelerinden birisiydi. Bu çerçevede İsrail; Washington, Paris ve Londra’dan sonra dördüncü İsrail Askeri Ataşeliği’ni Ankara’da açtı. 

<  Türkiye-İsrail ilişkileri DP döneminde de artarak devam etti. Bu durumun ortaya çıkmasında öncelikli olarak ABD’nin Ortadoğu’ya hızlı bir giriş yaparak İsrail’le kurduğu yakın ilişkinin Türkiye üzerinde oluşturduğu etki ifade edilmeli dir. İsrail, Bağdat Paktı’nı saldırgan bir antlaşma olarak nitelemeye ve kıyasıya eleştirmeye devam edince bu durum Türk tarafında memnuniyetsizlik meydana getirdi ve İsrail’in Ankara büyükelçiliği bir “gözlem misyonu” gibi çalışmaya başladı. >

Türkiye-İsrail ilişkilerini sekteye uğratan ilk gelişme Bağdat Paktı oldu. Nasır’ın Mısır’da iktidara geldiği ve Arap milliyetçiliğinin İsrail ve Batı karşıtlığı üzerinden kendisini kurduğu bir dönemde Irak’ın, İngiltere’nin de olduğu bir pakta girmesi büyük tepki doğurmuştu. Irak tepkiyi azaltabilmek için İsrail aleyhine yorumlanabilecek maddelerin antlaşma metnine girmesini sağladı. İsrail bu durumu Türkiye’nin Arap-İsrail uyuşmazlığında Arap devletlerinden yana tavır koyması olarak algıladı. Bu esnada Suriye’yi ziyaret eden Menderes’in Suriye Başbakanını ikna etmek için “Türkiye’nin bir İsrail saldırısı halinde Arap devletlerine yardım etmeye hazır olduğunu” ifade etmesi de bu çerçevede etkili oldu. Bununla birlikte Başbakan Menderes, İngiltere ve ABD’nin telkinleriyle kendisini ziyaret eden İsrail büyükelçisine “Irak’ın Bağdat Paktı’nı İsrail aleyhine kullanmak istemesi halinde Türkiye’nin bu duruma yüzde 90 karşı çıkacağını” söyleyerek İsrail’in tepkisini azaltmaya çalıştı. Ancak İsrail, Bağdat Paktı’nı saldırgan bir antlaşma olarak nitelemeye ve kıyasıya eleştirmeye devam edince bu durum Türk tarafında memnuniyetsizlik meydana getirdi ve İsrail’in Ankara büyükelçiliği bir “gözlem misyonu” gibi çalışmaya başladı. 

Türk-İsrail ilişkilerinde en büyük kırılmalardan birisi 1956 Süveyş Bunalımı sırasında yaşandı. Mısır lideri General Cemal Abdülnasır, Asuan Barajı’nın 
yapımı için ABD ve Dünya Bankası’ndan kredi alacaktı. Ancak bu dönemde Nasır’ın Sovyet yanlısı tutumlarının artması ve Moskova’yı ziyaret edeceğini açıklaması üzerine ABD ve Dünya Bankası, Mısır’a baraj yapımı için yardım verilmeyeceğini açıkladılar. Nasır da bunun üzerine Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi kararını aldı. Bu durumda çıkarları büyük ölçüde zedelenecek olan İngiltere ve Fransa İsrail ile anlaşarak bir plan uygulamaya koydular. Plana göre İsrail Mısır’a saldırdı, İngiltere ve Fransa her iki tarafa da ültimatom göndererek 48 saat içerisinde çatışmalar durmazsa bölgeye asker çıkaracaklarını açıkladılar. Fransa ve İngiltere meseleyi bir oldubittiye getirmek isterken İsrail “işini erken bitirince” bölgeye asker çıkarma planı gerçekleşmesine rağmen tam bir fiyasko ile sonuçlandı. ABD ve SSCB başta olmak üzere dünya kamuoyunda; İsrail, İngiltere ve Fransa’ya büyük tepki vardı. Bu çerçevede Türk kamuoyunda da İsrail’e karşı oluşan tepki, daha önceki gelişmelerle birleşince Türkiye Kasım 1956’da İsrail büyükelçisini geri çekti. İki ülke arasındaki temsil düzeyi maslahatgüzarlık seviyesine düşürüldü. 

Bu gelişmelere rağmen Türkiye ile İsrail arasındaki stratejik ilişkiler el altından ve ikincil aktörler eliyle devam etti. Bu çerçevede Türkiye, İsrail Başbakanı 
Ben Gurion’un ülkesinin güvenliğinin sağlanması için Arap olmayan devletlerle oluşturmaya çalıştığı “Çevresel Pakt”ta yer aldı. Çevresel Pakt Türkiye-İsrail ilişkilerini yeniden canlandırdı ancak 1960’lı yılların sonlarına doğru ortaya çıkan gelişmeler ilişkilerde yeniden dalgalanmalara yol açtı. 

Türkiye 1967 Arap-İsrail Savaşı sonrasında Arap devletlerinin yanında yer aldı. Savaş sonrası da Türkiye’nin bu tutumu devam etti. Özellikle 1969’daki 
Mescid-i Aksa’nın yakılması olayı Türkiye’nin İsrail’e karşı tutumunu daha da sertleştirdi. Türkiye, 1973 Arap-İsrail Savaşı’nda da tarafsızlığını açıklamakla 
birlikte, uygulamada Arap devletlerinin yanında yer aldı. Örneğin Arap devletlerine askeri malzeme taşıyan Sovyet uçaklarının Türkiye’nin hava 
sahasını kullanmasına izin verildi, ancak İsrail’e yardım etmek isteyen ABD’nin İncirlik Üssü’nü kullanması engellendi. 

Türkiye-İsrail ilişkilerinin 1970’li yıllarda soğuk seyretmesinin en önemli sebeplerinden birisi de Türkiye’nin FKÖ ile kurduğu ilişkilerdir. Türkiye 
Ocak 1975’de FKÖ’yü tanıdı. Ankara’daki FKÖ temsilciliği ise 1979’da Başbakan Bülent Ecevit’in resmi davetlisi olarak Türkiye’ye gelen FKÖ lideri 
Yaser Arafat tarafından açıldı. 1980 yılında ise İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesine karşılık Türkiye İsrail’le ilişkilerini ikinci kâtip düzeyine düşürdü. 
1980’lerde de 1970’li yılların etkisiyle soğuk seyreden Türkiye-İsrail ilişkileri 1990’lı yıllarla birlikte canlandı ve 90’ların sonuna doğru altın dönemini yaşadı. 

1990’larda Türkiye ile İsrail arasında ilişkilerin gelişmesinin başlıca dört nedeninden söz edilebilir. Öncelikli olarak İsrail ile Filistin arasında 80’li 
yılların sonu 90’ların başında temkinli de olsa başlayan diyalog süreci Ortadoğu barışına yönelik umutları arttırmıştı. İkinci olarak 1980’lerle birlikte Türkiye aleyhine faaliyetlerini arttıran Ermeni ve Rum lobilerine karşılık Yahudi lobisinin desteğinin sağlanması ihtiyacının belirmiş olması etkili oldu. Bir diğer önemli sebep 1980’lerde beliren ve 1990’lı yıllarda eylemlerini ve etkinliğini son derece arttıran PKK’nın bölgede İran-Irak ve Suriye tarafından desteklenmesi ve Türkiye-Suriye arasındaki su sorununun Ortadoğu politikasında oluşturduğu baskıydı. 

Soğuk Savaş yıllarında Ortadoğu ile Batı dünyası üzerinden ilgilenen Türkiye’nin Ortadoğu’ya “kendisine ait” bir ilgisi olmasını sağlayan en önemli gelişmeler hiç kuşkusuz ABD’nin Saddam rejimine askeri müdahalesinin ardından Kuzey Irak’ta oluşan iktidar boşluğunun Kürt sorununun boyutlarını derinleştirmiş olması ve Türkiye’nin “radikal İslamî” hareketlerden rejimine yönelik algıladığı tehdittir. Hem Kuzey Irak’ta üslenmiş bulunan PKK’nın hem de rejime yönelik en büyük tehdit olarak algılanan radikal İslamî hareketlerin Ortadoğu ülkeleri tarafından desteklendiği fikrine sahip olan Türkiye’nin bölgeye yönelik algısının ve politikasının güvenlik eksenli şekillenmiş ve belirlenmiş olması bölgede Türkiye’nin ilgisinin İsrail üzerinde odaklanmasının ana sebebidir. Arap devletleri ile komşu olan İsrail’in daima bir “çevrelenmişlik” psikolojisi içerisinde hareket etmesi de Türkiye-İsrail ilişkilerinin daha da ilerlemesinde katalizör görevi görmüştür. 

< Türkiye 1967 Arap-İsrail Savaşı sonrasında Arap devletlerinin yanında yer aldı. Savaş sonrası da Türkiye’nin bu tutumu devam etti. 

Özellikle 1969’daki Mescid-i Aksa’nın yakılması olayı Türkiye’nin İsrail’e karşı tutumunu daha da sertleştirdi. 

1999’da Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasıyla birlikte Türkiye-Suriye arasında diyalog yolunun açılmış olması 2000lerle birlikte Türkiye nin 1990lar boyunca İsrail’den yana olan tutumunu yeniden “denge” politikasına kaydırması ile sonuçlanmıştır. >

Türkiye bölgede diplomatik-askeri kabiliyetini arttıracak ve manevra alanını genişletecek ittifaklara ihtiyaç duyuyordu. Dördüncü ve en önemli etken 
olarak ABD’nin Soğuk Savaş sonrası kurmaya çalıştığı “Yeni Dünya Düzeni” için bölgede sağlam müttefiklere ihtiyaç duyması olmuştur. Bu çerçevede 
ABD, Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. ABD’nin bu tutumuna Türkiye ve İsrail’in Soğuk Savaş sonrası stratejik önemlerini 
yitirme kaygıları da eklenmelidir. Başbakan Tansu Çiller’in 1994’te İsrail’e gerçekleştirdiği ziyaret sırasında Türkiye-İsrail ilişkilerini “stratejik işbirliği” 
olarak tanımlaması da yakınlaşmanın çok boyutluluğunu göstermiştir. İktidara gelmeden önce İsrail karşıtı söylemi ile dikkat çeken Refah-Yol iktidarı döneminde de İsrail’le ilişkilerde herhangi bir sorun yaşanmamış olması Türkiye -İsrail ilişkilerinin üst düzeyde seyretmesinin bir “devlet politikası” olarak devlet mekanizmasının çeşitli birimleri tarafından kabul edildiğini göstermektedir. 

1999’da Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasıyla birlikte Türkiye-Suriye arasında diyalog yolunun açılmış olması 2000lerle birlikte Türkiye’nin 1990lar boyunca İsrail’den yana olan tutumunu yeniden “denge” politikasına kaydırması ile sonuçlanmıştır. Bu durumun ortaya çıkmasında 2000’de El-Aksa İntifadası’nın başlaması da etkili oldu. İsrail ve Filistin tarafları arasında 1999’da yapılan görüşmeler sonucunda 2000 yılı ekim ayında bir nihai anlaşma yapılması kararlaştırılmıştı. Ancak nihai anlaşmanın imzalanamaması ve Bağımsız Filistin Devleti’nin kurulmasının ötelenmesi, 1982’de Lübnan’daki kamplarda giriştiği katliamlar sebebiyle “Lübnan Kasabı” olarak adlandırılan Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa’ya tahrik edici ziyareti ile birleşince Filistinliler El-Aksa İntifadası’nı başlattı. 

2000li yılların başı ile birlikte Türk - Arap ilişkilerinin iki ana eksen üzerinde yükseldiği ileri sürülebilir. Öncelikli olarak İran’ın bölgede stratejik üstünlük 
arayışının ve bu üstünlük arayışınıŞii jeo-politiği üzerine inşa etme stratejisinin Arap dünyasında kaygı yaratması ve İran’ın bölgedeki yükselişine karşı bir 
denge ihtiyacının belirmiş olmasıdır. İkinci olarak ise Filistin sorununun çözümüne Arap-İsrail uzlaşmasında rol alabilecek bölgesel bir gücün dâhil 
edilmesi ihtiyacının belirmiş olmasından bahsedilebilir. Bununla birlikte AK Parti hükümeti göreve başladığında Türk-İsrail ilişkilerinin 90 lardaki 
görüntüsünden uzak olduğu da ifade edilmelidir. 

<  2000lerin başında Türk-Arap ilişkileri Filistin sorununun çözümüne Arapİsrail uzlaşmasında rol alabilecek bölgesel bir gücün dâhil edilmesi ihtiyacı belirmiştir. AK Parti hükümeti göreve başladığında Türkİsrail ilişkilerinin 90 lardaki görüntüsünden uzak olduğu da ifade edilmelidir. Medeniyetler Çatışması tezinin 11 Eylül Saldırıları sonrası yoğun bir şekilde tartışıldığı dönemde medeniyetlerin birbirleriyle karşılıklı etkileşimlerinin insanlığın geleceği açısından önemli olacağı düşüncesinden hareketle Medeniyetler İttifakı projesi hayata geçirilmiştir. >

AK Parti Dönemi’nde  İkili İlişkiler (2002-2010) 

AK Parti 3 Kasım 2002 seçimleri ile iktidara geldiğinde kucağında Irak Savaşı sorununu bulmuştu. Henüz devlet aygıtına tam manasıyla nüfuz edilememişken dış politikada bu derece ciddi bir sorunun baş göstermiş olması AK Parti iktidarının ilk yıllarındaki “bilinçsiz salınımları” analiz etmede dikkate alınması gereken önemli bir etkendir. Irak Krizi kısmen atlatıldıktan sonra AK Parti’nin dış politika yöneliminin ne olacağı belirmeye başlamıştır. Bu çerçevede “komşularla sıfır sorun” politikası izlenmiş, bölgesel barış ve istikrarın sağlanması için bütün sorun alanlarında barışçıl çabaların aktif destekleyicisi olunmuştur. Medeniyetler Çatışması tezinin 11 Eylül Saldırıları sonrası yoğun bir şekilde tartışıldığı dönemde medeniyetlerin birbirleriyle karşılıklı etkileşimlerinin insanlığın geleceği açısından, geçmişte olduğu gibi, bundan sonra da önemli olacağı düşüncesinden hareketle Medeniyetler İttifakı projesi hayata geçirilmiştir. Özellikle Avrupa Birliği ile ilişkilerde alınan mesafe ve AK Parti iktidarının uluslararası politikada insan hakları, özgürlükler gibi alanlardaki aktif çalışmaları demokrasi ve İslam’ın bir arada olabileceğine dair güçlü bir kanaatin, batı kamuoyunda ve siyasi 
çevrelerinde oluşmasına zemin hazırlayacaktır. 

1 Mart Tezkeresi’nin TBMM tarafından reddedilmesinin de Türkiye’ye olan uluslararası ilginin artmasını sağladığının altı çizilmelidir. 1 Mart Tezkeresi, 
kısa ve orta vadede ABD ile olan ilişkilerde derin bir krize yol açmış olmakla birlikte Türkiye’nin, Ortadoğu’daki krizin derinleştiği bir süreçte dış politika 
çıktılarını şekillendirmede daha serbest hareket etmesinin ve diplomatik manevra kabiliyetinin artmasının önünü açmıştır. Türkiye 1990larda 
ilişkilerinin çok bozuk olduğu İran ve Suriye ile ilişkilerini geliştirmeye başlamış, bu alanda ciddi mesafe kat etmiştir. 

AK Parti iktidarının ilk yıllarında Türkiye-İsrail İlişkileri yukarıda kabaca çizilen kontekst içerisine oturtulmaya çalışılmıştır. Ancak özellikle 2001’de 
Ariel Şaron liderliğindeki Likud Partisi’nin iktidara gelişinden sonra İsrail’in Türkiye’ye yönelik izlediği politikalardaki değişim dikkat çekicidir. ABD’nin 
önerileri doğrultusunda İsrail’in Musul-Haifa petrol boru hattını devreye sokarak Kerkük-Ceyhan boru hattını devre dışı bırakması İsrail’in Türkiye 
perspektifinin değişimini gösterir önemli bir gelişmedir. İsrail’in daha önce bölgeden göç etmiş Yahudilerin ellerindeki tapulara dayanarak Kuzey 
Irak’ta toprak edinmeye çalışması karşısında Türkiye İsrail’i uyarmış ve İsrail hükümetinin uluslararası hukuk sınırlarında hareket etmesi gerektiğini ifade 
etmiştir. Ayrıca İsrail’in Irak’ın kuzeyinde kurulacak Kürt devletine destek olacağı ve bu çerçevede Kuzey Irak’taki Kürt gruplarla politik ve askeri 
temas kurduğu yönündeki haberler bu dönemde artmaya başlamıştır. Türk hükümeti ise İsrail’in bu politikaları sonrası oluşan rahatsızlığı daha belirgin 
bir biçimde gösterebilmek için Ariel Şaron’un Rusya ziyareti dönüşünde Başbakan Erdoğan’dan talep ettiği randevuyu reddetmiştir. 

AK Parti’nin bölge politikası “barış ve istikrarın sağlanması ve sürdürülebilir olması” şeklinde formüle edilebilir. Bu çerçevede dönemin Dışişleri Bakanı 
Abdullah Gül 2004 yılında BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada bölgenin nükleer silahlardan arındırılması gerektiğinin altını çizerek İran’ın 
nükleer silahlanma faaliyetlerini durdurmasının yanı sıra İsrail’in de elindeki mevcut silahları imha etmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bununla birlikte 
Arap-İsrail sorununda AK Parti iktidarının Araplardan yana tavır aldığı ifade edilmelidir. 19 Mayıs 2004’te Başbakan Erdoğan’ın HAMAS liderlerinden 
Şeyh Ahmet Yasin ve Abdülaziz Rantisi’nin İsrail operasyonu sonucu öldürülmesi üzerine İsrail’in bölgede devlet terörü uyguladığı şeklindeki beyanı İsrail tarafında rahatsızlık ve tedirginlik meydana getirmiştir. İsrail Başbakan Yardımcısı Ehud Olmert’in ilişkileri yeniden düzeltmek amacıyla Başbakan Erdoğan’dan randevu talebinin gerekçe gösterilmeksizin reddedilmesi ve Başbakan Ariel Şaron’un randevu talebinin de Erdoğan’ın programının yoğunluğu gerekçe gösterilerek reddedilmesi İsrail tarafındaki tedirginliği arttırmıştır. Ancak PKK’nın Kuzey Irak’ta faaliyetlerine yeniden başlaması, ABD ile 1 Mart Tezkeresi’ne bağlı olarak bozulan ilişkilerin düzeltilmesi ihtiyacı, Ermeni Soykırımı yasa tasarıları karşısında uluslararası destek ihtiyacı ve Kıbrıs’ta Annan Planı ile girilen kritik süreçte Türk dış politikasının gerginlikler sebebiyle meydana gelebilecek semptomları kaldıramayabileceği düşüncesi AK Parti’nin İsrail’le ilişkilerde yumuşamadan yana tavır alması ile neticelenmiştir. Önce dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah 


< ABD’nin önerileri doğrultusunda İsrail’in Musul-Haifa petrol boru hattını devreye sokarak Kerkük-Ceyhan boru hattını devre dışı bırakması İsrail’in Türkiye perspektifinin değişimini gösterir önemli bir gelişmedir. 
Hizbullah karşısında düzenli bir ordudan beklenmeyecek kadar kayıp veren ve Hizbullah’ın saldırı iradesini kıramayan İsrail büyük bir çelişki içerisine düştü. Çünkü aynı süreçte Filistin’de gerçekleştirilen seçimlerde HAMAS, hükümeti kuracak çoğunluğa ulaştı. >


Gül; Yaser Arafat’ın ölümünden sonra da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan İsrail’i ziyaret etmiştir. Erdoğan bu ziyaretinde ikili ilişkilerin önemine dikkat 
çekerek, anti-semitizmin bir insanlık suçu olduğunu açıklamıştır. 

İzlenen çok yönlü ve çok boyutlu dış politika, Türkiye’nin Ortadoğu Barış Süreci’nde aktif ve yapıcı bir rol alabileceğine yönelik beklentileri 
arttırmıştır. Bu çerçevede Türkiye’nin İsrail ile Suriye arasında sürdürülecek müzakerelerde arabulucu ülke olması Suriye ve İsrail taraflarınca kabul 
görmüştür. Ancak İsrail’in izlediği politikalar Türkiye’nin tarafsız bir şekilde politika üretmesini imkânsız hale getirecektir. Bu anlamda ilk büyük kriz 
2006’da İsrail’in Lübnan’a gerçekleştirdiği operasyonla belirmiştir. 

Hizbullah’ın her geçen gün güçlenmesi ve İsrail’e yönelik füze saldırılarını arttırması, İsrail’in güvenlik kaygılarının artmasına sebep oldu. İsrail’in amacı 
“yılanın başını” büyümeden ezebilmekti. Bu çerçevede müthiş yoğunlukta ağır silah ve bombardıman uçakları kullanılmasına ve Lübnan’ın özellikle 
Müslüman muhitleri neredeyse yerle bir edilmesine rağmen istenen sonuç elde edilemedi. Hizbullah karşısında düzenli bir ordudan beklenmeyecek 
kadar kayıp veren ve Hizbullah’ın saldırı iradesini kıramayan İsrail büyük bir çelişki içerisine düştü. Çünkü aynı süreçte Filistin’de gerçekleştirilen 
seçimlerde HAMAS hükümeti kuracak çoğunluğa ulaştı. İsrail 2005’te Gazze’den tek taraflı çekilme planını yürürlüğe koymuştu. İsrail çekildikten 
sonra ise Gazze’nin kontrolü HAMAS’ın eline geçmişti. İsrail terör örgütü olarak tanımladığı HAMAS’la masaya oturmaya doğru ilerlemeye başlamış; bu esnada Lübnan saldırısının başarısızlıkla sonuçlanması İsrail politikalarını çıkmaza sokmuştu. Özellikle dış politikada eli zayıflayan Ehud Olmert içine düşülen kaos ortamından kurtulabilmek için iki ayaklı bir politika izlemeye başladı. Öncelikle Filistin sorununun çözümü için Annapolis Süreci başlatıldı. Amaç El- Fetih’i muhatap alarak HAMAS’ı sürecin dışına itebilmek; bu vesileyle Ortadoğu’da her geçen gün etkisini arttıran İran’ı dengelemekti. İkinci olarak ise Suriye ile müzakereler yeniden başlatılarak hareket alanı yaratılmaya çalışıldı. Annapolis Süreci’nde ABD etkin rol üstlendi, dönemin Dışişleri Bakanı C. Rice mekik diplomasisi ile sorunun taraflarını masada tutmaya gayret etti. Ancak Annapolis Süreci HAMAS’ı dışlayarak zaten ölü doğmuştu. Uluslararası kamuoyu tarafından tanınmayan HAMAS ise iç politikada El - Fetih’i etkisizleştirici adımlar attı ve 
Haziran 2007’de Gazze’nin kontrolünü tamamen eline geçirdi. 


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***