İngiltere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İngiltere etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Temmuz 2017 Cuma

PKK Türkiye için Dış Tehdittir

PKK Türkiye için Dış Tehdittir


Adnan Tanrıverdi Tarafından yazıldı. 
Aktif 
08 Eylül 2015. 
Yayınlanma Makaleler




1.     PKK DIŞ TEHDİTTİR

Bir kısım silahlı unsurlar, başka bir ülkede teşkilâtlandırılıyor, eğitiliyor, donatılıyor, silahlandırılıyor, sınırlarımızdan içeri gayri meşru yollardan sokuluyor, 

devletin meşru düzenine karşı silahlı eylemlere girişiyor ve bütün bu faaliyetler yabancı ülkenin topraklarında üslenmiş kadrolar tarafından yönetiliyorsa, bu 
açıkça kökü dışarıda bir asimetrik savaş uygulamasıdır.
Türkiye, Güneydoğu sınırlarımızın dışında üslenmiş, uluslar arası güçlerin desteklediği bir terör örgütü ile sınırlarımızın içinde ve dışında asimetrik 
(Gayri Nizamî) bir savaşın tarafıdır. 

Terör örgütünün Lider kadrosunun yerleştiği ana üssün, eğitim merkezlerinin ve diğer tesislerinin bulunduğu Irak’ın, düzenli ordularının, Türkiye topraklarına 
taarruz etmesi ile PKK’nın (Kürdistan İşçi Partisi) Türkiye’ye karşı asimetrik savaş uygulaması arasında tehdit değerlendirmesi bakımından bir fark görülebilir mi?
Türkiye Irak’ın düzenli ordularının taarruzuna hedef olduğu zaman ne yapması gerekiyorsa, Kandil’de ve Kuzey Irak’taki üslerden hareket eden PKK terörüne 
karşı da aynı mücadeleyi vermesi gerekir.

2.     SINIR ÖTESİ TEHDİTLERE KARŞI ULUSLAR ARASI HUKUK

Birleşmiş Milletler (BM) Anlaşmasının ikinci maddesine göre devletler, aralarındaki ihtilafları barışçı yollarla halletmeyi taahhüt etmektedirler. [[i]]
Ancak, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin egemenliğine, toprak bütünlüğüne, iç barışına, kamu güvenliğine yapılan silahlı saldırıların önlenmesinin başka bir 
yolunun bulunmaması nedeni ile PKK’nın IRAK Coğrafyasında üslendiği alanları taşmayacak şekilde ve uyguladıkları asimetrik savaş kurallarına uygun olarak, 
Türkiye’nin Irak’taki PKK varlığına karşı kara, hava ve gayri nizami kuvvetlerini kullanarak, meşru müdafaa hakkı bulunmaktadır. Bu hakkı BM Andlaşmasının 
51. Maddesi üyelerine vermektedir.

Uluslar arası hukuk terör örgütlerini bir savaşın tarafı olarak muhatap almamaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin, Irak’ı yok sayıp, sınır ötesinde PKK yönetimini savaşın tarafı sayması ve askeri güç kullanması halinde, hem Irak’ı hem de Uluslararası toplumu haklılığına inandırması gerekmektedir.

3.     TÜRKİYE’NİN GÜNEY SINIRLARI İLE İLGİLİ HUKUKİ MEVZUAT[[ii]

Irak’ta Sınır ötesi harekâtın uygulanması hususunda Türkiye ile anlaşma yapabilecek bir otoritenin olduğunu söylemek güçtür.

Irak’ta otorite, Bağdat Hükümeti, Bölgesel Kürt Yönetimi ve PKK tarafından ve bunların da üzerinde, İngiltere ve Almanya’yı yedeğine alan ABD tarafından
 temsil ediliyor denilebilir.

Sonuçta, Bölgesel Kürt Yönetimi sınırları içinde kalan PKK üslerine yapılacak sınır ötesi kara harekâtına esas muhalefetin PKK ile ABD, Almanya ve İngiltere’den 
geleceği değerlendirilmelidir. 

4.     BÖLÜCÜ TERÖR VE ÇÖZÜM SÜRECİ:

Türkiye, Osmanlı Devletine katılırken aşiretlere tanınan, mahalli yönetim yetkilerinin kısıtlanmaya ve Merkezi Yönetime kaydırılmaya başlandığı Tanzimat 
hareketi ile birlikte başlayan, Cumhuriyetin ilanı ve hilafetin kaldırılması ile artan, Kürt Aşiretlerinin ayaklanmalarına sahne olmuş ve 14 Ağustos 1984 
tarihinden itibaren de silahlı bölücü terör örgütünün uyguladığıasimetrik savaşa taraf olmuştur.

Dolayısıyla meselenin iki boyutu bulunmaktadır.

Birincisi, Devletin de yanlış uygulamaları ile temel hak ve özgürlükleri kısıtlanan ve bunun tabii sonucu olarak da Devlete karşı aidiyet duyguları azalan, aynı zamanda dış güçlerin desteği ile oluşturulan terör örgütü tarafından uygulanan bölücü propagandanın hedefi haline genel bölge halkının kavmiyetçi 
duygularının gelişmesi ile ortaya çıkan Kürt Meselesidir.

İkincisi de; Dış güçlerin kontrolünde ve kökü dışarıda, sorunları istismar ederek bölge halkı üzerinde de otorite tesis etmeye çalışan silahlı bölücü terör örgütüdür.

Birincisi, yani Kürt Meselesi, “ Barış ve Kardeşlik Süreci ” olarak başlayan ve “Çözüm Süreci” olarak sürdürülen uygulama devam ettirilerek, devletin siyasi, 
sosyo-kültürel, ekonomik, adli güç ve imkânları kullanılarak çözülmelidir.
İkincisi, yani Silahlı Bölücü Terör ise, Örgütün Kürt toplumu ile irtibatı kesilerek içeride iç hukuk kurallarına uygun bir şekilde güvenlik kuvvetleri ile dışarıda 
ise asimetrik savaş konseptine uygun ve savaş hukuku kurallarına göre Silahlı Kuvvetler kullanılarak çözülmelidir.

5.   DIŞ MERKEZLİ BÖLÜCÜ TERÖRE KARŞI ALINMASI GEREKEN TEDBİRLER

Bölücü terörle mücadele, ülke içinde ve sınır ötesinde (kullanılacak güç, kullanma konsepti ve yöntemi, müdahil taraflar ve dayandığı hukuk, siyasi etkenler 
bakımından)  farklı tedbirlerin alınmasını gerektirir.

İçeride ve dışarıda asimetrik savaşın güç ve kuralları uygulanmalıdır.
Asimetrik Savaşta Psikolojik Harekât, düzenli orduların mücadelesinden çok daha fazla öneme sahiptir. Bu imkânı etkili kullanan taraf mücadelenin sonucunu kendi lehine çevirebilir.

Gerek psikolojik, gerekse asimetrik harekât doğru anlık istihbarata ihtiyaç gösterir. Örgütün lider kadrosu, dış ilişkileri, iç bağlantıları, toplantıları, üsleri, eğitim merkezleri, silah ve mühimmat depoları, destekçi ve müzahirleri, intikalleri, ikmal noktaları ve faaliyetleri hakkında çok ayrıntılı ve taze haberler elde edecek şekilde haber toplama ağı oluşturulmalıdır. Harekâtta kullanılacak istihbarat milli kaynaklardan temin edilmelidir.

Asimetrik unsurlarla mücadele, özel yetişmiş iç ve dış emniyet güçleri ile başarıya ulaşabilir. Asker, jandarma ve polis özel kuvvetlerimizin miktarı, yurt içinde ve yurt dışında uygulanacak harekâtı başarıya götürecek şekilde, arttırılmalıdır.
Mücadelede planlamalar merkezi, operasyon ve uygulamalar ademî Merkezi olmalıdır.
Kullanılacak kuvvetler, tahsis edilecek hava ve kara vasıtaları, haber toplama ve istihbarat unsurları bölgede oluşturulacak bir merkezin kontrolüne verilmelidir. 
Planlama, sevk-idare, takip ve kontrol bu merkezden yapılmalıdır.

a.     SINIRLARIMIZ İÇİNDE ALINMASI GEREKEN TEDBİRLER

Önce gerekli yasal düzenlemeler yapılarak Kürt Meselesi tarihin sayfalarına gömülmelidir.
Kürt vatandaşlarımızın Devlete karşı aidiyet duygularını arttıracak, etnik ve kültürel değerlerinin tanınıp yaşanmasını sağlayacak ve yönetime katılma yetkilerini arttıracak yasal düzenlemeler öncelikle TBMM’den geçirilmelidir.
Devletçe ilk adım atılarak terör örgütünün, mevcut hassasiyeti istismar ederek halkın desteğini alma imkanının önüne geçilmelidir.
Silahlı Bölücü Terör unsurları ile mücadele, iç hukuk kuralları uygulanarak, bu kurallara göre de yetiştirilmiş özel harekât elemanları ile yapılmalıdır.

1)       Kürt Sorunun Çözülmesi için:

Ana dilde eğitim, anayasal vatandaşlık ve mahalli idarelerin güçlendirilmesi ile ilgili anayasa değişiklikleri milli bir politika olarak deklare edilmeli ve yeni 
meclisin ilk gündem konularından biri haline getirilmelidir.

Siyasi partilerin, Milletin refahı, Devletin güvenlik ve bekâsı için tespit edilmiş milli dış politikaya uygun olarak, bölge insanının istek ve ihtiyaçları da dikkate 
alınarak Kürt Meselesinin çözülmesi ve bölücü terörle sınırlarımızın içinde ve ötesinde mücadelede uygulayacağı somut program ve politikaları bulunmalıdır.
Bakanlar kurulu asgari ayda bir defa güvenlik sorunu yaşanan bölge il ve ilçelerinde toplanmalıdır.

Psikolojik Harekât, asimetrik savaşta güç kullanmaktan daha fazla etkilidir.

Propagandanın dayanağını müşterek tarih, müşterek vatan ve mensup olduğumuz İslâm dini oluşturmalıdır.

Bölgeye ve Türkiye geneline Kürtçe yayın yapan radyo ve televizyonlar Devlet tarafından çoğaltılmalı, Bölgenin kanaat önderleri, dini liderleri, sivil toplum 
kuruluşlarının yöneticileri bu yayın kurulunun doğru haber ve yorumlarında görevlendirilmelidir.
Bölgedeki camilerde, Şafii Mezhebine mensup ve mahalli lisanı bilen din adamları görevlendirilmelidir. Diyanet işleri Başkanlığı bu hassasiyete cevap verecek 
tarzda organize olmalıdır. Geçiş sürecinde bölgedeki medreselerde yetişmiş din adamları istihdam edilmelidir.
Merkezi idarenin temsilcileri ve bölgedeki güvenlik kuvvetlerinin yöneticileri mahalli lisana vakıf olmalıdırlar.
En küçük operasyonlar dâhil yapılacak her askeri harekâtın planına ek, operasyona katılan her bir güvenlik görevlisinin karşılaşacakları suçlu veya masun bölge insanı ile kuracağı ilişki ve vereceği mesajlar dâhil, karşılaşılabilecek en küçük ayrıntılarda uygulanacak hareket tarzları psikolojik harekât planlarında yer almalıdır.
Yargıya başvuran vatandaşların davalarının birkaç celsede karara bağlanmasını sağlayacak şekilde yerel mahkemelerin hâkim, savcı ve adli kolluk kuvvetleri, 
sayı ve teknik imkân bakımından, takviye edilmelidir.

Bölgede ve hassas illerde eğitim seferberliği yapılmalı, bölge lisanına vakıf, tecrübeli öğretmen ve idarecilerin özendirici imkânlarla bölgedeki eğitim 
kurumlarında istihdamı sağlanmalı, eğitim çağındaki çocuk ve gençlerin okula devam oranının %100’e çıkması sağlanmalıdır.

2)       Sınır İçinde Silahlı Terörle Mücadele

Güvenlik kuvvetlerinin mümkün olan en üst kademeleri bölgede oluşturulacak harekât merkezlerine intikal ettirilmelidir.

Kamu güvenliğinin sağlanması için bölgedeki kolluk kuvvetleri personel ve teknik malzeme ile takviye edilmelidir.

Polis ve jandarma özel kuvvetleri ile asimetrik savaş kurallarına uygun olarak yürütülmelidir.

Ülke içinden dışarıya ve dışarıdan içeriye izinsiz ve kontrol dışı geçişler engellenmelidir. Hudut birlikleri, sınırlarımıza yakın PKK üsleri ile sınırlarımız arasının kontrolünü, sızma ve yaklaşma yollarını mayınlayarak ve ateşle koruyarak, sağlamalıdır.

Kamu düzeni yasası tavizsiz uygulanmalıdır.

Terörle mücadelede“önce emniyet sonra asayiş prensibi”uygulanmalıdır. İnisiyatif güvenlik güçlerinde olmalıdır.

b.     SINIR ÖTESİNDE ALINMASI GEREKEN TEDBİRLER

Kullanılacak Güç:

Asimetrik kuvvetlerle mücadele, özel yetişmiş kuvvet ve özel harekâta ihtiyaç gösterir.

Türk Silahlı Kuvvetleri özel harekât elemanlarının nitelikleri:

Türk Özel Kuvvetlerinin Subay ve astsubaylardan oluşan özel timleri, dünyanın ileri ülkelerindeki emsalleri ile her bakımdan boy ölçüşebilecek yeteneklere 
sahiptir.

Harp okulları ve astsubay sınıf okulları ile birlikte 8-10 yıl süren yoğun bir eğitimden sonra özel harekât personeli vasfını kazanabilmektedirler.
Her hava, arazi ve iklim şartlarında harekât yapabilirler.

Arazide uzun süre hayatlarını idame ettirebilirler.

Her türlü kara, hava ve deniz aracını ehliyetle kullanabilirler.

Uzun mesafeleri teçhizatları ile birlikte yaya olarak kat ettikten sonra görev icra edebililer.

Yüksek kondisyona sahip, fiziki gücü üstün, yakın boğuşma tekniklerine vakıf, her türlü silahı etkili bir şekilde kullanabilen, keskin nişancı vasıflarını taşıyan 
kişilerdir.

Ferdî olarak ve tim halinde kullanıldıklarında, sevk edildikleri görev ile ilgili olarak ani çıkan durumlarda, süratli durum muhakemesi yapıp sağlıklı kararlar 
verip uygulayabilirler.

Asimetrik kuvvetlerin ( Gerillâ, Yer altı, Yardımcı ) teknik ve taktiklerini bilerek pusu ve pusuya karşı, baskın ve baskına karşı, tahrip ve tahripten kurtulma, 
sabotaj ve sabotaja karşı savunma harekâtlarını ustalıkla yürütebilirler.
Hedeflerine karadan, havadan ( helikopter ve/veya paraşütle taşınarak veya atılarak), denizden ve su altından sızdırılabilirler.

Tim halinde kullanıldıklarında, iyi birer muharip olmanın yanında, ilk yardım ve tıbbi müdahale yapabilecek sağlık personeline, üst makamlarla kriptolu 
telsiz haberleşmesi yapabilecek muhabere personeline, tahrip maddelerini yapıp etkisiz hale getirebilecek istihkâm personeline, her türlü silah, araç ve 
gerecin bakım ve onarımını yapabilecek ordudonatım personeline ve savaş uçaklarını hedeflere yönlendirebilecek hava irtibat personeline sahip savaş 
makinesi gibidirler.

Özel Harekât Personeli İhtiyacı

Öncelikle, dış tehditlere karşı sınırlarımızdan başlayan savunma konsepti değiştirerek tehdidi kaynağında tespit ve sınırlarımızın ötesinde etkisiz hale getirme konsepti benimsenip, stratejik savunma planlarımız bu anlayışa göre revize edilmeli ve askeri gücümüz stratejik hedeflerimizi elde edebilecek şekilde 
geliştirilmelidir.

Türkiye, etki alanı (güney ve doğu sınırları öncelikli olmak üzere sınır komşuları) ve ilgi alanını (Denizleri vasıtasıyla engelsiz ulaşabildiği ülkeler öncelikli 
olmak üzere tüm İslâm ülkeleri) dikkate alarak, subay ve astsubaylardan oluşan özel tim sayısı planlı bir şekilde 1000’e çıkarmalıdır. Özel harekât tim sayısı, 
harekât ihtiyacına göre tespit edilip üçle çarpılmalıdır.Kuvvetin 1/3 görev ifa ederken ikinci 1/3’ü eğitimle meşgul olup göreve hazırlanmalı, üçüncü 1/3 ise 
izinde ve istirahatlı olmalıdır.

Özel Harekât personelinin Arapça ve Kürtçe lisanını öğrenmesi sağlanmalıdır.

Bölücü Terör Örgütünün Sınır Ötesi YapılanmasıBölücü terör örgütünün, Şırnak’ın Uludere İlçesi ile Hakkâri’nin Şemdinli İlçesi arasında kalan Türkiye-Irak 
Sınırının 10-20 Km. güneyi hattında, kırk bin Km2 toprağa sahip “Kuzey Irak Bölgesel Kürt Yönetimi” hudutları içinde, batıdan doğuyaHaftanin, Metine, Zap, 
Gare, Basyan, Avaşin, Hınere, Hakurk bölgelerinde ve Şemdinli bölgesindeki Türk-Irak sınırının 90 Km. güneyinde Kandil Dağı Bölgesinde ana üsleri ve bu üsler civarında bulunan örgüte müzahir 30 kadar yerleşim birimlerinde eğitim merkezleri, ikmal depoları, karargahları ve yönetim birimleri bulunmaktadır.[[iii]] 

Irak’ta ABD’li özel güvenlik şirketlerine bağlı 10 000’ne yakın özel güvenlik elemanı bulunduğu, DAEŞ ’in ortaya çıkmasından sonra 400 ABD profesyonel 
askerinin Merkezi Irak Hükümetine danışmanlık yaptığı, Erbil ’de yeni bir ABD üssü tesis edildiği, Çok sayıda ABD, İngiliz, Alman ve İsrail özel kuvvetlerinin 
Kuzey Irak’taki PKK Üslerinde eğitici ve danışman olarak bulunduğu ve ABD’nin iradesinin dışına çıkan PKK yönetiminin yola getirilmesi için Erbil ve Kobani’ye,  
DAEŞ’ın ABD tarafından taarruz ettirildiği göz önünde bulundurulmalıdır.
Suriye’de yapılanan PYD (Demokratik Birlik Partisi) de PKK’nın Suriye kolu olarak düşünülerek, Suriye’deki Afrin, Kobani ve Haseke-Kamışlı kantonlarındaki 
yapılanmalar da PKK ile mücadele kapsamı içine alınmalıdır..

Kuzey Irak’taki Bölücü Terör Örgütüne Karşı Harekât
Uluslar arası antlaşmalardan doğan “ Meşru Müdafaa ” hakkı kullanılarak, Terör Örgütünün üslerine, özel kuvvetler ile asimetrik savaş prensiplerine uygun, örtülü taarruzi harekât uygulanmalıdır.

Harekâtın hedefi; Kuzey Irak’taki Türkiye’yi tehdit eden PKK varlığını, bütün destek ve kullandığı imkânlarla birlikte, yok etmek olmalıdır.

Harekât Üssü ve Komuta Kontrol Merkezi:

Kara ve hava ateş destek vasıtaları, silahlı helikopter, hedef tespit ve istihbarat unsurları ile takviye edilmiş ve kontrolüne savaş ve nakliye uçakları tahsis 
edilmiş olarak,  “Özel Kuvvetler Komutanlığı” Güney sınırımıza sıfır ve emniyetli bölgelerde tesis edilecek üs bölgelerine intikal ettirilmelidir. Komuta yeri ve 
harekât merkezi üs bölgesinde tesis edilmelidir.

Sınır ötesinde, Irak Merkezi Hükümeti, Bölgesel Kürt Yönetimi ve Irak Türkmenleri tarafından sağlanacak imkânlardan yararlanarak, özellikle Kandil çevresinde, havadan ikmal ve destek alabilecek ve hedeflere ulaşmayı kolaylaştıracak bölgelerde,tesis edilebilecek geçici üslerden de azami ölçüde yararlanılmalıdır.

Sınır ötesi operasyonların hedefleri, öncelik sırasına göre; Örgüt liderleri, Örgüt karargâhları, silah depoları, mühimmat depoları, iletişim sistemleri, ikmal 
noktaları, ulaşım vasıtaları, ikmal yolları, eğitim kadroları, eğitim merkezleri, silahlı örgüt üyeleri ve terör örgütüne destek veren örgüt elemanları olarak 
tespit edilmeli ve öncelik sırasına göre tasnif edilerek, her biri için gerekli kuvvet ihtiyacı çıkarılmalıdır. Etkisiz hale getirilecek hedeflere taarruzun yanı sıra 
keşif ve istihbarat temini ile hava bombardımanlarının idaresi ve etkilerinin tespit görevleri için de özel timler tahsis edilmelidir.

Planlama merkezden; müstakil hareket imkânına sahip en küçük birim olan “Özel Harekât Timi” seviyesinde, hedefleri, hedefe sevk tarih ve saati, sızma 
güzergâhı, sızma vasıtası, donanımı, kara ve hava ateş destek vasıtası tahsisi, hedefe taarruz zamanı, hedefte istenen etkiler, görev sonunda geri çekilme 
zamanı, üst-ast ve komşu birliklerle iletişim bilgileri ve koordinasyon esasları belirtilerek, her safhada bütün timler farklı uzaklıktaki aynı cins hedeflere aynı 
anda taarruz edecek şekilde yapılmalıdır.
                                                                                                                    
Uygulama

Gizliliğe riayet bütün faaliyetlerin önüne geçmelidir.
Sevk ve idare ademî merkezi olmalıdır. Yani her hedefe tahsis edilen özel harekât timleri veya unsurları, merkezden yapılan planlamaya uygun olarak, kendi komutanları tarafından sevk ve idare edilmelidir.

İlk kademede kullanılabilecek özel harekât timlerinin tamamı, tespit edilen öncelik sıralarına uygun olarak hedeflere yeterli sayıda tahsis edilmeli, hedef lerin uzaklığına göre karadan, helikopterle taşınarak ve/veya helikopterden ve paraşütle hedef bölgelerine atılarak sızdırılmalı ve taarruzları eş zamanlı olarak icra ettirilmelidir. Görevlerini tamamladıktan sonra ana üslerine dönmeleri sağlanmalıdır. Her kademenin sınır ötesinde bulunma süresi tahsis edilen görevin yapılması ile sınırlı tutulmalıdır. Hedefine tevcih edilen güdümlü füze gibi her tim görevine odaklanmalı ve görev bitince ana üssüne dönüş yapmalıdır.
Tespit edilen bütün hedefler tamamen etkisiz hale getirilinceye kadar, mümkün olan sıklıkta ve gayri muayyen zaman aralıklarıyla azami sayıda özel timden 
oluşan kademelerin örtülü taarruz harekâtı devam ettirilmelidir.

6.     SONUÇ

Kuzey Irak’a Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından 1984, 1992, 1995, 1997,  2008, 2011 tarihlerinde, Kara Kuvvetlerinin düzenli birlikleri ile hedefi ve süresi sınırlı 
kara harekâtı icra edilmiş ve kesin sonuca ulaşılamamıştır.

Sınırlı harekâtlarda bölgeye hâkim devletlerin ciddi bir itirazı da olmamıştır.
Kürt meselesini kabullenmeden, köklü çözümü için girişimde bulunmadan, dış merkezleri kurutacak tedbirleri almadan, silahlı bölücü terörle sadece içerde 
yapılan mücadele ile kesin sonuca ulaşmak mümkün değildir.

Köklü Çözüm İçin

Hazırlanacak uzun vadeli stratejik plan çerçevesinde;
Öncelikle:

Kürt vatandaşlarımızın Devlete karşı aidiyet duygularını arttıracak, etnik ve kültürel değerlerinin tanınıp yaşanmasını sağlayacak ve yönetime katılma 
yetkilerini arttıracak yasal düzenlemeler öncelikle TBMM’den geçirilmelidir.

Aynı Zamanda, Sınır ötesinde:

Kuzey Irak’taki Türkiye’yi tehdit eden PKK varlığını, bütün destek ve kullandığı imkânlarla birlikte tasfiye edinceye kadar,Uluslar arası antlaşmalardan doğan 
“Meşru Müdafaa” hakkı kullanılarak, Terör Örgütünün üslerine, özel kuvvetler ile asimetrik savaş prensiplerine uygun, örtülü taarruzi harekât uygulanmalıdır.

Sınır İçinde:

Silahlı Bölücü Terör unsurları ile mücadele, iç hukuk kuralları uygulanarak, bu kurallara göre de yetiştirilmiş özel harekât elemanları ile yapılmalıdır. 
08 Eylül 2015

Adnan Tanrıverdi
Em. Tuğgeneral
ASSAM Ynt. Krl. ve
ASDER Onursal Bşk.

[[i]] http://www.ombudsman.gov.tr/contents/files/35501-Birlesmis-Milletler-Antlasmasi.pdf

 [[ii] ] NOT:

Türkiye-Irak sınırı 5 Haziran 1926 tarihli Ankara antlaşması ile belirlenmiştir.[1]
Lozan Barış Antlaşmasının imzalanmasından sonra İngiltere ile üç yıla yakın bir süre yapılan görüşmeler ve Milletler Cemiyeti Adalet Divanı Kararı neticesinde 
Türkiye-İngiltere ve Irak arasında imzalanan ve üç fasıldan oluşan Ankara Antlaşmasının “Türkiye ile Irak Arasındaki İyi Komşuluk Münasebetleri” ni düzenleyen“İkinci fasıl”ın 9, 10 ve 11. Maddeleri, cürüm işleyen silahlı çeteleri, sınırın iki tarafında 75 kilometrelik bir alan içinde tarafların takip ve tedip etme, suçluları bir birlerine teslim etmeyi garanti etme imkânı vermekte idi. Antlaşma gereği ikinci fasıl imza tarihinden itibaren 10 yıl, yani 1936 yılına kadar yürürlükte kalmıştır.

İkinci Dünya Harbinin arkasından, Türkiye ile Irak arasında 29 Mart 1946 tarihinde  “Dostluk ve İyi Komşuluk Antlaşması” imzalanmıştır.[2] İki devlet arasındaki sınırları düzenleyen Antlaşmaya ek 6 Numaralı Protokolün 25. Maddesi, 1926 tarihinde imzalanan Ankara Antlaşmasının ikinci faslını tekrar yürürlüğe sokmuştur. 

Bu antlaşmayla da sınırların iki tarafındaki 75’er kilometrelik bölümlerde iki devlete birbirine haber vererek takip ve tedip hakkı verilmiştir.

Türkiye ile Irak arasında 15 Ekim 1984 tarihinde bir “Güvenlik Protokolü” daha imzalanmıştır. Bu protokole göre Türk askeri birliklerinin Irak makamlarından izin almaksızın Irak sınırından 5 kilometre içeri girme imkânı sağlamıştır. Bu protokol 1988 yılına kadar her yıl taraflarca uzatılarak devam etmiştir.

Irak’ın 02 Ağustos 1990 tarihinde haksız yere Kuveyt’i işgali üzerine ABD, İngiltere ve Fransa’nın oluşturduğu koalisyon güçleri 17 Ocak / 28 Şubat 1991 tarihleri arasındaki Irak’ı Kuveyt’ten çıkarmış, bu savaş sırasında Irak’ın güneyinde Şiiler, Kuzeyinde de Kürtler ayaklanmış, Irak yönetimi bu ayaklanma ları kanlı bir şekilde bastırınca Kuzeydeki Kürtler’in Türk hudutlarına yönelmesi ve 500 000 kişinin Türkiye’ye iltica etmesi sonucunda, Türkiye’nin talebi ile BM Güvenlik Konseyi harekete geçmiş ve aldığı 05 Nisan 1991 Tarih ve 688 sayılı kararla, “Güvenli Bölge” ilan edilmiştir. Bu kararla, Irak’ın askeri gücünün 36. paralelin kuzeyine ve 32. Paralelin güneyine geçmesi yasaklanmıştır. ABD, İngiltere ve Fransa’nın başı çektiği, Almanya, Hollanda, Kanada, İspanya ve İtalya’nın oluşturduğu Birleşik Görev Gücü-Çekiç Güç vasıtası ile 36. Paralelin kuzeyini kontrolleri altına almışlardır. İkinci Körfez Savaşının başlamasıyla, yani 21 Mart 2003 tarihinde, Kuzey Irak’ta BM Güvenlik Konseyinin 688 sayılı kararının uygulayıcısı konumunda olan  Çekiç Güç  Türkiye’den ayrılmıştır.

20 Mart 2003 tarihinde İkinci Körfez Savaşını başlatan ABD ve İngiltere tarafında Irak işgal edilmiş ve işgal 15 Aralık 2011 tarihine kadar devam etmiştir.

28 Aralık 2005 Tarihli Irak Anayasası, Irak’ı Federal Bir Devlet ve Kürdistan Bölgesini ve mevcut organlarını da federal bir bölge olarak kabul etmiştir.[ 3] 
Anayasa merkezi hükümetin, “ Bölgesel Kürt Yönetimi ” Bölgesine, Irak Silahlı Kuvvetlerini sokmasını engellemiştir. Silahlı Kuvvetlerin dışında silahlı milis 
oluşturmayı da engellemektedir.

[[iii]]http://www.haberturk.com/gundem/haber/1109037-pkk-kuzey-iraktaki-daglarda-bu-yontemle-saklaniyor
[1] http://www.devletarsivleri.gov.tr/yayin/osmanli/musul/1b_b14.htm
[2] http://www.ttk.gov.tr/templates/resimler/File/ktpbelge/belge01.pdf
[3] http://www.orsam.org.tr/tr/anasayfa.aspx


http://www.sadat.com.tr/tr/haberler/makaleler/335-pkk-turkiye-icin-dis-tehdittir.html

***

12 Mart 2017 Pazar

Birleşmiş Milletler Mi ? Birleşmiş Çete Mi ?



Birleşmiş Milletler Mi ? Birleşmiş Çete Mi ? 

H. Okan Balcıoğlu
Tarih: 13.11.2008 


Birleşmiş Milletler 1945 yılında II.dünya savaşı öncesi faaliyette bulunan Cemiyeti Akvam ( Milletler Topluluğu ) yerine kurulmuş Dünya üzerindeki barışı sağlamak, güvenliği korumak ve uluslar arasında ekonomik, toplumsal, toplumsal ve kültürel iş birliğini sağlamak maksadı ile oluşturulmuş uluslar arası bir örgüttür. Birleşmiş Milletler kendini yukarıda saydığımız hususları sağlamak amacını esas almış bir kurum olarak tanımlamaktadır. Ayrıca bildiğiniz gibi bu kurum bunları yazılı olarak da ( BM sözleşmesi ) teyit etmiştir.

Bu örgütün ilk yapısını oluşturan Cemiyeti Akvam hakkında kısaca bilgi verecek olursak. Milletler Cemiyeti 1920 senesinde İsviçre’de kurulmuştur. Bu teşkilat I.dünya savaşından büyük zarar ve harita değişiklikleri ile ortaya çıkmış yeni dünyada tekrar bir savaşın çıkmasını önlemek ve bu hususta arabuluculuk yapmak maksadı ile kurulmuştu. Ama her ne kadar amaç bu olarak gösterilse de savaş sonrası galip çıkan ve kolonist dünyanın önde gelen ülkeleri ( İngiltere ve Fransa ) ile kendini böyle bir dünya’ya hazırlayan Amerika Birleşik Devletlerinin dünya üzerindeki otoritelerini sağlamlaştırma gayretinden başka bir şey değildi. O günkü dünya haritaları incelendiğinde güneşi batmayan ülke tabirini kullanan İngiltere’nin neredeyse dünyanın 4/2 ‘ne, Fransa’nın ise 4/1 sahip olduğu görülecektir. Gerçi örgütteki yerel yönetim ve alınacak kararlar üye ülkelerin 3/2’lik kısmının onayı ile tespit edilmesine karar alınmıştı ama dünyanın 3/2 sine sahip olan İngiltere ve Fransa’nın kendisine bağlı bulunan veya yarı özerk ülkelerin bu birliğin içinde olması yapılan oylama sonucu çıkan kararların o iki ülkenin arzuları dışında olmamasını sağlıyordu. Yani kısaca temelde bir haksız bir temsil oranı vardı. Tabi ki her haksız düzenin yıkılmasının hak olduğu üzere bu birlikte II.dünya savaşının temellerini atacak adaletsiz uygulama ve kararlara imza atmış, bunu kabul etmeyen ülkeler ile aralarındaki uçurumun açılarak II. Dünya savaşı dediğimiz dünyamızın gördüğü en büyük ve kanlı savaşına neden olmuştur.

II. Dünya savaşı bittiğinde eski kolonist ülkeler çok yıpranmış, sömürgelerinin büyük bir kısmından çekilmişti. Ellerinde kalan Hindistan, Cezayir, Suriye, Hindiçin gibi toprak parçalarında da ise büyük kaoslar yaşanıyor olması bu toprakları da ellerinde fazla tutamayacaklarını anlamaya başlamışlardı. Bu sefer eskisi gibi arzu ettikleri siyasetleri bütün dünya milletlerine kabul ettirecekleri bir sistemin önerisi savaştan kazanmış ve ekonomisi güçlenmiş olan Amerika Birleşik Devletlerinden geldi. Yazımın başında özetlediğim gibi onun teklif ve önderliğinde yeni örgüt 1945 yılında kurulmuş oldu.

Birleşmiş Milletler yönetimi yukarıdaki paragrafta da belirttiğim gibi II. Dünya savaşında kazançlı çıkmış beş ülkenin ( ABD, Rusya, Çin, İngiltere ve Fransa ) taraflar tarafından kurulmuştur. Bu örgütün önce ki Milletler Topluluğundan farkı dünyayı paylaşan ülke sayısında artış olmasıdır. Yani İngiltere ve Fransa’ya diğer ülkelerinde katılmasıdır. Bu daimi üye olarak kabul edilen beş ülkede incelendiğinde kolonyal bir geçmiş ve saldırgan bir politikaya sahip oldukları görülecektir. Hali hazırda 190 küsur üyesi bulunan Birleşmiş Milletlerin daimi beş üyesinden biri veto ettiğinde 190 küsur ülke ile daimi üye olan diğer dört üyenin hem fikir olduğu alınması ivedilik arz eden bir kararın sonuçsuz kalmasına sebep olmaktadır. Söz gelimi Birleşmiş Milletler üyesi ülkeler büyük çoğunlukla İsrail’i kınama kararı almasına rağmen Amerika Birleşik Devletleri vetosu yüzünden hiçbir zaman amacına ulaşamamıştır. Bu yönden alınan kararların tarafgirliği hususunda Milletler Topluluğu ile aynı yapıya sahip oldukları görülecektir.

Bu yüzden üye ülkelerin hepsinin altına imza atmış olduğu Birleşmiş Milletler sözleşmesinin amaçladığı kavramlar bir ütopyadan öteye gitmemiştir. Çünkü kurucu ve daimi üye olan bu beş ülke söz konusu sözleşmenin I. bölümünde yer alan 1 ve 2. maddelerin uygulanmasının kendi çıkarları için tehdit oluşturacağını bilmektedir. Bu sebeple de Makyavel’in “ Siyasette amacına ulaşmak için her yol mübahdır “ prensibi daimi beş üye arasında aleni olmayacak bir şekilde üzerinde uzlaşılmış bir gerçekliktir ve bütün dünya ülkelerinin gözlerinin içine baka baka bu evcilik oyununu oynamakta, diğer ülkeleri de kandırmaya çalışmaktadırlar. Bu durumu anlatmaya Türkçe’de deyim olarak kullanıla iyi polis, kötü polis veya bir atasözümün dediği gibi tavşana kaç tazıya tut benzetmesi çok uygun düşecektir. Dolayısı ile bu örgüt 19. – 20. yüzyılda yaşanmış olan ilkel sömürgelik düzeninin farklı bir formatta yaşatılanını koruma ve geliştirme maksadı taşımaktadır.

Onun için günümüzde dünya üzerinde gerçekleşen trajedilerde üye ülkelerden birinin parmağı veya menfaati var ise görülememekte veya üzerinden durulmamaktadır. Örnek mi; A.B.D – Vietnam savaşı, Irak işgali, Rusya – Çeçenistan, Azerbaycan – 20 Ocak katliamı, Azerbaycan – Karabağ faciası, İsrail – Filistin, Çin – Doğu Türkistan ve Tibet, 1989 ‘daki Bulgaristan’daki Türklere yönelik asimilasyon çalışmaları. Bunlar bütün dünyanın gözü önünde gerçekleşen ama ne yazık ki Birleşmiş Milletlerin bırakın çözüm bulmayı kınamayı bile gerçekleştiremediği büyük boyutlardaki olaylardır.

İkinci durumda ise yani müdahale ettiği durumlarda bu her beş ülkenin de o coğrafya üzerinde ortak menfaatleri olduğunu veya eğer siz benim menfatim olan bu bölgeye Birleşmiş Milletler adı altında müdahale edilmesine izin verirseniz bende sizin müdahele etmeyi arzuladığınız bölgeye onay veririm veya sorunlu bir bölgeniz var ise görmemezlikten gelirim gibi bir noktada uzlaştıkları hissedilmektedir. Bu durumda beş üye ile yanaşıkları, yandaşları genelliklede aynı dil, din, kültür ve menfaat kaygılarını paylaşan ülkeler kendi lehlerinde olacak ve arzu ettikleri taleplerin, koşulların olması için diğer üye bu menfaat kaygılarından yüz küsur ülkeyi bu müdahalelere çekmekte gerek ordularını gerek ise paralarını bu uğurda kullanmaktan çekinmemektedirler.

Genelde işin ilginç bir yanı Birleşmiş Milletlerin müdahale ettiği hiçbir yerde kaosun ortadan kalkamaması aksine yaygınlaşmasıdır. Bugün dünya üzerinde faaliyetleri yüzünden en çok eleştiri alan uluslar arası kuruluşların başında gelmektedir.

Şimdi Birleşmiş Milletlerin müdahale ettikleri bölgelere ve sonuçlarına bakalım.

- Raunda: Bölgede etkisini korumaya çalışan Fransa’nın kışkırttığı iki kabileden birinin diğerini katletmesiyle başlayan olaylar, bir trajediye dönüşmüş olayın asıl sebebi olan Fransa’ya ait Barış Gücü askerlerinin gözü önünde dünyanın en büyük katliamlarından biri yaşanmıştır.

- Bosna: Bölgede sivil halkı korumakla görevli Hollandalı barış gücü askerleri korumak ile görevli oldukları binlerce Müslüman Boşnak sivili Sırp güçlerine teslim ederek bölgeyi terk etmiş böylelikle Avrupa’nın ortasında Srebrineka’da yakın tarihin görmüş olduğu en büyük katliam yaşanmıştır.

- Somali: Durum hala iç savaş konumunu korumakta olup her yüzlerce insan ölmektedir.

- Sudan: Ülkenin iç kısmında bulunan ve toprak altında çok yüksek petrol rezervi bulunduğu belirtilen Darfur bölgesindeki ayrılıkçılar ile hükümet kuvvetleri arasındaki çatışmalara müdahil olan Birleşmiş Milletler bölgedeki çatışmaların daha da fazla yayılmasına sebep olmuşlardır.

Dolayısıyla Birleşmiş Milletlerin nüvesini oluşturan güçlü ülkeler için kurum ve imkanları menfaatleri doğrultusunda kullanılmaktadır. İlk önce bir bölgede karışıklıklar çıkartılmakta, bunlara etnik veya dini bir kimlik – anlam yüklenmekte daha sonra da bölgedeki çatışmaların arttığı bu sebeple de insan hakları ihlallerinin yaygınlaştığı iddia edilerek o ülkeye Birleşmiş Milletler ortamında baskı yapılarak ülkesine olaylarda ara buluculuk rolü üstlenmesi için Birleşmiş Milletlere bağlı barış gücü konuçlandırılması hususunda zorla ikna ettirilmektedir. Bunun devamında bu barış gücü içinde yer alan ayrılıkçı bölge halkı hakkında eğitimli casuslar tarafından ayrılıkçılara destek verilmekte, bulundukları devletin kolluk kuvvetlerine karşı korunmakta ve kollanmakta, bölge halkı üzerinde ayrılıkçılık eğilimini arttıracak yayınlar yapılmakta ve eğitimler verilmektedir. Genelde bu işin sonunda o bölge bağlı bulunduğu ülkeden ayrılarak yeni dünya düzeni kuralınca kendisine hamilik yapacak karşılığında da yer altı ve üstü kaynakları ile topraklarını stratejik anlamda üs olarak kullandırmak için sunacağı büyük bir devletin kucağına oturacaktır.

Bu yazıyı okuyunca soracaksınız acaba bundan sonra Birleşmiş Milletler acaba nereye müdahale edecek, hangi ülkeyi sıkıştıracak? 

Ben ne bileyim belki bundan sonraki yer Türkiye’dedir. 
Güneydoğu Anadolu’ya gelip yerleşebilirler. 
Kim bilebilir ki değil mi?

http://www.turansam.org/makale.php?id=16

***

3 Şubat 2017 Cuma

AĞRI İSYANI (1926-1930)



AĞRI İSYANI (1926-1930) 



Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi 
Fırat University Journal of Social Science 
Cilt: 14, Sayı: 2, Sayfa: 379-388, ELAZIĞ-2004 



AĞRI İSYANI (1926-1930) 
The Ağrı Rebellion (1926-1930) 
Mehmet KÖÇER 
Fırat Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, sosyal Bilgiler Öğretmenliği Bölümü. ELAZIĞ 
mehmet_kocer2000@yahoo.com 



Özet 

Cumhuriyetin ilanından sonraki yıllarda Türkiye’de çeşitli ayaklanmalar meydana gelmiştir. Devlet Doğu illerinin sosyal, kültürel ve ekonomik sorunlarına çareler aramaya çalışmışsa da bu illerde yaşayan şeyh ve ağalar, dış unsurların kışkırtmalarıyla devlete karşı ayaklanmışlardır. Ağrı isyanı bunlardan dış desteğin yoğunluğu ve Kürtçülük yönüyle ön plana çıkmıştır. 

Anahtar Kelimeler: Ağrı, Ağrı isyanı,Türkiye Cumhuriyeti, 

Ağrı İsyanı’nı ve bölgedeki yakın geçmişte yaşanmış, güncel olarak da yaşanmakta olan ya da yaşatılmaya çalışılan karmaşaları doğru analiz edebilmek için Doğu Anadolu’daki siyasî hakimiyet mücadeleleri ve sömürgecilik yarışını dikkate almak gerekir. Geniş bir çerçeve olarak Ortadoğu ve Türkiye’nin siyasî ve coğrafi bütünlüğü yönünden de Doğu Anadolu, bu mücadelelerin en yoğun yaşandığı ve yaşanmakta olduğu bölgelerden biridir. Sömürgeci Avrupa’nın Osmanlı Devleti’ni parçalama ve paylaşma projesi içinde söz konusu bölgelerin siyasî ve ekonomik değerleri yanında stratejik konumu da önemli bir yer tutarken, sömürgeciler, bölgenin etnik unsurlarından faydalanmayı ihmal etmemişler, hatta bölgedeki gayrı müslim unsurlarla elde edemedikleri başarıları Müslüman unsurların millîyetçilik duygularını ve feodal unsurların ihtiraslarını tahrik ederek elde etmişlerdir. Bu çerçevede Doğu Anadolu bölgesi, XIX. yüzyılın başlarından itibaren İngiltere, Rusya ve Fransa’nın nüfuz kurmak istediği bir alan olmuştur. Bu devletler içerisinde özellikle İngiltere, bölgedeki Kürt aşiretlerini kullanarak Orta ve Uzak doğu’ya yönelik yeni stratejiler geliştirmeye çalışmış, 1800’lü yıllardan itibaren bölgeye misyoner ve şarkiyatçılar göndermiş, bölgedeki Kürtlere yönelmiştir.1 Aynı dönemlerde Osmanlı Devleti de siyasî ve kültürel ıslahatlar yapmaya zorlanmıştı. Batı baskısından kurtulmak ve bir Avrupalı olmak, birlik ve bütünlüğünü korumak amacıyla bir hayli gayretkeş davranan Osmanlı Devleti bu konuda da hüsran yaşamıştı.2 

Osmanlı Devleti’nde Kürt millîyetçiliği, kısmen Ermeni millîyetçiğinin kısmen de Jöntürk hareketinin taklit edilmesiyle doğmuştu. Osmanlı Devleti’ne karşı, oluşan bu hareket hem İngilizler hem de Ruslar tarafından körüklenmişti. Burada işlenen sadece Kürtlerin millî şuuru değil, bölgenin sosyal yapısı içinde aşiret reisleri, toprak ağaları, kısaca feodal liderlerin ihtiraslarıydı. Yapılan propaganda sonucu, her feodal lider kendisini, kurulacak Kürdistan’ın lideri, yöneticisi, hakimi olarak görmekteydi. Ancak zamanla Kürt toplumu bir millî şuur ile hürriyet hareketine girişmek yerine kendilerini tâbi gördükleri liderlerine bağlılık ve sadakat göstermeye başlamıştı. Bu ortam içerisinde bağımsız bir Kürt devleti kurmak için ilk ciddi girişim, 1880’de, Van Gölü’nün güneydoğusunda etkili olan Ubeydullah’ın İran ve Azerbaycan’da başlattığı hareketti.3 

Osmanlı Devleti’ndeki siyasî Kürtçülük hareketi ise, XIX. yüzyılda İmparatorluğun karşılaştığı her sıkıntılı dönemde kendini göstermiş, 1828-1829 Rus harbi ile 1834 Bulgar bağımsızlık savaşından sonra da var olmakla birlikte, I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmasından sonra daha ciddi boyutlara ulaşmıştır.4 

Osmanlı Devleti’nin yıkılış devrinde fazla öne çıkamayan Kürtçüler, dış güçlerin de tahriki ile Millî Mücadele sırasında ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasından sonra faaliyetlerini artırmışlardır. Bu hareketlenme, büyük devletlerin Ankara Hükümeti’ni uluslararası alanda köşeye sıkıştırmak için önemli hamlelerinden birisi olmuştur. Millî Mücadele esnasında çıkan Koçgiri ve Millî aşireti isyanlarında, Kürt Teali Cemiyeti TBMM Hükümeti’ne karşı faaliyetleri yürütmüştü. Bu isyanlar bastırılmakla birlikte Millî Mücadele’nin gidişatına olumsuz etkileri olmuş, en azından ulaşılacak başarıgeciktirilmiştir. 5 Cumhuriyetin kuruluşundan sonra ise, İngilizlerin desteği ile çıkan Şeyh 
Said isyanı yüzünden, TBMM Hükümeti Musul meselesinde geri adım atmak zorunda kalmış,6 Misak-ı Millî’ye dahil olan bu bölgeyi İngiliz kontrolüne bırakmıştır.7 Aynı şekilde 16 Şubat 1926’da patlak veren Hakkari Beytüşşebap isyanı sırasında ise, Livinli İsmail ve Nordüzlü Lezki önderliğindeki asiler kontrol altına alınmakla birlikte, isyancılar ve aşiretleri Irak’a sığınmak zorunda kalmış, binlerce insan, sırf ağalarının yanlış kararı yüzünden topraklarını terk etmek zorunda kalmıştı.8 

XX. yüzyıl başlarında Batılı devletlerle ittifak yaparak Osmanlı Devleti ve TBMM Hükümeti aleyhine faaliyetlere girişen Ermeniler ve bazı Kürt aşiretleri, daha Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra bir araya getirilerek ortak hareket etmeleri istenmiş, ancak bu mümkün olmamıştı.9 Hatta Batılı devletlerin yönlendirmesi ile Büyük Ermenistan’ı kurma projesinde Kürtlerle Ermeniler arasında işbirliği kurulmasına çalışılmıştı.10 Bu faaliyetler başlangıçta sonuca ulaşmasa bile, İngiltere’nin önderliğinde, Rusya, Fransa ve İran’ın desteği ile 1927’de Hoybun cemiyeti kurulmuş, Ermeniler ve Kürtçüler faaliyetlerini birlikte yürütmeye başlamıştır.11 

Şeyh Said isyanının ardından Türkiye’den kaçarak Suriye, İran, Irak’a sığınan asilerin ileri gelenleri, Kürt Teali Cemiyeti, Kürt Teşkilat-ı İçtimaiye Cemiyeti, Kürt Ulusal Birliği ve Kürt Millet Fırkası mensupları ile Ermeni Taşnak komitesi üyelerinin katılımıyla kurulan Hoybun cemiyeti, ilk toplantısını, 1927 Şubat’ında, İngilizlerin denetimi altındaki Irak’ın Revandüz şehrinde, kumandan Edmons’un nezaretinde yapmıştır. Bu toplantıda Türkiye’ye karşı yapılacak isyanın planları hazırlanmış ve Şemdinli Yüksekova’dan başlamak üzere Van’a kadar olan bölgenin ele geçirilmesi, Van’ın alınmasından sonra ise İngilizlerin vaad ettiği para ve silah yardımının gerçekleşeceği kararı çıkmıştır.12 Irak’ta yapılan toplantıdan sonra, İngilizlerin desteğini alan Hoybun cemiyeti, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu takip eden dönemde Türklere yönelik soykırım faaliyetlerine katılan gruplar içerisinde en önde gelenlerden birisi olmuştur.13 

Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçiş sürecinde, Doğu Anadolu bölgesindeki Kürt aşiretlerinin devlete bakışı belirli sebeplerle şekillenmiştir. Bunlar içerisinde, devletin yaptığı reformlar sebebi ile ağa, aşiret reisi gibi statüye sahip insanların yeni vatandaşlık düzenlemeleri ile bu konumlarını kaybetmesinin büyük etkisi vardır. Öyle ki yeni düzene tepki gösteren bu grup mensupları, dış güçlerin de propagandası ile şeriat devleti istemek ve Kürt ahalinin haklarını savunmak gibi taleplerle devlete isyan etmeye başlamışlardır.14 Bu karışıklık döneminde hükümet, özellikle aşiret reisleri ve şeyhlerin gücünü kırarak bölgedeki denetimlerini artırmıştır.15 

Şeyh Said isyanından sonra olması muhtemel menfî hareketleri önlemek amacıyla pek çok şeyh ve ağa başka bölgelere nakledilmiştir. Bununla birlikte, hükümetin birleştirici eğitim politikalarını bölgede yeterince uygulayamaması, bölgedeki karışıklıkları önleme yolundaki faaliyetlerin yarım kalmasına sebep olmuştur.16 
Bugün bile azımsanmayacak önemli gelişmelere rağmen, devlet bu bölücü yapıyı ve etkisini kırabilmiş değildir. 

İttihad ve Terakki döneminde Hamidiye alaylarının tasfiye edilmeye başlanması, Doğu Anadolu Bölgesi’nde istikrarsızlığa sebep olmuştu.17 Osmanlı Devleti’nin son dönemi ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk yıllarında ise, bölgedeki Kürt aşiretleri, 1915-1930 arasında, yörede oluşan otorite boşluğundan faydalanarak eşkiya lık faaliyetlerine girişmişti. Devlet de bu durumun önüne geçebilmek için zaman zaman bölgedeki aşiret reislerine yetki vererek onları yanına çekmeye çalışmış, ancak başarılı olamamıştır.18 

Ankara Hükümeti’nin aldığı tedbirlere rağmen, Doğu Anadolu’daki isyan girişimleri Cumhuriyet yönetiminin ilk yıllarına damgasını vurmuştur. Öyle ki Şeyh Sait isyanı bastırılıp sükunetin sağlandığı dönemden, hemen sonra İhsan Nuri’nin önderliğinde 16 Mayıs 1926’da Ağrı’da patlak veren ve dört yıl boyunca devam eden ayaklanma, bölgedeki huzuru tamamen bozduğu gibi Cumhuriyet devrinin en uzun süreli isyanlarından birisi olmuştur.19 İsyanın Ağrı ile sınırlı kalmayıp Dersim gibi çevre vilayetlere de sıçraması ise, bütün Doğu Anadolu’nun güvenliğini tehlikeye düşürdüğü gibi Ankara Hükümeti’ni de oldukça zora sokmuştur.20 

Ağrı isyanının çıkmasında ve bu derece uzun sürmesinde çeşitli iç ve dış faktörler önemli olmuştur. Daha önce bahsedildiği üzere İngiltere’nin ve Hoybun Cemiyeti’nin bu isyanın çıkmasındaki rolü çok büyüktür. Asilerin kısa sürede kontrol altına alınamama sebebi ise, devlet güçleri üzerlerine geldiğinde Ağrı Dağı’nın sarp bölgelerinden İran tarafına geçebilmeleridir. Bu durumun önüne geçmeye çalışan Ankara Hükümeti, Tahran yönetimine baskı yaparak her ne şekilde olursa olsun isyancılara yardım etmemelerini talep etmiştir. İki ülke arasında gerginliğe sebep olan bu mesele, 22 Nisan 1926’da imzalanan “ Türkiye-İran Dostluk ve Güvenlik Antlaşması ” ile aşılmaya çalışılmıştır. 

Bu antlaşma ile taraflar, kamu güvenliğini ve düzenini bozmak ya da hükümet devirmek amacı güden kuruluş ve örgütlerin oluşmasına ve çalışmalarına müsaade etmeyeceklerini kabul etmişlerdir. Ayrıca sınır aşiretlerinin bu anlamda faaliyetlerinin kontrolü öngörülmüştür.21

1926 Antlaşması Ağrı isyanının kontrol altına alınması bakımından büyük anlam taşımasına rağmen, antlaşma hükümlerinin tam olarak uygulanamaması, İran’la yeni bir gerginlik ortaya çıkarmıştır. İsyancıların Türkiye sınırlarında meydana getirdikleri huzursuzluklar Türkiye’yi ciddi anlamda rahatsız etmeye başlamış, 
Türk Hükümeti İran’a nota vererek 1926 Dostluk ve Güvenlik Antlaşmasına uymasını istemiştir. Yapılan çalışmalar neticesinde 1926 Antlaşmasına ilave olarak 15 Haziran 1928 tarihinde yeni bir protokol imzalanmış, İran, Türkiye’nin hassasiyetini anlayışla karşıladığını ifade ederek ilişkileri geliştirmeyi arzu ettiğini, eski antlaşma hükümlerine kesin bir şekilde uyacağını taahhüt etmiştir.22 

Türkiye ile İran arasında imzalanan Dostluk ve Güvenlik Antlaşması ile 1928 protokolü, Ağrı isyanının gidişatını önemli ölçüde etkilemiştir. 

Zira, geriye doğru gidildiğinde, isyanın başlangıç günlerinde Türk ordusunun karşılaştığı en büyük sıkıntının asilerin İran’a kaçmaları sonucu güvenliği sağlayamamaları 
olduğu görülür. 

16 Mayıs 1926’da, İngilizlerin silah ve mühimmat desteği ile 23  Doğubeyazıt’ın Kalecik köyünde başlayan isyan sırasında, 28. Jandarma Alayı’na bağlı kuvvetlerin Demirkapı’da isyancılara yenilmesi üzerine, 3. Ordu Müfettişliği bir tedip hareketi planlamıştı. Bu plan gereğince 16 Haziran’da Küçük Ağrı Dağı eteklerine ulaşan birlikler, bazı küçük gruplarla karşılaşıp onları kontrol altına alsa da, bir türlü ana gruba ulaşamamıştı. Bunun sebebi, ordunun üzerlerine geldiğini öğrenen isyancıların Ağrı Dağı’nın arkasından İran’a kaçmalarıydı.24 

25 Ağustos 1927’de 3. Ordu Müfettişliği’nin hazırladığı raporda bu duruma atıf yapılarak, halen Ağrı’da bulunan ve 800 kişi kadar oldukları tespit edilen asilerin 
İran’a kaçabilecekleri, İran Hükümeti ile gerekli irtibatın kurulmasının şart olduğu vurgulanmaktaydı. Aynı raporda yeni bir tedip harekatına girişilmesi de teklif edilmişti ki, bu teklifi yerinde bulan Genelkurmay Başkanlığı, en kısa sürede bölgeye asker gönderilmesine karar vermiştir. 


10 Eylül’de başlayan operasyonda 9. Kolordu birlikleri Ağrı Dağı’na doğru ilerlemeye başlamıştır. Harekatın beşinci gününe kadar önemli bir çatışma meydana gelmezken, 15 Eylül’de alınan bir istihbarata göre, isyana katılan bazı aşiretlerin İran’a geçebileceği öğrenilmiştir. Bunun üzerine ordu sınıra kaydırılmış, burada asilerle karşılaşan birlikler, kayıplar vermesine rağmen isyancıların çoğunu ortadan kaldırmıştır. Bununla birlikte, operasyon belirli bir aşamaya gelmiş iken, coğrafi şartların elvermemesi sebebi ile 9. Tümenin geri dönmesi, bazı isyancı grupların varlığını devam ettirmesine sebep olmuştur. Bölgenin tamamen kontrol altına alınamaması neticesinde, devlet karşıtı gruplar kısa süre sonra toparlanmış ve faaliyetlerine tekrar başlamıştır. 

Özellikle İran’da eğitim gören grupların 1930 yılında tekrar geri dönmesi ile bu faaliyetler hız kazanmıştır. Aynı dönemde Ağrı’nın Bağımsız Kürdistan’ın bir vilayeti olarak ilan edilmesi ve Celali Aşireti Reisi İbrahim Heski’nin Hoybun Cemiyeti tarafından Ağrı valisi olarak atanması, isyan teşebbüslerini hızlandırmıştır.25 

Ağrı’daki bu gelişmeler yaşanırken, Bakanlar Kurulu, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk başkanlığında 28 Aralık 1929 tarihinde bir toplantı yapmıştır. Bakanlar Kurulu üyeleriyle birlikte Genelkurmay Başkanı Fevzi Çakmak, I. Genel Müfettiş İbrahim Tali (Öngören) Bey’in de hazır bulunduğu toplantıda, 1930 yılı Haziran ayında, Ağrı’da bir tenkil harekatına girişilmesi kararlaştırılmıştır. Bu karar üzerine Genelkurmay Başkanlığı gerekli hazırlıkları yaparak harekat stratejisini belirlemiş, 1930 yılı haziranı sonunda başlayacak ve ertesi yıl da devam edecek operasyonda bölgenin eşkıyadan temizlenmesi için bütün tedbirler alınmıştır. 26 

9. Kolordu Komutanlığı aldığı emir üzerine harekat için gerekli hazırlıklara başladı. Bölgenin şartları araştırıldıktan sonra 3 Mayıs 1930’da Genelkurmay 
Başkanlığına bir yazı yazarak harekatın Eylül ayına bırakılmasını önerdi. Teklifi uygun bulan Genelkurmay kendi görüşünü de ekleyerek raporu 6 Mayıs 1930’da 
Başbakanlığa sundu. 8 Mayısta toplanan Bakanlar Kurulu ise bu raporları görüşmüş ve harekatın Eylül ayında yapılması teklifini kabul etmiştir. 

Alınan karar ve yapılan hazırlıklar sonucunda, 4 Eylül 1930 tarihinde harekat emri verilmiştir. Salih Paşa komutasındaki askeri birlikler 7 Eylül günü bir çok koldan Ağrı’yadoğru taarruza geçmiş, ancak ilk aşamada önemli bir başarı elde edememiştir. Bölgeyi iyi bilen ve dağı arkalarına alan asiler, ellerindeki mevzileri korumayı başarmışlardır. Ancak Türkiye ile İran arasında yapılan görüşmeler neticesinde İran yolu kapanınca asiler çember içine alınmış, ordunun iaşe yollarını kesmesi neticesinde de açlıkla karşı karşıya kalmışlardır. Hal böyle olunca, çaresiz kalan isyancıların büyük kısmı, bir yarma hareketiyle İran’a sığınmak zorunda kalmıştır. 

Bu sırada isyanın öncülerinden Şimkanlı Timur, Musa Lezgi, Halit Ağa, Tosun Ağa ve Ali Aksu yakalanmış, kısa süre sonra da asiler tamamen dağılmış ve isyan sona ermiştir.27 

Bu gelişmeler çerçevesinde durum değerlendirildiğinde Osmanlı Devleti’nin doğu illerindeki hakimiyet sürecinde millî bir devlet politikası izlemediği ve buna ihtiyaç da duymadığı sonucu çıkar. Millî ve üniter bir yapıda kurulan Türkiye Cumhuriyeti bahsi geçen olay ve benzerlerini yaşamak durumunda kalmıştır 

Osmanlı’nın dağılma ve emperyalizmin yayılma sürecinde, 1908’lerden sonra İngiliz emperyalizminin talimatları doğrultusunda merkezleri İstanbul’da olmak üzere bir takım fitne ve fesat cemiyetlerinin kurulması ile birlikte Anadolu’nun doğusunda propaganda çalışmalarına girişilmiştir. 

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile birlikte Anadolu’nun doğusunda ayrılık tohumları atılmaya başlanmıştır. Tabii ki bölgenin etnik yapısı ön plana 
çıkarılmıştır. 

Bölge insanı genel olarak Osmanlı Devleti’nden Cumhuriyete değin devlete diğer bölgelerden daha fazla problemli olmamıştır. Çünkü diğer bölgelerdeki halktan farklı bir kültüre ve dine sahip değildir. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi maksatlı olarak etnik farklılıklar gündeme getirilince istismara yatkın kişilerin de bulunması çok zor olmamıştır. 

Cumhuriyet Döneminde devletin bu bölgede izlediği politika farklıdır. Türkiye Cumhuriyeti Misak-ı Millî sınırları içerisinde kurulmuş millî bir devlettir. 
Millî Devlet olmanın gereği olan Ulusal Egemenliği yurt sathında tesis etmek durumundaydı. 

Bu da doğal olarak devletin, bütün sınırları içinde siyasî, iktisadî, kültürel ve de askerî egemenliğini sağlamasıdır. Ancak Cumhuriyet’in kuruluşundan sonra bölgenin istismara açık olan bu yapısı üzerinde oynanan oyunlar dikkate alınmalıydı. 

Genç Cumhuriyetin rejim farklılığından kaynaklanan; kültürel, iktisadî ve politik alanda yaptığı yeniliklerin yanı sıra, özellikle dinî konulara alışılagelmiş politikalardan farklı uygulamalar rahatsızlıkların diğer bir boyutu olmuştur. Cumhuriyet dönemindeki isyanlara baktığımızda büyük ölçüde dini konuların istismar edildiğini görmekteyiz. 

Şeyh Said isyanından sonra isyancıların Ağrı bölgesinde yeni bir başkaldırı için hazırlıkları görülür. Ağrı bölgesini tercih etmelerinin sebebi bu bölgenin büyük ölçüde bir askerî harekata elverişsiz olması ve ihtiyaçları durumunda kendilerine yardımını esirgemeyen İran Devleti’nin topraklarına kaçmalarının mümkün olmasıdır. 

Ağrı isyanı diğer isyanlardan biraz daha fazla “ Kürtçülük ” boyutu ile gündemde yer almıştır. Şeyh Said isyanından sonra kaçan aşiret üyeleri ve aşiretler Şeyh Said isyanının önemli boyutu olan dini istismarı yanı sıra Ağrı isyanlarında emperyalist devletlerin gündeme getirdiği “ Kürtçülük ” boyutu da devreye girmiştir. Bu isyanlarda suçlu aramak gerekirse herhalde ilk sırada kendi halkından binlerce insanın hayatına mâl olan bu oyunlarda başrolü oynayan aşiret reisleri gelir. 

 DİPNOTLAR;

1 Bahaeddin Ögel, H. Dursun Yıldız v.d., Türk Millî Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, Ankara 1986, s. 163-169. Alman şarkiyatçı Fritz, 1916’da Türkçe yayımlanan kitabında, o dönemde Doğu Anadolu’da bulunan Kürt aşiretleri hakkında önemli bilgiler vermektedir. Bkz., Fritz, Kürtlerin Tarihi, İstanbul 1992, s. 39-55. 
2 Bkz., Zekeriya Türkmen, “Birinci Dünya Savaşı Öncesinde İttihat ve Terakki Hükümetinin Doğu Anadolu Islahat Projesi ve Uygulamaları”, Yedinci Askerî Tarih Semineri (İstanbul 25-27 Ekim 1999) Bildirileri, C. II, Ankara 2001, s. 239-240. 
3 Martin van Bruinessen, Kürdistan Üzerine Yazılar, İstanbul 1995, s. 224. İttihad ve Terakki Partisi içerisinde yer alan Kürt politikacılar, Jöntürk hareketine büyük ilgi göstermişlerdir. Jöntürkler içinde Türk millîyetçiliği gelişirken, bu grup içerisinde de Kürt millîyetçiliği ön plana çıkmaya başlamıştır. 
Bkz., Yalçın Küçük, Kürtler Üzerine Tezler, İstanbul 1990, s. 71. 
4 Faik Bulut, Devletin Gözüyle Türkiye’de Kürt İsyanları, İstanbul 1991, s. 11. 
5 Bkz., Türk İstiklal Harbi VI ncı Cilt İstiklal Harbinde Ayaklanmalar (1919-1921), Ankara 1974, s. 25-26, 179, 260-262. 
6 Ergun Aybars, Yakın Tarihimizde Anadolu Ayaklanmaları, İstanbul 1988, s. 20-22. 
7 Rahmi Doğanay, “Cumhuriyet Dönemi İsyanlarının Mahiyeti”, Türkiye’nin Güvenliği Sempozyumu (Elazığ 17-19 Ekim 2001) Bildiriler, Elazığ 2002, s. 258-259. 
8 Mahmut Rişvanoğlu, Saklanan Gerçek, C. II, Ankara 1994, s. 738. 
9 Bkz., Kâzım Karabekir, Kürt Meselesi, İstanbul 1995, s. 10-11. 
10 Geniş bilgi için bkz., Salim Cöhce, “Büyük Ermenistan’ı Kurma Projesinde Kürtlere Biçilen Rol”, I. Milletlerarası Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Güvenlik ve Huzur Sempozyumu (Elazığ 27-28-29 Mart 2000) Bildiriler, Elazığ 2000, s. 511-525. 
11 İngilizler, Doğu Anadolu’daki Ermeni ve Kürtçü faaliyetlerinin bir arada yürütülebilmesi için çeşitli girişimlerde bulunmuşlardır. 
İngiliz Gizli servisinin faaliyetleri sonucu, özellikle Kürtlerin gururunu okşayacak isme sahip yeni bir teşkilat kurulması kararına varılmış, Kürtçe’de “ Benlik ” anlamına gelen “ Hoybon ” kelimesi ile Ermenice’de vatan anlamına gelen “ Haypun ” adının birleşiminden oluşan “hoybun” cemiyeti kurulmuştur. 
Bkz., Vedat Sadilli, Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, Ankara 1980, s. 165-166. 
12 Abdülhadi Toplu, Tarih İçinde Anadolu Sakinleri ve İsyanlar-Ayaklanmalar, Ankara 1996, s. 370-371. 1935-1945 yılları arasında Irak Hükümeti danışmanlığı da yapan kumandan Edmons’un bölgedeki Kürt aşiretleri hakkındaki değerlendirmeleri için bkz., C. J. Edmonds, Kurds, Turks and Arabs, London 1957, s. 2-114. 
13 Bkz., Azmi Süslü, “Rum-Ermeni-Hoybun İşbirliği ve Anadolu’daki Toplu Mezarlar”, Belleten, C. LVII, S. 218 (Nisan 1993), s. 242-244. 
14 Bkz., F. Bulut, a.g.e., s. 10-11 Karabekir Paşa, bu isyanların Kürtçülük maksatlı yapıldığını, dinin başarıya ulaşmak için bir araç olarak kullanıldığını Ankara’da ilgilere ayrıntılı bir şekilde anlattığını hatıralarında kaydetmektedir. Bkz., K. Karabekir, a.g.e, s. 16-17. 
15 M. van Bruinessen, a.g.e., s. 214. 
16 Zekeriya Yıldız, Kürt Gerçeği, İstanbul 1992, s. 226. 
17 Y. Küçük, a.g.e., s. 71. 
18 1915-1930 döneminde rakip aşiret reisleri üstündeki aşiretleri üstündeki etkilerini artıran bir çeşit askeri eylemlere girişmekteydi. Bunlar arasında kendi aşiretlerinin birliğini sağlamanın en iyi yolu olarak, kervan ve şehirlerin ya da komşu aşiretlerin köylerinin yağmalanması da vardı. Devlet de bu başıbozukluğu önlemek için bağlılık sözü karşılığında onlara yetki vermek zorunda kalmıştır. Bkz., M. Van Bruinessen, a.g.e., s. 218-219. 
19 Yaşar Kalafat, Şark Meselesi Işığında Şeyh Said Olayı, Ankara 1992, s. 137. 
20 Ağrı isyanı çıktığı sırada, bölgenin ileri gelenlerinden Seyit Rıza da Dersim ve yöresinde ayaklanmıştır. O sırada bölgede bulunan Fevzi Çakmak, 18 Eylül 1930’da Başbakanlık ve İçişleri Bakanlığına gönderdiği raporda, bölgenin çeşitli tehlikelerle karşı karşıya olduğunu belirterek acilen önlem alınmasını gerektiğini kaydetmekteydi. Bkz., Suat Akgül, Dersim İsyanları ve Seyit Rıza, Ankara 2001, s. 39-40. 
21 Düstur, Üçüncü Tertip, C. 7, s. 926; ayrıca bkz., İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, C. I., Ankara 1983, s. 276- 278. 
22 Bkz., Abtülahat Akşin, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasi, Ankara1991, s. 192-193. Türkiye ile İran arasındaki sınır probleminin bu kadar uzamasının sebebi, Azerilerin istiklal hareketine girişmesinden korkan Tahran yönetiminin Kürtlere destek olarak Türkiye’ye gözdağı vermek istemesinden kaynaklanmıştır. 
Ancak Türkiye’nin bu konudaki kararlı tutumu sebebiyle bu politikadan vazgeçmek zorunda kalmışlardır. Bkz., Mehmet Saray, Türk-İran İlişkileri, Ankara 1999, s. 114. 
23 21 Ekim 1930 tarihli Alman Glarus Zeitung gazetesinde yayımlanan bir yazıya göre, isyancılara İngiltere’den önemli sayılabilecek derecede silah ve mühimmat 
yardımı yapılmıştır. Bkz., M. Rişvanoğlu, a.g.e., s. 749-750. 
24 Bkz., F. Bulut, a.g.e., s. 79-84. 
25 H, Göktaş, a.g.e., s. 94-95. 
26 Genelkurmay Başkanlığının 7 Ocak 1930’da gereği için 9. Kolorduya verdiği emir özetle şöyle idi.: “1930 senesi Ağrı’ya yapılacak harekata dair 29 Aralık 1929 gün ve 8692 Sayılı Bakanlar Kurulu kararı ayrıca yazılı olarak gönderilmiştir. Bu kararname gereğince Bulakbaşı ile Şıhlı Köyü arasında asilerle meskun olan köyler ile sığınılan yerler ele geçirilerek asiler geçim üssünden yoksun bırakılacak ve bölge eşkıyadan temizlendikten sonra Ağrı Tepeler hattına doğru takip edilerek ele geçirilen yerlerde Garnizonlar inşaa edilecek ve bunlardan yalnız seyyar jandarma kuvvetleri 1930-1931 kışını burada geçireceklerdir. Bölgede jandarma alayları için lazım olan yerlerden başka meskûn yer bırakılmayacaktır. Bu sûretle iâşe ve iskân ihtiyacından yoksun kalan asiler ya dağıtılacak ya da İran’a sığınmaya mecbur edilecektir. 
Bu taktirde sorun İran’la hal edilecektir.Harekata 1930 yılı Haziranı son haftasında ve hasat mevsiminden önce başlanacaktır. Harekatı 9. Kolordu Komutanı idare edecektir.” Bkz., Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları, C. II., İstanbul 1992, s. 93-94. 
27 F. Bulut, a.g.e, s. 187-193; H. Göktaş, a.g.e., s. 96-97. İran’a kaçan isyancıların önde gelenleri İhsan Nuri, Ermeni Zilan, Semikanlı Timur, Ferzent, Şeyh Abdulkadir, Şeyh Tahir, Seyid Yusuf, İbrahim Sigo ve Karaköseli Ermeni Kigam’dır. Bkz., M. Rişvanoğlu, a.g.e., s. 748-749. 


KAYNAKLAR ;

Akgül, Suat, Dersim İsyanları ve Seyit Rıza, Ankara 2001. 
Akşin, Abtülahat, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasi, Ankara1991. 
Aybars, Ergun, Yakın Tarihimizde Anadolu Ayaklanmaları, İstanbul 1988. 
Bulut, Faik, Devletin Gözüyle Türkiye’de Kürt İsyanları, İstanbul 1991. 
Cöhce, Salim, “Büyük Ermenistan’ı Kurma Projesinde Kürtlere Biçilen Rol”, I. Milletlerarası Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da Güvenlik ve Huzur Sempozyumu 
(Elazığ 27-28-29 Mart 2000) Bildiriler, Elazığ 2000, s. 511-525. 
Doğanay, Rahmi, “Cumhuriyet Dönemi İsyanlarının Mahiyeti”, Türkiye’nin Güvenliği Sempozyumu (Elazığ 17-19 Ekim 2001) Bildiriler, Elazığ 2002, s. 253-262. 
Düstur, Üçüncü Tertip, C. 7. 
Edmonds, C. J., Kurds, Turks and Arabs, London 1957. 
Fritz, Kürtlerin Tarihi (Çeviren: Sinan Şanlıer), İstanbul 1992. 
Genelkurmay Belgelerinde Kürt İsyanları, C. II., İstanbul 1992. 
Kalafat, Yaşar, Şark Meselesi Işığında Şeyh Said Olayı, Ankara 1992. 
Karabekir, Kâzım, Kürt Meselesi, İstanbul 1995. 
Küçük, Yalçın, Kürtler Üzerine Tezler, İstanbul 1990. 
Ögel, Bahaeddin, H. Dursun Yıldız v.d., Türk Millî Bütünlüğü İçerisinde Doğu Anadolu, Ankara 1986. 
Rişvanoğlu, Mahmut, Saklanan Gerçek, C. II, Ankara 1994. 
Sadilli, Vedat, Türkiye’de Kürtçülük Hareketleri ve İsyanlar, Ankara 1980. 
Saray, Mehmet, Türk-İran İlişkileri, Ankara 1999. 
Soysal, İsmail, Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, C. I., Ankara 1983. 
Süslü, Azmi, “Rum-Ermeni-Hoybun İşbirliği ve Anadolu’daki Toplu Mezarlar”, Belleten, C. LVII, S. 218 (Nisan 1993), s. 241-247. 
Toplu, Abdülhadi, Tarih İçinde Anadolu Sakinleri ve İsyanlar-Ayaklanmalar, Ankara 1996. 
Türk İstiklal Harbi VI ncı Cilt İstiklal Harbinde Ayaklanmalar (1919-1921), Ankara 1974. 
Türkmen, Zekeriya, “Birinci Dünya Savaşı Öncesinde İttihat ve Terakki Hükümetinin Doğu Anadolu Islahat Projesi ve Uygulamaları”, Yedinci Askerî Tarih Semineri (İstanbul 25-27 Ekim 1999) Bildirileri, C. II, Ankara 2001, s. 239-268. 
Van Bruinessen, Martin, Kürdistan Üzerine Yazılar (Çev. Nevzat Kıraç v.d.), İstanbul 1995. 
Yıldız, Zekeriya, Kürt Gerçeği, İstanbul 1992. 

***