TÜRKİYE İSRAİL İLİŞKİLERİ 1946 - 2010 BÖLÜM 1
Türkiye-İsrail İlişkileri Stratejik Düşünce Enstitüsü Uluslararası İlişkiler Koordinatörlüğü
İçindekiler:
Kısaltmalar ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,...............4
Geçmişten Geleceğe Türkiye -İsrail İlişkileri ...............5
Türkiye-İsrail İlişkilerinin Tarihsel Evrimi ...................5
AK Parti Dönemi’nde İkili İlişkiler (2002-2010) ..........12
Mavi Marmara Saldırısı ve Türkiye -İsrail İlişkileri ......18
Sonuç ve Değerlendirme ........................................21
Türkiye -İsrail İlişkileri Kronolojisi ............................................................................30
Ekler ....................................................................49
Ek - 1) Türkiye -İsrail Ticari İlişkileri ..........................49
Ek - 2) Haritalar ......................................................51
Kaynaklar ...............................................................55
Sonnotlar ................................................................56
SDE ANALİZ Ekim 2011
Özet
İsrail devleti, İkinci Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ABD ve İngiltere gibi batılı güçlerin desteği ile resmen 1948 yılında kuruldu. Türkiye ise, halkı Müslüman olan ülkeler arasında İsrail’i resmen tanıyan (1949) ilk devlet oldu.
Bu durumun ortaya çıkmasında Türkiye’nin Batı kampına katılması ve ABD’nin Türkiye ile İsrail arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi yönündeki aktif çabası etkili
olmuştur. Arap-İsrail uyuşmazlığı ve Arap-İsrail Savaşları Türkiye’nin İsrail’e yönelik politikasını belirlemesinde etkili olmakla birlikte, Türkiye İsrail’le ilişki
kurarken her zaman toplumsal talepleri de dikkate almak zorunda kalmıştır. Bununla birlikte, 1950’li yıllarda Türkiye ve İsrail ilişkilerinde önemli gelişmeler
yaşanmıştır.
İsrail’in bölgede Arap olmayan aktörlerle ikili ilişkilerini geliştirme ve çeşitlendirme politikası İsrail Başbakanı Ben-Gurion tarafından “Çevreleme Politikası” adı ile formüle edilen bir stratejiye dönüşmüş; bu süreçte Türkiye, İsrail, Etiyopya ve İran’ın yer aldığı bir Çevresel Pakt oluşturulmaya çalışılmıştır.
1990’lı yıllar Türk-İsrail ilişkilerinin en hızlı geliştiği dönem olmuştur. İkili ilişkilerin derinleşmesinde Ortadoğu Barış Süreci’nin estirdiği olumlu hava
ile Türkiye’deki siyasi-askeri elitlerin ülkedeki İslamcı Hareketlerin ve PKK örgütünün İran, Irak, Suriye gibi bölge ülkeleri tarafından desteklendiğine
ilişkin algılamaları önemli derecede etkili olmuştur. Bir anlamda ikili ilişkilerin “altın yılları” olarak adlandırılacak olan bu dönemde askerî, siyasî ve ekonomik
ilişkiler yeniden yapılandırılıp çeşitlendirilerek stratejik bir boyuta taşınmıştır.
Bununla birlikte İsrail-Filistin sorununun çözümünün gerçekleşmemiş olması, İsrail kamuoyunun siyaseten aşırı sağa kayması ve İsrail hükümetlerinin
izlediği baskıcı ve şiddet eksenli politikalar 2000’li yıllara girilirken Türkİsrail ilişkilerinin yeniden bozulmasına neden olmuştur. Türkiye hem 2006 Lübnan müdahalesine hem de 2009 Gazze’ye Dökme Kurşun” operasyonuna karşı çok sert tepki göstermiştir. İHH tarafından Gazze’ye ambargoyu delmek üzere yola çıkarılan yardım gönüllülerini ve bir takım yardım malzemelerini taşıyan filoya yönelik İsrail silahlı güçlerince 31 Mayıs 2010’da yapılan kanlı müdahale ve 8’i Türk vatandaşı 9 kişinin ölmüş olması, Türk-İsrail ilişkilerini kopma noktasına getirmiştir. BM adına hazırlanan Palmer Raporu’nun İsrail’in müdahalesini meşru gösteren raporundan sonra ise Türkiye İsrail’e yönelik bir yaptırım planı açıklamış ve İsrail ile ilişkisini diplomatik temsilde en alt düzey olarak kabul edilen ikinci kâtiplik seviyesine indirmiştir.
Kısaltmalar
AB: Avrupa Birliği
ABD: Amerika Birleşik Devletleri
AK Parti: Adalet ve Kalkınma Partisi
Birleşmiş Milletler: BM
DP: Demokrat Parti
FKÖ: Filistin Kurtuluş Örgütü
GKRY: Güney Kıbrıs Rum Yönetimi
HAMAS: (İslamî Direniş Hareketi)
KKTC: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
MC: Milletler Cemiyeti
NATO: Kuzey Atlantik Antlaşması Örgütü
OECD: Ekonomik Kalkınma ve İşbirliği Örgütü
PKK: Kürdistan İşçi Partisi
SSCB: Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
TBMM: Türkiye Büyük Millet Meclisi
TRT: Türkiye Radyo Televizyon Kurumu
TSK: Türk Silahlı Kuvvetleri
UAD: Uluslararası Adalet Divanı
.......................
Geçmişten Geleceğe Türkiye -İsrail İlişkileri
Türkiye-İsrail İlişkilerinin Tarihsel Evrimi
Bugün Türkiye Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül 2006 yılında Dışişleri Bakanı iken yaptığı açıklamada “Filistin’in, İsrail’in, Kudüs’ün, bütün bu coğrafyanın tapuları, arşivleri benim elimde. Ben Filistin ile ilgilenmeyeceğim de kim ilgilenecek?’’ demişti.1 Bilindiği üzere İsrail devletinin kurulduğu bölge kabaca 16.yy başlarından I. Dünya Savaşı’na kadar Osmanlı Devleti hâkimiyetinde kalmıştı. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesinden sonra dünya gündemini yoğun bir şekilde işgal etmeye başlayan bölge ile alakalı sorunların büyük bir kısmının da I. Dünya Savaşı sırasında müttefiklerin Osmanlı topraklarını aralarında pay etmek için izledikleri politikalardan kaynaklandığını ifade etmek gerekir.
İngiltere ve Fransa arasında 16 Mayıs 1916 tarihinde imzalanan (gizli) Sykes-Picot Antlaşması Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’daki topraklarını paylaşmayı amaçlamıştı. Bu antlaşmaya göre Akka’dan itibaren, Beyrut da dâhil olmak üzere kuzeye doğru Suriye’nin tüm kıyı şeridi ile Adana ve Mersin Fransa’ya; Bağdat-Basra arasındaki Dicle-Fırat bölgesi de İngiltere’ye bırakılmıştı. Anlaşmada Filistin’in hangi devletin egemenliğinde olacağı konusu düzenlenmemişti. İngiltere I. Dünya Savaşı sonrasında Filistin topraklarının kendi denetimi altına girmesi için yoğun bir faaliyet yürüttü. Ancak burada hemen ifade edilmelidir ki İngiltere’nin Filistin politikası Dünya Siyonist Dernekleri Federasyonu Başkanı Lord Rothschild’den çok fazla etkileniyordu. Bu çerçevede Lord Rothschild’in kaleme aldığı, İngiltere Dışişleri Bakanı Lord Balfour’un imzasıyla yayınlanan ve tarihe “Balfour Deklarasyonu”(1917) olarak geçen metin Filistin-İsrail sorununun gelişim süreci açısından önemli bir yer işgal etmiştir.
< İngiltere I. Dünya Savaşı sonrasında Filistin topraklarının kendi denetimi altına girmesi için yoğun bir faaliyet yürüttü. Ancak ifade edilmelidir ki İngiltere’nin Filistin politikası Dünya Siyonist Dernekleri Federasyonu Başkanı Lord Rothschild’den çok fazla etkileniyordu. Artan Yahudi nüfus ile bölgede yerleşik Müslüman Arap nüfus arasında gitgide artan gerilim, bölgede faaliyet gösterme ye başlayan çok sayıda Yahudi örgütünün de tesiriyle çatışmaya dönüştü.
Bu esnada bölgeye yönelik Yahudi göçü de sürmekteydi. >
I. Dünya Savaşı sırasında çeşitli çevrelere verilmiş bir takım sözler, yapılmış gizli antlaşmalar sebebiyle meydana gelen Filistin toprakları üzerindeki belirsizlik Nisan 1920’de toplanan San Remo Konferansı’nda aşılmaya çalışıldı. İngiltere ve Fransa bu toplantıda yeniden anlaşarak Sykes-Picot Antlaşması’nı değiştirdi, Suriye ve Lübnan’ın Fransız mandasına; Filistin, Ürdün ve Irak’ın da İngiliz mandasına sokulmasını kabul etti. İngiltere’nin manda yönetimine geçen Filistin topraklarına bu tarihten sonra yoğun bir Yahudi göçü başladı. Artan Yahudi nüfus ile bölgede yerleşik Müslüman Arap nüfus arasında gitgide artan gerilim, bölgede faaliyet göstermeye başlayan çok sayıda Yahudi örgütünün de tesiriyle çatışmaya dönüştü. Bu esnada bölgeye yönelik Yahudi göçü de sürmekteydi. 1930larla birlikte bölgenin nüfus dengelerinin ciddi biçimde değişmiş olması sorunu içinden çıkılmaz bir hale getirdi. İngiltere, Almanya’da Hitler’in iktidara gelişinden sonra bölgeye olan Yahudi göçüne sınırlama getirme gayretinde olmuşsa da bölgeye göç devam etmiş ve Yahudilerle Araplar arasındaki mücadele ve çatışma II. Dünya Savaşı yıllarında da sürmüştür. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Yeni Dünya Düzeni’nin simgesi olarak tarih sahnesindeki yerini alan BM’ye, MC döneminden kalan en büyük ve en karmaşık sorun Filistin
sorunu olacaktır.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra İngiltere’nin gayretleri, sorunun çözümünde etkili olmayınca İngiltere, sorunu 2 Nisan 1947’de BM gündemine getirdi. BM Genel Kurulu 15 Mayıs 1947 tarihli toplantısında “BM Filistin Özel Komisyonu” adlı özel bir çalışma grubunun kurulmasına, komisyon üyelerinin bölgeye gönderilerek araştırmalar yapmasına ve bir rapor hazırlamasına karar verdi. Komisyon çalışmalarını tamamladıktan sonra raporu 1 Eylül 1947’de BM Genel Sekreteri’ne teslim etti. Filistin’deki manda yönetiminin derhal kaldırılmasını ve Filistin’in bağımsızlığının hemen tanınmasını öneren rapor, ayrıca oy çokluğu ile benimsenen bir “Çoğunluk Planı” ve birkaç üye tarafından desteklenen bir “Azınlık Planı”ndan oluşuyordu. “Çoğunluk Planı”na göre bağımsız Filistin Devleti aralarında ekonomik birlik bulunan Arap ve Yahudi devletleri şeklinde ikiye bölünecek, Kudüs şehri ise uluslararası denetim altında tutulacaktı. “Azınlık Planı”nda ise Filistin’in başkenti Kudüs olan ve Arap-Yahudi federe birimlerinden oluşan federalbir yapıya sahip olması öngörülüyordu. Araplar ancak bağımsız bir Arap devletinin kabul edilebileceğini söyleyerek önerileri reddettiler. Bu esnada
ABD ve SSCB bölgenin Araplar ve Yahudiler arasında taksim edilmesi şeklindeki bir planı destekleyeceklerini açıkladılar. İngiltere’nin 14 Mayıs 1948 gününe kadar bölgeden asker çekip bu tarihte de bölgedeki manda yönetimini sona erdireceğini açıklamasının ardından 29 Kasım 1947’de BM Genel Kurulu’nda yapılan oylama ile Filistin topraklarının iki halk arasında taksim edilmesine karar verildi. Türkiye bu süreçte Arap devletleri ile birlikte hareket etti, aralarında 6 Arap ülkesinin de bulunduğu 12 devletle birlikte BM taksim planına red oyu kullandı. Türkiye’nin bu tutumunda dinî bağlardan çok, bölünmenin bölgeye getireceği istikrarsızlık düşüncesi etkili olmuştur.
BM Genel Kurulu’nun aldığı taksim kararından sonra Araplar ve Yahudiler arasında bir dizi çatışma çıktı. Arap Birliği Filistin’in bölünmesine karşı çıkan
ve gerekirse silah kullanılmasını öngören bir dizi karar kabul ederken, Yahudi örgütlerin tedhiş faaliyetlerinde de artış gözlendi. Bu faaliyetler neticesinde
çok sayıda Arap oturdukları bölgeleri Yahudilere terketmek zorunda kaldı. 14 Mayıs 1948’de İngiltere’nin manda yönetiminin sona ermesinden birkaç
saat önce Tel-Aviv’de toplanan Yahudi Ulusal Konseyi Filistin’de bağımsız bir İsrail devletinin kurulduğunu ilan etti. ABD yeni devleti bağımsızlığın
ilanından 11 dakika sonra tanıdı. SSCB de 17 Mayıs’ta İsrail’i tanıdığını açıkladı.
İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesinden kısa bir süre sonra, 30 Haziran 1948’de Türkiye ile İsrail arasında bir posta antlaşması imzalandı. 12 Aralık 1948’de BM bünyesinde sadece ABD, Fransa ve Türkiye’nin temsilcilerinden oluşan2 bir Filistin Uzlaştırma Komisyonu kurulması kararlaştırıldı. Arap devletleri ise böyle bir komisyona karşı çıktıklarını açıkladılar. Komisyon çalışmalarının sürdüğü sırada 28 Mart 1949’da Türkiye İsrail’i resmen tanıyan nüfusunun çok büyük bir kısmı Müslüman olan ilk ülke oldu. Esasen Türkiye ile İsrail arasında ABD’nin telkinleriyle istihbarat paylaşımı, Türkiye İsrail’i devlet düzeyinde tanımadan önce başlamış bulunmaktaydı.
Türkiye-İsrail ilişkileri DP döneminde de artarak devam etti. Bu durumun ortaya çıkmasında öncelikli olarak ABD’nin Ortadoğu’ya hızlı bir giriş yaparak İsrail’le kurduğu yakın ilişkinin Türkiye üzerinde oluşturduğu etki ifade edilmelidir. İkinci olarak her iki ülkenin de Batı gelişme modelini benimsemiş olması ve Batı kampında yer alıyor oluşu ilişkilerin hızlı gelişmesinde etkili olmuştu. İlişkilerin gelişmesinde en önemli faktörlerden birisi de İsrail’in Türkiye ile ilişkilerin sağlamlaştırılmasına verdiği önemdi. Zira dinsel bağların öne çıkarıldığı bölge politikasında Türkiye laik devlet anlayışı çerçevesinde dış politika çıktılarını oluşturuyordu. Ayrıca Türkiye bölgenin Arap olmayan ülkelerinden birisiydi. Bu çerçevede İsrail; Washington, Paris ve Londra’dan sonra dördüncü İsrail Askeri Ataşeliği’ni Ankara’da açtı.
< Türkiye-İsrail ilişkileri DP döneminde de artarak devam etti. Bu durumun ortaya çıkmasında öncelikli olarak ABD’nin Ortadoğu’ya hızlı bir giriş yaparak İsrail’le kurduğu yakın ilişkinin Türkiye üzerinde oluşturduğu etki ifade edilmeli dir. İsrail, Bağdat Paktı’nı saldırgan bir antlaşma olarak nitelemeye ve kıyasıya eleştirmeye devam edince bu durum Türk tarafında memnuniyetsizlik meydana getirdi ve İsrail’in Ankara büyükelçiliği bir “gözlem misyonu” gibi çalışmaya başladı. >
Türkiye-İsrail ilişkilerini sekteye uğratan ilk gelişme Bağdat Paktı oldu. Nasır’ın Mısır’da iktidara geldiği ve Arap milliyetçiliğinin İsrail ve Batı karşıtlığı üzerinden kendisini kurduğu bir dönemde Irak’ın, İngiltere’nin de olduğu bir pakta girmesi büyük tepki doğurmuştu. Irak tepkiyi azaltabilmek için İsrail aleyhine yorumlanabilecek maddelerin antlaşma metnine girmesini sağladı. İsrail bu durumu Türkiye’nin Arap-İsrail uyuşmazlığında Arap devletlerinden yana tavır koyması olarak algıladı. Bu esnada Suriye’yi ziyaret eden Menderes’in Suriye Başbakanını ikna etmek için “Türkiye’nin bir İsrail saldırısı halinde Arap devletlerine yardım etmeye hazır olduğunu” ifade etmesi de bu çerçevede etkili oldu. Bununla birlikte Başbakan Menderes, İngiltere ve ABD’nin telkinleriyle kendisini ziyaret eden İsrail büyükelçisine “Irak’ın Bağdat Paktı’nı İsrail aleyhine kullanmak istemesi halinde Türkiye’nin bu duruma yüzde 90 karşı çıkacağını” söyleyerek İsrail’in tepkisini azaltmaya çalıştı. Ancak İsrail, Bağdat Paktı’nı saldırgan bir antlaşma olarak nitelemeye ve kıyasıya eleştirmeye devam edince bu durum Türk tarafında memnuniyetsizlik meydana getirdi ve İsrail’in Ankara büyükelçiliği bir “gözlem misyonu” gibi çalışmaya başladı.
Türk-İsrail ilişkilerinde en büyük kırılmalardan birisi 1956 Süveyş Bunalımı sırasında yaşandı. Mısır lideri General Cemal Abdülnasır, Asuan Barajı’nın
yapımı için ABD ve Dünya Bankası’ndan kredi alacaktı. Ancak bu dönemde Nasır’ın Sovyet yanlısı tutumlarının artması ve Moskova’yı ziyaret edeceğini açıklaması üzerine ABD ve Dünya Bankası, Mısır’a baraj yapımı için yardım verilmeyeceğini açıkladılar. Nasır da bunun üzerine Süveyş Kanalı’nın millileştirilmesi kararını aldı. Bu durumda çıkarları büyük ölçüde zedelenecek olan İngiltere ve Fransa İsrail ile anlaşarak bir plan uygulamaya koydular. Plana göre İsrail Mısır’a saldırdı, İngiltere ve Fransa her iki tarafa da ültimatom göndererek 48 saat içerisinde çatışmalar durmazsa bölgeye asker çıkaracaklarını açıkladılar. Fransa ve İngiltere meseleyi bir oldubittiye getirmek isterken İsrail “işini erken bitirince” bölgeye asker çıkarma planı gerçekleşmesine rağmen tam bir fiyasko ile sonuçlandı. ABD ve SSCB başta olmak üzere dünya kamuoyunda; İsrail, İngiltere ve Fransa’ya büyük tepki vardı. Bu çerçevede Türk kamuoyunda da İsrail’e karşı oluşan tepki, daha önceki gelişmelerle birleşince Türkiye Kasım 1956’da İsrail büyükelçisini geri çekti. İki ülke arasındaki temsil düzeyi maslahatgüzarlık seviyesine düşürüldü.
Bu gelişmelere rağmen Türkiye ile İsrail arasındaki stratejik ilişkiler el altından ve ikincil aktörler eliyle devam etti. Bu çerçevede Türkiye, İsrail Başbakanı
Ben Gurion’un ülkesinin güvenliğinin sağlanması için Arap olmayan devletlerle oluşturmaya çalıştığı “Çevresel Pakt”ta yer aldı. Çevresel Pakt Türkiye-İsrail ilişkilerini yeniden canlandırdı ancak 1960’lı yılların sonlarına doğru ortaya çıkan gelişmeler ilişkilerde yeniden dalgalanmalara yol açtı.
Türkiye 1967 Arap-İsrail Savaşı sonrasında Arap devletlerinin yanında yer aldı. Savaş sonrası da Türkiye’nin bu tutumu devam etti. Özellikle 1969’daki
Mescid-i Aksa’nın yakılması olayı Türkiye’nin İsrail’e karşı tutumunu daha da sertleştirdi. Türkiye, 1973 Arap-İsrail Savaşı’nda da tarafsızlığını açıklamakla
birlikte, uygulamada Arap devletlerinin yanında yer aldı. Örneğin Arap devletlerine askeri malzeme taşıyan Sovyet uçaklarının Türkiye’nin hava
sahasını kullanmasına izin verildi, ancak İsrail’e yardım etmek isteyen ABD’nin İncirlik Üssü’nü kullanması engellendi.
Türkiye-İsrail ilişkilerinin 1970’li yıllarda soğuk seyretmesinin en önemli sebeplerinden birisi de Türkiye’nin FKÖ ile kurduğu ilişkilerdir. Türkiye
Ocak 1975’de FKÖ’yü tanıdı. Ankara’daki FKÖ temsilciliği ise 1979’da Başbakan Bülent Ecevit’in resmi davetlisi olarak Türkiye’ye gelen FKÖ lideri
Yaser Arafat tarafından açıldı. 1980 yılında ise İsrail’in Kudüs’ü başkent ilan etmesine karşılık Türkiye İsrail’le ilişkilerini ikinci kâtip düzeyine düşürdü.
1980’lerde de 1970’li yılların etkisiyle soğuk seyreden Türkiye-İsrail ilişkileri 1990’lı yıllarla birlikte canlandı ve 90’ların sonuna doğru altın dönemini yaşadı.
1990’larda Türkiye ile İsrail arasında ilişkilerin gelişmesinin başlıca dört nedeninden söz edilebilir. Öncelikli olarak İsrail ile Filistin arasında 80’li
yılların sonu 90’ların başında temkinli de olsa başlayan diyalog süreci Ortadoğu barışına yönelik umutları arttırmıştı. İkinci olarak 1980’lerle birlikte Türkiye aleyhine faaliyetlerini arttıran Ermeni ve Rum lobilerine karşılık Yahudi lobisinin desteğinin sağlanması ihtiyacının belirmiş olması etkili oldu. Bir diğer önemli sebep 1980’lerde beliren ve 1990’lı yıllarda eylemlerini ve etkinliğini son derece arttıran PKK’nın bölgede İran-Irak ve Suriye tarafından desteklenmesi ve Türkiye-Suriye arasındaki su sorununun Ortadoğu politikasında oluşturduğu baskıydı.
Soğuk Savaş yıllarında Ortadoğu ile Batı dünyası üzerinden ilgilenen Türkiye’nin Ortadoğu’ya “kendisine ait” bir ilgisi olmasını sağlayan en önemli gelişmeler hiç kuşkusuz ABD’nin Saddam rejimine askeri müdahalesinin ardından Kuzey Irak’ta oluşan iktidar boşluğunun Kürt sorununun boyutlarını derinleştirmiş olması ve Türkiye’nin “radikal İslamî” hareketlerden rejimine yönelik algıladığı tehdittir. Hem Kuzey Irak’ta üslenmiş bulunan PKK’nın hem de rejime yönelik en büyük tehdit olarak algılanan radikal İslamî hareketlerin Ortadoğu ülkeleri tarafından desteklendiği fikrine sahip olan Türkiye’nin bölgeye yönelik algısının ve politikasının güvenlik eksenli şekillenmiş ve belirlenmiş olması bölgede Türkiye’nin ilgisinin İsrail üzerinde odaklanmasının ana sebebidir. Arap devletleri ile komşu olan İsrail’in daima bir “çevrelenmişlik” psikolojisi içerisinde hareket etmesi de Türkiye-İsrail ilişkilerinin daha da ilerlemesinde katalizör görevi görmüştür.
< Türkiye 1967 Arap-İsrail Savaşı sonrasında Arap devletlerinin yanında yer aldı. Savaş sonrası da Türkiye’nin bu tutumu devam etti.
Özellikle 1969’daki Mescid-i Aksa’nın yakılması olayı Türkiye’nin İsrail’e karşı tutumunu daha da sertleştirdi.
1999’da Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasıyla birlikte Türkiye-Suriye arasında diyalog yolunun açılmış olması 2000lerle birlikte Türkiye nin 1990lar boyunca İsrail’den yana olan tutumunu yeniden “denge” politikasına kaydırması ile sonuçlanmıştır. >
Türkiye bölgede diplomatik-askeri kabiliyetini arttıracak ve manevra alanını genişletecek ittifaklara ihtiyaç duyuyordu. Dördüncü ve en önemli etken
olarak ABD’nin Soğuk Savaş sonrası kurmaya çalıştığı “Yeni Dünya Düzeni” için bölgede sağlam müttefiklere ihtiyaç duyması olmuştur. Bu çerçevede
ABD, Türkiye-İsrail ilişkilerinin gelişmesinde önemli rol oynamıştır. ABD’nin bu tutumuna Türkiye ve İsrail’in Soğuk Savaş sonrası stratejik önemlerini
yitirme kaygıları da eklenmelidir. Başbakan Tansu Çiller’in 1994’te İsrail’e gerçekleştirdiği ziyaret sırasında Türkiye-İsrail ilişkilerini “stratejik işbirliği”
olarak tanımlaması da yakınlaşmanın çok boyutluluğunu göstermiştir. İktidara gelmeden önce İsrail karşıtı söylemi ile dikkat çeken Refah-Yol iktidarı döneminde de İsrail’le ilişkilerde herhangi bir sorun yaşanmamış olması Türkiye -İsrail ilişkilerinin üst düzeyde seyretmesinin bir “devlet politikası” olarak devlet mekanizmasının çeşitli birimleri tarafından kabul edildiğini göstermektedir.
1999’da Abdullah Öcalan’ın Suriye’den çıkarılmasıyla birlikte Türkiye-Suriye arasında diyalog yolunun açılmış olması 2000lerle birlikte Türkiye’nin 1990lar boyunca İsrail’den yana olan tutumunu yeniden “denge” politikasına kaydırması ile sonuçlanmıştır. Bu durumun ortaya çıkmasında 2000’de El-Aksa İntifadası’nın başlaması da etkili oldu. İsrail ve Filistin tarafları arasında 1999’da yapılan görüşmeler sonucunda 2000 yılı ekim ayında bir nihai anlaşma yapılması kararlaştırılmıştı. Ancak nihai anlaşmanın imzalanamaması ve Bağımsız Filistin Devleti’nin kurulmasının ötelenmesi, 1982’de Lübnan’daki kamplarda giriştiği katliamlar sebebiyle “Lübnan Kasabı” olarak adlandırılan Ariel Şaron’un Mescid-i Aksa’ya tahrik edici ziyareti ile birleşince Filistinliler El-Aksa İntifadası’nı başlattı.
2000li yılların başı ile birlikte Türk - Arap ilişkilerinin iki ana eksen üzerinde yükseldiği ileri sürülebilir. Öncelikli olarak İran’ın bölgede stratejik üstünlük
arayışının ve bu üstünlük arayışınıŞii jeo-politiği üzerine inşa etme stratejisinin Arap dünyasında kaygı yaratması ve İran’ın bölgedeki yükselişine karşı bir
denge ihtiyacının belirmiş olmasıdır. İkinci olarak ise Filistin sorununun çözümüne Arap-İsrail uzlaşmasında rol alabilecek bölgesel bir gücün dâhil
edilmesi ihtiyacının belirmiş olmasından bahsedilebilir. Bununla birlikte AK Parti hükümeti göreve başladığında Türk-İsrail ilişkilerinin 90 lardaki
görüntüsünden uzak olduğu da ifade edilmelidir.
< 2000lerin başında Türk-Arap ilişkileri Filistin sorununun çözümüne Arapİsrail uzlaşmasında rol alabilecek bölgesel bir gücün dâhil edilmesi ihtiyacı belirmiştir. AK Parti hükümeti göreve başladığında Türkİsrail ilişkilerinin 90 lardaki görüntüsünden uzak olduğu da ifade edilmelidir. Medeniyetler Çatışması tezinin 11 Eylül Saldırıları sonrası yoğun bir şekilde tartışıldığı dönemde medeniyetlerin birbirleriyle karşılıklı etkileşimlerinin insanlığın geleceği açısından önemli olacağı düşüncesinden hareketle Medeniyetler İttifakı projesi hayata geçirilmiştir. >
AK Parti Dönemi’nde İkili İlişkiler (2002-2010)
AK Parti 3 Kasım 2002 seçimleri ile iktidara geldiğinde kucağında Irak Savaşı sorununu bulmuştu. Henüz devlet aygıtına tam manasıyla nüfuz edilememişken dış politikada bu derece ciddi bir sorunun baş göstermiş olması AK Parti iktidarının ilk yıllarındaki “bilinçsiz salınımları” analiz etmede dikkate alınması gereken önemli bir etkendir. Irak Krizi kısmen atlatıldıktan sonra AK Parti’nin dış politika yöneliminin ne olacağı belirmeye başlamıştır. Bu çerçevede “komşularla sıfır sorun” politikası izlenmiş, bölgesel barış ve istikrarın sağlanması için bütün sorun alanlarında barışçıl çabaların aktif destekleyicisi olunmuştur. Medeniyetler Çatışması tezinin 11 Eylül Saldırıları sonrası yoğun bir şekilde tartışıldığı dönemde medeniyetlerin birbirleriyle karşılıklı etkileşimlerinin insanlığın geleceği açısından, geçmişte olduğu gibi, bundan sonra da önemli olacağı düşüncesinden hareketle Medeniyetler İttifakı projesi hayata geçirilmiştir. Özellikle Avrupa Birliği ile ilişkilerde alınan mesafe ve AK Parti iktidarının uluslararası politikada insan hakları, özgürlükler gibi alanlardaki aktif çalışmaları demokrasi ve İslam’ın bir arada olabileceğine dair güçlü bir kanaatin, batı kamuoyunda ve siyasi
çevrelerinde oluşmasına zemin hazırlayacaktır.
1 Mart Tezkeresi’nin TBMM tarafından reddedilmesinin de Türkiye’ye olan uluslararası ilginin artmasını sağladığının altı çizilmelidir. 1 Mart Tezkeresi,
kısa ve orta vadede ABD ile olan ilişkilerde derin bir krize yol açmış olmakla birlikte Türkiye’nin, Ortadoğu’daki krizin derinleştiği bir süreçte dış politika
çıktılarını şekillendirmede daha serbest hareket etmesinin ve diplomatik manevra kabiliyetinin artmasının önünü açmıştır. Türkiye 1990larda
ilişkilerinin çok bozuk olduğu İran ve Suriye ile ilişkilerini geliştirmeye başlamış, bu alanda ciddi mesafe kat etmiştir.
AK Parti iktidarının ilk yıllarında Türkiye-İsrail İlişkileri yukarıda kabaca çizilen kontekst içerisine oturtulmaya çalışılmıştır. Ancak özellikle 2001’de
Ariel Şaron liderliğindeki Likud Partisi’nin iktidara gelişinden sonra İsrail’in Türkiye’ye yönelik izlediği politikalardaki değişim dikkat çekicidir. ABD’nin
önerileri doğrultusunda İsrail’in Musul-Haifa petrol boru hattını devreye sokarak Kerkük-Ceyhan boru hattını devre dışı bırakması İsrail’in Türkiye
perspektifinin değişimini gösterir önemli bir gelişmedir. İsrail’in daha önce bölgeden göç etmiş Yahudilerin ellerindeki tapulara dayanarak Kuzey
Irak’ta toprak edinmeye çalışması karşısında Türkiye İsrail’i uyarmış ve İsrail hükümetinin uluslararası hukuk sınırlarında hareket etmesi gerektiğini ifade
etmiştir. Ayrıca İsrail’in Irak’ın kuzeyinde kurulacak Kürt devletine destek olacağı ve bu çerçevede Kuzey Irak’taki Kürt gruplarla politik ve askeri
temas kurduğu yönündeki haberler bu dönemde artmaya başlamıştır. Türk hükümeti ise İsrail’in bu politikaları sonrası oluşan rahatsızlığı daha belirgin
bir biçimde gösterebilmek için Ariel Şaron’un Rusya ziyareti dönüşünde Başbakan Erdoğan’dan talep ettiği randevuyu reddetmiştir.
AK Parti’nin bölge politikası “barış ve istikrarın sağlanması ve sürdürülebilir olması” şeklinde formüle edilebilir. Bu çerçevede dönemin Dışişleri Bakanı
Abdullah Gül 2004 yılında BM Genel Kurulu’nda yaptığı konuşmada bölgenin nükleer silahlardan arındırılması gerektiğinin altını çizerek İran’ın
nükleer silahlanma faaliyetlerini durdurmasının yanı sıra İsrail’in de elindeki mevcut silahları imha etmesi gerektiğini ifade etmiştir. Bununla birlikte
Arap-İsrail sorununda AK Parti iktidarının Araplardan yana tavır aldığı ifade edilmelidir. 19 Mayıs 2004’te Başbakan Erdoğan’ın HAMAS liderlerinden
Şeyh Ahmet Yasin ve Abdülaziz Rantisi’nin İsrail operasyonu sonucu öldürülmesi üzerine İsrail’in bölgede devlet terörü uyguladığı şeklindeki beyanı İsrail tarafında rahatsızlık ve tedirginlik meydana getirmiştir. İsrail Başbakan Yardımcısı Ehud Olmert’in ilişkileri yeniden düzeltmek amacıyla Başbakan Erdoğan’dan randevu talebinin gerekçe gösterilmeksizin reddedilmesi ve Başbakan Ariel Şaron’un randevu talebinin de Erdoğan’ın programının yoğunluğu gerekçe gösterilerek reddedilmesi İsrail tarafındaki tedirginliği arttırmıştır. Ancak PKK’nın Kuzey Irak’ta faaliyetlerine yeniden başlaması, ABD ile 1 Mart Tezkeresi’ne bağlı olarak bozulan ilişkilerin düzeltilmesi ihtiyacı, Ermeni Soykırımı yasa tasarıları karşısında uluslararası destek ihtiyacı ve Kıbrıs’ta Annan Planı ile girilen kritik süreçte Türk dış politikasının gerginlikler sebebiyle meydana gelebilecek semptomları kaldıramayabileceği düşüncesi AK Parti’nin İsrail’le ilişkilerde yumuşamadan yana tavır alması ile neticelenmiştir. Önce dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah
< ABD’nin önerileri doğrultusunda İsrail’in Musul-Haifa petrol boru hattını devreye sokarak Kerkük-Ceyhan boru hattını devre dışı bırakması İsrail’in Türkiye perspektifinin değişimini gösterir önemli bir gelişmedir.
Hizbullah karşısında düzenli bir ordudan beklenmeyecek kadar kayıp veren ve Hizbullah’ın saldırı iradesini kıramayan İsrail büyük bir çelişki içerisine düştü. Çünkü aynı süreçte Filistin’de gerçekleştirilen seçimlerde HAMAS, hükümeti kuracak çoğunluğa ulaştı. >
Gül; Yaser Arafat’ın ölümünden sonra da Başbakan Recep Tayyip Erdoğan İsrail’i ziyaret etmiştir. Erdoğan bu ziyaretinde ikili ilişkilerin önemine dikkat
çekerek, anti-semitizmin bir insanlık suçu olduğunu açıklamıştır.
İzlenen çok yönlü ve çok boyutlu dış politika, Türkiye’nin Ortadoğu Barış Süreci’nde aktif ve yapıcı bir rol alabileceğine yönelik beklentileri
arttırmıştır. Bu çerçevede Türkiye’nin İsrail ile Suriye arasında sürdürülecek müzakerelerde arabulucu ülke olması Suriye ve İsrail taraflarınca kabul
görmüştür. Ancak İsrail’in izlediği politikalar Türkiye’nin tarafsız bir şekilde politika üretmesini imkânsız hale getirecektir. Bu anlamda ilk büyük kriz
2006’da İsrail’in Lübnan’a gerçekleştirdiği operasyonla belirmiştir.
Hizbullah’ın her geçen gün güçlenmesi ve İsrail’e yönelik füze saldırılarını arttırması, İsrail’in güvenlik kaygılarının artmasına sebep oldu. İsrail’in amacı
“yılanın başını” büyümeden ezebilmekti. Bu çerçevede müthiş yoğunlukta ağır silah ve bombardıman uçakları kullanılmasına ve Lübnan’ın özellikle
Müslüman muhitleri neredeyse yerle bir edilmesine rağmen istenen sonuç elde edilemedi. Hizbullah karşısında düzenli bir ordudan beklenmeyecek
kadar kayıp veren ve Hizbullah’ın saldırı iradesini kıramayan İsrail büyük bir çelişki içerisine düştü. Çünkü aynı süreçte Filistin’de gerçekleştirilen
seçimlerde HAMAS hükümeti kuracak çoğunluğa ulaştı. İsrail 2005’te Gazze’den tek taraflı çekilme planını yürürlüğe koymuştu. İsrail çekildikten
sonra ise Gazze’nin kontrolü HAMAS’ın eline geçmişti. İsrail terör örgütü olarak tanımladığı HAMAS’la masaya oturmaya doğru ilerlemeye başlamış; bu esnada Lübnan saldırısının başarısızlıkla sonuçlanması İsrail politikalarını çıkmaza sokmuştu. Özellikle dış politikada eli zayıflayan Ehud Olmert içine düşülen kaos ortamından kurtulabilmek için iki ayaklı bir politika izlemeye başladı. Öncelikle Filistin sorununun çözümü için Annapolis Süreci başlatıldı. Amaç El- Fetih’i muhatap alarak HAMAS’ı sürecin dışına itebilmek; bu vesileyle Ortadoğu’da her geçen gün etkisini arttıran İran’ı dengelemekti. İkinci olarak ise Suriye ile müzakereler yeniden başlatılarak hareket alanı yaratılmaya çalışıldı. Annapolis Süreci’nde ABD etkin rol üstlendi, dönemin Dışişleri Bakanı C. Rice mekik diplomasisi ile sorunun taraflarını masada tutmaya gayret etti. Ancak Annapolis Süreci HAMAS’ı dışlayarak zaten ölü doğmuştu. Uluslararası kamuoyu tarafından tanınmayan HAMAS ise iç politikada El - Fetih’i etkisizleştirici adımlar attı ve
Haziran 2007’de Gazze’nin kontrolünü tamamen eline geçirdi.
2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder