13 Şubat 2018 Salı

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 3

BÜYÜK HESAPLARIN DENİZİNE ATTIĞIMIZ YAVRU VATAN KIBRIS, BÖLÜM 3



Başka bir yazısında Mümtaz Soysal şöyle soruyor:

“Kıbrıs gibi bunca haklı olduğumuz bir davayı bile olmayacak ödünlerle çözmek zorunda kaldıktan sonra, büyüklük iddialarımıza ve böyle bir role soyunma heveslerinize kim aldırış eder?” (a.g.y., s.142).

Evet, dünyanın Türkiye’nin “büyüklük iddialarını” ciddiye alması için, Kıbrıs’ta diretmek, en uygun çözüm formüllerini bile (örneğin (Gali Fikirler Dizisi’ni) elinin kenarıyla bir kenara itmek gerekiyordu. Bu dönemlerin marjinal Türkçü görüşleri, giderek devlet politikasını belirleyen görüşler haline geldi. Bu koroya giderek pek çok kimse katıldı. Bir dönemin dışişleri bakanı ve Rauf Denktaş’ın danışmanı Mümtaz Soysal’dan başka, hemen hemen aynı kelimelerle aynı görüşleri savunan, Profesör Şükrü Sina Gürel, Kıbrıs’tan sorumlu devlet bakanı atandı. Profesör Gürel, Türk-Yunan ilişkileri ve Kıbrıs sorununu ele aldığı bir kitabının sonuç bölümünde şu görüşlere yer veriyordu.

“Ancak, Ege’deki haklarımızdan ve Kıbrıs Türk halkının esenliğinden ödünler vererek dış politikamızda herhangi bir kazanım elde edemeyiz. Hele, ‘önümüzde açılan yeni ufuklar’dan, ‘Türk dünya’sından, ‘büyük devlet’ olma iddiamızdan söz ettiğimiz bu dönemde, başkalarının küçük hesaplarına alet olarak büyüklük tasalayabileceğimizi düşünenler varsa, yanılıyorlar” 
(Şükrü S. Gürel, Türk-Yunan İlişkileri, Ankara, 1993, s.126).

Türkiye’nin “ Büyük Devlet ” olma iddialarını Kıbrıs’a endeksleyen bir yaklaşımı benimseyen, kendilerini Kemalist ve demokratik solcu olarak adlandıran Mümtaz Soysal ve Şükrü Sina Gürel’in söylemlerinde Kemalist söylemin yerini Türkçü ve Pan,Türkçü bir söylemin aldığının en açık kanıtlarını görebiliriz.

Bu tezi netleştirmek için, Türkçü politikaların öncülerinden Alparslan Türkeş’in 17 Aralık 1965’te, Kıbrıs Türk Kültür Derneği’nde verdiği “Dış Politikamız ve Kıbrıs” adlı konferansta söylediklerine bakmak, ilginç ve aydınlatıcı olabilir:

Türkeş’e göre, Türk dış politikası hâlâ (1965’te, N.K.) dört yıkıcı savaşın, İtalyan (1911), Balkan (1912-13), Birinci Dünya Savaşı (1914-1918) ve Kurtuluş Savaşı’nın (1919-1922) etkisi altındadır. Yani gerektiği kadar aktif ve iddialı değildir. Kıbrıs, bu pasif dış politikaya karşı adeta bir uyarıcı olmuştur. Çünkü Kıbrıs sorunu, ‘daha büyük Türkiye’ düşünü gündeme getirmiş ve diğer dış poitika kurallarına da, ‘daha büyük Türkiye’ amacıyla bakan bir milliyetçilik anlayışıyla bütünleşmiştir (J. M. Landau, Türkiye’de Sağ ve Sol Akımlar, Ankara, 1979, s.136).

1960’lı yıllarda Alparslan Türkeş’le ayrı ve düşman kampta yer alan Mümtaz Soysal ve diğerlerinin, 1990’lı yıllarda aynı çizgide buluşmaları, genel olarak Türkiye’nin, özel olarak da Türk dış politikasının paradigma değişikliğini açık biçimde ortaya koyuyor. Bu değişikliğin nedenlerini araştırmak, bu makalenin amacını aşar, ancak Türkiye’nin Kıbrıs politikasına yansıyan şeyin, ulusal çıkarlardan çok, bu “büyüklük” tutkusu olduğu ileri sürülebilir. Mümtaz Soysal’ın sözlerine dönersek bu büyüklük tutkusunun en açık ifadesini bulabiliriz:

“Anlaşılmıştır ki, Kıbrıs sorunu Anadolu’daki Türk halkının gözünde bir ulusal onur kavgası, belki de ikiyüz yıllık geriye çekilişi durduran bir dönüm noktası olarak gözüktüğü sürece, KKTC’yi dize getirme olanağı bulunamayacaktır” (a.g.y., s.152).

Saldırgan ama aynı zamanda da defansif milliyetçi bir retorik kullanan yazar, zaman zaman, hızını alamıyor ve defansif yanını terk ederek açıkça saldırganlaşabiliyor. Bir başka yazısında, “savunmadan” yayılmaya geçiyor.

“Yaklaşık iki buçuk yüzyıllık bir kovulma, geri çekilme, küçülme, büzülme tarihinin Kıbrıs’ta durdurulmuş, hattâ geriye çevrilmiş ve yeni bir tartışmaya dönüşmüş olması; işte, başta Yunanlılar olmak üzere, Batı’nın hazmedemediği, içine sindiremediği budur” (a.g.y., s.164).

1990’lı yıllarda yükselen Türkçü bakış açısı ve “büyük devlet” tutkusu, Kıbrıs’ı yeniden anlamlandırmış ve adayı salt “stratejik çıkarlar” açısından ele alan yaklaşımın yerini Türkçü bir söylem almıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Türkiye’nin üstlendiği yeni rol ve önüne koyduğu büyük hedef, Kıbrıs’a dönük yeni siyasetleri veya eski özlemleri yeniden gündeme getirmiştir. Dışişleri Bakanı İsmail Cem, Türk dış politikasının amacını betimlerken, ruhlardaki büyüklük tutkusunu okşamadan edemiyor:

“Türkiye 2000 yılına bir dünya devleti olarak girecektir. Dünya devleti, yani dünyadaki oluşumları etkileyen, dünyadaki oluşumların biçimlenmesinde katkısı, payı olan ve kararları ile sadece kendi ülkesini değil bölgesini ve hattâ bölgesinin de ötesinde diğer ülkeleri de etkileyen bir devlet olmak...” (Nokta dergisi, 17-23 Mayıs 1998).

Bir “dünya devleti” bir “küresel güç” olan Türkiye, Kıbrıs konusunda da her zamankinden daha atak bir dış politika izleyebilir elbette. Hattâ, Kuzey Kıbrıs’ı ilhak etmekten bile çekinmeyebilir. Ancak bu yaklaşımlarla Türkiye’nin ve Kıbrıslı Türklerin ulusal çıkarlarının korunacağını sanmak yanılgıdan başka bir şey değildir.

İlhak tutkusunu hiçbir zaman terk etmeyen Rauf Denktaş, 1990’lı yılların bu “yeni ortamında” kendisini her zamankinden daha güçlü hissediyor. “Büyük Türkiye” hayalleri kuranlar açısından, Kıbrıs’ın Türkiye için anlamı değiştiği gibi, Rauf Denktaş da, anlam kaymasına uğramıştır. O, artık sadece Kıbrıs’da Türkiye’nin çıkarlarını koruyan birisi değil, “Türklük dünyasına malolmuş” bir liderdir.

20 Mart 2000 yılında, Gazeteciler Cemiyeti tarafından “Yılın Adamı” (1999) seçilen Rauf Denktaş’a Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ödülünü verdi. Demirel, ödül töreninde Denktaş’ın “yeni anlamını” şu sözlerle ifade etti:

“Ben burada tarihte şahitlik yapıyorum. Sayın Denktaş, bu büyük davanın, bu milli davanın ve Türkiye’de bir uçtan bir uca heyecanını muhafaza eden, 7’den 70’e herkesin gönlünde olan bu milli davanın, bu büyük heyecanının kahramanıdır.

Türklüğün bayrağını, yücelerde tutmaya bu kadar büyük hizmet etmiş olan Sayın Denktaş, aslında orada, sadece Kıbrıs Türkünün veya Kıbrıs’taki Türkiye’nin haklarının savunmasını yapmıyor. Türkiye dünyasının, Türklük aleminin ve Türklüğün mücadelesini yapıyor. Bayrak o bayraktır.

Bilhassa, ’90’lı yıllardan itibaren Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra su yüzüne daha iyi çıkmış bulunan bir büyük Türk dünyası içerisinde, Türklük şuuru ve bu şuur için mücadele gayreti, bu şuurun etrafında toplanma gibi yeni fırsatlar büyük Türk toplumunun önüne çıkmıştır. Önümüzdeki yıllarda bu fırsatların ne kadar iyi değerlendirileceğini görmek istiyoruz. Bu hareket ne bir Pantürkizm hareketidir, ne de bir Panislamizm hareketidir. Bu hareket bir büyük Türk dünyası olayıdır. Bu Türk dünyasının içerisinde daha henüz hiçbir yerde ışık parlamazken, Kıbrıs Türklüğü bu mücadeleyi Sayın Denktaş’ın liderliğinde çok kahramanca vermiştir” (Avrupa, 21 Mart 2000).

Evet, Kıbrıs “şahlanan Türklüğü”, Rauf Denktaş ise, bu “Şahlanan Türklüğün bayraktarlığını” simgeliyor. Emperyal tutkuların kuvvetlendiği bu dönemde, “şahlanmak” onurlu olmak kadar, kuvvetli olmayı da içeriyor. “Şahlanmak” meydan okumak, kabadayılık yapmak anlamına geliyor. Nitekim, başka bir konuşmasında Demirel, Denktaş için, “Denktaş kabadayı adamdır” demişti. Bunun üzerine bir gazeteci Denktaş’a, “Siz kabadayı mısınız?” diye sormuştu. Denktaş’ın bu soruya verdiği yanıt, bu yazının kahramanı Mümtaz Soysal ve daha nice Jön Türkü, son derece mutlu etmiştir.

“Benim temsil ettiğim halk kabadayıdır, erkek bir halktır. Benim dayandığım millet kabadayı onuruna düşkün, yüce Türk milletidir. (...) O yüzden Sayın Demirel iyi teşhis etmiştir. Çünkü millet kabadayıdır” (Mesut Günsev, Nokta dergisi, aktaran, Hürriyet gazetesi, Avrupa baskısı, 21 Temmuz 1999).

Bu ulus adına ileri sürülen talepler, başka ulusların çıkarlarını es geçerek savunulabiliyorsa, bu talepler demokratik olamazlar. Kuvvete dayalı istemler meşrû sayılırsa, o zaman hukuk ve demokrasinin yerini kabadayılık almış olur. Burada söz konusu olan demokrasi eksikliği ve demokratik duyarlılıkları gözönünde bulundurmayan bir kuvvet politikası anlayışıdır. Bu yüzden burada adı derin devletle birlikte anılan Mehmet Ağar’ın sözlerine yer vermek uygun olacaktır. Çünkü kanımca, Kıbrıs sorunu, Türkiye’nin demokrasi sorunuyla el ele giden bir sorundur ve demokratik değerleri benimsemeyenler, ister Kıbrıs sorununda, isterse Türkiye’de demokrasi tartışmalarında olsun, aynı noktada kesişirler.

İşte Mehmet Ağar’a yöneltilen bir soru ve Ağar’ın yanıtı.

Soru: “Dünyanın her yerinde devletin içinde derin devlet diye kavram olduğunu söylüyorsunuz değil mi? Yani illegal yollardan birtakım işler hallediliyor.

Yanıt: Zaten devlet hizmetinin içinde illegalite var. Nedir mesela? İstihbarat. İstihbarat kuruluşlarının şeffaflığı düşünülebilir mi? Devlet, kendi güvenliğine yönelen tehditleri bertaraf edecek? İllegalite olacaktır. Ayrıca Türk insanının şuurunda emperyal bir gelenek var, imparatorluk tarihli bir ülkenin vatandaşları, devletin güçlü olmasını isterler. Kudretli ve kuvvetli olmasını” (Hürriyet, 13 Şubat 2000).

İşte kesişilen nokta, kuvvet devleti, yani Machtstaat.

MİLLİYETÇİLİK ULUSAL ÇIKARLARI KORUMUYOR

Lozan Antlaşması’yla birlikte, Kıbrıs üstündeki hak iddiaları sona erdikten sonra Türkiye Kıbrıs’la 1950’li yıllarda yeniden ilgilenmeye başlar. Enosis’i engellemek o yılların politikasının temelini oluşturmaktaydı. Bu amacına ulaşmak için Türkiye’nin NATO içindeki konumu ve Batı’ya sunduğu askerî ve stratejik hizmetlerin yanısıra, Kıbrıslı Türklerin Enosis’e karşı geliştirdikleri kararlı tepkiler, Türkiye’ye büyük destek ve dayanak sağlamıştı. Gerçekten de, bunda başarılı olunmuş ve başta ABD’nin desteği ile Kıbrıs Türk toplumunu Kıbrıs devletinin kurucu ortağı yapmış, kendisi de garantör ülke statüsünü kazanmıştı. Türkiye, Batı dünyası içinde yer aldığından, Batı’nın “aile-içi” bir sorun olarak gördüğü Kıbrıs sorununda söz sahibi olabilmişti. Yoksa Kıbrıs’ın bir zamanlar Osmanlı İmparatorluğu’na ait olmasından değil. Soruna taraf olan Kıbrıslı Elenler ve Yunanistan da Batı ailesinin üyeleri olduklarından, Batı onların da çıkarlarını gözetmek durumunda kalıyordu. Bunun için Kıbrıs Cumhuriyeti “aile içinde” gerçekleştirilmiş bir uzlaşma sonucunda kurulmuştu. Bu konuda Bülent Ecevit’in 17 Ağustos 1960 tarihli Ulus gazetesinde yaptığı değerlendirme isabetli olduğu kadar da aydınlatıcıdır.

”Kıbrıs için bağımsızlık, çelişen istekleri uzlaştırıcı bir formül olarak ortaya çıkmıştır... Kıbrıs için bulunan uzlaştırıcı formülün işleyebilmesi, yani bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti’nin sürekliliği ve huzur ve güvenliği, Türk ve Rum topluluklarının iyice anlaşarak geçinebilmelerine olduğu kadar, Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’nin dost kalmalarına da bağlıdır. Üç devletin kendi aralarında dost kalmalarının bir dördüncü devletin varlığı ve bağımsızlığı için mutlak şart oluşu tarihte bir yenilik olsa gerekir.”

Ne var ki ne adı geçen üç devlet ne de Kıbrıs’taki ulusal toplumlar dostluk adına işbirliğini uzun süre devam ettirmek istediler ve ulusal projeleri olan Enosis ile taksim tezlerine geri döndüler. Böylece aile-içi dayanışma 1964 yılında Kıbrıs yüzünden sona ermiş olur.

Kıbrıs’a müdahale hazırlığı içinde bulunan Türkiye’yi durdurmak için dönemin ABD Başkanı Johnson’un Başbakan İnönü’ye gönderdiği mektup, Türk-ABD ilişkileri kadar, Türkiye’nin Batı’yı algılayış biçimini de etkiledi. Süleyman Demirel’in değerlendirmesiyle Türkiye “şok” geçirmişti ve yeni dış politika arayışlarına girmişti. İnönü’nün “müttefikler tutumlarını değiştirmezlerse, Batı ittifakı yıkılabilir... Yeni şartlarda yeni bir dünya kurulur ve Türkiye de bu yeni dünyada yerini bulur” şeklindeki sözleri Türk dış politikasındaki yeni arayışların habercisiydi. Batı’ya karşı tam bir güvensizlik duygusu egemen olmuş, Türkiye İslâm ülkeleri ve Sovyetler Birliği’ne yakınlaşmıştı. Kuşkusuz, bu çok yönlü dış politikaya geçişte Kıbrıs önemli bir rol oynamıştı. Diğer bir yenilik ise,

“Kıbrıs sorununun ulusal bir dava olarak benimsenmesi üzerine, Türk kamuoyunun dış politika konularını tartışmaya, bir anlamda hükümet üzerinde baskı oluşturarak dış politikayı yönlendirmeye başlamasıdır. Gerçekten de sağ kamuoyu kadar sol kamuoyu da Kıbrıs konusunu ulusal bir dava olarak benimsedi ve kendi ideolojik bakışıyla oluşturduğu dış politika amaçlarını dile getirme olanağını Kıbrıs sayesinde bulabildi... Kıbrıs sorunu, Türk solunun anti-emperyalist söylemle birlikte milliyetçi bir söylemi benimsemesine de yol açtı” (Melek M. Fırat, 1960-1971 Arası Türk Dış Politikası ve Kıbrıs Sorunu, Siyasal Kitabevi, Ankara, 1997, s.150).

Böyle bir ortam içinde, Kıbrıs Sorunu’nu milliyetçi bir retorik açısından ele almak tüm siyasî güçlerin ortak özelliği haline gelmişti! Kıbrıs’ta taksim tezini savunmak, Türk ulusal çıkarlarını korumak ve anti-emperyalist politikanın gereği sayıldı. Oysa Taksim, Türkiye’nin altına imza koyduğu Garanti Antlaşması’nın hükümetlerince resmen yasaklanmıştı. Yasal olmadığı kadar, meşrû da olamazdı, çünkü taksimin gerçekleşebilmesi için Kıbrıs’ta yaşayan insanların ağır bir bedel ödemeleri gerekecekti.

1974’te, Yunan Cuntası yüzünden gelen kolay “zafer”, Türk kamuoyunda Batı’ya rağmen kazanılmış “ulusal bir zafer” olarak yansıtıldı. Oysa gerçekte Türkiye’nin Batı için arzettiği stratejik önem adanın bölünmesine göz yumulmasını sağlamıştı. Nitekim, ABD, Kıbrıs konusunda hiçbir ilerleme olmamasına karşın, silâh ambargosuna son vermiş ve Türkiye’yle askerî işbirliğine hız katmıştı. Özellikle İran Devrimi’nden ve Sovyetler’in Afganistan’a müdahalesinden sonra Türkiye bir kez daha “vazgeçilmez ülke” konumuna yükselmişti. Bir yanda artan milliyetçilik, diğer yandan Türkiye’nin artan stratejik önemi, Kıbrıs sorununa bakışı etkilemiş ve Denktaş’ın bilinen çizgisi giderek ulusal politika olmaya başlamıştı.

Sovyetler’in dağılmasından sonra, Türkiye’nin stratejik önemi her zamankinden de daha çok artmıştı. Bir yandan siyasal İslâm’a karşı “dalgakıran” görevi üstlenirken, diğer yandan da ABD’nin bölgeye yönelik politikalarında herkesten önce ve herkesten çok Türkiye yer almıştı. ABD-Türkiye-İsrail işbirliği en ileri noktaya götürüldü. Bu arada Türkçülük heyecanı da artmış, Türki devletlerin ortaya çıkması, Türkçü iştahları kabartmıştı. O kadar ki, Kemalist milliyetçiler ile Türkçüleri ayıran ince çizgi silinip gitti. Türkiye kendisini “bölgesel güç”, hattâ “dünya devleti” ilan etti. Bunun en açık “kanıtı” olarak da Kıbrıs gösterildi. Evet, Kıbrıs, Türkiye’nin “büyük devlet” olma tutkusunun ifadesiydi. Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminden beri toprak “kaybeden” Türklük, iki buçuk asır sonra ilk kez Kıbrıs’ta yeniden toprak kazanıyordu. Batı’nın Kıbrıs sorununu çözmek istemesi, bu anlayışa göre, Türkiye’nin güçlenmesini istemediğindendir.

Bu yaklaşım, Türkiye’nin Kıbrıs politikasında nereden nereye gelindiğinin açık kanıtıdır. İşte, Türkiye’deki bu siyasî “kaymayı” anlamadan Türkiye’nin Kıbrıs’ta ne yapmak istediğini anlamak iyice güçleşir.

Büyük devlet kompleksi, Kıbrıs’ı sırf “Macht politik” açıdan ele alır ve adayı Türkiye’nin Lebensraum’u ilan eder.

Ancak ortada gerçek anlamda kuvvet olmadığından politika irrasyonelleşir ve milliyetçi bir retoriğe dönüşür. ve her milliyetçi retoriğin başına gelen, Türkiye’nin de başına geldi: Kıbrıs’ta rasyonel ulusal çıkarlarını gözetemez bir noktaya sürüklendi.

Burada söz konusu olan, örgütlü, ne istediğini bile bir dış politika değildir. Tam aksine, demokratik modernleşmenin önünün açılmamasından ötürü, milliyetçi retoriğin bütün aktörlere yayılması ve dış politikayı buna esir etmesi söz konusudur. Bugün, Türkiye siyasal yaşamının önemli iki kutbunun da, otoriter gelenekten bir kopuşu içlerinde taşımadıkları görülüyor. Laik Kemalistler ile İslâmcılar arasında süren çatışma, bir tarafın diğer tarafa kendi değerlerini dayatmaya çalıştığı bir hegemonya yarışına dönüştü. Milliyetçilik, çatışan tarafların ve diğer demokratik olmayan kesimlerin meşrûiyet ilkesini temsil etmektedir. Kıbrıs ise, bu milliyetçiliğin en beğenilir mezesi oldu.

http://www.birikimdergisi.com/birikim-yazi/4361/aklini-kibris-la-bozmak-ya-da-jon-turklerin-geri-donusu#.WoLfYiXFIdU

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder