Alparslan Türkeş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Alparslan Türkeş etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Şubat 2018 Salı

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 3

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 3



Başka bir yazısında Mümtaz Soysal şöyle soruyor:

“Kıbrıs gibi bunca haklı olduğumuz bir davayı bile olmayacak ödünlerle çözmek zorunda kaldıktan sonra, büyüklük iddialarımıza ve böyle bir role soyunma heveslerinize kim aldırış eder?” (a.g.y., s.142).

Evet, dünyanın Türkiye’nin “büyüklük iddialarını” ciddiye alması için, Kıbrıs’ta diretmek, en uygun çözüm formüllerini bile (örneğin (Gali Fikirler Dizisi’ni) elinin kenarıyla bir kenara itmek gerekiyordu. Bu dönemlerin marjinal Türkçü görüşleri, giderek devlet politikasını belirleyen görüşler haline geldi. Bu koroya giderek pek çok kimse katıldı. Bir dönemin dışişleri bakanı ve Rauf Denktaş’ın danışmanı Mümtaz Soysal’dan başka, hemen hemen aynı kelimelerle aynı görüşleri savunan, Profesör Şükrü Sina Gürel, Kıbrıs’tan sorumlu devlet bakanı atandı. Profesör Gürel, Türk-Yunan ilişkileri ve Kıbrıs sorununu ele aldığı bir kitabının sonuç bölümünde şu görüşlere yer veriyordu.

“Ancak, Ege’deki haklarımızdan ve Kıbrıs Türk halkının esenliğinden ödünler vererek dış politikamızda herhangi bir kazanım elde edemeyiz. Hele, ‘önümüzde açılan yeni ufuklar’dan, ‘Türk dünya’sından, ‘büyük devlet’ olma iddiamızdan söz ettiğimiz bu dönemde, başkalarının küçük hesaplarına alet olarak büyüklük tasalayabileceğimizi düşünenler varsa, yanılıyorlar” 
(Şükrü S. Gürel, Türk-Yunan İlişkileri, Ankara, 1993, s.126).

Türkiye’nin “ Büyük Devlet ” olma iddialarını Kıbrıs’a endeksleyen bir yaklaşımı benimseyen, kendilerini Kemalist ve demokratik solcu olarak adlandıran Mümtaz Soysal ve Şükrü Sina Gürel’in söylemlerinde Kemalist söylemin yerini Türkçü ve Pan,Türkçü bir söylemin aldığının en açık kanıtlarını görebiliriz.

Bu tezi netleştirmek için, Türkçü politikaların öncülerinden Alparslan Türkeş’in 17 Aralık 1965’te, Kıbrıs Türk Kültür Derneği’nde verdiği “Dış Politikamız ve Kıbrıs” adlı konferansta söylediklerine bakmak, ilginç ve aydınlatıcı olabilir:

Türkeş’e göre, Türk dış politikası hâlâ (1965’te, N.K.) dört yıkıcı savaşın, İtalyan (1911), Balkan (1912-13), Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve Kurtuluş Savaşı’nın (1919-1922) etkisi altındadır. Yani gerektiği kadar aktif ve iddialı değildir. Kıbrıs, bu pasif dış politikaya karşı adeta bir uyarıcı olmuştur. Çünkü Kıbrıs sorunu, ‘daha büyük Türkiye’ düşünü gündeme getirmiş ve diğer dış poitika kurallarına da, ‘daha büyük Türkiye’ amacıyla bakan bir milliyetçilik anlayışıyla bütünleşmiştir (J. M. Landau, Türkiye’de Sağ ve Sol Akımlar, Ankara, 1979, s.136).

1960’lı yıllarda Alparslan Türkeş’le ayrı ve düşman kampta yer alan Mümtaz Soysal ve diğerlerinin, 1990’lı yıllarda aynı çizgide buluşmaları, genel olarak Türkiye’nin, özel olarak da Türk dış politikasının paradigma değişikliğini açık biçimde ortaya koyuyor. Bu değişikliğin nedenlerini araştırmak, bu makalenin amacını aşar, ancak Türkiye’nin Kıbrıs politikasına yansıyan şeyin, ulusal çıkarlardan çok, bu “büyüklük” tutkusu olduğu ileri sürülebilir. Mümtaz Soysal’ın sözlerine dönersek bu büyüklük tutkusunun en açık ifadesini bulabiliriz:

“Anlaşılmıştır ki, Kıbrıs sorunu Anadolu’daki Türk halkının gözünde bir ulusal onur kavgası, belki de ikiyüz yıllık geriye çekilişi durduran bir dönüm noktası olarak gözüktüğü sürece, KKTC’yi dize getirme olanağı bulunamayacaktır” (a.g.y., s.152).

Saldırgan ama aynı zamanda da defansif milliyetçi bir retorik kullanan yazar, zaman zaman, hızını alamıyor ve defansif yanını terk ederek açıkça saldırganlaşabiliyor. Bir başka yazısında, “savunmadan” yayılmaya geçiyor.

“Yaklaşık iki buçuk yüzyıllık bir kovulma, geri çekilme, küçülme, büzülme tarihinin Kıbrıs’ta durdurulmuş, hattâ geriye çevrilmiş ve yeni bir tartışmaya dönüşmüş olması; işte, başta Yunanlılar olmak üzere, Batı’nın hazmedemediği, içine sindiremediği budur” (a.g.y., s.164).

1990’lı yıllarda yükselen Türkçü bakış açısı ve “büyük devlet” tutkusu, Kıbrıs’ı yeniden anlamlandırmış ve adayı salt “stratejik çıkarlar” açısından ele alan yaklaşımın yerini Türkçü bir söylem almıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Türkiye’nin üstlendiği yeni rol ve önüne koyduğu büyük hedef, Kıbrıs’a dönük yeni siyasetleri veya eski özlemleri yeniden gündeme getirmiştir. Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Türk dış politikasının amacını betimlerken, ruhlardaki büyüklük tutkusunu okşamadan edemiyor:

“Türkiye 2000 yılına bir dünya devleti olarak girecektir. Dünya devleti, yani dünyadaki oluşumları etkileyen, dünyadaki oluşumların biçimlenmesinde katkısı, payı olan ve kararları ile sadece kendi ülkesini değil bölgesini ve hattâ bölgesinin de ötesinde diğer ülkeleri de etkileyen bir devlet olmak...” (Nokta dergisi, 17-23 Mayıs 1998).

Bir “dünya devleti” bir “küresel güç” olan Türkiye, Kıbrıs konusunda da her zamankinden daha atak bir dış politika izleyebilir elbette. Hattâ, Kuzey Kıbrıs’ı ilhak etmekten bile çekinmeyebilir. Ancak bu yaklaşımlarla Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türklerin ulusal çıkarlarının korunacağını sanmak yanılgıdan başka bir şey değildir.

İlhak tutkusunu hiçbir zaman terk etmeyen Rauf Denktaş, 1990’lı yılların bu “yeni ortamında” kendisini her zamankinden daha güçlü hissediyor. “Büyük Türkiye” hayalleri kuranlar açısından, Kıbrıs’ın Türkiye için anlamı değiştiği gibi, Rauf Denktaş da, anlam kaymasına uğramıştır. O, artık sadece Kıbrıs’da Türkiye’nin çıkarlarını koruyan birisi değil, “Türklük dünyasına malolmuş” bir liderdir.

20 Mart 2000 yılında, Gazeteciler Cemiyeti tarafından “Yılın Adamı” (1999) seçilen Rauf Denktaş’a Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ödülünü verdi. Demirel, ödül töreninde Denktaş’ın “yeni anlamını” şu sözlerle ifade etti:

“Ben burada tarihte şahitlik yapıyorum. Sayın Denktaş, bu büyük davanın, bu milli davanın ve Türkiye’de bir uçtan bir uca heyecanını muhafaza eden, 7’den 70’e herkesin gönlünde olan bu milli davanın, bu büyük heyecanının kahramanıdır.

Türklüğün bayrağını, yücelerde tutmaya bu kadar büyük hizmet etmiş olan Sayın Denktaş, aslında orada, sadece Kıbrıs Türkünün veya Kıbrıs’taki Türkiye’nin haklarının savunmasını yapmıyor. Türkiye dünyasının, Türklük aleminin ve Türklüğün mücadelesini yapıyor. Bayrak o bayraktır.

Bilhassa, ’90’lı yıllardan itibaren Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra su yüzüne daha iyi çıkmış bulunan bir büyük Türk dünyası içerisinde, Türklük şuuru ve bu şuur için mücadele gayreti, bu şuurun etrafında toplanma gibi yeni fırsatlar büyük Türk toplumunun önüne çıkmıştır. Önümüzdeki yıllarda bu fırsatların ne kadar iyi değerlendirileceğini görmek istiyoruz. Bu hareket ne bir Pantürkizm hareketidir, ne de bir Panislamizm hareketidir. Bu hareket bir büyük Türk dünyası olayıdır. Bu Türk dünyasının içerisinde daha henüz hiçbir yerde ışık parlamazken, Kıbrıs Türklüğü bu mücadeleyi Sayın Denktaş’ın liderliğinde çok kahramanca vermiştir” (Avrupa, 21 Mart 2000).

Evet, Kıbrıs “şahlanan Türklüğü”, Rauf Denktaş ise, bu “Şahlanan Türklüğün bayraktarlığını” simgeliyor. Emperyal tutkuların kuvvetlendiği bu dönemde, “şahlanmak” onurlu olmak kadar, kuvvetli olmayı da içeriyor. “Şahlanmak” meydan okumak, kabadayılık yapmak anlamına geliyor. Nitekim, başka bir konuşmasında Demirel, Denktaş için, “Denktaş kabadayı adamdır” demişti. Bunun üzerine bir gazeteci Denktaş’a, “Siz kabadayı mısınız?” diye sormuştu. Denktaş’ın bu soruya verdiği yanıt, bu yazının kahramanı Mümtaz Soysal ve daha nice Jön Türkü, son derece mutlu etmiştir.

“Benim temsil ettiğim halk kabadayıdır, erkek bir halktır. Benim dayandığım millet kabadayı onuruna düşkün, yüce Türk milletidir. (...) O yüzden Sayın Demirel iyi teşhis etmiştir. Çünkü millet kabadayıdır” (Mesut Günsev, Nokta dergisi, aktaran, Hürriyet gazetesi, Avrupa baskısı, 21 Temmuz 1999).

Bu ulus adına ileri sürülen talepler, başka ulusların çıkarlarını es geçerek savunulabiliyorsa, bu talepler demokratik olamazlar. Kuvvete dayalı istemler meşrû sayılırsa, o zaman hukuk ve demokrasinin yerini kabadayılık almış olur. Burada söz konusu olan demokrasi eksikliği ve demokratik duyarlılıkları gözönünde bulundurmayan bir kuvvet politikası anlayışıdır. Bu yüzden burada adı derin devletle birlikte anılan Mehmet Ağar’ın sözlerine yer vermek uygun olacaktır. Çünkü kanımca, Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin demokrasi sorunuyla el ele giden bir sorundur ve demokratik değerleri benimsemeyenler, ister Kıbrıs sorununda, isterse Türkiye’de demokrasi tartışmalarında olsun, aynı noktada kesişirler.

İşte Mehmet Ağar’a yöneltilen bir soru ve Ağar’ın yanıtı.

Soru: “Dünyanın her yerinde devletin içinde derin devlet diye kavram olduğunu söylüyorsunuz değil mi? Yani illegal yollardan birtakım işler hallediliyor.

Yanıt: Zaten devlet hizmetinin içinde illegalite var. Nedir mesela? İstihbarat. İstihbarat kuruluşlarının şeffaflığı düşünülebilir mi? Devlet, kendi güvenliğine yönelen tehditleri bertaraf edecek? İllegalite olacaktır. Ayrıca Türk insanının şuurunda emperyal bir gelenek var, imparatorluk tarihli bir ülkenin vatandaşları, devletin güçlü olmasını isterler. Kudretli ve kuvvetli olmasını” (Hürriyet, 13 Şubat 2000).

İşte kesişilen nokta, kuvvet devleti, yani Machtstaat.

MİLLİYETÇİLİK ULUSAL ÇIKARLARI KORUMUYOR

Lozan Antlaşması’yla birlikte, Kıbrıs üstündeki hak iddiaları sona erdikten sonra Türkiye Kıbrıs’la 1950’li yıllarda yeniden ilgilenmeye başlar. Enosis’i engellemek o yılların politikasının temelini oluşturmaktaydı. Bu amacına ulaşmak için Türkiye’nin NATO içindeki konumu ve Batı’ya sunduğu askerî ve stratejik hizmetlerin yanısıra, Kıbrıslı Türklerin Enosis’e karşı geliştirdikleri kararlı tepkiler, Türkiye’ye büyük destek ve dayanak sağlamıştı. Gerçekten de, bunda başarılı olunmuş ve başta ABD’nin desteği ile Kıbrıs Türk toplumunu Kıbrıs devletinin kurucu ortağı yapmış, kendisi de garantör ülke statüsünü kazanmıştı. Türkiye, Batı dünyası içinde yer aldığından, Batı’nın “aile-içi” bir sorun olarak gördüğü Kıbrıs sorununda söz sahibi olabilmişti. Yoksa Kıbrıs’ın bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’na ait olmasından değil. Soruna taraf olan Kıbrıslı Elenler ve Yunanistan da Batı ailesinin üyeleri olduklarından, Batı onların da çıkarlarını gözetmek durumunda kalıyordu. Bunun için Kıbrıs Cumhuriyeti “aile içinde” gerçekleştirilmiş bir uzlaşma sonucunda kurulmuştu. Bu konuda Bülent Ecevit’in 17 Ağustos 1960 tarihli Ulus gazetesinde yaptığı değerlendirme isabetli olduğu kadar da aydınlatıcıdır.

”Kıbrıs için bağımsızlık, çelişen istekleri uzlaştırıcı bir formül olarak ortaya çıkmıştır... Kıbrıs için bulunan uzlaştırıcı formülün işleyebilmesi, yani bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sürekliliği ve huzur ve güvenliği, Türk ve Rum topluluklarının iyice anlaşarak geçinebilmelerine olduğu kadar, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin dost kalmalarına da bağlıdır. Üç devletin kendi aralarında dost kalmalarının bir dördüncü devletin varlığı ve bağımsızlığı için mutlak şart oluşu tarihte bir yenilik olsa gerekir.”

Ne var ki ne adı geçen üç devlet ne de Kıbrıs’taki ulusal toplumlar dostluk adına işbirliğini uzun süre devam ettirmek istediler ve ulusal projeleri olan Enosis ile taksim tezlerine geri döndüler. Böylece aile-içi dayanışma 1964 yılında Kıbrıs yüzünden sona ermiş olur.

Kıbrıs’a müdahale hazırlığı içinde bulunan Türkiye’yi durdurmak için dönemin ABD Başkanı Johnson’un Başbakan İnönü’ye gönderdiği mektup, Türk-ABD ilişkileri kadar, Türkiye’nin Batı’yı algılayış biçimini de etkiledi. Süleyman Demirel’in değerlendirmesiyle Türkiye “şok” geçirmişti ve yeni dış politika arayışlarına girmişti. İnönü’nün “müttefikler tutumlarını değiştirmezlerse, Batı ittifakı yıkılabilir... Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu yeni dünyada yerini bulur” şeklindeki sözleri Türk dış politikasındaki yeni arayışların habercisiydi. Batı’ya karşı tam bir güvensizlik duygusu egemen olmuş, Türkiye İslâm ülkeleri ve Sovyetler Birliği’ne yakınlaşmıştı. Kuşkusuz, bu çok yönlü dış politikaya geçişte Kıbrıs önemli bir rol oynamıştı. Diğer bir yenilik ise,

“Kıbrıs sorununun ulusal bir dava olarak benimsenmesi üzerine, Türk kamuoyunun dış politika konularını tartışmaya, bir anlamda hükümet üzerinde baskı oluşturarak dış politikayı yönlendirmeye başlamasıdır. Gerçekten de sağ kamuoyu kadar sol kamuoyu da Kıbrıs konusunu ulusal bir dava olarak benimsedi ve kendi ideolojik bakışıyla oluşturduğu dış politika amaçlarını dile getirme olanağını Kıbrıs sayesinde bulabildi... Kıbrıs sorunu, Türk solunun anti-emperyalist söylemle birlikte milliyetçi bir söylemi benimsemesine de yol açtı” (Melek M. Fırat, 1960-1971 Arası Türk Dış Politikası ve Kıbrıs Sorunu, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1997, s.150).

Böyle bir ortam içinde, Kıbrıs Sorunu’nu milliyetçi bir retorik açısından ele almak tüm siyasî güçlerin ortak özelliği haline gelmişti! Kıbrıs’ta taksim tezini savunmak, Türk ulusal çıkarlarını korumak ve anti-emperyalist politikanın gereği sayıldı. Oysa Taksim, Türkiye’nin altına imza koyduğu Garanti Antlaşması’nın hükümetlerince resmen yasaklanmıştı. Yasal olmadığı kadar, meşrû da olamazdı, çünkü taksimin gerçekleşebilmesi için Kıbrıs’ta yaşayan insanların ağır bir bedel ödemeleri gerekecekti.

1974’te, Yunan Cuntası yüzünden gelen kolay “zafer”, Türk kamuoyunda Batı’ya rağmen kazanılmış “ulusal bir zafer” olarak yansıtıldı. Oysa gerçekte Türkiye’nin Batı için arzettiği stratejik önem adanın bölünmesine göz yumulmasını sağlamıştı. Nitekim, ABD, Kıbrıs konusunda hiçbir ilerleme olmamasına karşın, silâh ambargosuna son vermiş ve Türkiye’yle askerî işbirliğine hız katmıştı. Özellikle İran Devrimi’nden ve Sovyetler’in Afganistan’a müdahalesinden sonra Türkiye bir kez daha “vazgeçilmez ülke” konumuna yükselmişti. Bir yanda artan milliyetçilik, diğer yandan Türkiye’nin artan stratejik önemi, Kıbrıs sorununa bakışı etkilemiş ve Denktaş’ın bilinen çizgisi giderek ulusal politika olmaya başlamıştı.

Sovyetler’in dağılmasından sonra, Türkiye’nin stratejik önemi her zamankinden de daha çok artmıştı. Bir yandan siyasal İslâm’a karşı “dalgakıran” görevi üstlenirken, diğer yandan da ABD’nin bölgeye yönelik politikalarında herkesten önce ve herkesten çok Türkiye yer almıştı. ABD-Türkiye-İsrail işbirliği en ileri noktaya götürüldü. Bu arada Türkçülük heyecanı da artmış, Türki devletlerin ortaya çıkması, Türkçü iştahları kabartmıştı. O kadar ki, Kemalist milliyetçiler ile Türkçüleri ayıran ince çizgi silinip gitti. Türkiye kendisini “bölgesel güç”, hattâ “dünya devleti” ilan etti. Bunun en açık “kanıtı” olarak da Kıbrıs gösterildi. Evet, Kıbrıs, Türkiye’nin “büyük devlet” olma tutkusunun ifadesiydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden beri toprak “kaybeden” Türklük, iki buçuk asır sonra ilk kez Kıbrıs’ta yeniden toprak kazanıyordu. Batı’nın Kıbrıs sorununu çözmek istemesi, bu anlayışa göre, Türkiye’nin güçlenmesini istemediğindendir.

Bu yaklaşım, Türkiye’nin Kıbrıs politikasında nereden nereye gelindiğinin açık kanıtıdır. İşte, Türkiye’deki bu siyasî “kaymayı” anlamadan Türkiye’nin Kıbrıs’ta ne yapmak istediğini anlamak iyice güçleşir.

Büyük devlet kompleksi, Kıbrıs’ı sırf “Macht politik” açıdan ele alır ve adayı Türkiye’nin Lebensraum’u ilan eder.

Ancak ortada gerçek anlamda kuvvet olmadığından politika irrasyonelleşir ve milliyetçi bir retoriğe dönüşür. ve her milliyetçi retoriğin başına gelen, Türkiye’nin de başına geldi: Kıbrıs’ta rasyonel ulusal çıkarlarını gözetemez bir noktaya sürüklendi.

Burada söz konusu olan, örgütlü, ne istediğini bile bir dış politika değildir. Tam aksine, demokratik modernleşmenin önünün açılmamasından ötürü, milliyetçi retoriğin bütün aktörlere yayılması ve dış politikayı buna esir etmesi söz konusudur. Bugün, Türkiye siyasal yaşamının önemli iki kutbunun da, otoriter gelenekten bir kopuşu içlerinde taşımadıkları görülüyor. Laik Kemalistler ile İslâmcılar arasında süren çatışma, bir tarafın diğer tarafa kendi değerlerini dayatmaya çalıştığı bir hegemonya yarışına dönüştü. Milliyetçilik, çatışan tarafların ve diğer demokratik olmayan kesimlerin meşrûiyet ilkesini temsil etmektedir. Kıbrıs ise, bu milliyetçiliğin en beğenilir mezesi oldu.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/4361/aklini-kibris-la-bozmak-ya-da-jon-turklerin-geri-donusu#.WoLfYiXFIdU

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 2

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 2


Aklını Kıbrıs'la Bozmak ya da Jön Türklerin Geri Dönüşü,

Niyazi Kızılyürek  
(Sayı : 140 - Aralık 2000)
MÜMTAZ SOYSAL




Aklını Kıbrıs’la Bozmak ya da Jön Türkler’in geri dönüşü
Bilgi Yayınları
İstanbul 1999

NİYAZİ KIZILYÜREK

Aklını Kıbrıs’la Bozmak Mümtaz Soysal’ın Kıbrıs’la ilgili yazdığı makalelerin bir kısmını topladığı kitabın adıdır. Kitap geniş bir açıdan okunduğu zaman hayli ilginç olabilir. 
Örneğin 1970’li yılların ortalarında yazılan makalelerle 1980’li yıllarda yazılan makalelerde sadece yaklaşım farkı değil, adeta yazarın siyasal kişiliğinin farkı, hattâ çelişkili olduğu net biçimde görülebilir. Nitekim o dönemin yazılarında yazar maceracı milliyetçi yaklaşımların halklara ağır bir bedel ödettiğine, Megaloideanın İzmir Serüveni (1919) ile Pantürkçülüğün Sarıkamış (1915) macerasına atıfta bulunarak dikkat çekiyor ve gerçekçi, barışçı politikalardan söz ediyor. Ancak yıllar ilerledikçe Mümtaz Soysal, kendisini Türkçü bir söyleme kaptırıyor ve tam bir Jön Türk edasıyla Kıbrıs’ın “iki buçuk asırlık gerilemeyi” durdurduğunu yazabiliyor. Yani, Osmanlı’dan beri toprak kaybetmek anlamında gerileyen Türklük, Kıbrıs’ta bu gerilemeyi durdurmuş oluyor. İşte bu noktada yazar tam bir Jön Türk kimliğine bürünüyor ve Enver Paşa’yı Sarıkamış macerasına ve daha birçok felakete sürükleyen, toprak kaygısından kaynaklanan saldırganlığı benimsemiş görünüyor.

Kitabı Sistematik bir biçimde ele almadan önce bir noktaya dikkat çekmekte fayda vardır.

’70’li yıllarda yazılan ilk makalelerde yazarın ’60’lı yıllardan taşıdığı, her ne kadar kendine özgü olsa da, solculuğundan izler vardır. Bilindiği gibi Mümtaz Soysal, Doğan Avcıoğlu’nun çıkardığı Yön dergisinde yazılar yazarak bir harekete dönüşen Yön dergisi ailesi içinde yer almış, “Zinde Güçlerin” iktidarı ele geçirmelerini savunmuş, “Sol Kemalist” diyebileceğimiz bir çizgide politikalar geliştirmişti. Bu politikaların “solculuğu” elbette tartışılabilir. Ama milliyetçilik anlayışının Kemalist milliyetçilik anlayışının sınırları içinde kaldığı ve bir kalkınma ve modernleşme projesi olduğu kesindir. Oysa yazarın ’80’li yıllardaki Kıbrıs makaleleri bütünüyle Türkçü bir söyleme tekabül etmektedir. Hattâ daha somut olarak şunu söylemek mümkündür. Mümtaz Soysal’ın Kıbrıs söylemi ile Alparslan Türkeş’in Kıbrıs söylemi arasında hiçbir fark kalmamıştır. Türkeş 1965 yılında bir konferans vesilesiyle yazdığı Dış Politikamız ve Kıbrıs adlı kitapçıkta, Türkiye’nin “eziklikten” kurtulup, daha militan bir dış politika çizgisi izlemesini isterken, Kıbrıs sorununun “Büyük Türkiye” düşünün canlanmasına neden olduğunu ileri sürmüştü. Soysal da benzer biçimde şöyle yazmaktadır:

“Unutmayalım ki, Kıbrıs sorunu yüzyıllar boyu Avrupa ortalarından, Anadolu içlerine kadar sonu gelmeyen gerileyişleri yaşamış bir halkın gözündeki dış haksızlıklara ‘dur’ deyişin sembolik ağırlığını kazanmıştır” (a.g.y., s.96).

İlginç, II. Dünya Savaşı’ndan sonra, Turancı söylem Kıbrıs’ın “sembolik anlamını” sık sık vurgulayagelmişti, ancak bu kimseyi şaşırtmamıştı. Çünkü bu, Turancı söylemin doğasından kaynaklanan bir şeydi. Ama gözlerini Misak-ı Milli sınırları içine dikmiş ve Türk milliyetçiliğini bir modernleşme projesi olarak kavradığını ve Osmanlı İmparatorluğu’ndan radikal kopuşu gerçekleştirdiğini iddia edenlerin bu söylemine ne demeli? Üstelik imparatorluğun çöküşünü bir “dış-haksızlık” olarak değerlendirip Kıbrıs’ı elde tutarak bu “haksızlığa” “dur” dendiğini ileri sürmek ancak emperyal güdülerin ifadesi olabilir.

Aslında, Mümtaz Soysal’ın Kıbrıs çizgisindeki değişiklik, Türkiye’nin Kıbrıs politikasındaki değişikliği de büyük ölçüde yansıttığından incelemeye değer.

Bu kısa girişten sonra yeniden Mümtaz Soysal’a dönelim ve görüşlerini daha sistematik olarak ele alalım.

20 Temmuz 1974 tarihli ve “Makarios” başlıklı makalede Mümtaz Soysal, Makarios’u Yunanistan Devlet Başkanı Gizikis’e gönderdiği 7 Temmuz 1974 tarihli mektubundan ötürü gerçekçi bir lider olarak değerlendirir. Makarios adı geçen mektubunda Yunanistan’dan Kıbrıs’taki subaylarını geri çekmesini istemişti. Soysal şöyle yazıyor:

“Bunu söyleyebilen adam, duygulara ve tek renkli büyük haritalara dayalı hayalci bir milliyetçilik yerine, kendi halkının çıkarlarına dayalı bir gerçekçiliğin örneğini vermiş sayılır... (a.g.y., s.10).

24 Temmuz 1974 tarihli bir başka makalesinde de benzer bir mantık çizgisiyle şunları yazıyor:

“Olaylar Yunan milliyetçiliğinden ayrı bir Kıbrıs Rum milliyetçiliğinin doğuşunu kolaylaştırıyor. (...) Son günlerde yaşanan olaylar Kıbrıslı Rumlarda, Yunanlılıktan öteye, yerli yönü ağır basan bir bağımsızlık duygusunun daha da güçlenmesine yol açmış olabilir” (a.g.y., s.22).

Gerçekten de bu değerlendirme, özellikle 1974’ten sonra gelişen bağımsızlık bilincini önceden kestiren keskin bir değerlendirmedir. Enosis’in tarihin çöplüğüne atılması ve bağımsız, iki toplumlu federal bir devlet anlayışının Kıbrıs Rum toplumu içinde giderek yaygınlaşması bu değerlendirmeyi haklı çıkarmaktadır. Ancak bunları 1974 tarihinde yazan Mümtaz Soysal, 1980’li ve ’90’larda Rumlara karşı en az uzlaşmacı yaklaşımlara bile karşı çıkmış ve Rumların anladığı tek dilin şiddet olduğunu vurgulamıştır. Hem de tam bir intikamcılık güdüsüyle.

20 Temmuz 1995 tarihli makalesinde, Türk askerlerinin Kıbrıs’taki varlığına “istila” diyen Kıbrıslı Rumlara şöyle seslenmektedir: “Olayın adı, istila değil, hak edilmiş tokattır. Hem de fena halde hak edilmiş” (a.g.y., s.158).

Oysa aynı yazar, 24 Ağustos 1974 tarihli makalesinde şöyle der:

“Kıbrıs’a çıkış ne bir fetih, ne bir ilhak, ne de bir öç alma ya da ders verme harekatıdır... Ada halkına ve özellikle Türk topluluğuna barış götürme bakımından da bu amaçla sınırlı olması gerekir” (a.g.y., s.33).

Mümtaz Soysal, 1974 yılında ısrarla ilhak ve taksim fikrine karşı çıkmakta ve Bağımsız Kıbrıs Federasyonu tezini savunmaktadır. Hattâ federasyon tezini savunmayı vatan hainliği gibi göstermeye çalışan ilhak yanlısı şovenistlere karşı eleştiriler yazıyor, ayrıca taksim tezine de karşı çıkıyordu.

31 Temmuz 1974 tarihinde şöyle yazıyor:

“Taksim demek, bugünkü durumda, Kıbrıs’ın iki NATO üyesi arasında paylaşılması demek. Buna yalnız Sovyetler Birliği değil, Ortadoğu’nun Arap ülkeleri ve Üçüncü Dünya’nın hepsi karşı çıkar. Üstelik, Ada’nın bir kısmını Yunanistan’a vermekle, Batı’dakiler yetmiyormuş gibi, Güney’de de burnumuzun dibine bir Yunan üssü yerleşmiş olacağını unutuyoruz. Şimdi Kıbrıs üzerinde Anadolu’daki üsler sayesinde kurduğumuz hava üstünlüğümüzün de sonu olacak bu.

Oysa, geçerli ve sürekli bir federatif yapının kurulması için, yapılacak ciddi çalışmalarla, hem bugünkü üstünlüğümüzü korumak hem de bütün dünyanın benimseyebileceği bir çözüme varmak mümkündür.”

İlginçtir, aynı tarihlerde yani 1974-75’lerde, Bülent Ecevit de taksim ve ilhak tezine karşı çıkıyor ve taksim tezinde ısrar eden ortağı Necmettin Erbakan’ı şöyle yanıtlıyordu:

“Dünya dengesini göz önünde tutmaksızın, bölge devletlerinin ve büyük devletlerin Kıbrıs’la neden ve ne ölçüde ilgilendiklerini göz önünde tutmaksızın Kıbrıs sorununa çözüm aramaya çalışmak, Kıbrıs’a da, Türkiye’ye de ancak zarar verir” (Mümin İslâmoğlu, Erbakan, 1974, s.37).

Türkiye’de hiçbir politikacının taksimi ya da ilhakı istemediğini ileri süren Ecevit:

“Türkiye’de tek bir politikacı, dikkat edilirse Kıbrıs’ın ilhakından söz etmiyor. Hattâ eskiden taksim sözünün edildiği oluyordu, bugün taksimden söz eden Türk politikacısı bile yok,” diyordu (Mümin İslâmoğlu, Erbakan, 1974, s.57).

NEREDEN NEREYE ?

Bugün her iki şahsiyet de açıkça hem ilhaktan hem de taksimden dem vurmakta bir sakınca görmüyorlar. Hattâ bu konuda Erbakan’ı veya Türkeş’i aratmayacak kadar da ısrarlıdırlar. Bu çizgi değişikliğinin seyrini, Mümtaz Soysal’ı inceleyerek takip etmeye çalışalım.

Mümtaz Soysal, Aklını Kıbrıs’la Bozmak adlı kitabında işe Makarios’u takdir etmekle başlar ve 20 Temmuz 1974 tarihli makalesinde, Makarios’u Kıbrıs’ın bağımsızlığını savunduğu için över.

“Ne Amerika’nın işine gelen ‘taksim’ tezi ne de Ada’daki gözü dönmüş unsurların sürdürdükleri ‘Enosis’ düşüncesi onu bu tutumundan döndürmeye yetmedi” (a.g.y., s.15)

(Yazar, taksim tezinin Amerika’nın istemi olduğunu ileri sürüyor, N.K.). 23 Temmuz 1974 tarihinde ise Kıbrıs sorununa bulunacak çözümün, kardeşlik, bağımsızlık ve özgürlük ilkelerine dayandırılmasını talep etmektedir.

“Şimdi, bize bu sözde dostlarımıza ilk ağızda elverişli gelebilen birtakım çözümler ileri sürülecek. Bütün dünyanın ve Kıbrıs’taki bütün Akdeniz çocuklarının benimseyecekleri bir sonuç istiyorsak, kardeşlik, bağımsızlık ve özgürlük temellerine dayalı çözümlerden vazgeçmemeliyiz” (a.g.y., s.19).

Fetihten ve ilhaktan söz edenlere karşı sert eleştiriler yazan ve Bağımsız Federal Cumhuriyet’in ateşli savunucusu Soysal, 1974-77 arası dönemde, uzlaşmayı benimserken barış için karşılıklı tavizler verilebileceğini de vurgular:

“Kıbrıs sorununun iki bölgeli federatif bir çerçeve içinde, toplumların yanyana ve barış içinde yaşamalarına dayalı barışçı bir çözüme bağlanması mutlaka atılması gereken bir adımdır. Elbette böyle bir adımın zorunlu kılacağı birtakım karşılıklı ödünler ve gerilemeler de olacaktır. (...) Eğer insanların anlamsız inatlar yüzünden birbirlerini yemeleri ve gereksiz kan akıtılması önlenmek isteniyorsa, böyle bir adımın atılması eninde sonunda kaçınılmazlaşır. Sorumlu, aklı başında insanlara düşen şey, adımın atılmasını güçleştirmek değil, tam tersine, bunu kolaylaştırmak için kamuoyunu hazırlamak ve insanca anlayışlı bir havanın oluşmasına çalışmaktır” (a.g.y., s.34).

Mümtaz Soysal’ın 1978 yılından itibaren üslûbu giderek değişiyor ve Kıbrıs sorununu “Türkiye’nin bir özgüven” sorunu olarak ele almaya başlıyor. Buna göre, Türkiye’nin, Kıbrıs’ta uzlaşmaz bir tutum takınması, bağımsız ve özgüvenli dış politikanın gereğidir. Kıbrıs sorunu artık, Kıbrıs’ta yaşayan insanların sorunu olmaktan çıkar ve Türkiye’nin; “dış bağlara aldırış etmeden şahlanması’na” endekslenir. Johnson mektubu ve Amerikan silâh ambargosu Türkiye’nin dışa bağlılığına dayanıyordu. Bu yüzden Kıbrıs çıkarması bir dönüm noktası oluşturmaktadır.

“Türkiye, Kurtuluş Savaşı’nı izleyen uzun bir aradan sonra ilk kez, ‘Benim hakkım şudur ve bu hakkım için de şunu yaparım’ diyerek, dış bağlara aldırış etmeden şahlanabilmiştir” (s.59).

Mümtaz Sosyal’a göre Kıbrıs Sorunu,

“Ulusçu duygulardan kalkan kişilerin dış bağlılıkları görmelerini ve yavaş yavaş Türkiye’nin uluslararası düzendeki yeri bakımından bilgi sahibi olmalarını sağlamıştır.”

Yazar bu gözlemini şöyle açıklamaktadır:

“1963’ten sonraki uyanışta (Johson mektubu sonrası kastediliyor. N.K.) Kıbrıs’ın yeri inkâr edilemez. Hiçbir konu, her yönüyle, Kıbrıs konusu kadar aydınlatıcı, uyandırıcı ve bilinçlendirici olmamıştır” (s.40).

Soysal devamla şöyle der:

“Bu açıdan bakınca (Kıbrıs’ın) Türkiye’nin yakın tarihindeki yeri çok önemli: Türkiye, kendisine güvenmiş insanların ezilmesine seyirci kalan ve ensesine vurularak lokması alınan bir ülke olmaktan uzaklaşmakta, haklarına sahip çıkma gücünü gösterebilen bir ülke durumuna geçmektedir” (s.52).

Yazar bir adım daha ileri giderek, Türkiye Cumhuriyeti tarihi içinde, “ulusun kaybolan gururunun” Kıbrıs vesilesiyle yeniden geri geldiğini iddia ediyor.

“Kurtuluş Savaşı sonrasının gururu, uzun bir aralıktan sonra, çok değişik bir olay dolayısıyla (Kıbrıs) ve çok değişik bir biçimde geri gelmiştir.”

Bu noktada, satır aralarını okumak, hayli ilginç olabilir.

“Kurtuluş Savaşı’nın gururu”, yakın TC tarihi içinde yok olup gitti. Başka bir anlatımla, Türkiye’nin modernleşme projesi başarısız oldu. “Çağdaş uygarlık” düzeyine ulaşılamadığı gibi, gerçek anlamda bağımsızlık da sağlanamazdı. Demokrasi, bağımsızlık ve kalkınma anlamında, başarısızlığa uğrayan Türk modernleşmesinin zaafları Kıbrıs’taki askerî ve diplomatik güç gösterisiyle örtbas edilmek isteniyor. Kıbrıs, “Türkiye’nin gurur meselesi” yapılıyor. Nitekim adı Kıbrıs ile birlikte anılan emekli diplomat Ecmel Barutçu’ya göre Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika alanında elde etmiş olduğu irili ufaklı başarılar içinde en büyük beş başarısının sonuncu halkasını Kıbrıs teşkil etmektedir.

Kıbrıs sorununun çözümsüz bırakılmasının en temel nedenlerinden biri de, başarısız Türk modernite projesinin bir sonucu olarak, Türkiye’deki siyasetçilerin milliyetçi demagojiye duyduğu gereksinimdir. Kıbrıs, gereksinim duyulan bu milliyetçi demagojinin malzemesi haline getirildi. Bu konuyla ilgili ilginç bir değerlendirme Kıbrıs’ta askerî harekâtı yöneten General Bedrettin Demirel tarafından yapıldı. General Demirel’e göre Türk tarafı askerî müdahalelerden sonra çözüme yönelmeliydi. Çünkü zaman Türkiye aleyhine işliyordu. Ne var ki, politikacılar buna yanaşmıyordu. General Demirel şöyle diyordu:

“... Yıllardan beri dış politikada başarı gösteremeyen politikacılar, Silâhlı Kuvvetlerimizin Kıbrıs başarısından sonra, içte ve dışta itibar gördükçe, kazıp ve indi bir övgüye kapılmışlardı. Bekle-gör politikası, Kıbrıs sorununun Türkiye aleyhine gelişmesine meydan vermekte, sorunu daha uzun yıllar politik çıkmazlara itmekte ve sorumluluğu yalnız Silâhlı Kuvvetler’e yöneltmiş bulunmaktadır” (Erbil Tuşalp, Org. Demirel’in anılarından, “Kıbrıs’a Nasıl Çıktık?”, Cumhuriyet, 17 Temmuz 1989).

Gerçekten de 1974’ten sonra, iç politik kaygılar yüzünden uzlaşma doğrultusunda en küçük bir adım bile atılmamıştı. Ecevit’in istifasından sonra, hükümet eden Milliyetçi Cephe ve Başbakan Demirel, “Kahraman” Ecevit’in fethettiği toprakları “geri veren lider” olarak görünmek istemediğinden, Amerika’nın silâh ambargosunu da göze alarak, taviz vermemekte direnmişti. Bildik banal milliyetçiliği kullanarak: “Ben Türküm ve ambargo baskısı altında ödün vermem” (Mehmet Ali Birand, Diyet, s.158, İstanbul, 1979) diyordu. Ne var ki, kaygıları iç politika kaygılarının sınırlarını aşmadığı gibi, bu söylemde en küçük ulusal çıkar endişesi yoktu. Bu konuda Ecmel Barutçu’nun yazdıkları oldukça aydınlatıcıdır:

“Ecevit hükümetinin istifasından sonra Kıbrıs sorununun çözümü daha da zor hale geldi. Ondan sonra kurulan hükümetlerin ‘Ecevit-’in aldığını, bunlar verdi,’ şeklinde Türk kamuoyunda uyanabilecek tepkilerin etkisinden kendilerini kurtarmaları mümkün değildi. Gelen hükümetler hep bunun etkisi altında kalmışlardır. Oysa ülkenin geleceği ve devletin yüksek çıkarları neyi gerektiriyorsa bunu düşünerek, sorunu kesin siyasî çözüme bağlayacak hükümeti bulup onu işbaşına getirmek gerekirdi.”

Türkiye’de iç-politika oyunlarından en çok Denktaş faydalandı ve Taksim/ilhak amacına doğru yelken açtı. Ecmel Barutçu’nun isabetli bir değerlendirmeyle saptadığı gibi, “Rauf Denktaş, Kıbrıs’ta bayrağı açmış, konfederasyondan bahsetmeye başlamıştı bile.” Bu itiraf gibi açıklamadan da anlaşılacağı gibi, konfederasyon tezi Denktaş’ın gündeminde hep vardı ve uzlaşmaz tutumunu hayata geçirmek için Türkiye’deki iç politika kaygılarını kullanıyordu. Örneğin 1975 Viyana görüşmelerinde, taviz vermemesinin en büyük nedeni, MC hükümetinin tavrıydı. Birand’ın sözleriyle, “Denktaş MC’nin durumunu görmüştü ve toprak konusunda hareketsizliği memnunlukla karşılaşmıştı” (Birand, a.g.y., s.159). Bu konudaki pişkinliğini de, Milliyet gazetesinden Sami Kohen’e açıkça söylüyordu:

“Biz hiçbir toprak ödününü vermeyiz. Alışacaklar, zamanla bizim çıkışlarımıza alışacaklar. Daha çok şey kabul edecekler, göreceksiniz” (Birand, a.g.y., s.159).

Yeniden Mümtaz Soysal’a dönerek incelemeyi bir parantez açarak sürdürelim. Mümtaz Soysal, 1970’li yılların ikinci yarısında, Türkiye-Kıbrıs Türk ilişkileri konusunda da ilginç yorumlar yapmış ve Türkiye’nin ırkçı ve genişleyici politikalar değil, insanî yaklaşımlar sergilemesi gerektiğini ileri sürmüştü. Soysal şöyle bir soru sorar:

“Haklarını korumak için ilgilendiğiniz toplumu yüzde yüz kendinize katmak, kendinize benzetmek mi istiyorsunuz, yoksa uzattığınız koruyucu el o toplum daha özgür, daha kişilikli bir varlık olarak yaşaması için mi uzatılmıştır?” (s.56)

Soysal’a göre, Türkiye’nin Kıbrıs Türk toplumuna yardım etmesi, Türkiye’ye hiçbir hak vermez.

“Çünkü, uzatılan el, bir ananın, bir babanın uzattığı elden farksızdır. Oraya uzanan koruyucu el, hep Türkiye’ye avuç açar durumda, kişiliksiz ve Türkiye’nin bütün hastalıklarını tekrarlayan bir toplum yaratmak için uzatılmamıştır” (s.56).

Kişilikli bir Kıbrıs Türk toplumu geliştirmek, Mümtaz Soysal’a göre, Türkiye için de en anlamlı seçenekti.

“Türkiye, ilhak istemediği gibi, kişilik ve güç kazanmamış bir toplumun Rum çoğunluk sultası altında ezilmesini de istemez” (s.57).

1980’de yazılan bu satırlar daha sonraki yıllarda bütünüyle unutulur. Ne kişilikli bir Kıbrıs Türk toplumu istenir, ne de ilhak dışlanır. Tam aksine, Mümtaz Soysal, bu konularda da herkesten çok daha hareketlidir. 1996 yılında, Londra’da düzenlenen bir toplantıda Kıbrıslı Türk örgüt temsilcilerinin gözlerinin içine baka baka şöyle diyecekti:

“Avrupa Birliği size (Kıbrıslı Türklere) bir davette bulundu, gelin sizi AB’ye alalım diyorlar. Bu bir nimettir. Türkiye AB’ye girmek için yıllardır çırpınıyor, almıyorlar. Koskoca Türkiye bu nimetten faydalanamazken, sizin önden girip daha üstün bir vasıfta sahip olmanıza müsaade eder mi sanıyorsunuz. Olmaz öyle şey. Siz gireceksiniz, AB üyesi olacaksınız, Türkiye dışarıda kalacak. Ya kendi de girer ya da siz de girmezsiniz. Türkiye’nin rızası olmadan hiçbir şey yapamazlar. Toprak bizim, üzerindeki devlet bizim, önemli olan da budur... Aranızda AB’ye girmek isteyen çok ama bunların isteği Türkiye’yi kararından caydıracak bir baskı unsuru olamaz. Toprak bizdedir, devlet bizimdir. Türkiye AB’ye girmeden kuzeyi alamazlar. Güneyi alırlarsa biz de kuzeyi bağlarız, biter.” (Toplum Postası, 27.6.1996).

Görüleceği gibi, Kıbrıslı Türklerin kişiliğine saygı maziye karışır. Soysal hırçın üslûbuyla Kıbrıslı Türkleri aşağılamaktan geri durmuyor ve “Kıbrıs’ın Kıbrıslı Türklere rağmen” muhafaza edilmesini savunuyor. Mümtaz Soysal büyük bir rahatlıkla “Kuzeyi Türkiye’ye bağlarız,” diyebiliyor. Soysal’ın gönlünde “ilhak” politikasının yattığı, yukarıdaki satırlarda açıkça görülüyor. Kısa süren Dışişleri Bakanlığı döneminde, bu yönde politika ürettiği, açık biçimde ortaya çıktı. Cengiz Çandar, Soysal’ın dış politikasını değerlendirdiği bir yazısında, Kıbrıs politikasına dair şunları yazıyor:

“Kıbrıs politikasında, Rauf Denktaş’ın klasik ‘çözümsüzlük’ ve zaman içinde tıpkı Hatay benzeri, Kuzey Kıbrıs’ı Türkiye’ye ilhak ettirecek diplomasisine teslim olunmuş ‘Kıbrıs’ta Federasyon’ tezinden uzaklaşmayı ifade eden bir yola sapılmıştır” ( Yenidüzen, 5 Eylül 1994).

Oysa, aynı Mümtaz Soysal, 1980’li yılların başında, ilhak politikasının yanlış olacağını vurguluyor ve federal bir çözüm şeklinin en iyi çözüm olduğunu ileri sürüyordu. Türkiye’nin çıkarlarının en iyi federal çözümle savunulabileceğini söyleyen yazar, çifte Enosis’in de Türkiye’nin işine gelmediğini defalarca vurgulamıştı. “Federasyoncu Soysal”ın mantık çizgisini yakalayabilmek için 1984 tarihli bir yazısına bakalım:

“Açık konuşalım: ABD başta olmak üzere, Batı devletlerinin asıl derdi Kıbrıs’ın bağımsızlığı değil, kendi aleyhine kullanılabilecek bir ada olmaktan alıkonulmadadır. Bunun için, Maraş verilmek şartıyla şimdiki durumun dondurulmasından tutun da, çifte Enosis’e kadar her şeye razıdırlar. Başka bir deyişle, anlaşsalar da Ada’nın kuzeyi Türkiye’ye, güneyi Yunanistan’a bağlansa Batı bayram edecek. Ama, Türkiye bunu istemez. Çifte Enosis, Batı’daki Yunanistan’ın bir de güneye gelmesi demektir” (a.g.y., s.90).

Bu net ifadelerden sonra, yazar en anlamlı çözüm şeklinin federasyon olacağını ileri sürer.

Ne var ki, Soysal, giderek Kıbrıs sorununu “Türkün özgüven” sorununa endeksliyor ve Kıbrıs’ta uzlaşmaz bir çizgi izleyen Denktaş’ı var gücüyle destekliyor. Kıbrıs’ta uzlaşmayı, Türkler açısından “Sevr’e dönüşün başlangıcı” sayan Mümtaz Soysal şöyle diyor:

“Kıbrıs’taki şanlanış ise, büzülmeye, geri çekilmeye, Asya ya da Anadolu içlerine sürülüşe “Dur” deyişin, çiğnenen hakkını bileğinin gücüyle geri alışın göstergesidir. O davadan vazgeçmek, Sevr’e doğru yeniden başlayacak bir geriye sayışa ‘evet’ demek olur” (a.g.y., s.119).

1950’li yıllarda, Türkiye’nin stratejik çıkarları açısından ele alınan Kıbrıs, 1970’li yıllarda, Türkiye’nin “özgüven” ve “onur” meselesine dönüşür. 1980’li yılların sonundan itibaren ise, “Büyük Türkiye” iddiasının canlı kanıtı sayılır.

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla, daha önce dar ve marjinal siyasal kadroların programında yer alan Pantürkçü kültürel ve siyasal irredentist öğeler, bu kez, geniş ölçekli olarak yeniden sahneye çıktı. Sovyetler Birliği’nin çözülmesinden önce ve özellikle 1980’den önce MHP’nin ve daha az olmak üzere diğer sağ partilerin sözcülüğünü yaptığı bu düşünce, çözülmeden sonra, daha önce kendisine mesafeli duran, hattâ karşısında yer alan birçok Kemalist ve “sol” kalemi yanında buldu. İlhan Selçuk gibi ünlü bir Kemalist, 6 Haziran 1992 tarihli Cumhuriyet gazetesinde şöyle diyordu:

“Ermenistan ya da İsrail diasporalarıyla bütünleşecekler; ama Türkiye’nin Turan’la bütünleşmesi ideolojik amaçlı Pantürkizm sayılacak. Olmaz öyle şey...

Bu kez Türkistan’a Enver Paşa gibi Bolşeviklerle savaşmak için gitmiyoruz. Eğer Türki toplumlar 1917 Devrimi’nin kazanımlarıyla cemaat dönemini aşıp laik toplum düzeyine ulaşılabilmişlerse, Turan’ın gerçekçi altyapısı oluşmuş demektir.”

21 Mayıs 1992 tarihli “ Turan’ın Kapısı ” başlıklı yazısında ise, İlhan Selçuk, şunları söylüyordu:

“Haydi gelin, elimizi vicdanımıza koyalım, 21. yüzyıla 8 kala Anadolu’da yeniden coştuğumuzu, Turan özlemlerinin yüreğimizi yaktığını itiraf edelim. Suç değil bu! Tersine ‘Adriyatik’ten Çin’e dek inanç, dil, kültür ortaklığını paylaşan toplumların bütünleşmesi, küçülen dünyada kaçınılmaz bir gelecek olarak görülüyor...”

Özünde milliyetçi olan bütün siyasî akımlar bu yeni hava içinde ve “yeni dünya düzeni”nde “ego-şişmesine” uğradılar ve “büyük devlet” tutkusunu yayılmacı bir iştahla geliştirdiler. Buna, devlet söylemi de katıldı.

Bu söylemin esasını Türk kavramı oluşturmaktadır:

“Önceleri, konjonktür gereği, Misak-ı Milli sınırlarına çekilen ‘Türklük’, şimdi, en resmî ağızlardan ‘Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar uzanan sahaya genişletmektedir. Öncelikle ‘Türki’ ya da Batı dillerindeki ‘Türci’, ‘Türki cumhuriyetler’, ‘Türkiler’ gibi ifadelere savaş açıldı. ‘Türkiye Türkleri ne kadar Türk ise Türkiye Cumhuriyeti sınırları dışında bulunan Türkler de o kadar Türk’ idiler. ‘Türki’, ‘Turcic’ gibi tabirler diğer Türk topluluklarının Türklerini inkâr ve onları Türklükten koparmak üzere uydurulmuş sözler’di... Bu yüzden bu cumhuriyetlerden ‘Türk cumhuriyetleri’, halklardan söz ederken de ‘Azerbaycan Türkü, Kazak Türkü, Özbek Türkü, Kırgız Türkü, Türkmen Türkü, Tatar Türkü’ vs. ifadelerinin kullanılması gerekmektedir” (Suavi Aydın, “Türk Kavramının Sınırları ve Genişletilmesi Üzerine”, Birikim, Mart-Nisan 1995, sayı 71-72, s.61).

Kıbrıslı Türkler, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından çok önce, Pan-Türkçü yaklaşımın “azizliğine” uğramış ve Kıbrıs Türkü olarak adlandırılmışlardı. Ancak bu yeni ortamda, Kıbrıs ve Kıbrıslı Türklerin işlevi yeni boyutlar kazanır. Kıbrıs politikasının mimarlarından Mümtaz Soysal, bu yeni ortam içinde yazdığı yazılarda Pantürkçü söylemi iyice benimser. Örneğin 12 Mart 1992 tarihinde şunları yazar.

“Kuzey Kıbrıs, Türkiye’nin Türkiye dışında Türklere neyi, nasıl ve ne kadar yapabileceğini gösteren bir deneme alanıdır. Bu deneme başarılı olmazsa, başka yerlerde iri laflarla büyük hayaller peşinde koşmak gülünçleşir” (a.g.y., s.138).

Kıbrıs, bundan böyle Mümtaz Soysal için, “Türklüğün deney tahtası”dır. Türkiye bu yüzden Kıbrıs’ta pes etmemeli, başarılı olmalıdır. Çünkü Kıbrıs’ta başarılı olunmazsa, Soysal’a göre,

“Kafkaslar’da ve Orta Asya’da büyük hayaller peşinde koşup büyük işbirliği ve yardım tasarılarından söz edemezsiniz” (a.g.y., s.139).

Yazara göre,

“Türkiye ve Türkiye’nin dış politikasını yönetenler her şeyden önce, gösterebilecekleri en büyük kararlılığı Kıbrıs konusunda göstermelidirler.” Çünkü aksi halde, “başka yerlerde iri laflarla büyük hayaller peşinde koşmak gülünçleşir.”

Mümtaz Soysal’ın ileri sürdüğü Kıbrıs’ta “kararlılık”, bir başka açıdan da gereklidir, Türkiye’nin kükreyişlerinden dünyanın korkması için. Bu konuda yazar şöyle diyor:

“Bırakın insanlık ve haklılık duygusunu, uluslararası hukuktan doğan bir hakka ve onun bugünkü sonucuna artık sahip çıkmıyorsak, Bosna-Hersek ya da Dağlık Karabağ ve Nahcivan konusundaki kükreyişlerimiz kimi korkutur?” (a.g.y., s.140).

Evet, 1990’lı yıllarda, Türkiye’nin büyük devlet olma iddiası ve Kıbrıs’ı da “Machtstaat” (Kuvvet Devleti) açısından ele almasının en açık yansımalarını Mümtaz Soysal’ın yazılarında görmek mümkün. Bu yazılar sadece yazarın görüşlerini değil, genele yayılan bir büyüklük kompleksini ifade ettiği için anlamlıdır. Bu “büyüklük kompleksi” artık Misak-ı Milli sınırları içine sığmıyor. Bu yüzden, 1990’lı yıllarda oluşturulan dış politikayı, Atatürkçü dış politikayla bağdaştırmak mümkün değildir. Bu politikayı şekillendiren milliyetçi duyguların da, çok sık sözü edilen Atatürk milliyetçiliğiyle bir ilgisi yoktur. Burada söz konusu olan Jön Türklerin geri dönüşüdür. Jön Türkçü emperyal bir tutkudur. Kıbrıs ise bu büyüklük iddiasını sergileyen, ortaya koyan ve kanıtlayan bir örnekten ibarettir. Aksi türlü, “Türkiye’nin büyüklüğüne” kimse inanmaz. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

19 Ekim 2016 Çarşamba

MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ VE 14' LER OLAYI YIL 1960




MİLLİ BİRLİK KOMİTESİ VE 14' LER OLAYI YIL 1960 




Milli Birlik Komitesi Başkanı, Cemal Gürsel

27 Mayıs 1960 Harekâtı’nden sonra Türk Silâhlı Kuvvetleri adına geçici olarak iktidara el koyan heyetin adı.

27 Mayıs Harekâtı’nı gerçekleştirenler amaçlarını, yeni bir anayasa ile Atatürk devrimlerini güvence altına alma ve hukuk devletinin koşullarını yerine getirme olarak belirlediler.

27 Mayıs günü radyolar aracılığıyla, müdahalenin mevcut siyasî partilerden hiçbiri lehine yapılmadığı, kardeş kavgasını önleme amacını güttüğü bildirildi. 

Merkezi Ankara’da olan hareketin fiilî lideri Cemal Madanoğlu’nun çağrısı üzerine başkentte toplanan bilim adamları, müdahaleyi başarıyla sonuçlandırmış olan ordu mensuplarına iki öneride bulundular:

1) İlk gün “muhafaza” edilmek üzere toplanmışken, ertesi gün serbest bırakılmalarına başlanan iktidar mensupları (DP’li cumhurbaşkanı, TBMM başkanı, başbakan, bakanlar, milletvekilleri vb.), derhal tutuklanmalı,

2) Gerekli anayasa düzeni kuruluncaya dek ülke yönetimine silâhlı kuvvetler adına bir heyetçe el konulmalıdır. Liderliği kabul edeceğini cunta mensuplarından birine (Sadi Koçaş) daha önce bildirmiş olan Orgeneral Cemal Gürsel de bu arada İzmir’den gelerek hareketin başına geçti.

Millî Birlik Komitesi’ne Ankara ve İstanbul’da çoğu birbirinden habersiz olarak hazırlanmış cuntaların mensupları alındı; o sırada yurt dışında bulunan ilgililer (Dündar Seyhan, Talat Aydemir, Sadi Koçaş) komite dışı kaldılar.

Gürsel’in teklifiyle komitede kara, hava, deniz ve jandarma kuvvetlerinin temsil edilmesine önem verildi. Gürsel’den başka 37 üyeden oluşan komite, 12 Haziran 1960 günü 1 sayılı kanunla halka duyuruldu:

Başkan Cemal Gürsel; 
Üyeler; 
Ekrem Acuner, 
Fazıl Akkoyunlu, 
Refet Aksoyoğlu, 
Mucip Ataklı, 
İrfan Baştuğ, 
Rıfat Baykal, 
Emanullah Çelebi, 
Ahmet Er, 
Orhan Erkanlı, 
Vehbi Ersü, 
Numan Esin, 
Suphi Gürsoytrak, 
Orhan Kabibay, 
Kadri Kaplan, 
Mustafa Kaplan, 
Suphi Karaman, 
Muzaffer Karan, 
Kâmil Karavelioğlu, 
Osman Köksal, 
Münir Köseoğlu, 
Fikret Kuytak, 
Sami Küçük, 
Cemal Madanoğlu, 
Sezai Okan, 
Muzaffer Özdağ, 
Fahri Özdilek, 
Mehmet Özgüneş, 
Şükran Özkaya, 
Selahattin Özgür, 
İrfan Solmazer, 
Şefik Soyuyüce, 
Dündar Taşer, 
Haydar Tunçkanat, 
Alparslan Türkeş, 
Sıtkı Ulay, 
Ahmet Yıldız, 
Muzaffer Yurdakuler,

14'ler Olayı;  

MBK’nin üyeleri arasında, bir süre sonra önemli görüş ayrılıkları çıktı. Bunun üzerine 13 Kasım 1960′ta 14 üye MBK’den uzaklaştırıldı ve çeşitli görevlerle yurt dışına gönderildi.

Bu 14 üye şunlardı: 
Fazıl Akkoyunlu, 
Rıfat Baykal, 
Ahmet Er, 
Orhan Erkanlı, 
Numan Esin, 
Orhan Kabibay, 
Mustafa Kaplan, 
Muzaffer Karan, 
Münir Köseoğlu, 
Muzaffer Özdağ, 
İrfan Solmazer, 
Şefik Soyuyüce, 
Dündar Taşer, 
Alparslan Türkeş.

MBK’nin görevi, 1961 Anayasası’nın geçici 5. maddesi uyarınca TBMM’nin toplandığı 25 Ekim 1961 günü sona erdi. Bu süre içinde komitenin kuruluşunda ve yetkilerinde bazı değişiklikler oldu. Kurucu Meclis toplanıncaya kadar (6 Ocak 1961) yasama ve yürütme yetkileri komitedeydi. MBK yasama yetkisini kendisi, yürütme yetkisini de kurduğu bakanlar aracılığıyla kullandı.




..

26 Eylül 2015 Cumartesi

TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 12 EYLÜL ÖNCESİ VE SONRASI. BÖLÜM 27



TÜRK SİYASİ TARİHİNİN 2 Cİ ASKERİ DARBESİ 
12 EYLÜL  ÖNCESİ VE SONRASI.  
BÖLÜM 27



BANKA SOYGUNLARI,, VE İŞTE DENİZ GEZMİŞ.  GENÇLERİ KANDIRMAYIN



Gençleri kandırmayın, Deniz Gezmiş'i doğru anlatın '68' kuşağının 'mitleştirdiği' Deniz Gezmiş kimdir? Gezmiş'in icraatlarından bazıları:  Silahlı mücadele için Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nu kurdu.  ABD Büyükelçiliği önünde nöbet tutan polislere kurşun sıktı. 

Banka ve araba soygunu yaptı.

Arkadaşları ile birlikte idam edilmeleri Türkiye tarihine kara bir leke olarak geçtiyse de her yıl ölüm ve doğum yıldönümlerinde ideolojilerin köreltmediği kafalarda ayrı soru hep beliriverir... Deniz Gezmiş gerçekten suçsuz bir özgürlük kahramanı mı?...

ÜNİVERSİTEDEKİ ÇATIŞMALARIN MİMARI OLDU 

Bu sorunun cevabını, yöneticilerinin çoğu 68 kuşağından olan yazılı-görsel basında ararsanız çıkacak cevap kesinlikle 'Evet özgürlük kahramanı' 
olacaktır.
Ancak o karanlık günlere şahitlik edip hakikatı yazanlar hiç de öyle söylemiyor...
Kısaca özetlersek 27 Şubat 1947′de Ankara'nın Ayaş ilçesinde doğan Deniz Gezmiş, 7 Kasım 1966'da İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesine girdi. Adını da burada altına imza attığı öğrenci olayları ile duyurdu. Üniversitenin işgali ve karşıt görüşlü öğrencilerle girdiği silahlı çatışmalar da bu eylemlerden bazıları oldu.

FİLİSTİN'DE SİLAHLI EĞİTİM ALDI 

Hakkında 23 Haziran 1969′da çıkan bir tutuklama kararının ardından Filistin'e kaçtı. 1 Eylül 1969′a kadar Filistin'de kaldı ve FKÖ kamplarında silahlı eğitim aldı. Bu dönemde üniversiteyi işgalden dolayı Hukuk Fakültesin'den atıldı.

23 Eylül 1969′da hukuk fakültesinde olduğu bir sıra polis tarafından yakalarak gözaltına alında da 25 Kasım'da serbest bırakıldı. Ancak okulda yapılan aratırmalarda Deniz Gezmiş'e ait silahlar ele geçirildiği için tekrar tutuklama kararı çıkarıldı. 20 Aralık 1969′da tutuklanan Deniz Gezmiş, 18 Eylül 1970′e kadar hapis yattı.

THKO TERÖR ÖRGÜTÜNÜ KURDU 

Hapisten çıkmasından sonra öğrenci hareketlerinden uzaklaşarak Sinan Cemgil ve Hüseyin İnan'la birlikte Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu'nu kurdu. Kimileri tarafından "Türkiye'de silahlı mücadele veren ilk siyasi örgüt" diye pazarlansa da, THKO hem o günkü hem de bugünkü hukuk literatüründe tipik bir 'terör örgütü' idi ve öyle faaliyet gösterdi.

İLK EYLEMLERİNDE POLİSE KURŞUN SIKTILAR 

Deniz Gezmiş ve arkadaşları THKO'nun kuruluşunu, Ankara'da ABD Büyükelçiliği önünde nöbet tutan polislere kurşun sıkarak ilan etti.

Yaralanan polislerin düştüğü yere, Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ve Sinan Cemgil tarafından THKO bildirisi bırakıldı.

BANKA SOYGUNU, GASP, ADAM KALDIRMA...

Yaptığı eylemlerden bazıları şöyle:

Silah tehdidiyle İş Bankası'nı soyma,

İstanbul'da birçok soygun ve gasp eylemi, 

ODTÜ'de görevli bir kişinin arabasının gasp silah zoruyla gasp edilmesi,

Zorla evine girilen bir astsubayın eşinin tabancayla yaralanması,

Bir astsubayın silah zoruyla kaçırılması,

Şarkışla ve Gemerek'te güvenlik güçleriyle silahlı çatışma, ABD askerleri nin kaçırılması...

1971'DE YAKALANDILAR 

1971 yılında kurulan THKO ve Deniz Gezmiş çok kısa bir süre işte bu eylemlere imza attı... Yaptığı eylemlerden dolayı Deniz Gezmiş hakkında tutuklama kararı çıkarıldı. 

6 MAYIS 1971'DE İDAMLARI İNFAZ EDİLDİ...

9 Ekim 1971′de son bulan mahkeme'de TCK'nın 146. maddesinin ihlali gerekçesiyle 9 Ekim 1971′de idama mahkum edildi. 

6 Mayıs 1972 tarihinde Yusuf Aslan, Hüseyin İnan ile birlikte saat 1.00-3.00 arasında Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nde idam edildi.





HALİÇTE YOLCU VAPURLARININ YAKILMASI..,

05 Mart 1972 Hürriyet
RESİM KOY: 
HALİÇTE EMİNÖNÜ VAPURU  BATIŞI

05 Mart 1972 Hürriyet
"Marmara" Haliçte yanarak battı,


(1972) 125 milyon lira değerindeki turistik Marmara yolcu gemisi, yıllık onarım için alındığı Haliç Tersanesinde dün sabaha karşı yanmaya başlamış, bütün kurtarma çalışmalarına rağmen batmıştır 

SABATOJ EYLEMİNİ KİMLER YAPTI ?



“Derin Devlet” Nedir-Kimdir Sahi ?

YA  EMİNÖNÜ VAPURU?

"Derin Devlet" Nedir-Kimdir Sahi?

suleymanakkoyun@hotmail.com

Kendimi bildim bileli bu; devletinçıkarlarını gözetip kolladığı öne sürülen, göz önünde olmayan örtülü güç, "Derin Devlet' tanımına iki nedenden dolayı hep kuşku ile baktım. Birincisi, İstisnasız tüm Türk ve Kürd yazarçizerlerinin bu kavramı kullanmadaki tek sesliliği, İkinci neden ise, bu kavramın neyi veya kimi işaret etmek istediğine dair muğlâklığıdır. 1970'li yıllarda elit bir kesim tarafından kullanılmaya başlanan bu kavram; günümüzde iseçok geniş ve farklıçevrelerce de hiç bir rahatsızlık duyulmadan kullanıldığına tanıklık ediyoruz. Sözde Türk devrimci, demokrat ve aydınçevrelerinin söz konusu kavramı kullanmadaki amaçlarının, bazı 'hassasiyet'lerden kaynaklandığı kesindir. Asıl olguyu perdelemeçabası ile beraber, kitlelere hedef şaşırtan/muğlâklaştıran bu içi boş kavramı kullanmalarından kuşkuya düşmemek mümkün mü?

Türkiye'de tabuları kutsayançevrelerce sinsice piyasaya sürülen bu kavram, Kürd aydınları tarafından da sorgulanmadan tereddütsüz kabul görmesi bir talihsizliktir.

Bu yanıltıcı "Derin Devlet' kavramının gerçek adresini, bizim de yaşadığımız; 35 yıllık Türkiye ve Kürdistan'daki olayları sorgulayarak, sonuçları ile birlikte objektif olarak ortaya koymanın bir zorunluluk olduğu ortadadır.

Bütün NATO ülkelerinde Gladio benzeri CIA'ya bağlı, resmi komplo örgütleri bulunduğu artık bir sır değildir. Sadece İtalya'da değil; Belçika ve Yunanistan'da da cesur aydınlar, savcılar ve politikacılar sayesinde Gladio tipi asker merkezli devlet gücünü kullanan gizli örgüt veçeteler ortayaçıkarıldı. Türkiye'de ise yönetim karargâhı Genelkurmay olan "Kontrgerilla' adı siyasi hayatımıza 12 Mart 1971 askeri darbesiyle yoğun bir şekilde girdi. Daha dün Susurluk'ta bir trafik kazasıyla yakayı bir kez daha ele verençete, bugün de Şemdinli halkı tarafından suçüstü yakalanarak -eğer varsa- Türk adaletine teslim edildiler. Halkımızın sağduyulu davranması sonucu, ülkemizin bu hassas üçgen'inde, PKK itirafcı-tetitikçilerinin de kullanılarak sahnelenen provokasyonun da mimarının bir daha askerler olduğunu ortayaçıkardı.

Avrupa ülkelerinde Gladio'nun açığaçıkarılması üzerine Türkiye kamuoyunun dikkati, "özel Harp Dairesi' üzerinde yoğunlaşmıştı. Tepkileri hafifletmek ve buna başka bir kılıf bulmak amacı ile özel Harp Dairesi Başkanı Tuğgeneral Kemal Yılmaz, 3 Aralık 1990 tarihinde "özel Harp Dairesi, 27 Eylül 1952 tarihinde, şimdiki Milli Güvenlik Kurulu'nun işlevini gören Milli Savunma Yüksek Kurulu'nun 17/c sayılı kararıyla kuruldu."demek zorunda kalıyordu. Bu daire, o güne kadar "Kontrgerilla" diye biliniyordu. Atatürk Kültür Merkezi'nin yakılması, Eminönü vapurunun batırılması, 1 Mayıs 1977 Taksim katliamı, K.Maraş katliamı ve daha niceleri ile Başbakan'lara suikast girişimleri dâhil, birçok komplo ve provokasyonlarin arkasında da bu gücün olduğu bilinmesine rağmen, sivil yöneticiler bunun özerine gidemiyordu ve halen de gidemiyorlar.
ABD'ın, 1952'den itibaren NATO'ya bağlı tüm Avrupa ülkelerinde Gladio, Kontrgerilla ve özel Harp Dairesi adı altında ve ordu bünyelerinde kontra örgütler kurduğunu artık bilmeyen yoktur. Bu gerçeği, Türkiye'de sivil iktidarların tüm yöneticileri biliyor. Demirel'in her askeri darbeden sonra şapkasını alıp gitmesi ile ünlendiği de bilinen bir gerçektir. Bu, zat bile "Mit bize Küba, Vietnam ve değişik ülkelerde olup biten ile ilgili rapor verir. Ama Ankara'da neler olup bittiği ile ilgili bilgi vermezler.' Hal böyle olunca biz askeri darbe planlayanları nasıl önleriz diye Mehmetçik gazetecilere dert yanıyordu.

1970/71 yıllarında da İstanbul'daki Atatürk Kültür Merkezi'nin yakılması, Eminönü vapurunun batırılması gibi ünlü provakasyonlar yapılmıştı. Her dönem de olduğu gibi suç yine devrimcilere yüklendi. Daha sonraları bu provakatif eylemlerin bizzat, 12 Mart 1971 Askeri darbesini gerçekleştirenler tarafından, eylemlerine zemin hazırlamak için planlanıp uygulandığı açığaçıktı. Türkiye gençlik hareketinin önder kadroları,12 Mart 1971 faşist askeri darbesiyle adeta biçildiler! Kıyımdan geçirilen kadroların büyük bir kesiminin de Kürd gençleri olması elbette bir rastlantı değildi. Bizzat kendileri tarafından yapılan bu provakatif eylemleri behane ederek, darbe yapan bu askerlerden hiç bir sivil hükümet hesap sorma cesaretini gösteremedi.

1 Mayıs 1977'de taksim meydan'ında 35 insanın yaşamına mal olan, asker kaynaklı provakasyon ile adeta 1980 darbesinin koşullarını yaratmak için, daha o zamandan düğmeye basıldığı anlaşıldı. 1979 tarihinde tam hızla yaşama geçirilen terör ortamı ile 12 Eylül 1980 faşist askeri darbesinin zemininin de, aynı zamanda darbeyi yapan güç tarafından yaratıldığına tanıklık ettik. Türkiye'nin bölünmez bütünlüğü ve anarşi ortamına son vermek amacını ileri sürerek iktidarı gasp eden Kenan Evren ve askeri şurası, ülkeyi kan gölüneçevirerek,çeteleşen bir devlet yapısının da mimarlığını yapmış oldular. Bu kader mi nedir bilinmez fakatçağdaş ülkelerde bekçi bile olamayacak insanların, Türkiye'de her şey olabildiklerine de üzülerek tanıklık ediyoruz!

12 Eylül 1980 faşist askeri darbesi öncesi, Türkiye ve Kürdistan'ın birçok ilinde sıkıyönetim olmasına rağmen, tırmandırılan terör eylemlerine ve aynı zamanda, 13 Eylül sabahı da terör eylemlerinin bıçak gibi kesildiğine, Türk ve Kürd kamuoyu yaşayarak gördü. Kenan Evren gibi bir devşirme, halkımızın ulusal demokratik dinamiklerini tahrip ederek, Kürd halkına Hitlervari katliamlar yaptı. Dünya; Diyarbakır zindanında Kürd gençlerine yapılan vahşetin benzerine tanıklık etmemiştir.

Türkiye'yi yönetmekte iddia sahibi olanların, ülkeyi mafya,çete, faili devlet olan cinayetler ile uyuşturu madde trafiği cennetineçeviren Kenan Evren gibi darbecileri yargılayabilmelidir! Başka bir değişle, Türkiye Cuntacılarını yargılayabileceği oranda demokratik değişim ve dönüşümünü sağlam kanallara yönlendirebilme şansını yakalar ve askerlerin ülke yönetimindeki hegemonyasına son verebilirler.

Avrupa Birliğinin desteğini arkasına alan AKP hükümeti cesaretle olayların takipçisi olma şansına sahiptir. Türk militarizmini toplumsal süreçlere müdahalelerde teşvik eden ve kollayan ABD açısından, askeri darbeler dönemi kapanmıştır. AKP hükümeti Türkiye'nin değişim ve dönüşümünde samimi ise cesaretli adımlar atmak zorundadır.

Susurluk ve Şemdinli olaylarının, ferdi yanlışlıklardan kaynaklandığını ileri sürme mantığı; olayların merkezine Abdullahçatlı, Mahmut Yıldırım ( Yeşil ), PKK tetikçileri ve Ali Kaya gibi taşeron tiplerle sınırlı tutmak istiyorlar. Burada amaç, Provokasyonların hacmini daraltmak ve bu tür suçüstü rezaletleri lokalize etmeyeçalışmaktır kuşkusuz. En vahim olanı da kendilerini, devrimci demokrat olarak niteleyençevrelerin tabuları koruma refleksi ile genelkurmay merkezli provokasyonların sürekliliğini Türk ve Kürd kamuoyundan gizlemeye yönelikçabalar içerisinde olmalarıdır.

Aslında; Cumhuriyet'in kuruluşu ile iktidarı ele geçiren militarist güçlerin, 1950'lilerden başlayarak toplumsal gelişmelere müdahalenin bir aracı olarak, provakatif eylemlerin sürekliliğini koruyarak günümüze dek devam ettikleri bir gerçektir. Globallaşan dünyada bunu gizlemenin olanağının da olmadığı bilinmesine rağmen, hala gerçek failleri gizlemeyeçalışmanın bir kiymet'i harbiyesinin de olmadığı ortadadır. Dönemin TBMM Başkanı Hüsamettin Cindoruk'un Yeşil'ın günlük yaşantımıza girdiği dönemlerde "devlet yemyeşil' demesi, militaristlerin ülke yönetimine olan müdahalesine olan bir tepkisi olarak algılandı. Dönemin Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ise olaya ilişkin tepkisini kendisine has üslubu ile "Ufak bir zorlukla karşılaşınca sivil devlet devredençıkıyor, derin devlet devreye giriyor' diyerek, askerlerin vahşette sınır tanımadıklarından rahatsızlığını dile getiriyordu.

Susurluk kazası ile gündeme gelen ve Şemdinli de suçüstü yakalanan asker kaynaklı provokasyonların faili gün gibi ortadadır. Hakkâri Savcılığı, Şemdinli'deki genelkurmay tetikçilerinin üzerine gitme cesaretini gösterme yerine, kendisinin hazırladığı soruşturma dosyasını, Van Savcılığı'na havale etti. 'Saldırıda kullanılan JİTEM mensuplarına ait 30 AK 933 sivil ve 730198 askeri plakalı beyaz renkli Renault 19 marka araçta polis ve asker yeleği, üç kalaşnikof tüfek, 10 şarjör ve patlayıcı madde bulundu. Araçta ayrıca Umut Kitapevi'nin ve içinde bulunduğu Özipek Pasajı'nın bir krokisi de bulundu. Krokide jandarmaya giden yol bir okla gösteriliyordu. Araçta bulunan belgeler arasında Umut Kitapevi'nin sahibi Seferi Yılmaz'ın evinin bir krokisi, Jandarma İstihbarat Teşkilatı tarafından Ali Kaya adına düzenlenmiş bir kimlik, Jandarma İstihbarat Şube Müdürlüğünde görev yapan uzman başçavuş ümit Sevinç ve kıdemliçavuş Halitçağlar'a ait biri 10 gün, diğeri 20 günlük olmak üzere iki adet personel izin belgesi de bulundu. Aracın Jandarma'ya ait olduğu ortayaçıktı. Hakkâri İl Jandarma Komutanı Albay Erhan Kubat imzalı, 7 Kasım ve 9 Kasım 2005 tarihli iki görevlendirme yazısı da araçta halk tarafından ele geçirilen belgeler arasında yer alıyordu.'

Olay yerinde keşif yapıtığı esnada, halk tarafından Tanjuçavuş olarak tanınan birinin ateş açtığına ve bir kişinin daha öldüğüne tanıklık eden savcı, askerlerden gelen tehditlerden olacak ki, davaya bile bakmaya cesaret edemedi. Kolay mı Türkiye'de askere dava açmak?

Kara Kuvvetleri Komutanı Org. Yaşar Büyükanıt daha ilk andan bombacı astsubay Ali Kaya'ya "tanırım iyiçocuk, iyi bir askerdir!' diyerek sahipçıktı. Susurluk olayını anımsayın! Susurluk kazasında da DYP Milletvekili Sedat bucak, emniyet müdürü Hüseyin Kocadağ ile o sıralarda aranmakta olan faşist katil Abdullahçatlı ve dostu olduğu iddia edilen Gonca Us ile birlikte aynı arabada bulunduklarının anlaşılması üzerine, Kürd katili özel Harekatçi Mehmet Ağar, "Herhalde Hüseyin Kocadağ, Abdullahçatlı'yı yakaladı, onu getiriyordu,' diyerek adeta, Türk ve Kürd halklarıyla dalga geçiyordu. Abdullahçatlı'ya düzenlenen tüm sahte belgelerin altında bu katilin imzası olmasına rağmen, politikadaki yükselişi, askerlerin ona sunduğu destekten başka bir nedene bağlamak mümkün değildir.

Statükocu egemenlerin kendisine verdiği destek ile DYP'ın başına geçen Ağar; şoven, ırkçı ve militarist cephenin sivil temsilcisi görevini üstlenmiştir. Eğer askeri hegemonya geriletilemez ise, Kürd katili Ağar'ın başbakan veya cumhurbaşkanı olarak karşımızaçıkması sürpriz olmamalıdır!

Provokasyonun faili gün gibi orta yerde dururken, bunun da Susurluk Olayı gibi bir kaç günah keçisine faturayı keserek, esas fail olan genelkurmay temizeçıkarılamaz!

Askerleri kollayan tüm yasaların değiştirilmesi ile işe başlamanın zorunluluğu ortadadır. Sivil hükümetler bunu başardıkları oranda, Türkiye'nin değişim ve dönüşümüne katkı sunabileceği gibi, açık bir rejime geçişin de yolunu açabilirler.

Bugün Türkiye'deki toplumsal istikrarsızlığın altındaki temel neden, AB'ınçekim alanına girmiş bir Türkiye'yi kimlerin yöneteceği temelinde, bir rejim mücadelesi olduğu görülmelidir.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan günümüze dek askerlerin korumasındaki Kemalistler rejimin hep egemen gücü oldular. Dünya ve Türkiye koşullarından kaynaklanan ekonomik ve siyasi krizlerde de, askerler hemen devreye girer ve sistemin geçici bir restorasyonundan sonra da yönetimi kendi kuklaları olan Kemalistlere teslim etmeyi bir gelenek haline getirmişlerdir.

Ancak, dünya'daki güç dengelerinin değişmesi ile askerlerinin hesabı tam tutmadı. 1990'lardan sonra dini motifler taşıyan güçler, iktidarı paylaşmak temelinde Kemalistleri sıkıştırdılar. Özal'ın ekonomik başarısından dolayı askerler bu süreci sessiz geçiştirdiler. Erbakan'ın Kemalizm'in kalelerini sarsmasını içlerine sindieremeyen askerler, 28 Şubat'ta sivil bir darbe yaparak, Erbekan'ı siyaset dışı bıraktılar. Türkiye'de kendilerini aydın ve demokrat olarak niteleyenler bile, bu anti demokratik müdahaleyi alkışladılar. Türkiye'de aydın geçinenlerin-bir kaç istisna hariç – bozuk sicilleri elbette bu olay ile sınırlı değildir. Bu sözde aydınların Kürd ve Kürdistan sorunu ile ilgili tutumlarından dolayı, tarihe MEHMETÇİK AYDINLAR olarak geçeceklerinden kuşku duyulmamalıdır.

Militaristler; AKP'nin beklenmeyençıkışına karşı, ikinci bir 28 Şubat müdahalesini göze almadılar. AB'nin desteğini arkasına alan Erdoğan Hükümeti, askerlere karşıçok güçlü bir konum elde etmiş olmasına rağmen, Erdoğan'ın askerler ile tüm uzlaşmaçabalarına karşın, İktidarı paylaşmak istemeyen militarist Kemalistler, her alanda ayak bağı olmayı değişik biçimlerde sürdürdükleri gibi, uzlaşmaya yanaşmadıkları da görülüyor. Türkiye'nin temel sorunlarınıçözememedeki en önemli engel, Kemalist militarizmin siyasette etkin olduğu gerçeğidir. Asker tümçağdaş ülkelerde olduğu gibi, siyasetten tümüyleçekilip kışlasına gönderilmeden, Türkiye'de sosyal bir barışın sağlanması mümkün görünmüyor.

Statükocu güçlerin mantığı, 1930 yılında devlet zirvelerinde dile getirilmiş olan aşağıdaki açıklamalarında ifadesini bulur kanısındayım.

"Bu ülkede sadece Türk ulusu etnik ve ırksal haklar talep etme hakkına sahiptir. Başka hiç kimsenin böyle bir hakkı yoktur.' (Başbakan İsmet İnönü, Milliyet, 31 Ağustos 1930)

"Türk bu ülkenin yegâne efendisi, yegâne sahibidir. Saf Türk soyundan olmayanların bu memlekette bir tek hakları vardır: Hizmetçi olma hakkı, köle olma hakkı.' (Adalet Bakanı Mahmut Esat Bozkurt, Milliyet, 19 Eylül 1930)

İşte! Militarist devlet mantığının 1930'lardan günümüze dek süren Kürdlere bakış açısı. Bu hakaretleri içlerine sindirmelerini Kürdlerden kim isteyebilir?
İnsani değerlerden nasibini alamamış bu görüşlerin savunucuları, Türkiye'de iktidar olduğu sürece sosyal bir barıştan söz edilebilinir mi? Bunların teşhir ve tecritlerinin zamanı gelmedi mi?

Çağdışı Militarist Kemalist ideolojisini tarihi bir vaka olarak algılanıp terk edilmesi gerekmiyor mu?

Özetlersem; Osmanlı imparatorluğunu dağılma süreci ile devşirmelerden oluşturulan Türklük fikri ile gene aynı tiplerin kurduğu, Türkiye Cumhuriyeti Devleti kuruluş süreci ve sonrası da, devşirme militaristlerin egemenliğinde ve parlamenter sistemin de bir makyaj olmaktan öteye gidemediği, sömürgeci, militarist ve oligarşik bir rejim olmaktan ileriye gidememiştir.

Günümüze dek askerlere bir kukla olmaktan öteye gidememiş parlamenter sistem, Türkiye ve Kürdistan'daki devrimci, ulusal demokratik mücadelenin gelişimi karşısında tıkandığı veya zora girdiği her aşamada, statüko da direten ordunun hemen devreye girdiği ve geçici restorasyondan sonra da, geriçekilerek, ülke yönetimini kuklalarına bıraktıklarına bizim nesil iki kez tanıklık etmiştir.

Toplumsal olaylara müdahalenin zeminini yaratmanın bir aracı olarak gerçekleştirilen provokasyonların tek bir adresi vardır. O da, Genelkurmay Karargâhı'ndan başka bir yer değildir.

Tümçıplaklığı ile ortada olan bu olgu, tabuları koruma adına Kemalistler ile türevleri tarafından "Derin Devlet' olarak adlandırılmasının hassasiyeti anlaşılır. Ancak Kürdlerin de bu muğlâk, Türkiye'ye has tabuları kutsayan, Türk ve Kürd kamuoyunda hedef şaşırtan bu ne idüğü belli olmayan kavramı kullanmalarına bir anlam veremediğimi de belirtmekte yarar görüyorum.Olgulara isimleri ile hitap edebilme dileğiyle...



.......

1968 olayları, üniversitelerde "masum talebe eylemleri" biçiminde, bütün dünyayla birlikte başlamıştı. Batı'da bu eylemler sona erdi ama Türkiye'de bütün ülkeyi yıllarca esir aldı; askeri darbelere gerekçe hazırlandı. Bunun sebebini o dönemde tam anlayamamıştık. Bu yüzden kutuplaştıkça kutuplaştık: Sağ ile sol düşman kardeşler haline geldi.

Peki arka planda neler cereyan ediyordu?

Gazeteci Ecevit Kılıç'ın " Özel Harp Dairesi " kitabı aydınlatıyor.
Kılıç, Özel Harp Dairesi'nin Alparslan Türkeş ile birlikte örgütlediği komando kamplarından ve Ülkücü gençlikten söz ediyor: "Militan örgütlenmeye giden Ülkücüler, komünizme karşı şiddeti meşru sayıyordu. 1967'nin yaz başından itibaren komando kamplarını açtılar.
Komando kampları fikri ise, Özel Harp Dairesi'nin ilk başkanı Daniş Karabelen'e aitti. Ülkücüler bu kamplarda eski subaylar tarafından eğitildiler."
Sonrası malûm... Solcu gençlikle, Ülkücü gençlik üniversitelerde karşı karşıya geldi, birbirlerini öldürdüler. Sol giderek radikalleşti, şehir ve kır gerillacılığına kalkıştı. Adam kaçırıp, banka soydular. Tabii o tarihlerde genç subaylar "rahatsızdı"; solcu gençlikle birlikte sosyalist bir devrim yapma hayali güdüyorlardı. 27 Kasım 1970'de, AKM diye anılan Kültür Sarayı yakıldı. Bu tip sabotaj eylemleri 12 Mart 1971 müdahalesinden sonra da yaşandı. 5 Mart 1972'de Marmara yolcu gemisi yakıldı; 28 Haziran 1972'de Eminönü araba vapuru batırıldı. Ecevit Kılıç'a göre, faili meçhul kalan bu sabotaj eylemleri kontrgerilla tarafından gerçekleştirildi; yani Özel Harp Dairesi. Kılıç bu iddiasını, Kültür Sarayı yangını sırasında Emniyet Amiri olan Recep Ordulu'ya dayandırıyor. Ordulu, 4 Mayıs 1997'de, Gazete Pazar'a verdiği röportajda şöyle demişti: "Mesela AKM yakıldı. Öyle olaylardı ki, sağ mı, sol mu bulamıyorduk. Binayı yakanlar MİT kökenliydiler."

Ordulu, Hiram Abas'ın da adını vermişti.

Her şey, Gezi Parkı'yla başlayabilir. Ama sağduyulu davranılmazsa, geçmişte olduğu gibi, bütün yurdu kaplayan ve ülkeyi derinden yaralayan hadiselere sebebiyet verebilir. Daha şimdiden mesele "yeşili koruma" amacından farklı noktalara savruldu.




Gladyo'nun 12 Mart 1971 Darbesi

Bir yönüyle ABD'nin Gladyosuna karşı yapılan 27 Mayıs Devrimi'ne Gladyo'nun cevabı 12 Mart 1971 'de geldi. Amerikancı 12 Mart Darbesinin kökleri 1965 yılına kadar uzanır.

1965 yılı Gladyo tarihinde bir dönemeç olarak görülebilir. 1964 yılında İnönü ABD'de iken başında bulunduğu koalisyon hükümeti devrildikten sonra, Türkiye'yi kısa süre Suat Hayri Ürgüplü Hükümeti yönetti. Arkasından 1965 seçimleriyle Adalet Partisi iktidara geldi ve Süleyman Demirel Başbakan oldu.

6 Temmuz 1965'te Milli İstihbarat Teşkilatı (MİT) Yasası yürürlüğe girdi. MAH artık yeni adıyla faaliyetini sürdürecekti. 10 Ekim 1965 seçiminden sonra MİT Müsteşarlığına Tuğg. Fuat Doğu getirildi. Fuat Doğu, ABD'de ve Almanya'da CIA okullarında eğitilmişti ve Özel Harp eğitimi almıştı. Öğrendiklerini CIA'nın Emirgan'da kurduğu istihbarat okulunda "Türk ajanlarına" aktarmıştı. 1962-1964 arasında iki yıl MAH Başkanlığı yapmış ve Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'ın kendisine verdiği askerleri izleme görevini yerine getirmişti."

1965 yılında ikinci önemli olay, Seferberlik Tetkik Kurulunun resmen Özel Harp Dairesi (ÖHD) adını alması ve başına da Tuğg. rütbesine yükseltilen Cihat Akyol'un getirilmesiydi. Cihat Akyol da Fuat Doğu gibi NATO kamplarında özel eğitimden geçmişti. Binbaşı iken MAH'ta görev almıştı.

Üçüncü önemli olay, 28 Mart 1966'da Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, Cumhurbaşkanı oldu. Cevdet Sunay, 6-7 Eylül 1955 olayları sırasında Özel Harp Dairesinin iletişim içinde olduğu Genelkurmay Merkez Dairesi Başkanı idi. Genelkurmay Başkanı olunca "Komünizmle Mücadele Metodları"nın askeri okullarda ders olarak okutulması emrini verdi. Komünizme karşı İslamcılığa dayanma politikasını uygulamaya yöneldi. Buna bağlı olarak 1963 yılında Komünizmle Mücadele Derneği örgütlendi. 1968 yılında bu derneğin 141 örgütü kurulmuştu.

İmam Hatip Okulları ve yeraltındaki Kuran kursları bir Gladyo politikası olarak bütün ülkede ağlarını ördü. Bu arada Alparslan Türkeş, 1963 yılında Türkiye'ye dönmüş ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (CKMP)'ni 1 Ağustos 1965 Olağanüstü Kongresi'nde bir Gladyo darbesiyle ele geçirmişti. Partiyi Gladyo'nun yan kuruluşu olarak sola ve emekçi hareketine karşı şiddet eylemlerine yönlendirmişti. Yapılan iş, ABD emperyalizminin tetikçiliği idi. Emperyalizm ve NATO'ya karşı halk hareketi, MHP terörüyle baskı altına alındı. Türk-İslam sentezi, doktrin olarak kabul edildi.

Türkeş'in başında bulunduğu Parti, Komünizmle Mücadele Dernekleri yanında Milli Türk Talebe Birliği, Huzur Dernekleri, Türk Ocakları, Milliyetçiler Derneği ve 1967'de bu derneklerin yerine kurulan Ülkü Ocakları gibi kuruluşlarla Amerikancı Gladyo'nun sivil kuvvetlerini yönlendirdi. Ayrıca 3 yılda 28 komando kampı kuruldu ve buralarda silahlı eğitim yapıldı.

CKMP, 8-9 Şubat 1969 Adana Kongresi'nde Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) adını aldı. Gladyo, NATO ve CIA reçetelerine göre yeraltı örgütleri kurdu. Bu örgütler, cinayet, uyuşturucu kaçakçılığı, haraç, gasp, tehdit, şantaj, solu bastırma gibi terör eylemleri yaptılar. Türkiye'de 12 Mart 1971 Amerikancı darbesini örgütleyen Gladyo, 1965-1966 yılında oluşmuştu. 

Bu tarihi kadroyu kaydedelim: 

Cumhurbaşkanı Sunay, MİT Müsteşarı General Fuat Doğu, Özel Harp Dairesi Başkanı General Cihat Akyol, CKMP-MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş. Kadro, Org. Memduh Tağmaç'ın 1968 yılında Genelkurmay Başkanı olmasıyla tamamlanmış oluyordu. 1960'lı yıllar, Türkiye'de halk hareketinin yükseldiği bir dönemdir. 27 Mayıs Devrimi, ABD işbirlikçiliğine ve gericiliğe ağır darbeler indirmiş ve özgürlükçü bir Anayasa getirmişti. Bu koşullarda Türkiye İşçi Partisi kurulmuş ve 1965 yılında 15 milletvekiliyle Meclis'e girmişti.

İşçi ve grev hareketi, toprak talep eden köylü ve üretici hareketi, özellikle 1964'te Johnson'un mektubundan sonra yürütülen ABD emperyalizmine karşı mücadeleler ve gençlik hareketi, 1968-1970 yıllarında doruğa çıktı. Genelbaşkanı olduğum, daha sonra Dev-Genç adını verdiğimiz FKF önderliğindeki Haziran 1968 üniversite işgalleri, gençlik hareketinin Türkiye tarihindeki doruğuydu. 15-16 Haziran 1970'teki işçi hareket i de, emekçi mücadelesinin en yüksek noktası oldu.

İşte bu koşullarda Genelkurmay Başkanı Org. Memduh Tağmaç, "Sosyal uyanışın Türkiye'nin ekonomik gelişmesinin önüne geçtiği" tahlilini yaptı. ABD ve gericilik açısından belki de daha önemlisi Türk Ordusu içindeki Atatürkçü birikimdi. Gladyo, Ordu'daki devrimci örgütlenmelerin içine de sızdı. Soldaki bazı örgütlenmeler maceralara itildi ve silahlı eylemlerle darbe için elverişli ortam yaratıldı.

ABD güdümlü Sunay-Tağmaç Gladyosu, 9 Mart Darbesi'ni önce kışkırtıp daha sonra bastırarak 12 Mart 1971 Muhtırası'yla Demirci Hükümetini istifaya zorladı ve Meclis'i dağıtmamakla birlikte yönetime el koydu.
12 Mart Gladyo darbesi, 27 Mayıs'a karşıydı. Bunu açıkça belirtti. 1961 Anayasasını budadı, emekçi hareketini bastırdı ve sola karşı yoğun bir şiddet uyguladı. 12 Mart'ın hep unutulan uygulaması ise, 1500 Atatürkçü subayın Ordu'dan tasfiyesi idi. 

12 Mart, Türkiye halkına ve Türk Ordusu'na karşı bir Gladyo darbesiydi. Türkiye'yi 12 Mart'a sürükleyen süreçte Sunay-Tağmaç önderliğindeki Gladyo'nun çekirdeğinde MİT Müsteşarı Gen. Fuat Doğu, ÖHD Başkanı Gen. Cihat Akyol, MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş, kendileri gibi CIA kamplarında ve Nazi Generali Gehlen tarafından eğitilen Ruzi Nazar, Paul Henze ve Graham Fuller gibi CIA istasyon şefleriyle birlikte çalıştılar. MİT'te Kafkas kökenlilerden oluşan "Çerkez Cuntası" diye anılan ekibin kökleri o zamana uzanmaktadır. 12 Mart'ta Gladyo'nun diğer öne çıkan mensupları. İstanbul Sıkıyönetim Komutanı Org. Faruk Türün ve Yardımcısı Korg. Turgut Sunalp'ti. İşkence ve sorgulamalarla ün yapanlar ise daha çok MİT görevlileriydi. 

CIA ve MOSSAD bağlantılı Hiram Abas-Mehmet Eymür kliği, o dönemde ün yaptı. MİT Müsteşarı Fuat Doğu, Hiram Abas ekibini 1970 öncesinde oluşturdu. CIA ve MOSSAD ile sıkı ilişkileri olan Hiram Abas, Şenkal Atasagun, Mehmet Eymür ekibi, Özel Harp Dairesinde Fuat Doğunun has kadrosu olarak yetiştirildiler ve SüperNATO rütbeli olarak 12 Mart döneminde sahneye sürüldüler. 1 4 12 Mart Amerikancı darbesinin, 9 Mart'ta tasfiye edilen Kemalist örgütlenmeye cevap olarak düzenlendiği öne sürülür. Oysa bu darbenin, çok önceden Gladyo tarafından planlandığı ve uygulandığı görülüyor. Gladyo, Kemalist subayların içine de sızmıştı ve bu örgütlenmeyi, Türk Ordusunda kapsamlı bir tasfiye planını uygulamak için ustaca değerlendirdi.

12 Mart'ı hazırlayan ve geliştiren Gladyo uygulamaları, solcu gençlere karşı "faili meçhul" denen cinayetlere başladı. 27 Kasım 1970 günü İstanbul Taksim'de Atatürk Kültür Merkezi yakıldı. 5 Mart 1971 günü Marmara yolcu gemisi yakıldı ve 28 Haziran 1972'de Eminönü arabalı vapuru batırıldı. Hiram Abas-Mehmet Eymür ekibi, MOSSAD'a bilgi vererek, 1973 yılı 21 Şubat günü Lübnan'ın Nahr-el Bared kampındaki Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP) MK Üyesi Bora Gözen ve yedi arkadaşını İsrail Deniz Kuvvetlerinin uyguladığı harekâtla öldürttü.

Kaynakça
Kitap: Gladyo ve Ergenekon
Yazar: Doğu Perinçek



..