ÖZCAN PEHLİVANOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖZCAN PEHLİVANOĞLU etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

25 Mart 2020 Çarşamba

İNSAN HAKLARI GÜNÜNDE BALKANLARDA TÜRK SOYKIRIMI.,

İNSAN HAKLARI GÜNÜNDE BALKANLARDA TÜRK SOYKIRIMI.,



Özcan PEHLİVANOĞLU

(1/1)

Dobruca 34:

İNSAN HAKLARI GÜNÜNDE BALKANLARDA TÜRK SOYKIRIMI 

Günümüzde Balkanlara nasıl bakıldığını anlamak için Prof. Dr. İlber Ortaylı’nın “… 1912 felaketinden sonra Anadolu’ya gelen Balkanlılar,Rumeli göçmenleri dediğimiz kesimdir.Bir toplantıda Türkkaya Ataöv tarihi meselelere hep “ileriye bak,geçmişi unut,kimseye kin tutma” felsefesi ile yaklaştığımızı söylemişti.  

Aslında bizden başka kimsenin geçmişini unuttuğu yok ve bu şekilde geçmişi unutarak ileriye yürünmesi de mümkün değildir.Nitekim bu savaş ne mektep kitaplarında ne matbuatta,ne de filmlerde yer alıyor ve Balkan Savaşı nedir,nasıl bir faciadır bilmiyoruz.Vaktiyle büyük anneler olanları anlatırmış bir müddet sonra ise mesele “Ne diyor bu ihtiyar ?” yakınmasına dönüşmüştür. Halbuki Balkan Savaşı yakın Türk tarihinde bir faciadır ve bu faciayı yaşayanlar da bazı Türklerdir.” diyerek belirttiği görüşleri üzerinde düşünmek gerekir.
Balkanların 1800’lü yılların başından itibaren yazılı tarihi;Türklerin ve Türk olarak görülenlerin başına gelen,milyonlarca ölümle sonuçlanan soykırımların ve zorla göç ettirilmelerin tarihi niteliğindedir.

Balkanlarda 1821 ile 1922 yılları arasında beş milyondan fazla Müslüman Türk,ülkelerinden sürülüp atılmıştır.Beş buçuk milyon Müslüman Türk’te kimi savaşlarda öldürülerek,kimi de sığıntı durumunda iken açlıktan ve hastalıklardan canını yitirerek ölmüştür.

Balkanlarda uğranılan bu soykırımlar neticesinde Türk nüfusu önemli bir kayba uğramıştır.Bu sebeble Balkanların tarihi,Türklerin uğradığı soykırımlar göz önüne alınmaksızın gereği gibi anlaşılamaz.

Osmanlı – Türk İmparatorluğu;kendini yenilemek ve çağdaş bir devlet kimliğiyle varlığını sürdürmek için çabaladığı bir dönemde,önce sınırlı kaynaklarını, Müslüman Türk nüfusun düşmanlarınca kıyımdan geçirilmesini önlemek;sonra da bu düşmanlar üstüne geldiğinde,İmparatorluk merkezine akın akın gelen göçmenlerin gereksinmelerini karşılamak için harcamak zorunda bırakılmıştır.
Türkler,Balkanlardaki bu badireden yok edilemeden çıktı ama Türk Milleti Balkanlarda başına gelen olaylardan derinlemesine etkilendi ve bu etkiler günümüzde de sürmektedir.

Türklerin Balkanlarda uğradığı bu kayıplar,Türk tarihi açısından büyük önem taşımasına rağmen bu kayıplara ders kitaplarında değinilmez. Bulgarların,Sırpların,Rumların uğradığı kıyımları anlatan ders ve tarih kitapları,Türklerin uğradığı kıyımları anmamıştır.Bu durum Türklerin başına gelen ölüm ve sürgünlerin,tarihsel önemini anlamamızı engellemiştir.
Balkanlarda ilk toplu soykırım olarak 1683’te Viyana kuşatması ile başlayan ve 16 yıl harpleri neticesinde Karadağlıların Osmanlı-Türk karşıtı bir hareket ile Metropolit Danilo Petroviç önderliğinde yaptıkları katliamı gösterebiliriz.Balkanlarda Müslüman Türklere yönelik ilk toplu katliam olarak bilinen Danilo’nun kıyım hareketi “Türkleşmiş olan hrıstiyanların imhası” olarakta bilinmektedir.

Balkanlarda Türklerin uğradığı  toplu soykırımların ilk örneklerinden biri de 1821 Mora İsyanı olarak tarihe geçen  Yunan ayaklanmasıyla gerçekleşmiştir.Yunan ayaklanması, Balkanlarda Türklerin topluca öldürülmesi ve sürülmesi ile ilgili süreci başlatan ilk harekettir.Burada izlenen yöntem, daha sonra yapılacak olanlara bir model olarak ortaya çıkmıştır.

Tarihçi George Finlay 1861 yılında “1821 Nisanında, 20 000 kişiye yakın bir Müslüman Türk nüfus Yunanistan’da (Finlay, burada Yunanistan derken bu günkü Yunanistan’ın ana karasındaki güney kısmını yani Mora’yı kast ediyor.Çünkü 1861’de Yunanistan krallığının toprağı o kadardı.Yunanistan kurulduğu tarihten bu yana Türk topraklarını işgal ede ede Türkiye’nin aleyhine olmak üzere üç misli büyümüştür.) dağınık olarak yaşıyor ve tarımda çalışıyordu.Ayaklanmanın üzerinden iki ay geçmeden bunların çoğu kıyımdan geçirildiler. 

Adamlar, kadınlar, çocuklar, hiç acımadan ve sonra da pişmanlık duyulmadan öldürüldüler.” demektedir.

Mora İsyanında Yunanlı çeteciler ve köylüler,buldukları her Türkü öldürmüşlerdir.Hatta Kalavryta ve Kalamata’dakiler kendilerine öldürülmeyecekleri sözü verilen Yunanlılara teslim oldu ancak bunlarda öldürüldü.Yunanlılar yarımadanın her bölümünde Türklere saldırdı ve hepsini öldürdü.Kalelere sığınanların geriye dönüş umudunu yıkmak için Türklerin evleri yakıldı.İsyanın başladığı Mart’ın 26’sından Nisan’ın 22’sindeki paskalya Pazar’ına kadar göz kırpmadan 15000 Türk can verdi.

Yunanlı Başpiskopos Germanos “Hristiyanlara huzur,Konsoloslara saygı,Türklere ölüm” diye emir veriyordu.Yunanlılar yakaladıkları Türkleri erkeği,kadını ve çocuklarıyla kıyımdan geçirmek suretiyle “Hiçbir Türk kalmayacak / Ne Mora’da, ne dünya da !” şarkısını da ağızdan ağıza yayarak soykırımı adeta alay edercesine tamamlamışlardı.Ayaklanmanın başlamasından itibaren üç hafta içinde Mora’da bir tek Türk bırakılmamıştı.

Tripolitza’daki olay ise vahşetin boyutunu çok iyi anlatmaktadır.Kolokotrones isimli birinin anlatımına göre kasabaya girdiğinden itibaren “yukarı hisar kapısından başlayarak atımın ayağı hiç yere değmedi.İlerlediğim zafer kutlama töreni yolu cesetlerden bir örtüyle döşenmişti.” demektedir.
Bu soykırım değilde nedir ?Mora’da başımıza gelenler Türk Milletine anlatılmışmıdır ?Soykırımın hesabı sorulmuşmudur ?Bunlar tarihçiler ve siyasetçiler tarafından cevaplanması gereken önemli sorulardır.
Balkanlarda 1821 Mora ayaklanması ile başlayan Türk soykırımları;Balkanlardan Türk nüfusu arındırmak politikasına dayanıyordu.Bu politika Avrupa devletleri ve Rusya ile haçlı zihniyetinin bir eseriydi.Bu durum 1877 – 1878 Osmanlı – Rus, 1912 – 1913 Balkan ve 1919 – 1923 Kurtuluş Savaşlarında kendini yeniden göstermiştir.

Bir Bulgar devletinin yaratılmasıyla ve Bulgaristan Türklerinin soykırım ve yurtlarından sürülmesiyle sonuçlanan Bulgar ayaklanması hareketi, Osmanlı – Türk İmparatorluğuna karşı birbirleri ile bağlantısız eylemlerle başladı.Küçük Bulgar grupları,Sırp ve Yunan ayaklanmalarında Osmanlıya karşı savaştılar.Ruslar; 1806,1811 ve 1829’da Balkanları istila ettiklerinde Bulgar gönüllüleri Ruslara katılarak onların yanında yer aldı.

Tarihe 93 Harbi olarakta geçen 1877 – 1878 Osmanlı – Rus savaşının, Bulgaristan Türklerinin kıyımdan geçirilmesi  ile yaşanan dehşet olaylar üzerine başladığı söylenebilir.

Ayaklanmanın ele başlarından Benkovski’nin konuşmalarında “Türklerin geçirilebilen her yerde öldürülmeleri” emrediliyordu.Bunun üzerine hemen 1000 civarında Türk köylüsü katledilmiştir.

1877 – 1878 Osmanlı – Rus savaşında Türklerin ölümleri dört  sınıfa ayrılabilir:

a-) Taraflar arasındaki çatışmalarda meydana gelen ölümler
b-) Bulgar ve Ruslar tarafından öldürülmeler
c-) Yaşam içim zorunlu gereksinmelerin sağlanmasının engellenmesiyle açlıktan ve hastalıktan ölümler
d-) Bulgaristan Türklerinin sığıntı durumda yaşadıkları koşullardan kaynaklanan ölümler


Savaşın korkunç bilançosu sonucunda Müslüman Türklere ait nüfusun %17’sine tekabül eden 261.937 kişinin katledildiği görülmektedir.
Bu savaşa ilişkin bir belge henüz ortaya konamamış olsada, olayların gelişmesine bakılarak çıkarılabilecek en mantıklı sonuç,Rus askerlerin yaptığı insan öldürmelerinin,yıkımın ve ırza geçmelerin,Rus askeri komutanlığının emirleri çerçevesinde  gerçekleştiğidir.

Rusların sivil halkı kıyımdan geçirmeye girişmelerinin altında yatan temel amaç;Türk köylüler arasında dehşet salmak ve ilerleyen Rus ordularının önünde onları kovalayarak Osmanlı ordusunu harp dışı konularla ilgilenmeye itmekti.Nitekim Ruslar bunu gerçekleştirmekte başarılı oldular.Sürüler halinde Osmanlı – Türk İmparatorluğu’nun merkezine doğru kaçan Türkler, yolları kapadılar,cepheye asker ve malzeme taşınmasında kullanılabilecek tren vagonlarını doldurdular.
Bu savaş döneminde Bulgaristan’da Türklerin varlığına son vermek için kullanılan yöntemler yani cinayet ve dehşet saçmanın kullanılması binlerce yıl önce keşfedilmişti.Bu yöntemler çerçevesinde Türkler ya hemen öldürülecek ya da öldürülme korkusu içinde yurdundan kaçırılacaktı. Eski Zahra Müftüsü Hüseyin Raci Efendi’nin yayınlanmış hatıralarından bu planların nasıl yaşama geçirildiği çok iyi anlaşılmaktadır.

Bu savaş sonucu;ülkenin yani Bulgaristan’ın Türklerden temizlenmesi ve ezici çoğunluğu Slavlaşmış Bulgarlardan oluşan bir Bulgaristan’ın ortaya çıkması sağlandı.Bulgaristan Türklerine saldırılması,Rusların askeri politikasının pratik,bilinçli ve acımasız bir amacı idi.

Ruslar,amaçlarına tahakkuk ettirmek için kirli savaşlarda usta ve uzman olan Don – Volga / Rus Kazaklarından faydalandılar.Kazaklar,kimse kaçmasın diye köyleri kuşatmaya alıyor,sonra da Bulgarlar köye dalıp talana ve kıyımdan geçirmeye girişiyorlardı.Örneğin Hıdır Bey köyünde Rus Kazakları Türklerin elindeki silahları toplayıp Bulgarlara verdiler.Bulgarlarda köyün 70 erkeğinden 55’ini orada öldürdüler. Yine Büklümbük’te aynı yöntemle silahsızlaştırdıkları köyün erkeklerini bir saman ambarına,kadınları ve çocukları evlere yerleştirdikten sonra ateşe verdiler.Kaçmaya çalışanlara da Bulgarlar ateş ettiler.Kaçabilenler bunu diğer Türklere anlattılar zaten Ruslarda korku yaratmak için bunu istiyordu.Bunun gibi bir çok olay Müderrisli, Yeni Mahalle, Usturumca, Kadisle, Binpınar gibi Türk yerleşim birimlerinde yaşanmıştır.
Filibe  ve Edirne’de İngiltere’nin konsolos yardımcısı olarak görev yapan Edmund Calvert yazdığı 16 Eylül 1878 tarihli raporda “… bu yörenin Türk erkek nüfusunun toptan ve duygusuz kıyımdan geçirmelerle kökünden kazımak amacını güden hesaplı ve kısmen de başarılı olmuş girişimler…” diye ifade edilen soykırım1990’lı yıllarda Haçlı zihniyeti tarafından Türk olarak görülen Boşnaklara’da çoğunlukla erkekleri öldürmek sureti ile uygulanmıştır.
Avrupa eğer böyle utanç verici işleri Türkler yapmış olsaydı,bütün Türkleri kolayca lanetlerdi.Ancak aksine bu soykırımlar diplomatik raporların varlığına rağmen gizlenmiş ve planlı olarak olayların üstü örtülmüştür.
 Balkan Savaşı öncesindeki soykırım göçlerin önemli bir bölümünün Girit ve Oniki Ada olarak bilinen Türk adalarında olduğu görülür.Başta Girit olmak üzere Türk egemenliğindeki adalar uluslararası ayak oyunları ile Yunanistan’a verilmiştir.Sadece Girit Adasındaki nüfus oranları takip edildiğinde Rumlar tarafından gerçekleştirilen katliamların korkunç boyutu ortaya çıkar.Girit Adasından 1878 – 1898 yılları arasında 175.900 müslüman Türk’ün göç etmek zorunda kaldığı göz önüne alınırsa Türklerin Girit’te hangi akibetle karşılaştıkları pek fazla tartışılır bir konu olmaktan çıkar.

Birinci Balkan Savaşında,Osmanlı – Türk İmparatorluğu 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşından çok daha hızlı bir yenilgiye uğradı.Sadece iki ay süren çatışmalar sonunda hemen hemen bütün Avrupa Türkiye’si yitirilmişti.Çatalca savunma çizgisi,Bulgarların saldırısına karşı direnmiş ve başkent İstanbul kurtulmuştur.İkinci Balkan Savaşı da yitirilen toprakların küçük bir bölümünü kurtaramaya neden olmuştur.
Balkan Savaşlarında 1877 – 1878 Osmanlı – Rus Savaşında görülenlere benzer tablolar yaşanmıştır. Öldürme,ırza geçme ve soygunlar,Türkleri evlerinden barklarından söküp ayırmış, Osmanlı’nın merkezine yani elde kalan Türk topraklarına göç etme sonucunu doğurmuştur.
Balkan Savaşlarında Türklere karşı ön saldırıları yapma işlevini Sırp, Bulgar, Makedon, Rum çeteleri üstlenmiş ve bunlar kendilerini himaye eden devletlerden destek görmüşlerdir.

Balkan Savaşları sırasında işlenen cinayetler; bir ırkı yani Türkleri yok etmeye yönelik türden cinayetlerdir.

Yapılan soykırımlar Balkanlarda daha önce yapılmış olanlara çok benziyordu.Nüfus çoğalmasının önüne geçilmesi yolu ile demografik dengelerin bozulmasına yönelik katliamların yapıldığı rahatlıkla söylenebilir. Örneğin diplomatik misyon üyesi Morgan adlı kişinin 28.12.1912 tarihinde Kavala’da yazdığı bir raporda “Kavala bölgesinde Kavala Türklerinin komitacılar tarafından daha önceki raporlarda bildirildiği üzere,öldürülmelerinin yanı sıra Pravista’da yaklaşık 200 Türkün ve Sarı Şaban’da bir o kadarının kıyımdan geçirildiği haber alınmıştır. Drama bölgesinde, Çatalca, Doksat ve Kırlık Ova’da Türkler öldürülmüşlerdir.” demektedir.

Yabancı misyon şefleri ve görevlileri ile ticaret için bölgeden bulunan yabancıların buna benzer rapor ve mektupları Batı ülkelerinin arşivlerinde bulunmaktadır.Batılı gözlemciler haksız ve hukuksuz bir şekilde katledilen Türk sayısını 200.000’in üzerinde olarak hesaplamışlardır.Bu soykırım değil de nedir ?
Türk Milletinin başına gelen kötü şeyleri anlatmakta zorluk çektiği ve bu konularda bir ketumiyet içinde bulunduğu  genelde kabul gören bir anlayıştır.Bu nedenle Balkanlarda meydana gelen soykırım ve karşılaşılan kötü muameleler bir türlü Türk toplumuna yansıtılamamıştır.
Selanik’te görevli olan İngiliz Konsolosu Lamb’ın “Kılkış,Doyran ve Gevgili ilçelerinin tamamında bütün ileri gelen Türkler öldürülmüş,malları talan edilmiş ya da kullanılmaz hale getirilmiş,çiftlikleri ve evleri yakılmış,hanımları pek çok olayda aşağılanmış ve hatta çoğu kez daha beter davranışa uğramışlardır” diye Türklerin başına gelenlerin bir kısmını rapor etmiştir.Hatta olaylar daha da ileri gitmiş ve Müslüman Türklerin zorla din değiştirmesi için çeşitli ağır baskılar uygulanmıştır.
Amerikalı araştırmacı yazar Justin McCarthy Balkan Savaşları ve sonrasında ölen Müslüman Türk sayısını 632.408 kişi olarak veriyor.Bu bir insanlık dramıdır.
Bu katliamlar ve soykırımlar Yunanlıların Anadolu’yu işgalinde de sürmüştür.1919 yılında 3000 nüfuslu Menemen halkının 1300’ ü Yunanlılar tarafından iki üç gün içinde öldürülmüştür.Günümüzde Menemen halkı 1919 yılının Mayıs ayı içersinde gerçekleştirilen bu katliamdan halen habersizdir.En azından soykırım niteliği taşıyan bu katliam bir anıt dikilmek sureti ile hatırlanmalı ve gelecek nesiller soykırımdan bu şekilde haberdar edilmelidir.İngiliz,Fransız,İtalyan İşgal Güçleri ve Kızılhaç tarafından kurulan Soruşturma Komisyonları incelemelerine ve Bab – Ali raporlarına göre Yunanlıların Anadolu’da yaptıkları soykırım ; bunları Fransızcadan çeviren Dr. Necdet Ekinci’nin “Türkiye’de Yunan Vahşeti” isimli kitabında çok iyi bir şekilde resmi belgelere dayanılarak anlatılmaktadır.
Yunanlıların 1919 – 1922 yılları arasındaki Anadolu işgalinde yaptıkları, Haçlı zihniyetinin Balkanları Türklerden arındırma planının,Anadoluyu Türklerden arındırma  haline dönüşmüş şeklidir.
Bu katliamlar Balkanlarda günümüze kadar  süregelmiştir.Kronolojik sıraya göre de bunlardan biri de Yunanlılar tarafından yapılan Çamerya katliamıdır.
Almanlarla işbirliğine giden Yunanlı General Napoleon Zervas, daha sonra İngilizler tarafından desteklenmiş ve Haziran 1944’de ayında Çamerya’da geniş çaplı bir katliam ve etnik temizlik hareketi gerçekleştirmiştir.Bu olay aynı zamanda,Yunanistan tarihinde ilki 1821 İsyanı’nda,sonrada Balkan Savaşları ile Anadolu işgalinde yaşanan ve Yunanlıların giriştiği çeşitli katliam hareketlerinden biri olarak anılmaktadır.
Çamerya bölgesindeki Müslüman Arnavut halka karşı katliam hareketi 27 Haziran 1944'de başladı.İnsanların çeşitli uzuvlarının kesilip parçalandığı, hamile kadınların,bebeklerin katledildiği bir vahşetin söz konusu olduğu kayıtlara geçmiştir. Göz çıkarma,burun,kulak kesme ve benzeri vahşet sonucunda ilk 24 saat içinde sadece Paramiti’de 600'den fazla insan katledilmişti.27 Haziran 1944 ile Mart 1945 arasında Filat’ta 1286 kişi, Gümenice ve çevresinde 192 kişi,Margelliç ve Parga’da ise 626 kişi öldürülmüş,meçhul kayıplar ve başka vakalarda ise yüzlerce insan daha yok olmuştu.Belgelere göre,Haziran 1944 – Mart 1945 arasında Yunanlılar bütün Çamerya’da sivil halktan 3242 kişiyi katletmişlerdir.Ayrıca 745 kadına tecavüz edilmiş,76 kadın kaçırılmış,3 yaşından büyük 32 bebek katledilmiş,68 köy yerle bir edilmiş,5800 ev ve ibadethane (camiler dahil) yakılmış ve tahrip edilmiş,evler talan edilmişitir.
Bütün bu vahşetin ardından, hayatta kalabilen Müslüman Arnavutlar Mart 1945’den sonra anayurtlarını terk etmek zorunda kalmışlardır.Çoğu Arnavutluğa,bir kısmı da Türkiye’ye göçmüşlerdir.

SON SOYKIRIM ÖRNEKLERİ VE TÜRK VURGUSU

20. yüzyılın son dönemecinde dünya çok büyük bir soykırıma daha sahne oldu.1992 yılında Bosna’da başlayan bu soykırım boyunca yüzbinlerce insan topraklarından sürüldü,hayatını kaybetti,toplama kamplarına kapatıldı,insanlık dışı işkencelere maruz kaldı.Önce Bosna sonra da Kosova’da yürütülen bu büyük soykırımın özelliği ise,Balkanlarda 1821’den beri süre gelen önceki katliamlar gibi tüm dünyanın gözleri önünde,Avrupa ülkelerinin hemen yanıbaşında ve onların da desteğiyle 1992 – 1995 yılları arasında devam etmesiydi.
Sırplar tarafından Türk olarak görüldükleri için öldürülen Bosnalı müslüman sayısı 200 bini aştı,2 milyon insan evlerinden sürüldü,50 bine yakın müslüman kadına tecevüz edildi.Benzer olaylar Makedonya ve Kosova’da da tekrarlanarak yaşandı.
Balkanlar da soykırım, sadece Türklerin değil soykırımcılar tarafından Türk olarak görülen Boşnak ve Arnavutlarında Sırp General Karadziç’in  Srebrenica’da soykırım emrini verirken “Tek Türk kalmayıncaya kadar öldürün” ifadesinden de anlaşılacağı üzere makus talihi olmuştur.
Yüzyıllardır soykırımlarla sahneye konulan oyun Türkler üzerinde ve daha sonra da Türk gibi görülen müslüman topluluklar için uygulanmaya başlamıştır.
Her ne kadar Balkanlarda soykırım denilen akla Türkler gelse de bu durum Türklerin yaşadığı her coğrafyada neredeyse aynı durumdadır.

Büyük bir sürgüne ve soykırıma  uğrayan Kırım ve Ahıska Türkleri, Irak Türkleri, Kıbrıs Türkleri ve nihayetinde Hocalı’da Azerbaycan Türkleri değişik metod ve yöntemlerl aynı akibete uğratılmışlardır.

     Büyük Şair Mehmet Akif  Ersoy;

    “İlahi,altı yüz bin Müslüman birden boğazlandı…
     Yanan can,yırtılan İsmet,akan seller bütün kaldı
     Ne mâsum ihtiyarlar süngüler altında kıvrandı !
     Şu küllenmiş yığınlar hep birer insan,birer candı” derken aslında soykırımın edebi tarifini yapıyordu.

İfade ettiklerimizden görülmektedir ki, Müslüman Türkler Balkanlarda soykırıma uğramıştır.1821 – 1923 arası katledilen ve tek çare olarak ölüme zorlanan Türk sayısı 5.5 milyonun üzerindedir.Bu nedenle Balkanlarda Türk denilince akla hemen soykırım gelmekte ve ölüm duygusu çağrışım yapmaktadır.
Türk Dünyası İnsan Hakları Savunucusu ressam Embiya Çavuş anılarını kaleme aldığı “Bulgaristan’da Türk Olmak” adlı kitabında Belene’yi anlatırken “yılan,çiyan dolu bataklık bir adaydı.Komünistler muhaliflerini ve Türkleri oraya sürüp yok ediyorlardı.Açlık,çıplaklık ve dayaktan öldürdükleri insanları ceset arabasına koyup domuzlara yediriyorlardı.Buz kütleli sular Belene’yi basıp domuzlar sürüklenince insanlar domuzlara yem olmaktan kurtuldu.Bunları da Belene kampından kurtulan Bulgar tarihçisi Vasil Lilov Kazanski “Ölüm Kampı Belene” adlı kitabında yazdı.Kazanski bu kitabında “dışarıdan ne kadar mahkum gelirse o kadar mahkum öldürülecek” emri gereği 110.000 kişinin öldürülüp domuzlara yedirildiğini söylüyor” diye yazmaktadır.Henüz üzerinden onlarca yıl geçmiş olan bu iddialar yetkililer tarafından tekzip görmemiş ve yalanlanmamıştır.  
Türklere ve Türk gibi görünenlere yüzyıllardır insanlık suçu olan bu muameleleri  reva görenlerin değişmez amacı Balkanlardan Türk ve Müslüman varlığını arındırmak ve Balkanlardan Türk izlerini silmektir.
İnsanlık aleminin üzerine düşen;yine bir insanlık ayıbı olan bu soykırımların üzerindeki karanlık perdeyi kaldırmak,suçlularını deşifre etmek ve imkan varsa cezalandırmaktır.Türk milleti de Balkanlarda başıma gelen bu soykırımdan ders almalı ve bir nasihat şeklinde bu olayları gelecek nesillere objektif olmak kaydıyla aktarmalıdır.İnsan Hakları Gününde hatırlatalım istedik.

Özcan PEHLİVANOĞLU
www.trakyanethaber.com
ozcanpehlivanoglu@yahoo.com.



***

BALKAN SAVAŞLARININ 100.YILI., 


Balkan Savaşlarının 100. yılı 
M. Kemal SALLI  
mksalli@yahoo.com.tr 

15 Mayıs 2012, 09:31 

 BALKAN SAVAŞLARININ 100.YILI 

    Balkan Savaşlarının 100. yılı dolayısıyla Bağcılar Belediyesi, Kırklareli Üniversitesi ve Bağcılar Rumeli Balkan Trakya Platformu tarafından organize edilen BALKAN SAVAŞLARININ 100. YILI- Uluslararası Balkan Sempozyumu başarıyla tamamlandı. Grand Cevahir Hotel Kongre Sarayı’nda gerçekleştirilen sempozyum, Arnavutluk, Bosna - Hersek, Bulgaristan, Karadağ, Kosova, Makedonya, Sırbistan, Romanya, Yunanistan, İsrail ve Japonya'dan gelen 78 bilim insanı ve kanaat önderinin katılımıyla 3 gün devam etti. M.KEMAL SALLI Balkan Savaşlarının 100. yılı dolayısıyla Bağcılar Belediyesi, Kırklareli Üniversitesi ve Bağcılar Rumeli Balkan Trakya Platformu tarafından organize edilen BALKAN SAVAŞLARININ 100. YILI- Uluslararası Balkan Sempozyumu başarıyla tamamlandı. Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın katılımıyla Grand Cevahir Hotel Kongre Sarayı’nda açılışı yapılan 3 gün süren sempozyuma Arnavutluk, Bosna - Hersek, Bulgaristan, Karadağ, Kosova, Makedonya, Sırbistan, Romanya, Yunanistan, İsrail ve Japonya'dan gelen 78 bilim insanı ve kanaat önderi katıldı. Sempozyumun ilk gününde, iki ayrı salonda gerçekleşen öğleden önceki ve sonraki oturumlarda, Balkan Savaşları’nın Bulgaristan, Sırp, Romanya, Arnavutluk kaynaklarında nasıl yer aldığı, savaşların gazetelere, kitaplara, özellikle asker günlüklerine nasıl yansıdığı anlatıldı. 1912-1913 yılları arasında çekilen sıkıntılar, yaşanan acılar, gazetecilerin, askerlerin yazdıkları günlükler ile savaş sırasında cephede, köylerde, şehirlerde çekilen ve tarihe ışık tutan fotoğraflar dinleyicilerle paylaşıldı. 

BAĞCILAR BELEDİYE BAŞKANI LOKMAN ÇAĞRICI:

 "BALKAN SAVAŞLARI SONUÇLARI BAKIMINDAN ÇOK ÖNEMLİDİR" 

Sempozyumun açılışında konuşan Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağrıcı, "Çanakkale Savaşı kadar bilinmese de, Balkan Savaşları sonuçları itibariyle çok önemlidir. Genelkurmay verilerine göre Balkan Savaşları'nda 632 bin 408 insanımız hayatını kaybetmiştir. Savaşın ortaya çıkardığı en önemli sorun mülteci sorunudur” diyerek Balkan Savaşlarının tarihimiz açısından olan önemini vurguladı. Çağrıcı, Bağcılar Belediyesi olarak, "Balkan Savaşlarının 100. Yılı" konulu sempozyumu düzenlemelerinin gerekçelerini açıklarken, "Bağcılar 1924'de Selanik'ten gelen hemşehrilerimiz tarafından kurulmuştur. Bağcılar daha sonra, Bulgaristan'dan, Kazakistan'dan ve Türkiye'nin çeşitli illerinden göç aldı. Yani, göçlerle kurulmuş bir ilçeyiz. Türkiye'nin, İstanbul'un mozayiğiyiz" dedi. 

EGEMEN BAĞIŞ: 

"BALKANLARIN GARANTİSİ TÜRKİYE'DİR" 
Sempozyumun açılışında bir konuşma yapan Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış, "Balkan Savaşlarının 100. Yılı dolayısıyla sempozyumlar düzenlenmesi önemlidir; böylesine geniş katılımlı bir sempozyumun İstanbul'da düzenleniyor olması ayrıca önemlidir. Dünyada içinden deniz geçen tek şehir olan İstanbul, Balkan kokusunun, Balkan hissiyatının en rahat hissedildiği şehirlerden bir tanesidir" dedi. Balkan ülkelerinin Avrupa Birliği'ne üye olmaları konusunda destek verdiklerini belirten Bakan Bağış, bunun nedenini açıklarken şöyle dedi: "Avrupa Birliği Bakanlığı ve Başmüzakereci görevini Sayın Başbakanımız bize verirken şu talimatı vermişti: 'Balkanlar'daki ülkelerin AB üyeliğini en az ülkemizin AB üyeliği kadar önemseyeceksiniz ve onlara destek olacaksınız. Bugün bizim için Sırbistan’ın da Arnavutluk’un da Makedonya’nın da Bosna Hersek’in de Kosova’nın da Avrupa Birliği üyeliği en az bizim üyeliğimiz kadar önemlidir.’ " “Kimsenin hiç şüphesi olmasın bizim kimsenin toprağında gözümüz yok, ama yüreğimiz var” diyen Bağış, “O topraklarda huzur olsun, o topraklarda dileyen kendi inancını, kendi kültürünü yaşayabilsin istiyoruz. Biz nasıl ülkemizde bazı gruplara özgürlük alanları açıyorsak, o ülkelerin de, hele hele AB üyesi olmuş o ülkelerin de bu özgürlüğü göstermesini istiyoruz” dedi. Bağış, Balkanlar'daki ki bazı liderlerin, başbakanların ve siyasi başkanların, seçimlerde başarıya ulaşabilmeleri için Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kendilerini ziyaret etmesini istediklerini söyledi. Kendi başlarına toplayamadıkları kalabalıkları, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın katılımı ile topladıklarına şahit olduğunu anlatan Bağış, Mehmet Akif'in, “Tefrika girmedikçe bir millete, düşman giremez/ Toplu vurdukça yürekler onu top sindiremez” mısralarıyla konuşmasına son verdi. 

PROF. DR. MUSTAFA AYKAÇ: 

"BALKAN TOPLUMLARI OSMANLI'NIN ASLİ UNSURU OLMUŞLARDIR" Kırklareli Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Aykaç da yaptığı konuşmada, Balkanlar’ın Osmanlı’nın ilk kazandığı son kaybettiği topraklar olduğunu ifade etti. Osmanlı’nın Balkan coğrafyasını hep öz yurdu olarak gördüğünü belirten Aykaç, “Balkan toplumları Osmanlı’nın asli unsurlarını oluşturmuştur. Balkan Savaşları’nın kazananı olmamıştır. Bu coğrafyada yaşayan toplumlar açısından Balkan Savaşları büyük bir yıkım olmuştur. Balkan Savaşlarının 100. yılında, savaş için değil barış için bir aradayız” dedi. AK Parti İstanbul Milletvekili Gülay Dalyan da bir konuşma yaptı: "Balkanlar atalarımın toprağıdır. Ben,'Evladı Fatihan’ kızıyım.” 

"BİZLER EVLAD-I FATİHAN TORUNLARI OLARAK O TOPRAKLARDA YAŞANAN ACILARI UNUTMADIK" 

Bağcılar Rumeli Balkan Trakya Platformu Başkanı Kemal ise yaptığı konuşmada, “Bizler Evladı Fatihan’ın torunları olarak o topraklarda yaşanan acıları unutmadık unutturmadık. Bu sempozyumun önemi de oradan geliyor” şeklinde konuştu. Programa katılan Makedonya Devlet Bakanı Hadi Nazir ve Yunanistan Rodop Milletvekili Ahmet Hacıosman ile Trakya Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Enver Duran da duygu yüklü konuşmalarda bulundu. Bağcılar Kaymakamı Veysel Yurdakul da yaptığı kısa selamlama konuşmasında Balkanlarda kan ve gözyaşının yerini 100 yıl sonra barışın almasının önemli olduğunu ifade etti. Programa AK Parti İstanbul Milletvekilleri Feyzullah Kıyıklık ve Ünal Kacır ile çok sayıda akademisyen ve davetli katıldı. İKİNCİ GÜN… Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Egemen Bağış’ın katılımıyla başlayan ve yoğun katılımla devam eden Uluslararası Balkan Savaşları Sempozyumu’nun ikinci gününde Balkan Savaşları tüm yönleriyle ele alındı. “Asker Mektupları ve Günlükleri” başlıklı sunumunda Doç. Dr. Shezhana Petrova Dimitrova, günlüklerden pasajlar aktararak savaşın psikolojik ve sosyal yönüne ve savaş sırasında bütün balkan coğrafyasını cehenneme çeviren ortamda yaşanan travmalara değindi. Dimitrova, mevcut kaynaklara ek olarak 2012 yılında Bulgaristan’da yayınlanan ve bir rahibin savaş hatıralarının yer aldığı kitabın Balkan Savaşları açısından önemli bir eser olduğunu ifade etti. Dimitrova konuşmasının sonunda gerek Bulgar ve gerek Türk kaynaklarında Balkan savaşı ile ilgili bilgilerin paralel olduğunu ifade ederek, “Balkan Savaşlarının iyi değerlendirilmesi için, arşiv belgelerinin duygusallıktan arındırılıp rasyonel bir şekilde değerlendirilmesi gerekir” dedi. Doç. Dr. Hüseyin Mevsim de, Bulgarlar için Osmanlı topraklarına gönderilen Prof. Dr. Boğdan Filov’un “Balkan Savaşları Günlüğü ve Fotoğraflarında Kırklareli” başlıklı konuşmasında Lalapaşa, Pınarhisar ve Kırklareli ve köylerinde topladığı bilgilerden bahsederek çektiği fotoğrafları gösterdi. Kendisi Bulgaristan’dan gelen Türk ailelerden olan Doç. Dr. Mevsim, incelemelerinde Filov’un tarihe olan saygısını gözlemlediğini ve Edirne alınmak üzereyken Bulgar Genel Kurmayına Selimiye Camii ile ilgili bir rapor sunduğunu ve bu raporda, “Selimiye Camii ve içerisinde bulunan kütüphane ve değerli eserler yakılıp yıkılmamalı, mutlaka korunmalı ve özenle saklanmalı” şeklinde uyarıda bulunduğunu aktardı. TÜRK- YUNAN İMPARATORLUĞU MÜMKÜN MÜ? Ege Üniversitesi’nden Yrd. Doç Dr. Turgay Cin de, “Türk Yunan İmparatorluğu Gerçeği” başlıklı sunumunda “Türk-Yunan Konfederasyonu” fikrinin teorisyeni Dimitri Kiçikis ve tezini anlattı. Kiçikis’in Türkiye’de 1996 yılında “Türk Yunan İmparatorluğu” isimli bir kitabının yayınlandığını kaydeden Yrd. Doç Dr. Cin, Kiçikis’in Türkiye’de 5-6 Ekim 2011 tarihlerinde yaptığı, “Yunanistan’ı Ancak Türkiye Kurtarabilir” yönündeki açıklamalarıyla yeniden gündeme geldiğini hatırlatarak şöyle devam etti: “Kiçikis’in savunduğu görüşün fikir babası Rigas Fereos’tur. Esasen Türkiye’nin federasyona dönüştürülmesi ya da Türk-Yunan Konfederasyonu’nun veya Balkan Konfederasyonunun kurulması düşüncesinin çok yeni olmadığı da bilinmektedir. Rigas Fereos Velestinlis, Yunanistan’da vatan şehidi ve 1821 tarihli Türklere karşı Yunan isyanının öncüsü olarak anılmaktadır. R. Fereos, Roma İmparatorluğu’ndan nasıl kan dökülmeden Bizans İmparatorluğu’na geçilmişse, Osmanlı Türk İmparatorluğu’ndan da yine kan dökülmeden ve savaşsız bir biçimde Bizans İmparatorluğuna nasıl geçileceği ve oluşturulacak modern devletin sınırlarının da Bizans İmparatorluğu’nun sınırlarına kadar genişletilmesi arzusunu ifade etmiş ve bu fikrini ortaya atmıştır.” BALKANLARDA KALICI BARIŞ İÇİN… Ortadoğu Teknik Üniversitesi’nden Prof. Dr. Mustafa Türkeş de Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Balkanlar’da Güvenlik ve İstikrar Arayışlarından bahsederek kalıcı istikrarın niçin sağlanamadığına değindi. Prof. Dr. Kemal Turan da oturum sonunda, “Sınırların kaldırıldığı, barış ve huzur dolu bir dünyada yaşama arzusu her geçen gün daha da artıyor” dedi. Oturumlar sonrası Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı ve Bağcılar Kaymakamı Veysel Yurdakul, sempozyumda tebliğ sunan akademisyenlere plaket vererek teşekkür etti. Başkan Çağırıcı, 3 gün boyunca sürecek olan uluslararası sempozyumda yerli ve yabancı konuşmacıların sunduğu tebliğlerin bir kitap haline getirileceğini belirterek, “Balkan Savaşlarının daha iyi anlaşılması açısından çok değerli görüşler ortaya kondu. Sanırım tarihe ışık tutacak çok değerli bir kaynak olacak. Bir daha savaşların yaşanmaması için, ölümler, göç, toplumsal travma ve ekonomik gerilemelerin iyi okunup anlaşılması gerekiyor” diye konuştu. üÇüNCü GüN.. Grand Cevahir Hotel Kongre Sarayı’nda gerçekleşen ve üç gün süren “BALKAN SAVAŞLARININ 100. YILI- Uluslararası Balkan Savaşları Sempozyumu’nun son gününde savaşa tanıklık edenlerin yakınları, Türk ve İslam dünyası açısından bir kırılma noktası olan Balkan Savaşları sırasında yaşanan acı hatıraları aktardılar. Sempozyumun kapanışın bir konuşma yapan Bağcılar Belediye Başkanı Lokman Çağırıcı, "Başta AB Bakanımız Sayın Egemen Bağış olmak üzere, sempozyumu katılan herkese çok teşekkür ediyorum. Üç boyunca sempozyuma katılan 80’e yakın bilim adamından Balkan Savaşı’nın ve bu büyük savaş sonrasında yaşananları ayrıntılarıyla dinledik” dedi. Çağırıcı, "Çok önemli tespitleri dinledik. Balkan Savaşlarının 100. yılında barışı konuştuk. Dünyada korku imparatorluğu kuranların teker teker yıkıldığına şahit oluyoruz. Tarih boyunca korku, zulüm hiçbir zaman ebedi olmadı, olamayacaktır… Bu Sempozyumun düzenlenmesinde çok büyük emekleri olan Kırklareli Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Sayın Mustafa Aykaç’a ve Bağcılar Rumeli Balkan Trakya Platformu’na ayrıca teşekkür ediyorum” dedi. PROF. DR. AYKAÇ: “AMACIMIZA ULAŞTIK” Başkan Çağırıcı’nın kapanış konuşmasının ardından, Kırklareli Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mustafa Aykaç, Sonuç Bildirgesini açıkladı: "Bundan sonra barış, kardeşlik, huzur, istikrar ve refahı Balkanlar’da nasıl kurabiliriz, nasıl kalıcı hale getirebiliriz sorularının cevaplarının aranması gereken dönemdeyiz. Bundan sonraki dönemi bu doğrultuda her türlü çalışmaların, faaliyetlerin gündeme gelmesi gerekir. Aynı zamanda geleceğin, barış, istikrar, kardeşlik ve refah temelleri üzerinde inşa edilmesini savunurken ve desteklerken bugün, Balkanlar’da bu hedeflerin gerçekleşmesinin önündeki engellere, temel problem alanlarına ve risk faktörlerine de işaret etmek ve bunları analiz etmek bu sempozyumun gayelerinden biridir.” Balkan Savaşları’nın 100. Yılında, Balkan coğrafyasında toplumsal, kültürel ve siyasal barışı hayata geçirmenin yollarını aradıklarını belirten Prof. Aykaç, "Toplumsal hafızamızda ‘faciâ’ kelimesinin ifade ettiği dehşetle özdeşleşen Balkan Savaşlarını, 100. Yılında, barış ekseninde konuşmak bir paradoks değil, bir zorunluluktur. Bu paralelde sempozyum boyunca Balkan Savaşları’nda taraf olan ülkelerin akademisyenleri olarak, bu savaşları farklı perspektiflerle, tarihsel bilinçlerle ele alırken, aslında güncel duruma da ışık tuttuk. Sempozyumda öne çıkan konu başlıkları savaş, göç, acı çerçevesinde oluşan kollektif hafıza ve bunların kurucu unsuru olduğu ulusal veya dini kimlikler; güncel siyasi, kültürel, toplumsal tavır alışlar oldu" dedi. 

NELER YAPILMALI? 

Sempozyumda ortaya çıkan somut öneriler arasında bölgedeki ülkeler arasında kültürel ilişkileri ve etkileşimleri artıracak çok sayıda yeni faaliyetin hayata geçirilmesi gereğine vurgu yapıldı.

Kaynak: https://www.oncevatan.com.tr/balkan-savaslarinin-100-yili-makale,28146.html


***

22 Mart 2017 Çarşamba

Sansür, Siyaset ve Şehitler

Sansür, Siyaset ve Şehitler


Özcan PEHLİVANOĞLU

ozcanpehlivanoglu@yahoo.com 

04 Haziran 2010


Haftada bir yazdığım için konular birikiyor. Keşke zaman bulabilsem de her gün yazsam. Ama mümkün olmuyor...

Son yazımda "CHP örgütü demek, Türk Milleti demek değildir" başlığında gelişmeleri değerlendirmiştim. Ne yazık ki bu yazı kendini Atatürkçü ve sosyal demokrat olarak niteleyen bazı yayıncılar tarafından sansürlendi. Kimileride başlığı değiştirerek yayınladı. Oysa ki RTE, AKP ve cemaat ile tarikatlar için ne ağır yazılar yazdım hiçbiri sansürlenmedi. Bu nasıl bir demokratlık?

Ben CHP üzerine bir analiz yaptım. Bunu yapma ve düşüncemi özgürce ifade etme imkanım yok mu?

Siz nasıl Atatürkçüsünüz veya sosyal demokratsınız? Anlatın bir bilelim.

İpliğinizi biri pazara çıkarıyor diye mi sansür uyguladınız? Yoksa korktunuz mu?

Sadece Kemal Kılıçdaroğlu'nu bir umut görerek CHP'nin ipine sarılan arkadaşlara soruyorum. Sayın Kılıçdaroğlu; Dersim ve kürt meselesi hakkında bir fikirlerini açıklasında hep beraber öğrenelim.

Samimi olun arkadaşlar! Atatürkçülük ve sosyal demokratlık maskesi altına sığınarak bu ülkede yaptıklarınızdan dolayı siyasal İslamcı bir iktidarın başımıza musallat olduğunu itiraf edin.

Şimdi de aynı oyunu oynamak için dış destekli Doğan Medyasının Türkiye'nin kurtarıcısı olarak ilan ettiği Kılıçdaroğlu'nun etekleri altına gizleniyorsunuz. Ve biri bunları söylüyor diye hemen sansür uyguluyorsunuz. Biraz samimi olun...

Tatlı su Atatürkçüleri ve slogancı aslan sosyal demokratlar; yazılarımı cetvel koyarak dikkatle okuyun. Okuduktan sonra hala itirazlarınız varsa şöyle bir kendinizi sorgulayın. Ola ki doğruları görür ya da aslınıza rücu edersiniz.

Şehitler, şehitler, şehitler... kalbimizi dağlayan acılar ve buna dur diyemeyen bir halk. Doğruların ateş olduğu bir zamanda aman bu ateş beni yakmasın diyen dilsiz şeytanların kol gezdiği bir toprak parçası olmuş benim vatanım.

Alın ulan başınıza çalın...

Dersim'inizi,  bölücübaşınızı, patrikhane'nizi, Tayyib'inizi, Kılıçdaroğlu'nuzu, hocaefendinizi ve bilcümle putunuzu.

Yeter ki biraz adam olun adam!

04 Haziran 2010

http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=1639

***

CHP Örgütü Demek Türk Milleti Demek Değildir




CHP Örgütü Demek Türk Milleti Demek Değildir



Özcan PEHLİVANOĞLU

ozcanpehlivanoglu@yahoo.com 
28 Mayıs 2010



CHP'nin hafta sonu yapılan olağan kurultayı sonucunda Kemal Kılıçdaroğlu, Mustafa Kemal Atatürk'ün koltuğuna oturdu zannedilmesin.

CHP, 1923 yılında Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran partidir. Yeni devletin yapılanmasında ve bu günlere gelinmesinde 1923 yıllarının CHP'si çok etkili olmuştur. Ancak bu günkü CHP; 1923'lerin CHP'si değildir.

Üzülerek ifade etmeliyim ki; Türkiye'de herkesçe bilinmesine rağmen ifade edilmekten ısrarla kaçınılan  mezheplerin ve etnisitelerin iktidar olma mücadelesi vardır.

Kendini Türk kimliğinin dışında görenlerin ve "Ne Mutlu Türküm Diyene" anlayışını bir türlü kabul edemeyenlerin, bin türlü takiye yapmak suretiyle bu koca millete ve büyük devlete hükmetme çabası vardır.

Nihayet bu bağlamda CHP'nin başına kürtmüsün denildiğinde sesini çıkarmayan Tuncelili alevi  bir vatandaşımız gelmiştir.

Artık Atatürk'ün CHP'si olmadığı su götürmez bir gerçek olan yeni CHP'nin başına Kılıçdaroğlu'nun gelişi ise  ibretlik siyasi bir öyküdür.

Baykal'ın kurultayın hemen öncesinde kimliği belirsiz güçlerce tasfiyesi çok manidardır. Yine gücünü halktan değil de CHP Genel Başkanı sıfatıyla Deniz Baykal'dan alan CHP kadrolarının 360 derece tornistan yaparak " eski kral öldü yaşasın yeni kral" demeleri de CHP'de kimlerin siyaset yaptığını göstermesi bakımından çok ilginçtir. Nitekim CHP Genel Başkan Yardımcısı ve Ankara Milletvekili Yılmaz Ateş'in kurultay anında Habertürk ekranlarında söylediği "Kurultay alçakça bir ortamda yapılıyor" cümlesi tezlerimizin doğruluğuna işaret etmektedir.

CHP örgütüne mezhepçi ve kürtçü kadroların hakim olduğu ancak Baykal'ın bastırması sonucu seslerini çıkarmadıkları siyasi çevrelerce yakından bilinen bir gerçektir. İşte bu parti örgütü;  kendinden gördüğü birini yani Kılıçdaroğlu'nu diğerlerinin sessiz kalışı sayesinde CHP'nin genel başkanlık koltuğuna taşımayı ve parti meclisini ele geçirmeyi başarmıştır.

Bu konuda en büyük destek, medyanın içinde bulunan kürtçü ve mezhepçi basın mensuplarından gelmiş ve Kılıçdaroğlu Türk Milletine ümit olarak lanse edilmiştir. Hatta bu basının taraftar! kesiminde Ahmet Altan "Zavallı Kemal Bey" adlı bir yazı kaleme alarak şimdiden Kılıçdaroğlu'nu "kürt sorununu teğet geçen, yargı reformuna karşı çıkan, dış politikayı ulusal çıkar klişesine hapseden, değişim sözü sözde kalan" diyerek baskı altına almaya başlamıştır.

CHP'nin dış güçlerce bir değişime ve dönüşüme uğratıldığı tartışmasız bir gerçektir. Türkiye'de buna yardımcı olacak argümanlarda devamlı hazır tutulduğundan dişliler birbirine "cuk" diye oturtulmuş ve CHP hizmete hazır hale getirilmiştir.

Oysa ki; MHP'nin 2009 yılının Kasım ayında aynı salonda yapılan kurultayı, CHP'nin bu kurultayından daha fazla ilgi görmesine ve kalabalık olmasına ve Bahçeli'nin kurultay konuşmasının içerik ve hitabet açısından, Kılıçdaroğlu ile mukayese edilmeyecek kadar güçlü bulunmasına rağmen; MHP ve Bahçeli, dış güçlerin kontrolündeki  mezhepçi ve Kürtçü basın tarafından kamuoyunun önüne getirilmekten ziyade adeta gizlenmeye çalışılmıştır. Bu kurultay böyle bir çabayı ortaya koyması bakımından da ayrıca önem taşımaktadır.

Bu gün Türkiye'nin TBMM'de bulunan iki siyasi partisinin başında farklı dini söylemleri olan ve Türküm demekte zorlanan iki genel başkan vardır. Kemal Kılıçdaroğlu'nun Dersim'le ilgili söylemlerine bakılırsa onunda Erdoğan gibi cumhuriyetle ilgili sıkıntıları olduğu anlaşılmaktadır.

Bu sebeple dinci ve kürtçü-mezhepçi basın kendi yandaşı olan genel başkanları överken, Türk Milletini kimseyi ayırt etmeden kucaklayan,tarikat ve cemaatların yanlışlarını yüzlerine vuran, bölücü teröre korkusuzca göğsünü açan, milletin hakkını kimseye yedirmem diyen bir MHP'yi ve Bahçeli'yi görmezden gelme çabası aşırı bir şekilde kendini göstermektedir.

Bunları yadırgamıyorum. Bu gayreti gösterenlerin kendi inanç ve ideolojileri çerçevesinde hareket etmeleri normaldir. Önemli olan bunların izlediği politikaları süzemeyerek bunlara kendini kullandıran insanlarımızın hiçte azımsanmayacak sayıda olmasıdır. Hedefimiz bunları gerçekler konusunda uyararak Türk Milletini muhtemel badirelerden korumaktır.

Kılıçdaroğlu'nun genel başkanlığı ile neticelenen CHP olağan kurultayının hayatın doğal akışının dışında cereyan etmesi, bunun medyaca ustaca pazarlanması ve kendine yeni CHP'de yer bulmak için bizim anlattıklarımızı gören ama sessizliğe bürünen CHP'lilerin varlığı, Türk Milletince üzerinde düşünülmesi gereken önemli hususlardır.

CHP örgütü demek Türk Milleti demek değildir. Medya pazarlamacıları Türk Milletini yanıltabilirler fakat gerçeği asla gizleyemezler. Bu nedenle Türk Milleti gecikmeye mahal vermeden  gelişmeleri yakından izleyerek gerçeği süzebilme becerisini göstermelidir.

Yaşananlara bakılınca Türk Milletinin kendini yönetemez hale geldiğini çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Ülkemiz siyaset eliyle işgal edilmiştir. Türk Milleti onlarca yıldır demokrasi tezgahı altında aldatılmakta ve kandırılmaktadır. İmparatorluk bakiyesi olmak bizi ne yazık ki bu sonuca taşımıştır.

Dün AKP ile bu oyunu bu güne kadar oynayanların Kılıçdaroğlu'nun içi boş sloganlara dayalı siyaset anlayışı ile oyuna CHP ile devam edecekleri anlaşılmaktadır.

İsmet İnönü'nün namuslular namussuzlardan daha fazla cesur olmalıdır sözünden yola çıkarak Türk Milletine şöyle seslenmek istiyorum: Türk Milleti en az düşmanları kadar uyanık olmak ve çalışmak zorundadır... Siyaset zor bir iştir ve her türlü fedakarlık ister. Bu nedenle Türk Milletince her türlü fedakarlık gösterilerek siyasetteki işgal sona erdirilmelidir.

Eğer bu uyanıklık ve çalışkanlığı bu güne kadar olduğu gibi yerine getiremez ve menfaatlerimiz için gerçekleri Türk Milletinden gizlemeye devam edersek, Türk Milletinin çok daha ağır bedeller ödemek zorunda kalacağı gün gibi aşikardır.

Mevlana'nın Mesnevi'sinde av hayvanlarının arslana mücadeleyi terk edip tevekkül teklif etmeleri anlatılır. Av hayvanları her gün kendilerini avlayan arslana gidip "sen avlanmaya gitme, her gün birimiz senin lokman olsun, böylece bizde rahat edelim" dediler. Arslan "sözünüzde dursanız hile ve cefa olmasa bu çok hoş bir şeydir" diye cevap verdi. Av hayvanlarının hepsi "Ey değerli hakim! Sakınmak insanı kaderin hükmünden kurtaramaz. Var tevekkül kıl zira o güzeldir. Tanrının hükmüne karşı aciz ol ki, O seni korusun". Arslan cevapladı "tevekkül iyidir güzeldir lakin sebebe riayette Peygamber sünnetidir. Çalışıp kazanmak, tevekküle tercih edilir". Türk Milleti eğer arslan ise gereğini de arslan gibi yapmalıdır.

Son söz;Atatürk'ün CHP'si günümüzün MHP'sidir. Türk Milletinin tek güvencesi ve Kuvayı Milliye ruhu MHP'de yaşamaktadır. Bu CHP'nin son kurultayından sonra daha iyi anlaşılmıştır.


28 Mayıs 2010

http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=1628






***

Şeyh Sait, Dersim ve PKK; İsyan Üçlemesi


Şeyh Sait, Dersim ve PKK; İsyan Üçlemesi



Özcan PEHLİVANOĞLU
ozcanpehlivanoglu@yahoo.com 
23 Nisan 2010


Şeyh Sait, Dersim ve PKK; İsyan Üçlemesi

Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu "Tarih Gelecektir" adlı kitabında "Öyle bir coğrafyada bulunuyoruz ki; dünyanın hiçbir bölgesinde bu kadar çok medeniyet kurulmamıştır. Bu şu anlama gelmektedir. Yaşadığımız coğrafyada çok devlet kurulmuş ve çok devlet yıkılmıştır. Dolayısıyla bölgede ayakta kalabilmek için, tarihin engin tecrübesinden faydalanabilmek ve buna bağlı olarak hassas dengeleri gözetebilmek gerekir. Bunun için geçmişi iyi bilmek lâzımdır. Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk'ün "TARİH İHTİYATSIZLAR İÇİN MERHAMETSİZDİR." dir sözü, coğrafyamızın gerçeklerine tam olarak uyar." demektedir.

"Tarih Gelecektir" sözü üzerinde çok düşünülmesi gereken ve bir çok şeyi ifade eden bir deyimdir. O sebeple bugün gelişen olayları dün meydana gelenlerle irtibatlandırarak yorumlamak, gelecek hakkında bizi doğru sonuçlara götürecektir.

Balkan Yarımadası tarih boyunca çoğu zaman dünya gündemini belirleyen olayların yaşandığı bir bölge olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu'nun kaderi ve genç Türkiye Cumhuriyeti'nin ortaya çıkışını hazırlayan şartlar bu coğrafyada saklıdır.

Bu nedenle Cumhuriyet Döneminde meydana gelen isyanları anlamak için Balkanlarda meydana gelen Sırp, Bulgar, Yunan ayaklanmalarını iyi bilmek ve başta İngiltere olmak üzere Avrupa devletlerinin ve Rusya'nın aldığı pozisyonları iyi belirlemek gerekir.

Örneğin Sırp Ayaklanması 19. yüzyılda Balkanların, Avrupa ve Osmanlı tarihinin en önemli siyasi olaylarından biridir. Berlin Antlaşması ile tamamlanmış gibi görünen bu bunalım Bulgar ayaklanması, Sırbistan ve Karadağ'la ve nihayet Rusya ile yapılan savaşlarla tamamlanır. Ayaklanma çıktığında bunun çok ciddi boyutlara ulaşacağını, Osmanlı İmparatorluğu ve Avrupa'nın geleceğini belirleyeceğini neredeyse hiç kimse tahmin edemiyordu. Tıpkı Turgut Özal'ın Eruh ve Şemdinli'yi basanları "bir avuç eşkiya"  olarak nitelendirmesi gibi.

Bu gelişmeler ışığı altında bakılınca Şeyh Sait, Dersim ve günümüzde PKK isyanlarının mahiyet itibarı ile Sırp, Bulgar ve Yunan isyanlarından pek bir farklarının olmadığı görülür.

Balkanlarda meydana gelen isyanlar öncelikle Osmanlı İmparatorluğunu yıkmaya dönüktü. Balkanları Türklerden  arındırmayı ve Balkanları Ortodoks hıristiyanlığına terketmeyi ve çoğunluğu Slavlaştırmak amacını güdüyordu. Nitekim Balkanlar, Rus yayılmasının planları için önemli bir coğrafya ve Slavların büyük koruyucusu da "Anne Rusya" idi.

Cumhuriyet Dönemindeki Şeyh Sait isyanının arkasında İngiltere'nin olduğu su götürmez bir gerçektir. Misakı Milli sınırları içinde yer alan Irak Türkmen bölgesinin Türkiye'ye bağlanması konusunda uluslararası  çalışmalar sürerken, Türkiye'yi bu vatan parçasından mahrum etmek ve bir petrol ülkesi haline gelmesini önlemek için bazı kürt aşiretleri kullanılmak suretiyle Şeyh Sait isyanı çıkartılmıştır. Genç Türkiye Cumhuriyeti Şeyh Sait isyanını bastırmak için mücadele ederken, Musul ve petroller üzerindeki haklarından vazgeçmek zorunda kalmıştır. Bu ihanet günümüzde yaşayan 73 milyon insanımızın refahını ve güvenliğini etkilemiştir.

Günümüzde Irak'ın toplam nüfusunun % 16'sı kürt ve % 11 Irak Türklerinden oluşmaktadır. Ancak değişik propaganda yöntemleri ile Irak'ta yoğun bir kürt nüfusunun yaşadığı konusunda dünya kamuoyu üzerinde büyük bir ikna kampanyası yürütülmektedir. Tıpkı Türkiye'de yoğun bir kürt nüfus yaşadığı kampanyası gibi. Bu gün Irak, önemli ölçüde nüfus azlığına rağmen kürt kökenli idareciler tarafından yönetilmektedir. Aynı şekilde TBMM'de ve hükümette de kürtlüğünü ifade eden ve nüfusa göre çok büyük bir temsil imkanı yakalayan insanlarımız mevcuttur.

Aslında ülkemizdeki gerçek tarihçi Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu'nun "araştırmalarımızda şunu gördüm ki; pek çok kürt dediğimiz insanlar Türk asıllı" sözlerinde saklıdır. Bu aslında planın ileri aşamalarında uygulanan "ötekileştirmek" kapsamında yer almaktadır. Sadece Şeyh Sait ve Musul'un kaybını ifade ederken bir not olarak belirtmek istedim.

Dersim İsyanının arkasında da Fransa vardır. İsyan döneminde Hatay ilimiz, Fransa Mandası altındaki Suriye'den Türkiye'ye bağlanmak üzeredir. Avrupa devletlerinin Osmanlı Devlet döneminde uyguladığı yöntemlerden birini Fransa Dersim'de  işbirlikçileri ile sahneye koyar.

Amaç Türkiye Cumhuriyeti'ni zayıf düşürmek ve Hatay'ın anavatana ilhakını önlemektir.

Cumhuriyet Döneminde 1984 yılındaki Eruh ve Şemdinli baskınları ile başlayan isyanın temel amacı da, Türkiye Cumhuriyetinin kalkınmasının engellenmesi ile bölgede ekonomik ve siyasi güç olmasına set çekilmek istenmesidir.

Bilal Şimşir, Kürtçülük II adlı eserinde, PKK isyanının alt yapısının ABD, Almanya, Fransa, İsrail, İngiltere, Hollanda, İsveç ve daha bir çok ülke tarafından nasıl hazırlandığını çok güzel bir şekilde anlatmaktadır.

Şeyh Sait, Dersim ve PKK isyanlarının ileri hedefi "ötekileştirmek", "yabancılaştırmak ve başkalaştırmak" ve nihayet "asimile" etmektir. Böylece Türkiye Cumhuriyeti topraklarında başka bir millet yaratılacak ve ülkenin bir bölümü bunların kontrolüne verilerek bölünecektir. Bu Türkleri böl, parçala ve yut hedefinin uygulamaya sokulmuş küçük bir kısmıdır. Esas plan bu coğrafyadan Türkün varlığına son vererek izini silmektir. Günümüzdeki PKK isyancıları ve siyasi yandaşları bu planın taşeronlarıdır.

Örneğin Amerikalılar "Vahşi Kürdistan'da" adlı bir film hazırlamışlar. Bunu 28 Ekim 1966 yani Cumhuriyet Bayramından bir gün önce Rüsselsheim Opel Fabrikasında çalışan ve adresleri önceden saptanmış olan ve özel davetiye ile çağrılan Türk işçilerine bir gece düzenleyerek izlettirmişlerdir. Bu gece için salonu Rüsselsheim Belediyesi sağlamıştır, Türk işçilerine "siz Türk değil Kürtsünüz, ülkeniz Türkiye değil Kürdistandır, Türkçe konuşmayın Kürtçe konuşun" denmiş ve bu çalışmalar günümüze kadar sürüp gitmiştir.

Yazdıklarımızdan anlaşılacağı üzere Şeyh Sait, Dersim ve PKK isyanları arasında  birbirini silsile yolu ile takip eden kuvvetli bağlar vardır. En azından dış destekçileri aynıdır ve hedefleri benzerdir. Öyle anlatıldığı gibi bir halk ve hak arama hareketi değildir. Birinci önceliği Türkiye Cumhuriyeti Devletini yıkmak ve bu coğrafyada Türk Milletinin varlığına son vermek suretiyle izini silmek amacını taşıyan bu isyanlar ile bu isyanların siyasi ve fikri yandaşlarına, her türlü desteği vermek, onları medya eliyle baştacı etmek, kamuoyu oluşturmak, Türk milletini yanlış yönlendirmek, bunlara tavizler verilmesine yardımcı olmak gibi davranışlar içerisinde olanlar Türk Milletine karşı yapılan ihanetin ortağıdır.

Yazımızın sonunda bu isyanlara hümanist bir hava ve insan hakları boyutunda verilmek istenen görüntüyü Türk Milletine yedirmek isteyenleri buradan bir kez daha uyumadığımız konusunda uyaralım ve sizleri de tarihi olaylar arasında irtibat kurarak başımıza gelenler hakkında düşünmeye davet edelim. Biliniz ki bu isyanları hangi nedenle olursa olsun meşrulaştırmak isteyenler size kurulan tuzağın bir parçasıdır.

23 Nisan 2010

http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=1556


***

Çocuklarınızı Ne İçin Yetiştiriyorsunuz?


Çocuklarınızı Ne İçin Yetiştiriyorsunuz?


Özcan PEHLİVANOĞLU
ozcanpehlivanoglu@yahoo.com 
18 Nisan 2010



Türk milletinin çekirdeğini aile yapımız oluşturur. Her ne kadar günümüz toplumu bireyi  ön  plana çıkarmayı hedef edinmiş olsa da ana, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek aile yapımız,  kendine has bir millet olmamızın en önemli sebeplerinden biridir.

Anne ve babanın, geleneksel kültürden edindikleri  bilgi ve tecrübe ile uyguladıkları aile içi tedrisat, toplumsal yapımızın temelini oluşturur.

Böylece ebeveynler; aile içinde uyguladıkları metod ve verdikleri dini, milli ve kültürel eğitim ile hem çocuklarının hem de mensubu oldukları milletin geleceğini belirlemektedir.

Bu yüzden aile yapımız ile bu yapının mensubu olan çocuklarımızın gelişimi ve eğitimi, Türk milletinin ve devletinin istikbali açısından çok önemlidir.

Eğer ailelerin çocuklarını yetiştirmekte sorunları varsa ve bu sorunlar çocukları etkiliyorsa, dolaylı olarak millet yapımız ve geleceğimizde bundan etkileniyor demektir.

Günümüzde Türk milletinin içinde bulunduğu tabloya bakıldığında, aile yapımızda ve çocuklarımızın yetiştirilmesinde büyük sıkıntılarımızın olduğu anlaşılmaktadır.

Kanaatime göre insanların oluşturduğu topluluklarda  yozlaşma, ahlaksızlık, taassub, gericilik, yolsuzluk, gaflet ve ihanet gibi benzeri tutum ve davranışlar her daim görülmüştür.

Önemli olan bunların genele oranla hangi nispette bulunduğudur.  İçinde bulunduğumuz zaman diliminde şikayet ettiğimiz bu hususların Türk toplumunda ne yazık ki arttığını gözlemlemekteyiz.

Maalesef Türk  toplum yapısında önemli bir zaafiyet ve çözülme yaşanıyor. Bu da ailenin ve özellikle ebeveynlerin toplumu müspet yönde etkileme görevini yerine getiremediğini bizlere gösteriyor.

Haksızlıklar karşısında direnç, bireysel  ve toplumsal yanlışlara karşı eleştiri, kamunun haklarını koruma ve vatandaşlık görevlerini yerine getirme, yönetime katılma, doğruları söyleyerek doğru davranma, güçlü bir karakter sergileme vb. gibi hususlardan özellikle yeni yetişen neslin imtina ettiğini görüyoruz.

Kendi gemisini kurtaran kaptandır, sana dokunmayan yılan bin yaşasın, benim memurum işini bilir, köprüyü geçinceye kadar ayıya  dayı demek lazım, yavaş kuzu iki meme emer  gibi yanlış fikirler doğru imişcesine anne ve babalar tarafından çocuklara aktarılıyor.

Anne ve babaların, bu gibi anlayışları çocuklarına empoze etmelerinin yegane sebebi, çocuklarının dünya hayatında sıkıntı çekmeden maddi bir rahatlık içinde yaşamalarını temin etmektir.

Türk millet yapısının içinde anne ve babalar, çocuklarını her şeyden sakınarak onlar için azami düzeyde fedakarlıkta bulunur. Onları en iyi yerde okutmak, evlendirip başgöz etmek, başını sokacak bir ev almak, arabasını kapının önüne çekmek yetmedi bir yazlık hediye etmek;  imkanı olan anne ve babalar için vazgeçilmez görevlerdir!!!

Anne ve babaların çocukları için bitmez ve tükenmez istekleri  sebebiyle değişik para kazandırıcı sektörler doğmuştur. Bunlara örnek olarak anaokullarını, özel okul ve üniversiteleri, dershaneleri, lisan okullarını, yaz kamplarını, mobilyacıları vs. gösterebiliriz.

Peki bu anne ve babaların çocuklarına iyi bir gelecek temin etmek için bu yaptıkları yeterlimidir? Bana göre bu sorunun cevabı çok kısa ve nettir: asla!!!

Siz çocuklarınıza milli ve dini hayatı öğretmezseniz, onları kültürlerinden ve tarihlerinden habersiz bırakırsanız, milli bir şuur veremezseniz; bütün yaptıklarınızın tek başına onların geleceğini kurtarmaya yetmeyeceği büyük bir ihtimaldir.

İnsanın ferdi olarak bir yaşama gayesi ve mensubu olduğu milletin sonsuzluğa kadar sürecek ortak bir hedefi yoksa,  siz çocuğunuza hangi fedakarlıkla ne yaparsanız yapın hepsi boşa gidecektir.

Vatan elden gitmişse toprağın üstüne diktiğiniz dört duvar evin bir değeri yoktur, düşman askeri çizmesi ile yurdun dört bir yanını ezerken çocuğunuzun tahsilinin bir hükmü olmaz, kendi öz yurdunda parya olanın arabasının ve yazlığının yerinde yeller  eser,  ezan susar bayrak inerse ana ve baba olarak çocuğunuza yaptığınız yatırımların hepsi uçar gider ve dahası mezar taşınızı bile kimse koruyamaz.

Bunların hepsi yakın sayılabilecek bir tarihte Anadolu topraklarında yaşanmış ve Türk devletinin çekildiği vatan topraklarında da halen yaşanmaya  devam etmektedir.

Rusların Ermenilerle işbirliği yaparak Erzurum ve Van' da, Fransızların Antep, Urfa ve Çukurova'da, İtalyanların Antalya'da, Yunanlıların İzmir'den başlayıp Polatlı önlerine gelişlerinde, İngilizlerin piyonlarını kullanarak İstanbul ve Anadolu coğrafyasında neler yaptıklarını unutmayınız. Çok taze bir örnek olan Irak'ın Amerika tarafından işgali ile birlikte yaşananlar Hitler'e rahmet okutacak boyutlara ulaşmıştır. Onun için sakın ola bize bir şey olmaz demek gafletine düşmeyin.

Çocuklarınıza mutlaka yaşamın ana gayesini ve Türk milletinin büyüklüğünü en az onlara yaptığınız dünyevi  katkılar kadar anlatın ve hissettirin. Bu çocuklarınızı gelecekte her türlü tehlikeden koruyacaktır. Sizde öyle olsun istemiyormusunuz?

Türkiye'ye ve Türk milletine karşı yürütülen planlı oyunlara karşı duracak yegane ve en büyük güç; tuzağın farkına varmış olan anne ve babalar ile onların yetiştirdiği  çocuklardır. Bundan dolayı anne ve babalar, çocuklarını ne için yetiştirdiklerinin farkına varmalı ve bu sorunun cevabını doğru bir şekilde vermelidir.

Çocuklarını; Türk milletini ebediyen var etmek amacı uğrunda yaşamak için yetiştiremeyenler başımıza gelecek akıbetin başlıca hazırlayıcısı olacaktır. Bunu keşfedenler; küresel  güçlerin  planı, desteği ve parası ile Türk aile yapısını bozarak çocuklarımızı mankurtlaştırmaya çalışıyor.

Anne ve babalar yol yakın iken yanlışları var ise bundan dönmeli ve Türk milleti elbirliği ile düzlüğe çıkarılmalıdır. Aksi halde dünya nimetlerine boğduğunuz çocuklardan ne size ne de Türk milletine bir hayır gelecektir.

18 Nisan 2010

http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=1547

***


Çatlatmayan Elastikiyet


Çatlatmayan Elastikiyet


Özcan PEHLİVANOĞLU
ozcanpehlivanoglu@yahoo.com 
08 Nisan 2010



Osmanlı İmparatorluğu çok dinli, çok dilli olmasına ve birden fazla etnisiteyi barındırmasına rağmen bir Türk devletiydi.
Fransız İhtilali ile Avrupa da başlayan milliyetçilik akımları farklı milletleri içinde barındıran Osmanlı İmparatorluğu'nu da etkilemiştir.

Osmanlı Devleti'nin tebaası olan bu milletler Osmanlıyı tarihe gömmek üzere plan yapanlar tarafından daima Osmanlı'nın aleyhine kullanılmıştır.

Bunu gören dönemin devlet idarecileri isyan eden grupları ya da eşrafın önde gelenlerini menfaat temin etmek suretiyle ödüllendirmiş ve onları bu yolla etkisizleştirmek istemiştir.

Örneğin yabancılara maşa olarak isyan eden kürt aşiretlerinin önde gelenleri İstanbul'a getirilmiş ve devlet memuriyetinde önemli görevlere atanmış, çocukları da tahsil için devlet tarafından Avrupa'ya yollanmıştır.

Avrupa'ya giden bu çocukların büyük bir bölümü bölücülüğün fikri yapısının temelini atmış ve Türk devletine düşmanlığını her platformda sürdürmeye devam etmiştir. Bunların yaşayan nesilleri de aynı yolda yürümektedir.

Osmanlı İmparatorluğu ve onun devamı olan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bu yana, devlet anlayışımız, kendini bir türlü Türk Milletine mensup görmeyenleri, menfaat birliği yaratarak kazanma politikasını, günümüzde de sürdürmektedir.

Yani devlet kendisini kürt, çerkez, gürcü, arnavut, boşnak gibi farklı sosyolojik gruplara mensup görenlerle gizli ermenicilik yapanları kazanmaya çalışmıştır ve halende kazanmaya çalışmaktadır.

İzlenen bu politika gerçekçi ve doğru bir politikadır. Ancak günümüzde beliren tabloya bakıldığında başarılı olunamadığı ve bu zümrelerce "Ne Mutlu Türküm Diyene" anlayışının benimsenmediği görülmektedir.

Bu politikayı devlet politikası haline getirenlerin geldiğimiz noktayı da önceden öngörmeleri ve tedbir almaları gerekirdi. Yoksa onlarında benim gibi sıradan bir vatandaş olmaktan başka bir farkı kalmaz. Ortada başarısızlığın olduğu bir gerçektir. Aksini iddia etmek Türk Milletini aldatmak olur.

Günümüzde bırakın kendisini Türk olarak kabul etmeyenlerin millet şuuruna bir türlü sahip olamayışlarını, bazı özbeöz Türk olanların kendini farklı hissetmeye başladığı bir süreci yaşıyoruz. Çünkü Türkler yeryüzünde asimilasyona en yatkın milletlerden biridir. Yani kolayca asimile olur. Bunun en büyük sebebi, diğer insan topluluklarına kendine aşırı güvenden dolayı korumasız yaklaşıyor olması ve tarih şuurunun sık sık inkitaya uğramasıdır.

Bu yüzden yaşadığımız zaman diliminde kürtleşen, arnavutlaşan, gürcüleşen hatta ifrada kaçarak ermenileşen Türklere sıkça rastlıyoruz.

Osmanlı İmparatorluğu'nun isyancıları taltif eden anlayışı bugün yine ülkeyi çatlatmama adına sürdürülmektedir. Ama görülen o dur ki bu sorunu çözmeye yetmeyecektir. Bu yöntem geçerliğini yitirmiştir ve Türk düşmanlarını tepemize çıkarmaktan başka bir işe yaramamaktadır.

Çocuk olsun yetişkin olsun devleti taşlayanlara onları kazanmak adına müsamaha göstermek, bölücübaşını İmralı 'da beslemek, ermeniliğini gizleyenleri bürokraside görevlendirmek, bu gibi düşünüp hareket edenlerin eline ülke sermayesini tutuşturmak, siyasetin burçlarına bunları dikmek ve hülasa Türklüğü içine sindiremeyen gayrı Türk unsura devleti teslim etmek kimse kızmasın ama menfaat birliği yaratarak onları kazanmak sonucuna değil tarihte görüldüğü gibi bizi kaybetmek sonucuna götürür.

Bunlar olurken de gerçeklerden uzak tuttuğunuz, cahil bıraktığınız ve fakirleştirdiğiniz Türk Milletine haksızlık etmiş olursunuz.

Yazdıklarımız somut gerçeklerdir. İsterseniz adlandırırız. Onun için yazdıklarımızı sakın olaki bir komplo teorisi olarak değerlendirmeyiniz.

Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşuna büyük katkıları olan Mahmut Esat Bozkurt günümüzde ırkçı ve ayrımcı olarak nitelendirilerek, onu adına verilen ödülün milyonlarca kürtü, lazı, çerkezi, boşnakı, ermeniyi, arnavutu, arabı ve romanı aşağılamak ve hakaret olduğu avukatlarca vurgulanıyor.

Yine Van'ın Özalp ilçesinin BDP'li Belediye Başkanı Murat Durmaz'ın kurtuluş törenlerinde asker geçerken tören alanını terketmesini nasıl yorumluyorsunuz?

İsterseniz buna barları denetleyen Marmaris Belediye Başkanı Ali Acar'ın uğradığı saldırıları ve silaha sarılışını da ekleyelim.

Bu insanların davranışlarının altında, devletin izlediği "çatlatmayan elastikiyet" politikasının izleri vardır. Görünen o dur ki bu politika derhal sona erdirilmeli ve milli devletin bekası için gereken tedbirler alınmalıdır.

Zaafa uğratılmış Türk Milleti ile kendini Türk görmeyenlerin işgaline uğramış ve geçmişin hesabını görmeye çalışan bir anlayışın kontrolündeki Türk devletinin kamuoyuna yansıyan görüntüsü, çoğunluğu tedirgin etmektedir.

Adalete duyulan güven, yapılan tutuklamalar, serbest kalmalar ve yeniden tutuklamalar nedeniyle zayıflamakta, Anayasa değişiklik tasarıları endişe ile izlenmektedir. Aklımıza takılan ise tarihte Türk adı ile kurulan iki devletten biri olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin sonunun gelip gelmediğidir.

Adıyaman'ın Kahta ilçesinin AKP'li Belediye Başkanı Yusuf Turanlı'nın  İsmet İnönü'nün adını taşıyan caddenin adını değiştirmesi ve bir parka da Atatürk ve Cumhuriyete karşı isyanlara katılan "Osman Sebri"nin adını vermesi konumuzu delillendiren güncel bir örnektir.

Belediye Başkanı Yusuf Turanlı BDP'li değil, aksine AKP'lidir. Bu sizi şaşırtmasın...

Kendisini Türk Milletine mensup göremeyen bu insanların nerede oldukları değil daima ne yaptıkları önemlidir.

Bunlar İslamcı, bölücü, sosyal demokrat, komünist, Atatürkçü, liberal, cemaatçi, tarikatçı, sendikacı, edebiyatçı, gazeteci, şarkıcı, tiyatrocu  vs. her türlü kılıf altında aynı amaca yönelik olarak hareket eder.

Devlet bunların hepsini bilir ancak çatlatmayan elastikiyet politikası çerçevesinde üç maymunu oynayarak bazen kör, bazen sağır, bazen de dilsiz olur. Aynen Habur'da olduğu gibi!

Çatlatmayan elastikiyet politikasının sahiplerine buradan bir uyarı yapalım: böyle giderse elde çatlayacak bir şey kalmayacak haberiniz ola!..

08 Nisan 2010

http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=1526

***

Bir Tuzak Daha: Anayasa


Bir Tuzak Daha: Anayasa



Özcan PEHLİVANOĞLU
ozcanpehlivanoglu@yahoo.com 
01 Nisan 2010


Bir Tuzak Daha: 
Anayasa

Son günlerde hepimizin biraz merak ve biraz da şüpheyle izlediği yeni anayasa tartışması var.
Ülkemin bu kadar yeni bir anayasaya ihtiyacı olduğunu bilmiyordum!

Meğer bütün sorunlarımızın başı şimdi 12 Eylülcülerin Anayasası olarak tanımlanan fakat halkın yüzde doksanının onayladığı bu anayasaymış... Bu halkta hiç bir şeyden anlamıyor! Böyle bir anayasaya evet denir mi?

Ancak sevindiğim husus mevcut anayasanın yerine yeni bir anayasa kabul edilince ülkemin yaşadığı tüm sorunların çözülecek olmasıdır.

Yeni anayasa ile işsizlik, yoksulluk, yolsuzluk ortadan kalkacak eğitim, sağlık, ulaşım ve enerji gibi temel problemler çözülecek, terör bitecek ve aklıma gelmeyen nice çıbanbaşı patlayacak cerahat temizlenecektir.

Gelecek nesillere sorunları çözmüş ve anamızın ak sütü gibi bir anayasa bırakacağız. Ne mutlu böyle bir anayasayı yapacak olan bizlere!

Sorunlarımızın temeli Anayasa Mahkemesinin yapısı, Hakim ve Savcılar Yüksek Kurulu, geçici 15. Madde falanmış. Hakikaten haklı adamlar. Bunları kökünden kaldırmalı!

Birde bunlara seçim barajını düşürmek ve terörle mücadele kanununu kaldırmak da eklenmeli. Bunlar ülke üzerinde fena halde bir yük.

Öyle ya daha geçen gün Hakkari'de askeri konvoy taşlandı. Taşlayanlar yürürlükte olan kanunlara göre suçlu. Çağdaş dünyada böyle suç olur mu?  Bu kanunu derhal kaldırmalı. Hatta yetmez askeri  konvoyu taşlayanlara maddi yardımda bulunmalı. Belki taş yetmiyordurda!

Aranızda bu kadarla kalmayalım, devleti taşlayanlara maaş da bağlayalım diyenler çıkabilir. Olsun memlekete düşünce özgürlüğü de lazım. Saygı duyarım...

Bunların hepsi yeni anayasa da yer almalı. Zaten varlar yapacağımız iş bunlara yasal dayanak hazırlamaktan ibaret.

Yeni anayasa kömür ve erzak dağıtımını legalleştirmeli,  ülkeye ihanet etmeyi suç olmaktan çıkarmalıdır. Çünkü bizim ülkemizde olan biten bölücülük yolu ile ihanet değil özgürlük mücadelesidir. Ne yapalım yerseniz!

Türk sözcüğü görüldüğü her yerde yasaklanmalı ve halk onayından geçmesine rağmen faşist bir anayasa olarak nitelenen 1982 Anayasasından 66. Madde ve meşhur 301. Madde bir daha anılmamak üzere yeni anayasa tarafından tarihe gömülmelidir.

Türkiye Cumhuriyetini milli ve üniter bir devlet yapısından uzaklaştırması beklenen yeni anayasa demokratik hak kılıfı altında bazı gruplara grev hakkı gibi yasal rüşvetler dağıtılarak yürürlüğe girmelidir. Bu rüşvetin yasallaşmasının önünü açacak bir hukuki gelişme olacaktır.

Türkiye'de yaşadığı bizzat başbakanın dilinden ifade edilen 36 etnik parçanın varlığı yeni anayasa da belirtilmeli, bayrakları anayasal güvence altına alınmalı ve mutlaka özerklikleri tanınmalıdır . Bu bizzat başbakan tarafından deklare edilen gerçeğin ilanından ibaret olacaktır.

Ermenilerin Akdamar'da yılda bir kez dini ayin yapmaları onları kesmez. Bu bir insan hakları ihlalidir. Ermenilere Akdamar'da yılın her günü ibadet izni verilmelidir.

Ayrıca ülkemizdeki bütün kiliseler bizim cemaat ve tarikatlarımız tarafından kampanyalar yapılmak sureti ile dinler arası diyalog felsefesi  içinde onarılıp hizmete açılmalı. Yeni anayasada bu hususlar yasal bir çerçeveye oturtulmalıdır.

Bunları ve daha nice hamleyi yeni  anayasada görmek beklentisi içindeyiz!

Tabii ki yazdıklarımızın hepsi gerçekleri hiciv eden birer latife...

Anayasa hazırlayıcıları yani AKP'nin kurmayları maalesef her seçim öncesinde olduğu gibi yine ülkeyi kutuplaştırarak seçime gitmeyi planlıyor.

AKP iktidarının kutuplaşmalardan beslendiği ve politikalarını bu zemin üzerine oturttuğu gün gibi aşikardır.

Baş örtüsü ve müslüman cumhurbaşkanı argümanlarından sonra seçim için yeni bir argüman arayışında olan AKP şimdi de yeni anayasa  silahına sarılmıştır.

İktidar ve yandaşı olan medya ülkenin sorunlarının tek çözümünün yeni bir anayasa olduğunu vurgulayarak muhalefeti halkın gözünden düşürmeye ve köşeye sıkıştırmaya çalışmaktadır.

Bu iktidar döneminde milletin birliği ve bütünlüğü erozyona uğramıştır . Ekonomik sorunlar ağırlaşmış işsizlik ve yoksulluk inanılmaz boyutlarda artmıştır. Dış ve iç borç ise tarihi rekorlar kırmaktadır.

İktidar bunlarla uğraşmak yerine yine yeni bir oyunla sorunları daha da ağırlaştıracak ve içinden çıkılmaz bir hale getirecek olan suni bir anayasa tartışmasını kamuoyunun önüne getirmiştir.

Halbuki yapılacak olan bir uzlaşı ile ihtiyaçları karşılamaktan ibarettir. Ama maksat üzüm yemek değil bağcı dövmektir.

Türk Milleti kendisine reva görülen bu muameleye layık değildir. İnşallah gerçekleri görerek kendisine kurulan ve adına anayasa denilen bu tuzağı da silip atacaktır.

01 Nisan 2010

http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=1512

***

Elektrikte Özelleştirme Açılımı


Elektrikte Özelleştirme Açılımı

Özcan PEHLİVANOĞLU
ozcanpehlivanoglu@yahoo.com 
25 Mart 2010


Türkiye'nin gündemi AKP'yi destekleyenlerce devamlı olarak saptırılıyor.
Ergenekon, balyoz, kürt açılımı, roman açılımı ve sanatçılarla buluşma, one minute tiyatrosu ve şimdi de 100 bin Ermeni'yi geri yollarım açıklaması.

Bunlar vatandaşın karnını doyurmuyor.

İşsizlik tarihi rekorlar kırıyor, esnaf kepenk indiriyor, fabrikalar kapanıyor bunları konuşan yok.

En önemlisi AKP iktidarı döneminde zenginlik el değiştirmiş durumda.

Ya yeni zenginler türedi ya da yabancı sermaye özelleştirmeler eliyle ülkeye el koydu.

AKP gidince biz bize kalacağız. Zengininin malı züğürtleşmiş Türk milletinin çenesini yoracak.

Artık ülkeyi yeniden döndürecek kamu işletmeleri de elimizde yok.

Kim ne anlatırsa anlatsın yabancıların kölesi haline geldik.

Bankaları sattığımızdan daha fazla bir para geçtiğimiz yıl bankaları satın alan yabancılar tarafından kar transferi olarak yurtdışına çıkarıldı.

Anlayacağımız o ki; ABD, AB ve küresel güçlerin teslim aldığı bir ülke haline getirildik.

Şimdi yargıya ve TSK'ya müdahale etmeye çalışılıyor. Onlar da nereye kadar dayanacak  merak konusu.

Yazılı ve görsel medyada işgal çoktan tamamlanmıştı. Bu medya Türk toplumunu istediği şekilde yönlendirerek efendilerine hizmet sunuyor.

İşsizlik ve ekonomi başta olmak üzere  sorunlar örtülüp gözden kaçırılırken, Türk Milletine ait değerler özelleştirme adı altında peşkeş çekilirken, sessiz işgalin medyası haline gelen gazete ve televizyonlar sus pus durumda.

Şimdi yeni bir özelleştirme peşkeşi daha sahneye konacak. Sekiz milyon aboneyi kapsayan elektrik dağıtımının özelleştirmesi  yapılmaya hazırlanıyor.

Epey karlı bir iş. Eminim onu da bir yıllık karı karşılığında satacaklar. Kime mi? elbette kendilerini iktidarda tutma sözünü verenlere.

Bütün açılımları bir kenara koyun. Zenginliğinizin gittiğini bir tarafa yazın. Bu gerçeği gelecekte daha net anlayacaksınız.

Evine ekmek götüremeyen, çocuğuna harçlık veremeyen, üniversiteyi bitirmesine rağmen iş bulamayıp babasından harçlık alan, ilaç parası bulamayan insanların gözü açılımı maçılımı göremez. Zaten görmüyorlar da...

Yapılan bütün kamu araştırmalarında birinci sorun işsizlik çıkıyor. Ülkeyi eline geçiren yabancı sermaye işsizimize iş bulmaz. Toplum menfaati için insanımızı istihdam etmez. Kamu yararını asla gözetmez. Bilelim bunları.

Bu AKP iktidarı halen elde avuçta kalan ve para getiren zenginliklerimizi üç beş kuruşa özelleştirme adı altında satmaya çalışıyor.

Küresel güçler ve onların yerli işbirlikçileri tarafından ele geçirilen medyada bunlardan hiç bahsetmiyor.

Başbakan Erdoğan, Yılmaz Güney'le magazin şov yapacağına bize ülkenin ekonomik göstergelerini açıklasın.

Elektrik Dağıtım özelleştirmesinin nasıl yapılacağını öğrenelim. Bu iş kaç para kar getiriyor kaça satılacak bilelim. Esas bizim bu açılıma ihtiyacımız var.

Böyle giderse adalet ve kalkınma anlayışı, sadaka kültürünün gelişimi ile azık ve kömür anlayışına dönüşerek memlekette kazık kakacak.

Nihayet ülkenin zenginliklerini ele geçirenler ve onların işbirlikçileri; ele geçirdikleri zenginliklerin ufak bir bölümünü zekat adı altında bize karnımızı doyurmak için lütfedecekler.

Ey halkım; gördüğünüz her AKP'liye elektrik dağıtım özelleştirilmesinin kime peşkeş çekileceğini ve ekonominin gittiği yeri ve de muhakkak işsizlerin hesabını soralım, bakalım size karnınızı doyuracak hangi açılımdan bahsedecekler.

Bence her yol Washington'a çıkar diyecekler. Ne yapalım bunlar Amerikancı İslamcı...


25 Mart 2010

http://www.kocaeliaydinlarocagi.org.tr/Yazi.aspx?ID=1499

***